DÜNYA BASINI
Lübnan’ın Hayaletleri: İsrail, 1982 işgalinden ders almadı mı?
Yayınlanma
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in Celile Barış Operasyonu olarak adlandırdığı 1982 Lübnan işgali ile bugünkü Gazze katliamları arasındaki benzerliğe dikkat çekiyor. O zamanki İsrail hükümetinin belirlediği FKÖ’yi ve diğer Filistinli grupları bitirme hedefi ile bugün Netanyahu’nun Hamas’ı bitirme hedefini tartışan makalenin yazarı Johns Hopkins Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası Çalışmalar bölümünde yardımcı doçent olan Sarah E. Parkinson, İsrail’in geçmişte bu hedefe ulaşamadığını bugün de ulaşamayacağını söylüyor. Lübnan’daki Filistinli gruplar üzerine çalışması bulunan Parkinson, “Bu paralellik iç açıcı değil. Eğer Lübnan bir yol göstericiyse, İsrail’in Gazze’deki savaşı hem Filistinliler hem de İsrailliler için kötü sonuçlanacak” diyor:
***
Lübnan’ın Hayaletleri
Gazze’yi Nelerin Beklediğini Görmek İçin İsrail’in 1982’deki İşgaline Dönüp Bakın
Sarah E. Parkinson
İnsanlar artık buraya Mukhayyam el-Shuhada yani Şehitler Kampı diyor. İsrail sınırına yakın güzel tepeler ve narenciye bahçeleri arasında yer alan mülteci yerleşimi, Filistinli örgütler tarafından kurulan kapsamlı bir sosyal hizmet, siyasi ve militan toplama aygıtına ev sahipliği yapıyordu. Dolayısıyla işgal başladığında kamp İsrail’in listesinde üst sıralardaydı. Önce İsrail destekli paramiliter güçler, topluluğu kuşatarak sivilleri içeride hapsetti. Ardından iki düzine İsrail Savunma Kuvvetleri tankı geldi. Görgü tanıklarına göre, IDF tankları kaçış yollarını yok etmek ve yeraltı sığınaklarına girmek için binaların merdivenlerine -genellikle bir yapının en zayıf noktası- ateş açtı. Bu ateşi yoğun hava bombardımanı takip etti. Bir bomba toplum merkezine isabet etti; orada barınan 96 sivilden sadece ikisi hayatta kaldı. Kamptaki Filistinli milisler üç buçuk gün boyunca direndi. Sonunda IDF onları bastırmak için beyaz fosfor da kullandı. Hayatta kalanlar, kimyasalın havada bıraktığı izleri ve insanların derisinde oluşan siyah, kratere benzer yanıkları hatırladıklarını söylüyorlar. Topluluk liderlerine göre bu savaşta kampın 16 bin sakininden yaklaşık 2 bin 600’ü öldü.
Bu saldırı, IDF’nin Filistin şehirlerine ve mülteci kamplarına yönelik saldırılarında tanklar, hava saldırıları ve (insan hakları gruplarına göre) beyaz fosfor kullandığı İsrail’in Gazze’deki mevcut savaşından bir sahne olabilir. Ancak bu savaş aslında 41 yıl önce yaşanan bir çatışma sırasında meydana geldi. Şehitler Kampı’nın resmi adı olan Burj el-Şamali’ye yapılan saldırı, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgali sırasında yaşanan ilk şehir savaşlarından biriydi. Savaş, Filistinli bir grubun İsrail’in Birleşik Krallık Büyükelçisine suikast girişiminde bulunmasının ardından başlamıştı. İşgalin ilk hedefi Filistin Kurtuluş Örgütü’nü, gerilla gruplarını (El Fetih ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi) ve diğer Filistinli militan grupları ortadan kaldırmaktı. Ancak İsrailli yetkililerin başka emelleri de vardı. Güney Lübnan’da Filistinlilerin askeri ve sivil altyapısını hedef alan İsrailli liderler, İsrail-Lübnan sınırı boyunca bir tampon bölge oluşturmayı, Suriye’nin Lübnan’daki varlığına son vermeyi ve Beyrut’ta dost canlısı, sağcı bir Hıristiyan hükümet kurmayı umuyordu.
