Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Modi’nin Moskova ziyareti: İkili ilişkilerden çok, küresel belirsizliğe hazırlık

Yayınlanma

Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin 8 Temmuz’da Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile ikili zirve için Moskova’ya bir ziyaret gerçekleştirmesi bekleniyor. Martta beşinci dönemine başlayan Putin’in ardından haziranda üçüncü dönem hükümetini kuran Modi’nin ilk ikili dış ziyareti. Ayrıca Rusya-Ukrayna savaşının başlamasından bu yana Rusya’ya yapacağı ilk ziyaret. Her iki ülke de küresel belirsizliğin ortasında yeni ortaklıklar ararken Modi’nin gezisi iki ülke arasındaki güçlü bağların yeniden teyididir. Aynı zamanda Hindistan’ın bağlarını “dengelemeye” devam etme niyetinde olduğunun bir işareti. Dolayısıyla iki ülke arasındaki zayıflayan siyasi bağlar üzerine bazı kaygıları ortadan kaldırmakta önemli bir yol kat edeceği, daha açık bir biçimde Rusya’nın ilişkilerde “sapma” kaygılarını gidereceği beklentisi ile ayrıca önem kazanıyor. Ve Batı’nın Putin’i dışlanmış olarak gösterme çabalarını zayıflatması anlamında da önemli görülebilir.

Şanghay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) Kazakistan’daki zirvesini atlayan Modi’nin bu ziyareti aynı zamanda son iki döneminde seçimlerden sonra ilk dış seyahatlerinde mahalleye odaklandığı geçmiş gelenekten önemli bir sapma anlamına da geliyor. 2014’te ilk ikili dış ziyaretini Himalayalar’da Bhutan ve Nepal ve 2019’da Hint Okyanusu’nda Maldivler ve Sri Lanka’ya yapmayı seçen Modi, son on yılda Rusya’yı beş kez ziyaret etti ancak 2019’dan bu yana Moskova’ya ikili bir gezi yapmadı. Moskova’ya ilk ziyareti BRICS zirvesi için Haziran 2015’te, son ziyareti ise Eylül 2019’da Vladivostok’ta düzenlenen Doğu Ekonomik Forumu içindi.

Hindistan, Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna müdahalesini “işgal” olarak nitelendirmedi ancak genel olarak barışçıl bir çözüm ve anlaşmazlıklarda sivillerin korunması çağrısında bulundu. Modi, İsviçre’de Ukrayna savaşı ile ilgili düzenlenen küresel barış zirvesine katılmadı ve Dışişleri Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili tarafından temsil edildi. Rusya’nın davet edilmediği zirvenin ardından yayınlanan ortak bildiriye mesafeli yaklaşan Hindistan çatışmanın her iki tarafı olan Rusya ve Ukrayna’nın masada olması gerektiğini vurguladı.

Ukrayna savaşı, daha önce durgun olan Hindistan-Rusya ticaretinde önemli bir artışa yol açtı. Son iki yılda iki ülke arasındaki ticaret neredeyse üç katına çıkarak yaklaşık 66 milyar dolara ulaştı. Bu artışın başlıca nedeni Hindistan’ın büyük miktarlarda, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından Batı tarafından yaptırım uygulanan Rus ham petrolü satın almasıdır. Hükümet verilerine göre Hindistan’ın Rusya’dan ham petrol ithalatı 2022’de 2 milyar dolar iken 2024’te 46,5 milyar dolara yükseldi. İronik bir şekilde, Batı’nın Rus petrolüne uyguladığı yaptırımların tetiklediği bir petrol krizi sırasında Hindistan, Rusya’dan aynı petrolün ithalatını indirimli olarak artırdı ve bu da onu Hindistan’ın en büyük petrol ihracatçılarından biri yaptı.

Göreve başlamasından sonraki bir hafta içinde Modi, Küresel Güney’den büyük uluslar ile bir sosyal yardım oturumuna katılmak üzere G-7 zirvesi için İtalya’ya gitti. Ancak ŞİÖ zirvesine katılmadı; Hindistan’ı Dışişleri Bakanı Jaishankar temsil etti. Bu, Batı’ya Delhi’nin Batı ile bağlarını geliştirmeye devam edeceği yönünde bir işaret. Grubun Batı karşıtı yönelimi, Modi’nin dış politikasındaki incelikli Batı yanlısı eğilimler ile giderek daha fazla çeliştiğinden Hindistan ŞİÖ’ye ilgisini kaybediyor gibi. Putin ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in zirveye katılmayı planlaması nedeni ile son dakika iptali özellikle anlamlıydı. Gerçi resmi olarak Modi’nin katılım sağlayacağına yönelik bir bilgilendirme yapılmadığı için pek de iptal denemez ama… Delhi, Moskova’ya ikili bir ziyaret düzenleyerek yokluğunu telafi edecek olsa da Modi-Xi görüşmesi için bir aciliyetin olmadığı açık. Ve bu ziyaret, Hindistan dış politikasının tanımlayıcı bir özelliği olan stratejik özerkliğe güçlü eğilimini yansıtmaktadır ve bu, Moskova ile güçlendirilmiş bağların devam etmesi anlamına gelir. Bu arada Çin’in varlığı dikkate alınırsa, çok taraflı zirvelerde Hindistan pozisyonunu sürdürmeye pek istekli değil gibi.

