Komplo teorileri ihraç edilebilir ürünler olsaydı Türkiye de dahil olmak üzere Orta Doğu ve Balkanlar’daki devletlerin ciddi cari fazlaları olur; hatta muhtemelen Körfez’deki petrol zengini ülkelerle refah yarışında boy ölçüşürlerdi. Maalesef komplo teorilerinin hiçbir parasal karşılığı yok, ama alıcısı çok. Genellikle konuları bilgiye dayalı analizler üzerinden öğrenme alışkanlığı olmayan toplumlarda komplo teorileri oldukça yaygındır. İlk söylendiğinde akla yatkın gelirler ve büyük kitleler tarafından benimsenirler. Oysa konuları bilgiye dayalı olarak takip edenler açısından bunların hiçbir değeri yoktur; çünkü mukayeseli gerçek bilgiler karşısında komplo teorilerinin yaldızları hemen dökülür.
Lozan Antlaşması, Milli Mücadele ve özellikle Atatürk hakkında uydurulan komplo teorileri son yıllarda arttı veya dar gruplar arasında Atatürk ve reformlarını eleştirmek amacıyla uydurulan laflar arşiv belgeleriyle doğrulanmış büyük bilgilermiş gibi son yıllarda ortalığa saçıldı. Belki iyi de oldu; çünkü bu sayede konular uzmanları tarafından ayrı ayrı ele alınarak komplo teorileri tümden çürütüldü. İdeolojik gerekçelerle saplantılarını sürdürmek isteyenler bir tarafa Lozan Antlaşması ve Milli Mücadele hakkında şimdilerde çok daha ayrıntılı bilgi ve analizi öğrenmiş oldu toplumumuz. Bu yazının amacı Lozan ve Milli Mücadele hakkında uydurulan komplolardan birini veya bir kısmını çürütmeye çalışmak değil, genellikle yapılmayan bir işe girişmek yani Milli Mücadele ve Lozan’ı o zamanki güç dengeleri açısından ele alarak aslında ne kadar büyük bir başarı elde edilmiş olduğu gerçeğine farklı bir pencereden küçük bir katkıda bulunmak olacak.
Birinci Dünya Savaşı o zamana kadar bütün dünyanın gördüğü en büyük felaketti. Savaştan önceki yıllarda Avrupalı Büyük Devletler (European Great Powers) üçerli iki gruba ayrılarak Üçlü İttifak ve Üçlü Antant olarak bilinen iki blok oluşturmuşlardı. Üçlü İttifak kanadında Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya yer alırken diğer tarafta da İngiltere, Fransa ve Rusya bulunuyordu. Savaşı Üçlü Antant kazandı ve karşı taraf kaybetti; ancak altı ay süreceği beklenen savaş dört yıldan fazla devam edince blokların yapısı da değişti. Örneğin İtalya, müttefikleri Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın yanında savaşa girmediği gibi bir yıl sonra karşı tarafta savaşa dahil oldu. Rus Çarlığı 1917 sonlarında meydana gelen Bolşevik İhtilali ile savaştan çekildi. İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği bloka İtalya’ya ilaveten 1917 sonlarından itibaren ABD de katıldı ve savaşı kazanan tarafta yer aldı.
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN KAZANANLARI VE KAYBEDENLERİ
Savaşın Almanya, Avusturya-Macaristan ve savaşa erken bir tarihte dahil olan Osmanlı İmparatorluğu ile Bulgaristan kaybettiler. Kazanan devletlerden Amerika başlangıçta Wilson Prensipleri gibi kapsamlı bir deklarasyonla savaşa katılmış olsa da Kongre ile başkan arsındaki görüş ayrılıkları yüzünden bir süre sonra Avrupa’daki barış görüşmelerinden çekilmek zorunda kaldı. Sonuçta kazanan devletlerden İngiltere ve Fransa ile İtalya’dan oluşan grup kaybeden devletlere ağır barış antlaşmaları dayattılar. Örneğin savaşa girerken dünyanın en hızlı sanayileşen, inovasyonda tartışmasız lideri, bilimde öncü, Prusya geleneğine dayanan müthiş bir orduya sahip ve dahası 70 milyon nüfuslu Almanya’ya çok ağır bir anlaşma empoze ettiler.