İsrail’in Lübnan’ı işgali ile Gazze’deki operasyonları arasındaki benzerlikler sadece taktik seçiminin ötesine geçiyor. O zaman da şimdi olduğu gibi işgal, Filistinlilerin şok edici bir saldırısının ardından başlamıştı. O zaman da şimdi olduğu gibi İsrail’in şahin liderleri maksimalist bir karşılık vermeyi tercih ettiler. O zaman da şimdi olduğu gibi, çatışmaların çoğu yoğun nüfuslu kentsel alanlarda gerçekleşmiş ve militanlar genellikle sivillerin arasına karışmıştı. Ve şimdi olduğu gibi o zaman da IDF orantısız güç kullandı.
Bu paralellik iç açıcı değil. Eğer Lübnan bir yol göstericiyse, İsrail’in Gazze’deki savaşı hem Filistinliler hem de İsrailliler için kötü sonuçlanacak. Askeri üstünlüğüne rağmen İsrail, FKÖ’yü ortadan kaldırmayı hiçbir zaman başaramadı. Bunun yerine, IDF’nin başlıca başarıları on binlerce sivili öldürmek; Filistinli grupları yıllarca vur-kaç operasyonları yürüten daha küçük hücrelere bölmek; yeni bir Lübnanlı militan parti olan Hizbullah’ın yükselişine ilham vermek ve 2000 yılına kadar süren bir işgalde binden fazla kendi vatandaşını kaybetmek oldu. Bu, halihazırda yeniden yaşanmakta olan bir model. IDF’nin saldırısı sonucu Gazze’deki birçok hastaneyle iletişimin kesildiği 12 Kasım itibariyle, çatışmalar nedeniyle en az 11 bin Filistinli sivil hayatını kaybetti ve bu rakam artmaya devam edecek. Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısında çoğu sivil olmak üzere yaklaşık bin 200 İsrailli katledildi ve Hamas, saldırı sırasında alınan 240 İsrailli rehineden bazılarının IDF bombardımanlarında öldüğünü iddia etti. İsrail ordusu da Gazze’de en az 39 askerini kaybetti.
Her şey söylenip yapıldığında İsrail’in Hamas ya da İslami Cihad’ı ortadan kaldırması pek olası değil. IDF’nin 1982’de FKÖ ve birçok gerilla grubuna yaptığı gibi onları önemli ölçüde zayıflatabilir. Ancak gruplar kendilerini yeniden yapılandıracak ve tıpkı 1980’lerin sonunda İslamcı grupların yaptığı gibi, boşluğu doldurmak için başka örgütler ortaya çıkacak. Bunun yerine İsrailli karar vericilerin keşfedeceği şey, zaten anlamış olmaları gereken ve bölge uzmanlarının yıllardır bildiği bir şey: İsrail-Filistin çatışmasının askeri bir çözümü yok.
İSRAİL’İN VİETNAM’I
Filistinli mülteciler, 1948 Nakba yani “felaket” olarak adlandırılan dönemden beri Lübnan’da yaşıyor. Bu dönemde 700 binden fazla Filistinli, İsrail’in oluşacağı topraklardan Arapları sürmeyi hedefleyen Siyonist paramiliter gruplar tarafından zorla yerlerinden edildi. Bu mültecilerin 100 bin ila 130 bini Lübnan’a kaçtı. Filistinlilerin çoğu Lübnan’ın sahil kasabalarına -geçici olarak- yerleşti. Aralarında en yoksul olanlar mülteci kamplarına gitti. Yasalar Filistinlilerin mülk sahibi olmasını, 72 farklı meslekte çalışmasını ya da vatandaşlığa geçmesini engelleyerek birçoğunu kalıcı yoksulluğa ve ikinci sınıf statüsüne mahkûm etti.
