Filistinli güçlerin 7 Ekim saldırısının ardından batı kamuoyunun aklında en çok kalan yalan, Hamas’ın emzikteki bebekleri başlarını keserek öldürdüğü iddiasıydı. Bu yalan bizzat İsrail’in faşist hükümeti tarafından üretilmiş, batının bütün medya kartellerinin bangır bangır bağıran spotlarına çıkmış, yetmemiş, suçlu ve sapık olmaktan başka Ukrayna’da büyük yatırımları da bulunan oğlunun özel yazışmalarında “pedofil” dediği ABD başkanı tarafından dünyanın gözlerinin içine bakarak tekrarlanmıştı; hiç kuşku yok ki ABD başkanı bu sırada artık giderek sıklaşan bunaklık krizlerinden birinde değildi ve kısa bir süre sonra gene ABD’de ailesi müslüman olan bir çocukla annesinin vahşice öldürülmesine yol açacak provokatif yalanı yayarken gayet aklıbaşındaydı.
Normal şartlarda en azından kamuoyunu yalan haberle galeyana getirme suçundan ağır şekilde cezalandırılması gereken yalancılar “demokrat” oldukları için medya hızla unutmayı tercih etti; çünkü amaca ulaşılmıştı.
Mizansenler
Masum bir insanı öldürmek yeterince kötü bir şey; bir bebeği öldürmek ise kimsenin affetmeyeceği şeytani bir suçtur. Tam da bu yüzden, bebek öldürme haberleri manşetlerde sık sık yer bulur. Ama insanı insanlığından utandıran fotoğraflar genel kamuoyu karşısında her zaman kendi başına aynı etkiyi yaratmaz, hatta bunların çoğu genellikle masumlaştırılır. Libya’da, Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de, Filistin’de Amerikan, Fransız, Britanya, İsrail bombardımanlarında veya onların vekil güçlerince yapılan saldırılarda öldürülen bebekler hiç de infial yaratmaz; ama masabaşı senaryolarından üretilmiş, olmayan cinayetler bütün dünyayı sarsabilir.
9 Mart 2022’de Rusya’nın Mariupol doğumevine hava saldırısı düzenlediği ve biri bebek, biri de hamile bir kadın olmak üzere dört kişinin öldürüldüğü haberi, Ukrayna savaşında Rusya’ya yönelik ilk küresel provokasyon girişimiydi. Hepsi bir merkezden yönlendirilmiş “gibi” (ve bu “gibi” fazlalıktır; aşağıda değineceğim) aynı fotoğraflar benzer manşetlerle servis edildi. Sky News’un başlığı şöyleydi: “Rusya’nın hava saldırısından sonra çocuklar yıkıntıların altında gömülü kaldı.” The Guardian: “Rusya’nın doğumevini bombalaması ‘soykırım’”. The Week: “Mariupol katliamı”. Haberlerde başrolü AP oynamıştı; onun çektiği, saldırıdan kan içinde kurtulan hamile genç kadın fotoğrafları bütün dünyaya yayılmıştı.
Talihi varmış ki bu kadın yaşıyor. Adı, Mariana Vişegirskaya. Vişegirskaya bir ay geçmeden bebeğiyle birlikte Rusya’nın kontrolü altındaki Donetsk’e yerleşti ve buradan bir video mesajı yayınladı: ne kendisinin ne diğer hastaların uçak sesi duyduklarını (Rusya da o gün bölgeye hava saldırısı yapılmadığını açıklamıştı), hastane yakınında arka arkaya iki patlama olduğunu (top mermisi) söylüyordu. Kadına göre ilk gün, daha sonra çok meşhur olacak o fotoğrafı çeken kişi Ukrayna ordu kıyafeti giymişti, kocası onun AP muhabiri olduğunu söylüyordu. Faşist paramiliter-militer Azovculara “embedded” AP muhabirinin (ve onu oraya “embed” eden AP yönetiminin) provokasyonda bilinçli ve örgütçü bir rol oynadığı anlaşılıyordu.