Kremlin sözcüsü Dmitry Peskov salı günü yaptığı açıklamada, Putin ile Modi arasındaki ilişkinin “son derece güvenilir doğası” göz önüne alındığında, iki liderin yakında Moskova’da bir araya gelmeleri durumunda her başlığın konuşmaya açık olacağını, diğer deyişle hiçbir konunun yasaklanmayacağını söyledi. Bununla beraber Modi-Putin görüşmelerinin ilk etapta Hindistan’ın petrol ithalatı nedeni ile Hindistan-Rusya ticaretindeki artışa, özellikle Delhi aleyhine gelişen geniş ticaret açığına, Batı yaptırımlarından kaynaklanan ödeme sorunlarının yumuşatılmasına, Chennai-Vladivostok deniz koridoruna ilişkin daha önceki görüşmelere ve daha fazla savunma değişiminin önünü açacak Karşılıklı Lojistik Değişim (RELOS) anlaşmasının sonuçlanmasına odaklanması bekleniyor. Ayrıca Ukrayna savaşı nedeni ile geciken savunma donanımı ve yedek parça tedarikinin hızlandırılması da amaçlanıyor. Son ama daha da önemlisi, gelişen Çin-Rusya bağlarını kaygı ile izleyen Hindistan’ın stratejik çıkarlarının ziyarete yön vermesi bekleniyor.

Kısa süre önce askeri işbirliğini güçlendirmek amacı ile Rus hükümeti Delhi ile bir lojistik anlaşma taslağını onayladı. İki ülkenin silahlı kuvvetleri arasındaki operasyonel katılımın artırılmasında önemli bir adım olan lojistik anlaşması, barışı koruma misyonları, insani yardım ve ortak askeri tatbikatlar da dahil çeşitli askeri operasyonlar sırasında ülkeler arasında karşılıklı lojistik desteği kolaylaştırıyor. Destek genellikle yakıt ikmali, bakım ve tedarik gibi kritik hizmetleri içeriyor ve birlikte çalışabilirliği artırıyor. Anlaşma, kabul edilmesi halinde beş yıl geçerli olacak ve taraflardan herhangi biri feshetme kararı almadığı sürece otomatik olarak yenilenecek. Bu taslak lojistik anlaşması, Rusya ile Hindistan arasında uzun süredir devam eden askeri ilişkinin devamı niteliğinde. İki ülke, 2021’de askeri-teknik işbirliğine ilişkin 2030’a kadar uzatılacak kapsamlı bir anlaşma imzalamıştı. Hindistan’ın ayrıca Amerika, Fransa, Güney Kore, Singapur, Avustralya ve Japonya ile benzer lojistik anlaşmaları var. Bu anlaşmalar, Hindistan’ın stratejik erişimini ve operasyonel hazırlığını artırmada hayati önem taşıyor ve ordusunun daha uzun ve daha karmaşık konuşlandırmaları sürdürebilmesini sağlıyor.

Ve en önemlisini sona sakladım: Beklenen Modi-Putin zirvesi ikili sonuçlardan çok esasen dünya görüşünün paylaşılması ile ilgileniyor.

Ukrayna savaşının tırmanma eğilimi sürüyor. İsrail-Hamas çatışması azalma belirtisi göstermiyor. Pakistan, Ocak 2025’te BM Güvenlik Konseyi’ne iki yıllığına geçici üye olarak katılacak. Pakistan ile her koşulda dostluk yaklaşımı güden Çin’in geçmişte olduğu gibi bazı Hindistan vatandaşlarını küresel teröristler olarak ilan etme veya Jammu ve Keşmir konusunda bir karar alma fırsatı arayacağı yönünde birtakım Hindistan kaygıları doğuyor. Ayrıca, Hindistan gelecek yıl Cenevre’deki Uluslararası İnsan Hakları Konseyi’nin bir üyesi olmayacak. Hindistan’ın üye olmadığı 2018’deki süreçte Konsey’in Jammu ve Keşmir’deki insan hakları ihlalleri hakkında bir rapor sunduğu dikkate alınırsa, Delhi için başka bir kaygı da doğuyor.

Dahası, İşçi Partisi’nin İngiltere’de iktidara gelirken, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un seçimleri kazanma yolunda sağ kanatla zayıflaması söz konusu. Ayrıca Amerika, Başkan Biden ve Trump’ın sınır tanımayan bir mücadele içinde olduğu Başkanlık seçimleri yolunda.

Batı’nın Rusya’yı Ukrayna ile zorlaması ile Rusya doğu çevresinde Pekin tarafından sıkıştırılsa da Putin Xi ile yumuşama arayışına girmek zorunda kaldığı için Hindistan’ın konumu karmaşık bir hal aldı. Batı, Rusya ile tüm kanalları açık tuttuğu için Hindistan’ı eleştirse de Delhi Hindistan’ın askeri malzemelerinin çoğunluğu hala Moskova’dan geldiği için Moskova’nın Pekin ile bağ kurmasını öylece durup izleyemez. Ancak aynı zamanda Çin ile yakın ilişkilerine karşın Rusya’nın Çin’e karşı riskten korunmaya çalıştığı ve Hindistan’ın da buna karşı bir denge unsuru olarak yardımcı olduğu görülüyor. Açık gereklilik şu ki Rusya’nın Çin’e yaklaşması ile birlikte Hindistan, Batı ile büyüyen bağlarına karşın Rusya’ya bir denge unsuru sunmak zorunda.