1969’da Lübnanlı ve Filistinli yetkililer, mülteci kamplarının yönetimini Lübnan istihbaratının bir kolundan FKÖ’ye devreden Kahire Anlaşması’nı imzaladı. FKÖ daha sonra Lübnan’da, kendisini oluşturan militan gruplar aracılığıyla geniş bir yönetim ve sosyal hizmet aygıtı oluşturmak için yıllarını harcadı. El Fetih ve Filistin Demokratik Kurtuluşu Cephesi gibi bu gerilla grupları anaokulları ve sağlık klinikleri inşa ederken izci birliklerine ve dans takımlarına sponsor oldular. Eş zamanlı olarak eğitim kampları kurdular ve marjinalleştirilmiş mülteci nüfusun yanı sıra Lübnanlı topluluklardan da yoğun bir şekilde eleman toplayarak güney Lübnan’ı kuzey İsrail kasabalarına Katyuşa roketleri ve ölümcül isyan operasyonları düzenlemek için bir üs haline getirdiler. İsrail de buna Filistin kamplarını ve Lübnan sınırındaki köyleri defalarca bombalayarak, hedefli suikastlar ve komando baskınlarıyla karşılık verdi.
IDF aynı zamanda daha büyük operasyonlar da gerçekleştirdi; İsrail’in 1982’deki işgaline verdiği isim olan “Celile için Barış” bunlardan ilki değildi. Aslında IDF, dört yıl önce onlarca İsraillinin ölümüne neden olan El Fetih’in öncülük ettiği sınır ötesi bir otobüs kaçırma eylemine yanıt olarak Güney Lübnan’ı işgal etmişti. 1978 işgali 1982 işgalinden daha küçüktü ama yine de 285 binden fazla insanı güney Lübnan’dan sürmüş ve binlerce Lübnan vatandaşı ve Filistinliyi öldürmüştü. İşgal, İsrail’in çekilmesini isteyen iki BM kararının kabul edilmesi, bu kararları uygulamak üzere Lübnan’da BM Geçici Gücü’nün kurulması ve İsrail ile FKÖ arasında bir ateşkes anlaşmasıyla sona erdi. Ancak Filistinli militan hareketi zayıflatmadı.
Celile Barış Operasyonu 1978 planından daha kapsamlı ve kesin olacak şekilde tasarlanmıştı. Ancak başlangıçta hızlı olması da gerekiyordu. Askeri ve istihbarat karar vericileri başlangıçta operasyonu 48 saatlik bir görev olarak planlamıştı. IDF geri çekilmeden önce 40 kilometrelik bir sınır bölgesi içindeki FKÖ altyapısını ve gerilla tesislerini ortadan kaldıracaktı.
Ancak haziran başında başlatılan Celile Barış Operasyonu, görev sürüncemesinden ve ortak fikirden hemen etkilendi. IDF Genelkurmay Başkanı Rafael Eitan ve Savunma Bakanı Ariel Şaron özellikle kavgacı bir tutum sergileyerek ordunun Lübnan topraklarında planlanandan çok daha derinlere inmesi için bastırdılar. Şaron, şimdiki İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu gibi, savaşı kendi siyasi çıkarlarına hizmet etmek için sürdürmekle suçlandı. (İsrail’de yapılan kamuoyu yoklamaları, yolsuzluktan yargılanan ve savaş sona erdiğinde görevden alınması muhtemel olan Netanyahu’ya desteğin çok düşük olduğunu gösteriyor).