AP 8 Nisan’da bir başka haberle daha eski haberinin arkasında durdu, ama bu defa Vişegirskaya’nın videosuna da değinmek zorunda kalmıştı. Haberciliğin hokuspokusu budur: bütün gerçekleri az çok eksiksiz de yazabilirsiniz, ama ustalık, onların hepsini sizin büyük yalanınızın manivelası haline getirmekte, olmazsa büyük yalanın içinde gözden yitirmekte yatar. Haber şuydu: AP’nin görüştüğü, doğumevinden Ukrayna’nın batısına tahliye edilen doktorlar ve “uzmanlar” ağız birliği etmişçesine hava saldırısı olduğunda birleşiyorlardı, ama “şimdi Rusya kontrolündeki bölgede bulunan” Vişegirskaya ise “tam olarak ne şartlarda ve nerede videoya alındığı belirsiz” mülakatında “hava saldırısı olmadığını” söylemişti. Batıya gidenlerin hür ve objektif olduğu kendinden menkul, doğuya gidenler ise… Söylemeye ne hacet! Şeytanlaştırma bir kez tamamlandı mı hakikati pek az insan sorgular. Mariupol doğumevi haberi amacına ulaşmıştı.
Bir ay geçmeden, bu defa 3 Nisan’da bütün dünyada “anaakım” medyanın manşetlerini tek bir olay süslüyordu: Buça katliamı. Spotlar ve başlıklar kanlı görüntülerle haykırıyordu: “Global outrage”, “Russian cruelty”, “Russia’s killing fields”, “Genocide”, vb.
Rusya birlikleri şehirden 30 Mart’ta ayrılmıştı, 31 Mart’ta belediye başkanı bunu doğrulayan bir video paylaşmıştı, aynı gün şehre ilk giren Ukrayna Milli Muhafız grubunun yayınladığı videoda sokaklarda hiçbir ceset görülmüyordu, 1 ve 2 Nisan’da faşist paramiliter-militer Azov taburu mensupları şehre girmişlerdi, 2 Nisan’da Ukrayna polisinin Buça’dan geçtiği basın notu ve fotoğraflarda da ne ceset görüntüsü ne “ceset dağlarıyla” ilgili bir bilgi vardı, 30 Mart ile 3 Nisan arasında şehre sivillerin ve gazeteciler girmesi de yasaktı, ve 3 Nisan’da bir anda yüzlerce ceset ortaya çıktı.
Ne olmuştu peki gerçekte? En ciddi şüphe, Botsman adıyla tanınan, Azovcuların bölgedeki önde gelenlerinden Sergey Kototkih’in yayınladığı bir videoya dayanıyor. Burada bir Azovcunun diğerine şöyle sorduğu duyuluyor: “Mavi pazıbantları yoksa vurabilir miyiz?” Diğeri cevap veriyor: “Ya ne olacaktı!” Ve gerçekten de mavi pazıbantlı ceset yoktu. Mavi bazıbantlarını Kiev rejimi yanlısı, beyaz pazıbantlarını ise Rusya yanlıları veya tarafsız olanlar bağlıyordu.
Aylar sonra, mizansen korosunun en gayretkeş solistlerinden The Guardian bile soru işaretlerini koymak zorunda kalacaktı; ama oraya gelinceye kadar amaca yeterince ulaşılmıştı.
8 Nisan’da Kramatorsk tren istasyonu saldırıya uğradı, Kiev açıklamasına göre 57 kişi öldü, 107 kişi yaralandı. Bütün uluslararası ajanslar ve onların müşterileri haberi aşağı yukarı şu başlıkla verdi: “Rusya’nın Kramatorsk istasyonuna acımasız saldırısı”. Yalnız küçük bir sorun vardı: Ukrayna televizyonlarında görüntüleri yayınlanan füze parçasından bunun bir Toçka-U olduğu anlaşılıyordu. Scott Ritter uzunca bir inceleme yayınladı olayın arkasından, sonunu şöyle bağlıyordu: “Kramatorsk tren istasyonundaki patlamayla ilgili her ciddi soruşturma sözkonusu füzeye ilişkin soruşturmayı da kapsayacaktır ve iticinin üzerinde kazılı olan füze seri numarası bunda başlıca rolü oynayacaktır. Eğer olay gerçekten böyleyse (ve mevcut kanıtlar kuvvetle böyle olduğunu gösteriyor) bu durumda Zelenskiy ve yönetimi hayatlarını koruduğunu iddia ettiği sivilleri katletme suçundan yargılanacaktır.”