GÖRÜŞ

Türk medyası Hizbullah’ı ‘bitirdi’: Ukrayna savaşının başında Rusya’yı da ‘bitirmişti’

Yayınlanma

Yazar

Hafta sonunda gelen haber bölgesel ve küresel siyaset üzerine tam manasıyla bomba gibi düştü. Önce İsrail’in ağır bombardımanı sonucunda içinde Hizbullah Lideri (Hizbullah Genel Sekreteri) Hasan Nasrallah’ın da bulunduğu binaların tamamının tahrip edildiği ve Nasrallah dahil örgütün üst düzey komutanlarının neredeyse tamamının öldürüldüğü haberleri geldi. Batı dünyasında sevinçle karşılanan haber ertesi gün (27 Eylül Cumartesi) teyit edilince askeri/siyasi durumdaki belirsizlik devam etmekte olsa da Hizbullah-İsrail çatışmasında/mücadelesinde bundan sonra nelerin muhtemel olduğuna dair yorumlar Türk medyasını kaplamaya başladı.

Haber ve analizlerini büyük ölçüde Batı’dan alan veya almayı yeğleyen Türk medyası ‘terör örgütü lideri’ olarak takdim edilen Nasrallah’la ilgili değerlendirmelerde Vaşington veya Avrupa merkezli yorumcuları pek aratmadı. Batılı ve sistem yanlısı analistlere göre, Nasrallah bir terör örgütünün başı olmasının yanı sıra Filistin’de ulaşılması mümkün bir barışın önündeki (herhalde Abraham Antlaşmalarını kastediyorlar) en önemli engellerden birisiydi. Dolayısıyla ortadan kaldırılması hiç de fena olmamıştı.

Biden ve diğer Amerikan ve Avrupalı yetkililerin resmi olarak dile getirdiği bu görüşlere Trump’ın damadı Jared Kushner de uzun bir tivit serisiyle destek oldu. Aslında Nasrallah ve/veya Hizbullah olmasaymış Abraham Antlaşması çoktan uygulamaya girecekmiş. Bu iddiaların hepsi de Amerika ve Avrupa yönetimlerinin/hükümetlerinin resmi gözlüğüyle bakıldığında mantıklı ve doğru. Sonuçta özellikle Amerika açısından Gazze’de soykırım yapılmış/yapılmakta olmasının fazlaca bir önemi yok. Eğer bu soykırım medyanın ve özellikle sosyal medyanın bu kadar yaygın kullanılmadığı bir dönemde gerçekleştirilseydi Amerikan yönetimleri ‘bize ulaşan bilgilere göre’ diyerek Batı dışı basında yer alan haberleri ‘asılsız’ diyerek bir kenara atıverirdi.

Birkaç insan hakları kuruluşu durumun Amerikan/Avrupa hükümetlerinin söylediğinden çok daha vahim olduğunu anlatmaya çalışır; ama, örneğin internetin de olmadığı bir ortamda, bu haber ve yorumlarını yayımlayacak yer bulamazlardı. Aradan yıllar geçtikten sonra bazı akademisyenler, uzmanlar ve medya mensupları kitap ve/veya makaleler kaleme alırlar ama onlar da sınırlı sayıda okuyucuya ulaşırdı; çünkü yayınevlerinin çoğu bunları basmaz, basanlar da geniş bir dağıtım yapamazdı.

Kısacası İsrail’in Gazze’de soykırım yapmasında veya Güney Lübnan’ı feci şekilde bombalamasında ve Hizbullah lideri Nasrallah’ı çok sayıda diğer Hizbullah üst düzey komutanlarıyla birlikte öldürmesinde ve toplamda dört ülkeyi (Gazze, Lübnan, Suriye ve zaman zaman Yemen) aynı anda bombalamakta olmasından rahatsızlık duymaları için bir sebep yoktu ve olamazdı. Hatta bıyık altından sırıtarak ‘yeni Hizbullah lideri ve üst düzey komutanları bakalım kaç gün veya kaç saat yaşayabilecek’ gibi laflar etmeye devam edeceklerdir. Batı dünyasının özellikle de Amerika’nın onlarca yıldır İsrail konusunda izlediği politikalar açısından bunların hemen hemen hepsi normal; sadece bu konuların mevcut medya mecraları yoluyla dünya kamuoyuna anında ulaşmasından dolayı bir dizi sorunlar yaşanıyor, o kadar!

PEKİ TÜRK MEDYASINA, SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILARA NE DEMELİ?

Bütün enformasyonunu Batılı medyadan alan Türk ana akım gazete ve televizyonlarına ne demeli? Ayrıca Türkiye’deki siyasal/selefi/İslamcıların adeta bayram yapmasını nasıl yorumlamalı?

Büyükçe bir kısmı hükümete doğrudan olmasa da dolaylı destek veren Türkiye’deki ana akım medya İsrail’in Hizbullah liderini ve diğer üst düzey komutanlarını öldürmesine seviniyor görünmüyor; ancak Batı medyasından aldığı haber ve yorumları fazlaca bir süzgeçten geçirmeden kamuoyuna sunuyor. Bu yayınlarda iki temel unsur ön plana çıkıyor. Birincisi, İsrail bombardımanı ve Hizbullah liderlerinin öldürülmesiyle birlikte Hizbullah yapısının yok olduğu ve bittiği propagandası pompalanıyor.

Oysa Hizbullah, önceki yıllarda giriştiği çatışmalarda Orta Doğu’da yenilmez unvanı bulunan İsrail ordusunu her defasında püskürtmüş ve geri çekilmeye zorlamış. İsrail’in Lübnan’ı işgali ve özellikle Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında çok sayıda Filistinli sivili katletmesiyle başlayan işgal ve kargaşa ortamında oluşan Hizbullah ne bir gerilla örgütü ne de düzenli ordu. Her iki özelliği de bünyesinde taşıyor ve İsrail ile giriştiği bütün çatışmalarda duruma göre bu iki özelliğini de sahaya yansıtabiliyor.