Netanyahu’nun kabinesi, 1982’de İsrail Başbakanı Menachem Begin’in kabinesi gibi, sertlik yanlılarının hakimiyetinde ve bu nedenle agresif bir yol izliyor. İsrail güçleri Gazze’nin en büyük kentinin içinde savaşıyor ve hükümetin maksimalist hedefi -Hamas’ı ortadan kaldırmak- savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğine dair belirgin bir strateji olmadığı anlamına geliyor. Lübnan’da da benzer şekilde kavgacı ve kesin olmayan bir strateji on binlerce sivilin hayatına mal oldu ve ülkenin altyapısını yerle bir etti. Hatta Şaron ve Eitan 1982 yazında IDF’yi Beyrut’u kuşatmaya yönlendirerek 620 binden fazla nüfusa sahip başkente bir ay boyunca su, gıda, elektrik ve ulaşımın kesilmesine neden oldu. İsrail sonunda FKÖ’yü ve gerillaları geri çekilmeye zorladı ama ancak aralarında 5 binden fazla sivilin de bulunduğu en az 6 bin 775 Beyrutluyu öldürdükten sonra.
İsrail Gazze’ye yönelik çok daha kapsamlı bir kuşatma yürütüyor ve bunun sonuçları da benzer şekilde feci oluyor. Ancak İsrailli liderler insani maliyetlerden rahatsız görünmüyor. Örneğin İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, ülkesinin “insansı hayvanlarla” savaştığını ve buna göre hareket edeceğini açıkladı. Gallant’ın bu sözleri, Nisan 1983’te İsraillilerin “toprağa yerleştikten sonra Arapların yapabileceği tek şeyin şişedeki uyuşturulmuş hamamböcekleri gibi oradan oraya koşuşturmak olacağını” söyleyerek övünen Eitan’ın duygularını yansıtıyor.
Eitan’ın şaşırtıcı derecede insanlıktan dışı değerlendirmesi, IDF’nin güney Lübnan’da neden bu kadar sorun yaşadığının bir kısmını gösteriyor. Üstünlüklerine inanan İsrailli askeri liderler, yoğun bir Filistinli ya da Lübnanlı direnişi beklememiş ya da buna uygun bir eğitim almamışlardı. Sonuç olarak, İsrail kuvvetleri Lübnan’ın büyük şehirlerini birbirine bağlayan sahil otoyolunda ilerlediklerinde, yoğun nüfuslu, yoksul mülteci kamplarında ve yerel Lübnanlı topluluklarda karşılaştıkları şiddetli muhalefet karşısında çoğu zaman bunalıma girdiler. Birçok Filistin Kurtuluş Ordusu birliği çökerken ve gerilla komutanları IDF ateşi altında kaçarken bile, kamp düzeyindeki milisler yani kendilerini kendi topluluklarını savunmaya adamış gruplar, bireysel olarak IDF’yi şehir savaşına çekerek, tankları havaya uçurarak ve çok sayıda İsrailli subayı öldürerek günlerce oyalamayı başardılar.
Örneğin IDF’nin Sayda kentindeki bir mülteci kampı olan Ayn el-Hilve için verdiği mücadeleyi hatırlayın. Bütün bir hafta boyunca Filistinli milislerden oluşan gruplar, İsrail güçlerini pusuya düşürmeden önce dolambaçlı sokaklardan, derme çatma binalardan ve yeraltı tünellerinden kaçarak İsrail ordusunu engelledi. Sadece küçük silahlar kullanarak IDF’nin zırhlı personel taşıyıcılarını ve tanklarını havaya uçurdular. En azından bir Filistinli genç, roket güdümlü el bombalarıyla tank kulelerini tam doğru noktadan vurma, tankların bağlantılarını tahrip etme, araçları etkisiz hale getirme ve içindeki askerleri açığa çıkarma becerisiyle ünlendi. Kamp İsrailliler için o kadar öldürücüydü ki IDF, güvenlik için her gece geri çekiliyor ve gündüz elde ettiği toprak kazanımlarını feda ediyordu. Sonunda IDF kampı ele geçirmek, kalıntılarını buldozerle yıkmak ve kuzeye doğru ilerlemeye devam etmek için konvansiyonel mühimmat ve beyaz fosfor da dahil yangın çıkarıcı silahlarla bombardımana başvurdu.