Bugün nesnelliğini korumaya çalışan çevrelerde genellikle Kramatorsk saldırısının Kiev rejimi tarafından fırlatıldıktan sonra hedef şaşıran veya kontrolünü kaybeden bir füzenin eseri olduğu sanılıyor; oysa bu durumdaki bir füzenin başka bir yere değil de şehrin en kalabalık yerine düşmesi ihtimali herhalde pek yüksek değildir; bu nedenle esas şüphe, füzenin bilinçli olarak mı oraya ateşlendiği olmalı.
Hayallerin gerçek oluşu
Bu saldırıların “mizansen” olduğu az çok kesinlikle ortaya çıktı. Ama bu, mizansenlerdeki vahşi atmosferin sadece hayal gücünün eseri olduğu anlamına gelmez. Hayır, tam tersidir aslında: mizansenler gerçekten de sahnelenmek için örgütlenmiştir, ama sahne, oyunun sergilendiği yer değildir; ve dahası, mizansene konu olan kurban ve katil gerçek hayatta tamamen yer değiştirmiştir. Kucağında bebeğinin ölüsüyle kameraya bakan kadın, mizansenin parçası olduğunda merhamet ve ıstırap, katile karşı da öfke üretir; kucağında bebeğinin ölüsüyle kameraya bakan kadın gerçek olduğunda ise sadece bir “collateral damage”, bir “tali zarar”, kaçınılmaz sivil kayıptır, hatta bundan bile azıdır: o aslında suçludur, çünkü “katiller” onun arkasında saklanırlar. Şimdi öldüren değil ölen suçludur.
Filistin’de olan tam da budur. Sayılamayacak kadar çok cesedin yan yana dizilmesinin batı kamuoyunda yarattığı etki, ya “o kadar da değil”, ya da “ama onlar da…” etkisidir. Kurban ve cellat tamamen yer değiştirmiştir ve bu, son derece bilinçli bir enformasyon çabasının eseridir. Eğer hastanenin aslında hastane değil, hastaların da hasta değil, meskenin silah deposu ve meskûnların en azından potansiyel terörist olduklarını yeterince sık ve ikna edici şekilde (bakımlı yüzler, şık kıyafetler, hoş bir podyum, vb.) tekrar ettiyseniz buranın içindekilerle birlikte yerle bir edilmesi meşru görülür. Meskûn mahalin içinde ve altında teröristlere ait tünelleri yeterince tekrar ettiyseniz, bu evlere ve tünellere zehirli gaz basılması haklı sayılır. Aslında doğru olan bunun tam tersidir; (Suriye’de olduğu gibi) “sizinkiler” gerçekten de hastaneleri silah deposuna çevirir, tapınakları askeri üsse çevirir, (Ukrayna’da olduğu gibi) sivilleri pazıbantlarına bakarak kurşuna dizer, ama en güçlü silah, yani yalanları üretme ve gerçekleri unutturma makineleri sizin elinizde olduğu için her tür yaygarayı siz koparırsınız.
Aslında yaptığınız şey sadece başkasına karşı tezgâhladığınız mizanseni kendiniz için gerçek kılmaktan ibaret de değildir. Bu daha çok, vahşi hayallerini kâğıda döken bir sapığın en nihayet onları hayata geçirmesi gibidir. ABD’nin oğlu tarafından pedofil olduğu söylenen başkanının görmediği (sadece mevcut olmadığından ötürü göremeyeceği değil, aynı zamanda sahte resimleri bile üretilmeyen) yalanları kusması, gerçek bir sapığın eylemini ne çok hatırlatıyor!
Savaş suçu
Her savaş savaş suçu üretir. Ama her savaş baştan aşağı savaş suçu değildir. Bir savaşın doğrudan doğruya savaş suçu olması, savaşta işlenen tekil savaş suçlarının genel bir kural haline gelmesi, yani savaşın askeri ve siyasi karar alıcılarının savaşın yürütülüş biçimiyle ilgili tutumlarına bağlıdır.
O sırada Quebec Üniversitesi Uluslararası Hukuk Profesörü olan Marco Sassòli’nin 2004 tarihli bir makalesi Uluslararası Kızıl Haç Komitesi tarafından yayınlanmıştı. Sassòli makalesinin başında “uluslararası hukukun tartışma götürmez ilkesi gereği silahlı bir çatışmadaki tarafların sivil ve muharipler ve keza sivil ve askeri tesisler arasındaki farkı gözetmekle yükümlü olduğunu” yazar. İlk kural askeri hedefin belirlenmesidir; ancak bu durumda bile “saldırı eğer sonucunda siviller veya sivil tesisler için aşırı tali zarar bekleniyorsa gayrimeşru sayılabilir”. Bundan başka “meşru bir hedefe saldırı halinde bile sivilleri korumak için tedbirler alınmalıdır”.