Hava gücü olmadığı için İsrail topraklarına yönelik ileri harekat yapamayan ve yapması da beklenmeyen Hizbullah en son 2006 yılında İsrail ile tutuştuğu ve toplamda otuz üç gün (33) süren çatışmalarda karşı tarafa büyük kayıplar vererek geri çekilmesini sağlamıştı, hem de süklüm püklüm… İsrail yine ağır bombardıman ile başlamış; çoluk-çocuk demeden herkesi hedef almış; fakat kara operasyonuna başladığı andan itibaren karşısında beklemediği ölçüde dirençli bir Hizbullah bulmuş; çok sayıda tank, belli sayıda da helikopterinin tahrip edilmesi, çok sayıda asker kaybı ve önemli sayıda da askerinin esir alınması üzerine zor durumda kalmıştı.

İsrail Hava Kuvvetlerinin sivil yerleşim yerlerini sürekli bombalamasına karşılık İsrail’in kuzey bölgelerini füzelerle vurmaya başlamış ve nihayet Tel Aviv’e de roketler fırlatmayı başarmış ve İsrail Hava Kuvvetleri bombardımanı kesmediği takdirde daha fazla hedefi vuracağını açıklayınca İsrail tarafı savaşı sonlandırarak geri çekilmek zorunda kalmıştı. İsrail gibi Orta Doğu’da adeta bütün Arap ordularının korkulu rüyası haline gelmiş bir askeri gücü son defa 2006 yılında durdurmayı başarmak kolay bir iş değildi, her ne kadar Türkiye’deki siyasal/selefi İslamcılar burun kıvırsalar da…

O yıllarda da Batı medyası İsrail’in giriştiği saldırı üzerine abartılı haber ve yorumlarla doluydu ama İsrail’in göreceli büyük kayıplar vererek geri çekilmesinden sonra durumu yeniden analiz etmek zorunda kalmışlardı. Hatta savaşın başından itibaren İsrail lehine genel yorumların aksine değerlendirmelere de hep yer vermişti.

TÜRKİYE’DEKİ SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILAR

Türkiye’deki medyanın İsrail’in Hizbullah’ı bitirdiğine dair verdiği haberler ve yorumlarda Nasrallah’ın Mossad ajanı olduğu veya İran’ın zaten ABD’nin ileri karakolu olarak kritik bir noktada Nasrallah’ın bilgilerini Amerika ve İsrail’e verdiği gibi akla ziyanın ötesindeki değerlendirmeleri (!) bir kenara bırakacak olursak, göze çarpan ikinci unsur da siyasal/selefi İslamcı diyebileceğimiz grupların reaksiyonlarından oluşuyor. Meseleye büyük ölçüde Orta Çağ’ın mezhepçi prizmasından bakan bu gruplara göre aslında Nasrallah bugüne kadar hep Müslümanları katletmiş birisi. Ve Filistin meselesinde İsrail’e karşıymış gibi rol yapıyor. Oysa aslında ya İsrail ve Batı’nın ajanı veya Şii olmasından dolayı esas derdi Sünnilerle olduğu için Amerika ve İsrail’in ekmeğine yağ süren politikalar uyguluyor.

Müslümanları katlettiğine dair verilen örneklerin büyük bölümü Suriye savaşına Hizbullah’ın da katılarak Esat hükümeti yanında yer almış olmasından kaynaklanıyor. Suriye yönetimini devirmek amacıyla ABD ve İsrail’in başlattığı ve bu devletin epeyce zayıflatılmasıyla sonuçlanan savaşın jeopolitik çerçevesini göremeyen ve Türkiye’nin bu savaşta Amerika ile İsrail’e doğrudan veya dolaylı destek veren politikasının ülkemizin ulusal çıkarlarıyla hiç mi hiç uyumlu olmadığını anlamayan bu zihniyete göre Hizbullah gibi Esat’a destek veren güçler devreye girmeseydi Esat yönetimi devrilmiş ve ülkede bir ‘İslami’ (!) yönetim kurulmuş olacaktı.

Buradaki çıkmaz şu ki, böyle bir İslami yönetimin İsrail’e veya Amerika’ya karşı durup durmayacağı bir yana Esat hükümetinin bölgede Amerika ve İsrail’in çıkarları ve emellerine en fazla karşı çıktığını görmezden gelmesidir. Oysa IŞİD veya El Nusra gibi bir yönetim gelse aynı şekilde Amerika ve İsrail’e karşı koyarlar mıydı kocaman bir soru işareti. Öte yandan bu grupların eline teslim edilmiş bir Suriye muhtemelen parçalanırdı ve bu da en çok Amerika ve İsrail’in işine gelirdi. Bu savaşta Ankara’nın yanlış politikalarından dolayı Türkiye ve Hizbullah’ın karşı karşıya gelmiş olması mevcut hükümetin yanlışı ile izah edilebilir. Bu anlayış Hizbullah’ın Sünni Hamas’a da destek vermesini ise ya görmezden geliyor ya da bunu da bir oyun olarak söyleyip geçiyor.