İsrail’in direnişi ortadan kaldırmaya çalıştığı tek yol kara savaşı değildi. Ordu aynı zamanda kitlesel tutuklamalara da başvurdu ve sadece 1982 yılında tek bir esir kampında 9 bin 064 Filistinli ve Lübnanlı erkeği gözaltına aldı. Ancak bu da IDF için geri tepti. Sorgulamalara ve dayağa maruz kalan mahkumlar -hepsi militan değildi- hem ayaklandılar hem de firar ettiler. Gerilla savaşçısı olan pek çok kişi eski gruplarına geri döndü ve savaşmaya devam etti. Kitlesel hapis ve kampların yıkılması, İsrail güçlerinin yardım etmeye hazır olmadığı ve IDF’nin en güçlü eleştirmenlerinden bazılarına dönüşen geniş bir evsiz Filistinli kadın, çocuk ve yaşlı nüfusu da yarattı. Örneğin Ayn el-Hilve’deki Filistinli kadınların öncülük ettiği bir protesto hareketi, içinde bulundukları kötü duruma dikkat çekmek için uluslararası insan hakları grupları, medya kuruluşları ve Birleşmiş Milletler ile temasa geçti. Gösteriler düzenlediler, yolları kapattılar ve Birleşmiş Milletler’in sağladığı yetersiz çadırları sembolik olarak yaktılar; bu eylemler hem gazeteciler hem de insan hakları örgütleri tarafından haberleştirildi. İsrail’in zaten zor durumda olan uluslararası itibarı bir darbe daha aldı.
Bugün de İsrail’in itibarı pek iyi durumda değil. Hamas’ın acımasız saldırısının ardından artan sempatinin ardından, çatışmayla ilgili haberler giderek Gazze’de IDF’nin neden olduğu katliama odaklandı. Uluslararası yayın organları Batı Şeria’da İsrailli yerleşimci milislerin uyguladığı şiddete ilişkin haberler de yayınladı. The New York Times, The Washington Post, Reuters ve insan hakları örgütlerinin raporlarına göre Batı Şeria’daki yerleşimciler 7 Ekim’den bu yana biri çocuk olmak üzere sekiz Filistinliyi öldürdü. Yerleşimcileri koruyan IDF ise 45’i çocuk olmak üzere en az 167 kişiyi daha öldürdü. Yerleşimciler Filistinlileri öldürmenin yanı sıra kundaklama, silahlı saldırı ve ölüm tehditleri kullanarak yaklaşık bin Filistinliyi köylerinden kovdu. Bu saldırılar 1982 ve 1983 yıllarında Lübnanlı sağcı milislerin Sayda’da yine IDF’nin gözetimi altında Filistinli nüfusu tehdit edip kovduğu şiddet olaylarına benziyor.
Aslında IDF-milis ittifakı Celile Barış Operasyonu’nun en kötü şöhretli katliamının gerçekleşmesine yol açtı. Eylül 1982’de İsrail’in müttefiki ve Lübnan Cumhurbaşkanı seçilen Beşir Gemayel’in bir bombayla öldürülmesinin ardından IDF Batı Beyrut’u işgal etti ve Sabra-Şatilla mülteci kampını kuşattı. IDF daha sonra Filistinlilerin kampa ya da çevresindeki mahallelere giriş çıkışlarını engelledi. Ancak IDF’ye bağlı Hıristiyan Lübnanlı milislerin bölgeye girmesine izin verdi. Bu milisler iki gün boyunca Sabra-Şatilla kampını çevreleyen bölgeye saldırarak en az 2 bin Filistinli sivili öldürdü ve işkence ve cinsel şiddet eylemleri de dahil bir dizi başka zulme imza attı. Bu arada IDF askerleri bölgeyi bombaladı ve işaret fişekleriyle aydınlattı.
Katliam, İsrail de dahil olmak dünyanın dört bir yanındaki insanları öfkelendirdi. Yaklaşık 350 bin İsrailli Begin ve Şaron’u istifaya çağıran ülke çapındaki protestolara katıldı ve hükümeti katliamla ilgili bir kamu soruşturması yürütmeye teşvik etti. Sonuçta ortaya çıkan Kahan Komisyonu, Şaron’un şiddetten şahsen sorumlu olduğuna karar verdi ve Eitan’ın eylemlerinin “görev ihlali ile eşdeğer” olduğunu ilan etti. Şaron istifa etmek zorunda kaldı ve Eitan da 1983 yılında emekli oldu. Begin de aynı yıl içinde istifa etti.