Sassòli daha sonra askeri tesisin anlamını sorgular. Ancak bu hiç de kolay bir iş değildir, zira her tesis askeri amaçla kullanılabilir. Daha da önemlisi, pekala şu ileri sürülebilir: sivil tesisler düşmanın askeri faaliyetlerine devam etmesi için psikolojik ve siyasi bir temel sundukları ölçüde askeri hedef kabul edilebilir. Eğer öyleyse, sözgelimi bir televizyon kulesi veya radyo vericisi psikolojik savaş amacıyla kullanıldığı iddiasıyla savaş uçakları tarafından bombalanabilir mi ve bu savaş hukukuna uygun olur mu? Ancak savaş hukukuna göre, birincisi, hedef tesis düşmanın askeri eylemine “etkili bir katkıda” bulunmalıdır. İkincisi, hedef tesisin yok edilmesi, tahrip edilmesi, etkisiz hale getirilmesi veya ele geçirilmesi, bunu yapan tarafa açık bir askeri üstünlük sağlamalıdır. Ama bu da tıpkı savaşın kendisi gibi savaş hukuku açısından bitmeyecek bir tartışma doğurur: bir toprak parçasının tahribi veya akarsuyun zehirlenmesi bile askeri üstünlük sağlamaz mı? O zaman gene temel ilkeye dönülür: siviller ve muhariplerin ayrılması ve sivillerin korunması. Ama belirsizlikler gene de bitmez: tali zarar askeri eylemle birlikte zaten öngörüldüğüne göre, bunun ölçüsü neye göre belirlenecektir?
Tartışmanın aslında hukuki değil düpedüz siyasi olduğuna dikkat edin. İtiraz argümanlarının hiçbiri hukuki mülahazaları aydınlatmaya yönelik değildir; bunlar tamamen temel ilkeyi aşındırma girişimleridir ve hepsi de o amaçla üretilmiştir. Hukuk, galibin cezasızlık güvencesinden başka bir şey değildir. Ve bunun tersi de doğrudur: suçluya cezasını vermek için galip olmaktan başka yol yoktur.
Hakikat ve hafıza
Siyasi mücadelelerde güç en çok şunlarla ilişkilendirilir: stratejik doğruluk, taktik ustalık, propaganda yeteneği, kitle ilişkilerinin varlığı ve yaygınlaştırılması. Ama bir şey daha var ki sıkça unutulur: unutmamaktır bu. Dahası, “onların” bütün demagojik faaliyetinin temeli yalan ve unutturmak üzerine kurulu olduğuna göre, “bizim” siyasi mücadelemizin en önemli halkalarından ikisi de sorgulamak ve unutmamak olmalı.
Yayınlanmayı bekleyen “1939” üzerine çalışırken Britanya’nın yayınlanmış belgelerini de elden geçirme fırsatım olmuştu. Bunlar arasında bir dizi yazışma, Dışişleri Bakanı Lord Halifax’ın Almanya’nın Londra Büyükelçisi Dirksen’le yaptığı görüşmeye ilişkindir. Lord’a göre Dirksen görüşmede her iki tarafta da bir “basın ateşkesi” önerir. Lord şöyle yazar: “Böyle yapmakta mutabık kalırsak, Alman hükümeti elbette bunu yüzde 100 yerine getirecektir; biz de, eğer gazete sahipleri üzerinde tesirimi kullanabilirsem, mesela yüzde 75 yerine getirebiliriz.”
Burjuvazinin siyasi krizi artık çözümsüzlük noktasına vardığında “demokrasi” ve faşist diktatörlük arasındaki fark, tıpkı 1939’da olduğu gibi, bir nitelik farkı olmaktan çıkar, yüzde 25’lik, hatta çok daha az bir nicelik farkı haline gelir. Tam da bu nedenle, yüzde 25’lik hakikat payını aramaktansa hiçbir şeyi sorgulamadan kabul etmemek gerekir.