Hizbullah konusundaki kafa karışıklığın küçük bir kısmı da ortalama her Arap veya İranlıyı kökten dinci, radikal İslamcı gibi görme eğilimindeki laik kesimden geliyor. Onlara göre kökten dinci radikal İslamcı birilerinin Batı’ya karşı galip gelmesi mümkün değil/olmamalı. Bu grup, çatışmaları ve aktörleri yakından takip etmediği için Hizbullah’ın, IŞİD ve El Nusra gibi gruplara karşı sadece Müslümanları değil aynı zamanda Hristiyanları da koruduğunu bilmiyor ve bu Hristiyanların ve laik Lübnanlı toplulukların Hizbullah’a nasıl destek verdiğini de anlayamıyor.

Evet Türk medyası Ukrayna savaşının başlarında Rusya’yı bitirdiği gibi Hizbullah’ı da bitirdi (!); ama sonuç pek de öyle olmayabilir. Hizbullah – İsrail çatışmalarının kısaca gözden geçirilmesi bile bu pilavın daha çok su kaldıracağını gösteriyor. Örneğin, eğer Hizbullah İsrail’in bir darbesiyle yerle bir olmuş olsaydı Tel Aviv karadan operasyona gerek görmez ve bu örgüt Orta Doğu siyasi tarihinin sayfalarında yerini alırdı. Şimdi kara harekatı başladığına göre örgüt bitmemiş. Bakalım önümüzdeki günler neler gösterecek…

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İsrail Nasrallah’ı ortadan kaldırarak ‘direniş eksenine’ meydan okuyor ve onu sınıyor

Yayınlanma

Yazar

28 Eylül’de İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ı silahlı grubun güney Lübnan’daki karargâhına düzenlediği bir baskın sırasında öldürdüğünü iddia etti. Hizbullah bunu birkaç saat sonra doğruladı. Hemen ardından İran resmi medyası Devrim Muhafızları Genel Komutan Yardımcısı Abbas Nilforuşan’ın da İsrail’in Lübnan’a yönelik devam eden hava saldırılarında öldürüldüğünü duyurdu. Nasrallah ve Nilforuşan’ın ölümleri, İsrail’in birkaç gün süren “Kuzey Saldırısı” taarruzunun, Hizbullah güçleri ve Devrim Muhafızları Ordusu için feci sonuçlarının ve İsrail’in İran liderliğindeki “Direniş Ekseni”ne yönelttiği maceracı meydan okumanın dönüm noktasıdır. “Direniş Ekseni”nin iklim geliştirme kabiliyetine yönelik ciddi bir sınavdır.

İsrail tarafından “İran ekseninin” merkezi bir unsuru, Batılı akademisyenler tarafından ise “Hizbullah’ın atan kalbi” olarak tanımlanan 64 yaşındaki Nasrallah, 32 yıldır örgüte liderlik eden ve onu iyi silahlanmış, siyasi ve sınır ötesi savaşan bir güç haline getiren en önemli devlet dışı aktör ve bölgesel oyuncudur. Hatta bazı yorumcular Nasrallah’ın tüm ailesini Hizbullah’ın davasına ve İsrail’e karşı direnişine adadığını, iki kız kardeşinin üst düzey Hizbullah yetkilileriyle evlendiğini, en büyük oğlunun İsrail’in elinde öldüğünü ve cesedine el konulduğunu ve bu durumda bir kızının da onunla birlikte gömüldüğünü iddia etmişlerdir.

Nasrallah Ortadoğu’nun siyasi arenasında en az dört “mucize” gerçekleştirmiştir: İsrail’e direnerek ve onu taciz ederek Hizbullah’ın Mayıs 2000’de İsrail’i güney Lübnan’daki 18 yıllık yasadışı işgalini sona erdirmeye zorlamasını sağlamış ve temelde ülkenin egemenliğinin ve topraklarının birliğini gerçekleştirmiştir; Şab’a çiftlikleri gibi toprakların sadece bir kısmı Golan Tepeleri’nin bir parçası olarak İsrail’in kontrolü altında kalmıştır. 2006 yılında Güney Lübnan’daki dağ savaşında İsrail ordusuna ağır kayıplar verdiren ve İsrail’i ateşkese zorlayan Hizbullah güçlerine komuta etti. 2011’den sonra Hizbullah’ın ilk ülke dışı operasyonunu kolaylaştırdı, Şam’ın Batı ve Arap Birliği’nin yıkıcı niyetlerini ezme çabalarına yardımcı oldu ve IŞİD’in yenilgiye uğratılmasına katkıda bulunan “Rusya+Şia Yayı”nda da kilit bir güç oldu. 1992’den bu yana İsrail’in “ölüm listesinde” yer alıyor, ancak bir “hayatta kalma ustası” olarak üçte bir yüzyıl boyunca ölümden kaçmayı başardı.

Ancak Nasrallah nihayetinde İsrail tarafından avlandı ve tasfiye edildi. İsrail istihbaratının Hizbullah kadrolarına karşı başarıyla yürüttüğü dünyayı sarsan “çağrı cihazı savaşları” ve “telsiz savaşları” dalgasının hemen ardından gelen bu sonuç, Hizbullah’ın mümkün olan her şeyin en iyisine sahip olmasına ve Nasrallah’ın nerede olduğunun hiçbir zaman net olmamasına rağmen, İsrail’in istihbarat savaşında nihayet üstünlüğü ele geçirdiğini göstermektedir. İsrail istihbarat savaşında, siber ve teknolojik savaşta ve hatta geleneksel hava saldırılarında ve karşı hava saldırılarında üstünlük sağlamıştır. Bu gerçek bile askeri, teknolojik ve bilimsel bir güç merkezi olan İsrail’in daha az gelişmiş bir ülkenin milis kolu olan Hizbullah’a karşı ezici bir üstünlüğe sahip olduğunu ve topyekûn savaştan ve kara saldırılarında aynı hataları tekrarlamaktan kaçınarak askeri üstünlüğü elde ettiğini göstermektedir.