EMSAL OLARAK GEÇMİŞ
Kısmen ABD’nin Orta Doğu Özel Temsilcisi Philip Habib’in aracılık ettiği müzakereler 1982 yazına yayıldı. Ağustos ayında taraflar ateşkes üzerinde anlaştı. Ateşkes şartlarına göre FKÖ ve gerilla gruplarının üyeleri -toplam 14 bin 398 kişi- Lübnan’ı terk etti. İsrail ve Suriye birlikleri de Beyrut’tan çekilmeyi kabul etti. Tahliyeyi kolaylaştırmak, Filistinli sivilleri korumak ve ateşkesin sürdürülmesine yardımcı olmak üzere ağustos ayında İngiltere, ABD, Fransız ve İtalyan askerlerinden oluşan barışı koruma misyonu oluşturuldu. FKÖ ve El Fetih merkezlerini Tunus’a taşırken, diğer gerilla grupları da çeşitli Arap ülkelerine dağıldı. Sabra-Şatilla katliamı bir aydan kısa bir süre sonra meydana geldi.
Katliam, FKÖ’nün yenilgisinin savaşın sonu olmadığının pek çok göstergesinden sadece biriydi. FKÖ’nün de sonu değildi. İsrail birçok gerilla komutanını öldürmeyi ve FKÖ’nün Lübnan’da üslenmesini engellemeyi başarmış olsa da örgüt Tunus’ta yeniden toparlandı. İsrail güney Lübnan’ın büyük bölümünü işgal etmeye devam etti ve Celile Barış Operasyonu’ndan sağ kurtulan Filistinli savaşçılar yeni hücreler ve birimler oluşturarak İsrail’le savaşmaya devam etti. Resmi bir komuta ve kontrol yapısından kopuk olan bu gruplar, İsrail işgal güçlerine karşı şiddetli, kaotik saldırılar düzenleyebildiklerini ve IDF işbirlikçilerini hedef alabildiklerini kanıtladılar. Filistinli gruplar ayrıca, IDF’yi kovmak için kurulan Hizbullah ve Lübnan Komünist Partisi gibi solcu gruplar da dahil İsrail işgaline karşı yerel Lübnan direnişinin şekillendirdiği bir ortamda faaliyet gösterdi. Bu örgütleri toplu olarak yenmek imkansızdı. İsrail birlikleri güney Lübnan’ın bazı bölgelerini 18 yıl daha işgal etti, baskın üstüne baskın düzenledi ve tutuklama üstüne tutuklama yaptı. Ancak hava saldırıları ve istihbarat ajanları, cip devriyeleri ve komando birlikleri gibi tüm kapasitesine rağmen IDF muhaliflerini ortadan kaldıramadı.
Gazze’deki sonuçlar Lübnan’dakinden çok farklı konular üzerinde yapılacak müzakerelere bağlı olacak. Lübnan kendi hükümeti, vatandaşları, ekonomisi ve karmaşık dinamikleri olan egemen bir ülke. (FKÖ’ye ve Filistinli gerillalara ev sahipliği yapmak Lübnan’ın iç siyasetinde bir kama oluşturdu ve ülkenin 15 yıllık iç savaşını körükledi). Uluslararası örgütlerin ve insan hakları gruplarının İsrail’in işgal ettiğini söylediği ve İsrail’in Mısır’la birlikte 16 yıldır abluka altında tuttuğu bir Filistin toprağı. Bağımsız bir ekonomisi olmadığı gibi elektrik ve suyu üzerinde de kontrolü yok.