Versailles Sarayı’nda imzalatıldığı için bu adla anılan anlaşmaya göre Almanya, 1870 yılında Fransa’dan aldığı ve nüfusunun büyük kısmı Fransızca konuşan Alsace-Lorraine bölgesini stratejik bazı topraklarla birlikte Fransa’ya geri verirken, Belçika’ya da sınır bölgesinden kayda değer toprak parçalarını bırakmak zorunda kaldı. Almanya’nın esas toprak kayıpları doğudaydı. Yeni kurulan Çekoslovakya devletine, üzerinde yaşayanların ezici çoğunluğu Alman olan Südetler bölgesini bırakırken, yine yeni kurulan Polonya’ya başta Alman nüfuslu Poznan bölgesi olmak üzere eski Doğu Prusya topraklarını vermeye zorlandı. Şimdiki tersane şehri Gdansk – o zamanki adıyla Danzig – Almanya kontrolünden çıkarılırken, Almanya’ya ağır bir savaş tazminatı – o zaman buna tamirat denilmişti – dayatıldı ki, önce 56 milyar sonra 36 milyar dolar olarak belirlenen bu borcu Almanya’nın ödeyecek durumu yoktu. Ayrıca Almanya’nın ordu kurması sınırlandırılıyor ve başta denizaltılar olmak üzere stratejik silahlara sahip olması yasaklanıyordu. Sömürgeleri ise elinden hemen alınıp galipler arasında paylaşılıyordu.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde 63 milyon nüfusa sahip ve büyük ölçüde orta ve doğu Avrupa’daki Katolik ülkelerden oluşan Habsburg İmparatorluğu’nun devamı Avusturya-Macaristan ise paramparça edildi. Geriye küçücük bir Avusturya kalırken, bir zamanların güçlü, müreffeh ve bilim/sanatta öncü imparatorluğunun topraklarında bağımsız devletler kuruldu. Çekya ile Slovakya bu imparatorluktan çıktılar; sonra galip devletler onları birleştirerek Çekoslovakya kurarken imparatorluğun doğu topraklarının büyük bir kısmı üzerinde bağımsız Polonya devleti ortaya çıktı. Avusturya-Macaristan’dan kopan üç parça yani Slovenya, Hırvatistan ve Bosna-Hersek ise Fransa, İngiltere ve İtalya’nın girişimleriyle oluşturulan Yugoslavya’ya dahil edildi. Avusturya’ya da bir savaş tamiratı borcu yüklendi ve Almanya ile birleşmesi yasaklandı. O güçlü ordusundan ise geriye eser bile kalmadı. Öte yandan savaşın yenilenlerinden Macaristan Trianon Antlaşması ile komşusu Romanya, Slovakya, Yugoslavya ve Ukrayna’ya üzerinde Macarların yaşadığı büyük toprakları bırakmak zorunda kaldı. Macarlar hala bu duruma hayıflanırlar ve onların Sevr Antlaşması diyebileceğimiz bu dayatmayı bir Atatürk çıkaramadıkları için yırtıp atamadıklarını ve o toprakları geri alamadıklarını söylerler.
Kaybedenler safındaki Osmanlı’nın bu iki büyük ve güçlü devletle mukayese edilebilecek yanı yoktu. Nüfusu Arap eyaletleri (bugünkü Irak, Suriye, Filistin, Lübnan, Ürdün ve Arabistan) ile birlikte 21 milyon civarındaydı. Kapitülasyonlar altında ekonomik, ticari, idari ve hatta adli bağımsızlığı büyük ölçüde sınırlandırılmış ve bu büyük savaştan hemen önce Balkan Savaşları gibi büyük bir felaketi yaşamıştı. Buna rağmen özellikle Çanakkale ve Irak cephesinde (Kutül Amare) ve hatta başlangıçta Kanal bölgesinde iyi savaşan, buna karşılık Sarıkamış cephesinde büyük bir felaket yaşayan Osmanlı savaşın sonu itibariyle Suriye dahil ve bugünkü Kuzey Irak (Musul Eyaleti) hariç olmak üzere bütün Arap eyaletlerini fiilen kaybetmiş durumdaydı.
ADALAR VE MUSUL
Osmanlı’dan nüfus, ekonomik güç, bilimsel altyapı vd. bütün konularda fevkalade ileri olan Almanya ve Avusturya-Macaristan kendilerine dayatılan Sevr diyebileceğimiz antlaşmalara karşı koyamazken ve bunu yapabilen sadece Atatürk liderliğindeki Türk milletiyken, Milli Mücadele’yi koskoca Osmanlı ile küçücük Yunanistan arasındaki basit bir savaş olarak göstermeye çalışıp, küçümsemek hangi mantıkla izah edilebilir? Kaldı ki o yıllarda toplam Türkiye nüfusu ile Yunanistan arasındaki nüfus farkının bire ikiden az olduğunu ve Milli Mücadele liderliğinin nüfusun tamamını etkili bir şekilde mobilize edemediğinin de altını çizelim. Mesela Balkan savaşları sırasında Balkan devletlerinin Osmanlı’dan sayıca daha büyük ve silah gücü olarak hiç de geride olmayan ordulara sahip olduklarını biliyor muyuz? İlaveten Milli Mücadele yıllarında Yunanistan’ın özellikle İngiltere tarafından donatıldığını ve savaşın Yunanistan ile sınırlı olmadığını, bir yandan Fransa, İtalya gibi devletlere diğer taraftan da Ermenilere karşı mücadele edildiğini unutmayalım. İç isyanlar vd. olaylar da cabası…
Lozan’da neden Ege adalarını ve Musul’u bıraktık? Hiçbir akademik anlamı olmayan bu sorunun arkasına saklanarak Lozan gibi muhteşem bir başarıyı üstelik Almanya ve Avusturya-Macaristan gibi devasa güçlerin hayal dahi edemediği bir zaferi gölgelemeye çalışmak sadece kötü niyetle açıklanabilir. Adaların elimizde kalanları Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden Balkan Savaşları sırasında (Oniki Adalar Balkan savaşlarından hemen önce İtalya tarafından işgal edilmişti) kaybedilmişti. Israr etmekle alınmaları mümkün değildi; çünkü işe yarar bir donanmamız yoktu.