İsrail basınında yer alan haberlere göre İsrail Hava Kuvvetleri’nin Hizbullah karargahını bombalaması ve Nasrallah’ı öldürmesi, New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılan İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu tarafından bizzat onaylandı. Bu durum bile İsrail askeri istihbaratının Nasrallah’ı fiziksel olarak ortadan kaldırma fırsat ve kabiliyetinden yoksun olmadığını, daha ziyade en uygun zamanı seçmek ve en iyi sonuçları elde etmek için düşünmek zorunda olduğunu göstermektedir.

Nasrallah’ın ortadan kaldırılmasının zamanlaması, İsrail’in Hizbullah ile çatışmasının hararetli bir aşamaya girdiği ve dünyanın önde gelenlerinin Birleşmiş Milletler’de toplandığı ve Netanyahu’nun doğrudan en geniş ve en etkili kitlenin önünde olduğu bir “zirve” anında, sadece İsrail’in üstün istihbarat ve operasyonel kabiliyeti için bir “gösteriş” değil, aynı zamanda uluslararası topluma ve “direniş eksenine” çifte bir meydan okumadır: İşlediği iddia edilen suçlar nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından aranmasını ve uluslararası kamuoyunun “savaşçılığı ve kana susamışlığı” nedeniyle kınamasını umursamamak, İsrail’in savaşa devam etmesini haklı çıkarmak ve savunmak.

Ayın 27’sinde yaptığı konuşmada Netanyahu şunları vurguladı: “Bu yıl buraya gelmeyi planlamamıştım; ülkem hayatta kalma mücadelesi veriyor. Ancak bu kürsüde birçok konuşmacıdan ülkeme yönelik yalan ve iftiraları duyduktan sonra buraya gelerek gerçekleri ortaya koymaya karar verdim.” Konuşmasının başında salondaki İsrail yanlısı gruptan alkış sesleri yükselirken, daha fazla katılımcı protesto amacıyla salonu terk etti.

Netanyahu, Birleşmiş Milletler ve Lübnan’ı etkileşimde bulunacağı iki alan olarak seçerek İran ve “direniş eksenine” İsrail’in sonuna kadar savaşmaya kararlı olduğunu ve düşmanlarının çok cepheli saldırısından vazgeçmesi karşılığında Gazze’de ateşkesi kabul etmeyeceğini söyledi. Konuşmasında İran liderliğindeki güçleri İsrail’i yedi cepheden kuşatmakla ve bölgedeki pek çok sorunun arkasında olmakla suçladı. Netanyahu ayrıca İran’ı tehdit ederek “İran’da İsrail’in uzun kolunun ulaşamayacağı hiçbir yer yoktur ve bu tüm Orta Doğu için geçerlidir” dedi.

İngiliz Daily Telegraph gazetesine konuşan üst düzey bir İsrailli yetkili, Netanyahu’nun Genel Kurul ziyaretinin amacının İsrail’in Hizbullah karargâhına düzenlediği hava saldırısına bir yumuşama perdesi çekmek olduğunu söyledi. Gözlemciler, Netanyahu’nun BM Genel Kurul oturumu sırasında bu büyük askeri operasyonu onaylamasının, uluslararası topluma İran liderliğindeki “direniş eksenine” meydan okuyacak kadar güçlü olduğunu göstermeyi amaçladığını düşünüyor.

İsrail’in temmuz ayı sonunda Tahran’da Hamas lideri İsmail Haniye’yi bombalaması, kasıtlı olarak İran’ın yeni cumhurbaşkanının yemin töreniyle aynı zamana denk getirilerek İranlı yetkilileri küçük düşürmek ve onlara meydan okumak için planlanmıştı. Hamas Haniye’nin intikamını alacak güce sahip değildi, İran da Filistinli ortaklarına olan kan borcunu ödeyecek motivasyona sahip değildi ve Haniye’nin intikamını ve hemen hemen aynı zamanda İsrail ordusu tarafından öldürülen Hizbullah lideri Fuad Şükür’ün intikamını, Hizbullah İsrail’e yönelik saldırılarını artırarak aldı. Bir anlamda İran’ın Tahran suikastının ardından gösterdiği itidal ve tereddüt İsrail’e çatışmayı tırmandırmak ve misilleme döngüsünü genişletmek gibi bir niyeti olmadığını gösterdi ancak İsrail’in de zayıflık göstermeye ve Hizbullah’ın yoğunlaşan saldırılarından İran’ı sorumlu tutmaya niyeti yok.

Nitekim Devrim Muhafızları Genel Komutan Yardımcısı Abbas Nilforuşan Lübnan’daki savaş alanında ölmesi, İran’ın Hizbullah’la olan bağlarının gerçekliğini ve İsrail’in İran’ın misilleme yapıp yapmamasını umursamadığını göstermektedir. İsrail’in genel olarak “direniş eksenini”, özel olarak da İran’ı aşağılaması bu kez daha da açık ve İran’ı köşeye sıkıştırmış durumda: İran uzun zamandır müttefiki olan Nasrallah’ın intikamını almak yerine kendi generali Abbas Nilforuşan kan borcunu ödemek zorunda. Eğer bir şey yapılmazsa, İran’ın “direniş ekseni” kampındaki etkisi ve cazibesi ciddi şekilde zayıflayacak ve hatta tüm Orta Doğu’nun jeopolitik oyununda bir “kağıttan kaplan” olarak görülecektir.