Ancak Lübnan’dan alınan askeri ve insani dersler, Gazze’deki mevcut felaket koşullarının daha da şiddetli hale geleceğini ve tüm taraflar için uzun vadeli, feci sonuçlar doğuracağını güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. İsrail’in şehir savaşına uzun süredir devam eden yaklaşımı, işgal planları (Netanyahu, İsrail’in Gazze’nin “genel güvenlik sorumluluğunu belirsiz bir süre için” üstleneceğini söyledi), devlet dışı milislerle ittifakları ve kitlesel hapis cezası kullanması hepsi Lübnan’da olanları yansıtıyor. Bu nedenle sonucun önemli ölçüde farklı olacağını hayal etmek zor.
Bu ne yazık ki ölü sayısına da yansıyor. 1982 savaşında tam olarak kaç kişinin öldürüldüğünü kimse bilmiyor; resmi kayıtlarda enkaz altında kalanlar, ailelerini avlulara, yamaçlara gömenler, Sabra-Şatilla katliamı gibi olaylarda kaybolan kişiler yer almıyor. Ancak Lübnan hükümeti ve hastane yetkililerinin tahminlerine göre, Celile Barış Operasyonu başladıktan sonraki dört ay içinde 19 bin 085 Lübnanlı ve Filistinliyi öldürdü; bunların yaklaşık yüzde 80’i sivildi. FKÖ, 49 bin 600 sivilin öldürüldüğünü veya yaralandığını ve 5 bin 300 askerin öldüğünü tahmin ediyor. Aynı dört ayda 364 İsrail askerinin çatışmada öldürüldüğü ve 2 bin 388 askerin de yaralandığı bildirildi. Tüm Lübnan savaşı ve ardından 1982’den 2000’e kadar güney Lübnan’ın işgali boyunca, çoğu Hizbullah’la olan çatışmalarda olmak üzere bin 216 İsrail askeri öldü.
Elbette Filistinlilerin kayıp sayıları İsrail’inkileri gölgede bırakıyor; bu da IDF taktiklerinin ne kadar orantısız olduğunun bir başka göstergesi. Bu, İsrail’in bedelini önemsiz kılmıyor. Hasar son derece gerçek ve ölümlerin ve fiziksel yaralanmaların ötesine uzanıyor. İsrail Travma ve Dayanıklılık Merkezi tarafından yapılan bir araştırma, 1982 savaşında görev yapan 70 bin İsraillinin yaklaşık yüzde 20’sinin travma sonrası stres bozukluğu belirtileri gösterdiğini ve bunların yalnızca yüzde 11’inin tedavi aradığını tahmin ediyor. Lübnan’a haklı sebeplerden dolayı “İsrail’in Vietnam’ı” deniyor.
Bugünkü muhtemel sonuçlarına rağmen İsrail, Hamas’ın zaferi anlamına geleceğini iddia ederek ateşkesi düşünmeye istekli değil. Bu yanıltıcı. Ateşkesin gerçek kazananları, birçoğu işgalin, ablukanın, yasa dışı İsrail yerleşimlerinin sona ermesini ve hem İsrail hem de Filistin’in güvenliği için Filistin’in eşitliğinin tanınmasını uzun süredir savunan siviller ve şiddet içermeyen toplumsal hareketler olacak. Buna karşılık ateşkesin kaybedenleri, ideolojik hedeflerine ulaşmak için her ne kadar devlet ordusunun gücü ve geniş bir gözetleme aygıtı tarafından desteklense de aşırı şiddet biçimleri izleyen İsrailli katı görüşlüler ve Hamas olacak. Örneğin bazı İsrailli aşırılık yanlıları açıkça Gazze’nin temizlenmesi veya Gazzelilerin Mısır’a itilmesi yönünde çağrıda bulundu. Kurşun sıkılmadan bu sonuçların hiçbiri gerçekleşemez.