Musul meselesine gelince, bu konuda ciddi diplomatik/siyasi mücadele verildiğini; ancak Şeyh Said isyanı dolayısıyla devletin daha temkinli olma yolunu seçerek 1926 tarihli Ankara Antlaşması ile bugünkü Kuzey Irak yani Osmanlı’nın Musul Eyaleti üzerindeki iddialarından belirli haklar/şartlar karşılığında vazgeçtiğini kamuoyumuz epeyce biliyor.
Burada, yeterince bilinmeyen bir konuya değinmekte fayda olacaktır. Bugünkü Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin (İsrail de dahil) ve Arabistan toprakları 1918 sonlarında yani savaş biterken Osmanlı hakimiyetinden çıkmıştı. Suudi Arabistan adını alan ve bağımsız olarak uluslararası sisteme dahil olan devlet hariç geriye kalan topraklarda ve Osmanlı’dan daha önce fiilen çıkan Mısır’da (1882) o ülkelerin ileri gelenlerinin örgütledikleri bağımsızlık direnişleri hiçbir zaman Milli Mücadele boyutuna ulaşmamış olsa da örneğin Mısır’da patlak veren Weft isyanı dalga dalga Irak’a da yayılmış ve Suriye’de de Dürzi lider Sultan Atraş’ın başlattığı ayaklanma Suriye topraklarının büyük bir kesiminde kendini hissettirmişti. Bu isyanlar üzerine İngiltere bu toprakları doğrudan koloni halinde veya manda yönetimleri altında tutamayacağını anlayarak buralarda yani Mısır ve Irak’ta ve sonradan oluşturulan Ürdün’de yerli monarşilerle yönetilen devletler kurdu. Irak da bunlardan birisiydi. Osmanlı idari yapısında Irak diye bir birim yoktu. Kuzeyde Musul, ortada Bağdat ve güneyde Basra eyaletleri birleştirilerek Irak isminde bir devlet kuruldu ve başına da Mekke Şerifi Hüseyin’in büyük oğlu Faysal getirildi. Bütün bunlar olurken biz Milli Mücadele ile meşguldük. O ara dönemde Atatürk ve bu Arap liderler arasında mesaj alışverişleri de olmuştu; ama 1920-21 yıllarına gelindiğinde bu devletlerde sular durulmuş ve İngiltere ile yaptıkları belirli anlaşmalarla egemenlikleri kısıtlanmış olsa da kendi devletlerini elde etmiş görünüyorlardı.
Kısacası 1923 Lozan Antlaşması sonrasında biz Musul eyaletini geri almak için diplomatik/siyasi manevralar yaparken karşımızda mandater yönetim olarak İngiltere ve bir de yeni kurulmuş Irak devleti vardı. O devletin toprak bütünlüğünün bozulması anlamına gelecek böyle bir girişim askeri bir çatışmaya dönüşürse bir başka tehlikeyi daha göze almak zorundaydık. İtalya’da 1922 yılında egemen olan Faşist Mussolini İngiltere ile böyle bir savaş halinde İzmir ve Batı Anadolu’ya asker çıkarmayı teklif ediyordu. Faşizmin İtalya’ya erken gelişi Milli Mücadele yıllarında İtalya’nın Anadolu’ya yeterince ilgi gösterememesi sebebiyle işimize yaramıştı; ama artık gücünü pekiştiren Mussolini böyle bir çatışmadan fırsat çıkarma peşindeydi. Bir de bunlara Şeyh Sait isyanını eklersek manzara daha belirgin bir şekilde karşımıza çıkar. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen hiçbir devletin yapamadığını Milli Mücadele ile yaptıktan ve Sevr Antlaşmasını yırtıp attıktan sonra yenilen hiçbir devletin hayal bile edemeyeceği şartları (Kapitülasyonların kaldırılması, tam bağımsızlık vd.) Lozan’da elde ettikten sonra birileri bunu nasıl hezimet olarak görebilir. Koca bir imparatorluk tasfiye edildi laflarını bırakıp mukayeselere bakalım. Tasfiye edilen Avrupa güç dengesinde özellikle Balkan Savaşları sonrasında fazlaca bir ehemmiyeti kalmayan, zor bela ayakta durabilen bir Osmanlı idi ve yerine güçlü, yenilgi psikolojisini atıp zafer psikolojisiyle hareket eden ve bu sebeple de İkinci Dünya Savaşı’nda macera peşinde koşmayan akıllı bir Türkiye çıktı. Son yüzyıllarda azgın sömürgecilere karşı böyle bir zafer elde eden ve onların dikte ettiği anlaşmayı yırtıp atan ve onlara bir antlaşma dayatan başka bir millet ve başka bir lider mi vardı? Yetmez mi?