Nasrallah ve Nilforuşan’ın ölümlerinin ardından çeşitli medya kuruluşları sözde İranlı yetkililere dayanarak Dini Lider Ayetullah Hamaney’in ülke içinde güvenli bir yere nakledildiğini ve güvenlik önlemlerinin sıkılaştırıldığını duyurdu. Bu tür haberler mantık ve akıl dışıdır ve daha çok İsrail’in İran’ın imajını bozmak için yarattığı bir enformasyon ve kamuoyu savaşını andırmaktadır. Çünkü en azından şimdilik, İran’ın dini lideri Hamaney, İsrail tarafından görevden alınmak üzere hedef alınmayacaktır. Haniye’nin 1 Ağustos’taki cenaze töreninde Hamaney’in gökyüzüne baktığı ve bir insansız hava aracı saldırısından korktuğu da belirtilmişti. İran liderini kötüleyen tüm bu sözde raporlar aslında panik yaratmak ve İsrail’in sürekli aşağılamasına karşı İran’ın alt limitini araştırmak için tasarlanmıştır.

Her halükarda Nasrallah’ın ölümü, yeni bir lider seçmekte ve yetiştirmekte zorlanan Lübnan Hizbullah’ı için ağır bir darbedir ve bu kriz döneminde yıpranmış Hizbullah’a ve silahlı kuvvetlerine kimin açıkça liderlik edebileceği şüphelidir. Nilforuşan’ın ölümü İran Devrim Muhafızları Ordusu’na bir darbe oldu ama İran’ın Süleymani suikastından sonra yaptığı gibi ABD hedeflerine füzelerle saldıracak cesareti var mı? Suriye’deki diplomatik ofislerinin bombalanmasından sonra yaptığı gibi İsrail’e füze ve insansız hava araçlarıyla sembolik olarak saldıracak mı?

Eğer İran daha önceki intikam sözlerini yerine getirir ve Nasrallah ve Abbas Nilforuşan’ın ölümlerine ek olarak misilleme yaparsa, bu kaçınılmaz olarak İsrail ile doğrudan çatışmanın tırmanmasını tetikleyecektir. İran sözlü tehditlerde bulunmaya devam ederse jeopolitik güvenilirliği büyük ölçüde sarsılacak ve bu da “Direniş Ekseni” için bir dönüm noktası anlamına gelecektir: İsrail’le boy ölçüşemeyecek bir koalisyon ve özellikle de ABD ve diğer Batılı ülkelerin İsrail’in güvenliğini savunmakta kararlı oldukları, Arap ülkelerinin ise genellikle kenarda kaldıkları yeni bir dönem.

Filistin-İsrail çatışması değişmedi, Lübnan-İsrail çatışması değişmedi, Suriye-İsrail çatışması değişmedi ve hatta İran-İsrail çatışması özünde değişmedi ama dünya değişti ve Orta Doğu değişti.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Yeni nesil saldırılar

Yayınlanma

Yazar

Savaş araçları, taş ve sopalardan zırh ve kılıçlara, toplardan tanklara, nükleer silahlardan siber saldırılara kadar uzanarak insanlık tarihi boyunca evrilerek değişti. Elbette savaşlar sadece askeri mücadele ile sınırlı değil; ekonomik, siyasi ve diplomatik alanlara uzanması normal. Artık savaşın dijital arenada da gerçekleştiği yeni bir dönemdeyiz. “Yeni nesil saldırı” olarak adlandırılan bu saldırı tipi, bir ülkenin düşmanını sadece fiziksel kuvvetle değil, teknolojik üstünlükle de zayıflatma stratejisine dayanıyor. Yeni nesil saldırılar, geleneksel askeri operasyonların ötesinde, siber saldırılar, elektronik harp, psikolojik operasyonlar ve hassas hedefli saldırılar gibi çok boyutlu teknikleri barındırıyor. Bu tür saldırılar, genelde düşmanı “felç” etme amacı güderek; düşmanın iletişim ağlarını veya savunma altyapısını devre dışı bırakmayı hedefliyor.

Bu bağlamda, şu ana kadar dünyanın farklı yerlerinde gerçekleşen siber saldırılarda genelde networklere sızılmış, hassas gizli veriler çalınmıştı. İsrail’in Lübnan’daki Hizbullah mensuplarının çağrı cihazlarının ve telsizlerinin eş zamanlı olarak patlatılması ile ilk defa bu yaygınlık ve ölçekte fiziksel olarak can ve mal kaybı gerçekleşti.

Bu saldırıların ilk günü gerçekleşen çağrı cihazlarının patlaması teknoloji üstünlüğünden ziyade, koordine ve uzun süre fark edilmeden devam eden istihbarat faaliyetlerinin eylemidir. Tedarik zincirine sızılarak çağrı cihazlarının içine patlayıcı madde yerleştirilmesi Hizbullah tarafından büyük bir istihbarat zaafı. Üstelik bu cihazlar teslim alındıktan sonra Hizbullah militanları tarafından neredeyse 5 ay boyunca fark edilmeden kullanıldı. İkinci günkü yeni nesil saldırıda patlayan telsizlerin yanı sıra bölgedeki diğer elektronik cihazların da patladığı gözlemlendi. Solar panellerden tabletlere uzanan bir yelpazede gerçekleşen patlamaların elektromanyetik bir saldırı sonucunda gerçekleşmiş olma ihtimali mevcut.