Mevcut yüksek tansiyon göz önüne alındığında, bu savaşın nasıl ya da ne zaman sona ereceğini söylemek zor. Katar; Hamas, İsrail ve ABD arasında arabuluculuk yaparak bu çatışmada giderek daha merkezi bir konuma geldi. Ancak Washington, İsrail hükümetine Gazze’deki toplu katliamları ve Batı Şeria’daki şiddeti durdurması için etkili bir şekilde baskı yapabilecek tek aktör. ABD Başkanı Joe Biden’ın yönetiminin bunu yapıp yapmayacağını göreceğiz. Şu ana kadar Biden, İsrail’in ateşkesin Hamas’ın yararına olacağı iddiasını yineleyerek bu tür talepleri kesin bir dille reddetti. ABD’li yetkililer İsrail’i yardımları kabul etmesi için dört saatlik “insani molalar” dizisini kabul etmeye zorlamayı başardı. Ne kadar çok yardıma ihtiyaç duyulduğu ve çatışmaların şiddeti göz önüne alındığında, bunların Gazze’deki sivillerin refahı üzerinde çok az kalıcı etkisi olacak. Ancak umarız Biden sonunda gerçek bir son için bastırmaya karar verir.
Eğer Biden bunu yaparsa, başka bir ABD başkanının belirlediği bir emsali takip etmiş olacak: Ronald Reagan. Lübnan savaşı başladığında Reagan yönetimi ikiye bölündü: bazıları İsrail’in yaptırım tehdidi altında derhal çekilmesini isterken, diğerleri FKÖ ve Suriye’nin de çekilmeye zorlanması gerektiğini düşünüyordu. Ancak çatışma insani bir kâbusa dönüştükçe Başkan daha eleştirel olmaya başladı. Temmuz 1982’de Beyaz Saray İsrail’e misket bombası sevkiyatını durdurdu ve İsraillilerin bu silahları sivil bölgelerde kullanmamaya yönelik silah anlaşmalarını ihlal ettiğini ilan etti. Beyrut Kuşatması sırasında IDF’nin başlattığı özellikle ölümcül bir yaylım ateşinin ardından Reagan, Begin’i aradı ve IDF’den bombardımanı durdurmasını talep etti. Bunu yaparken de son derece duygusal ifadeler kullandı. Reagan, “Burada, televizyonumuzda, her gece halkımıza bu savaşın sembolleri gösteriliyor ve bu bir holokosttur” dedi. Nisan 1983’te kamuoyuna, yönetiminin İsrail’e F-16 satışlarını durdurduğunu ve devlet Lübnan’dan çekilene kadar satışların devam etmeyeceğini söyledi.
Yönetimin taleplerinin İsrailli karar alıcıları davranışlarını değiştirmeye zorladığına dair kanıtlar var. Temmuz 1982’de Washington Post, İsrail hükümetinin davranışlarındaki “çarpıcı” ılımlılık hakkında yazdı ve bunun başlıca nedeni olarak Reagan’ı gösterdi. Makalede, “İsrail medyası Begin hükümetinin yeni ‘esnekliğindeki’ kilit faktörün geçen hafta Başkan Reagan’dan gelen sert bir mektup olduğunu bildirdi” deniyordu.
Bugün Biden, İsrail savaşının sona ermesi için ABD’nin nüfuzunu bir kez daha kullanmak zorunda. Ateşkes, özellikle de Washington’un Orta Doğu’da saygın bir oyuncu olarak kalma umudu varsa, siyasi açıdan makul, güvenliği artırıcı ve ahlaki açıdan savunulabilir tek politikadır. Bunun alternatifi, çoğu Hamas’a karşı olan Gazze halkını daha fazla bombaya, kurşuna ve yanmaya mahkûm etmektir. Onları sürekli susuzluğa, açlığa ve hastalığa maruz bırakmaktır. Zaten yoksullaşmış, aşırı kalabalık bir yerleşim bölgesini alıp kalkındırma şansını onlarca yıl geriye götürmektir. İsrail’le savaşmak için hayatlarını riske atacak yeni bir militan nesli yaratması muhtemeldir. “Bunların hepsi daha önce de oldu” ifadesi bir şeyin tekrar olmasını engellemek için kullanılabilecek en güçlü argümandır.