Her ne kadar kayıplar nicelik olarak büyük ve Hizbullah’ın göreceli olarak üst düzey mensupları hedeflenmiş olsa da bu iki yeni nesil saldırıdaki amaç yalnızca Hizbullah kadrolarını demoralize etmek değildi. Psikolojik savaş taktiği olarak amaç sadece Lübnan halkına korku aşılamak, insanları terörize etmek değil; bu korkuyu her şeyi kapsayan ve kaçınılmaz hale getirmeyi amaçlayarak, İsrail’in her yerde olduğuna inandırmak: ceplerinde, kulaklarında ve hatta çocuklarının yatak odalarında.

Lübnan’da meydana gelen yeni nesil saldırılar tüm dünyada savaş algısını değiştirerek cepheden çok uzaklarda olsak bile evimizde, okulda, işyerinde, markette, berber koltuğunda elimizden düşürmediğimiz elektronik eşyalarımızla hedefe alınabileceğimizi gösterdi. Karamsarlık aşılamadan önlem almak için gecikmememiz adına, yeni nesil savaşlar muhtemelen düşündüğümüzden korkunç ve çoktan hayatımızın içinde.

Savaş büyür mü?

Yeni nesil saldırılarla gündemimizi sarsan ve hepimizi ürküten bu savaş nasıl evrilecek? İsrail, muhtemelen geniş çaplı bir kara harekâtı başlatmadan önce yeni nesil saldırıları ve hava saldırılarını tercih ediyor. Böylece olası büyük bir savaşı başlatmadan önce hem insanlara korku salmış oluyor hem de Hizbullah yönetimine ve üst düzey komutanlarına suikast düzenleyerek onları elimine ediyor. Güney Lübnan’daki ve Bekaa’daki Hizbullah mevzilerini hedef alarak, örgütün silah depolarını ve askeri altyapısını büyük ölçüde yok ediyor.

Güney Lübnan’daki 150.000’den fazla insanı evlerini terk etmek zorunda bırakmayı da bir savaş taktiği olarak uyguluyor. Bu İsrail’in savaşı nasıl idare etmek istediğine yönelik ipuçları içeriyor olabilir. Öncelikle ilan ettiği hedef olan Litani nehrinin güneyinde sivil halkı bölgeden uzaklaştırarak belki de bir kara harekâtına gerek duymadan askeri amaçlarına ulaşmak. İkincisi, zaten peşpeşe krizlerin altında ezilen Lübnan halkının, yerinden edilen Güney Lübnanlı göçmenler eliyle, yaşam şartlarını daha da ağırlaştırmak isteyebilir. İsrail’in burada beklentisi de cephe gerisinde destek yerine ağır eleştirilere maruz kalan Hizbullah’ın mücadele kapasitesini iyice azaltmak.

Hizbullah ise tam ölçekli bir savaşa girmeden önce taktiksel saldırılarla devam ediyor. Genelde kuzey İsrail’deki askeri tesisler ile sınırladığı saldırılarını Haifa’ya, Tel Aviv’e kadar taşımaya başladı. Ancak şimdiye kadar verilen tepkilerin sınırlı kalması, çoğu Hizbullah yanlılarını bile yeterince tatmin edebilmiş değil. Sivil halkın da çok ciddi bedel ödediği bu kritik dönemeçte bu bedelden sorumlu tutulan Hizbullah’ın İsrail için en küçük caydırıcılık üretememesi artık daha yüksek sesle dile getiriliyor.

Aslında Hizbullah, İsrail’in güç zehirlenmesi yaşayarak Hizbullah’ı hafife alıp bir kara harekâtına başlamasını körüklemek de istiyor olabilir. Olası bir kara harbinde üstünlük sağlayarak İsrail’e büyük zahiyatlar verdirmeyi umuyor olabilir. Dağlık ve ormanlık bir bölge olan Güney Lübnan’ı Hizbullah’ın özellikle Rıdvan gücü çok iyi tanıyor. Hizbullah’ın tünelleri de hesaba katılırsa İsrail’in kara harbi opsiyonundan elinden geldiğince kaçınmaya çalıştığını görüyoruz. Zira Hizbullah’ı kuzey sınırından uzaklaştırıp kendi vatandaşlarının güvenli eve dönüşlerinin sağlamanın ötesinde Litani Nehri gibi yani zengin bir su kaynağı da İsrail’in iştahını kabartıyor.

Bir yandan İsrail kara harekatı başlatarak Lübnan’ın içlerine gelmesi mümkün ama işgali uzun süre sürdürmesi ve bunu tolere edebileceği kayıplar ile başarması çok daha zor. 2006’da Beyrut’a kadar girmiş ve sonra Mavi Hat’ta kadar geri çekilmek zorunda kalmıştı.

Lübnan’ın Gazze’nin kaderini paylaşmasına ne engel olabilir?

İsrail kural ve sınır tanımazlığı ile bölgeyi ateşe atmaya devam ediyor ve önüne geçilmesi gerektiği her geçen gün daha da açık hale geliyor. Hizbullah’ın neredeyse yok olan komuta kademesine ve şimdiye kadar kayda değer caydırıcılık üretme iradesi ortaya koy(a)mamasına bakarsak cevap onlarda değil. Bölge ülkelerinin farklılıklarını bir kenara bırakıp İsrail’e karşı bir koalisyon kurma gerekliliği daha çok ön plana çıkıyor. İsrail kendisine “tehditleri” yok ettiğini düşünürken daha güçlü rakipler yaratıyor olabilir mi?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English