Çevirmenin notu: Amerika’da son haftalarda Silicon Valley Bank’in (SVB) yaşadığı finansal fiyaskonun etkileri sürüyor. SVB’den sonra İsviçre’nin en büyük ikinci bankası olan 167 yıllık Credit Suisse’in Suudilerin sermaye artırımı yapmayacaklarını duyurmasıyla hisse senedi fiyatları çöküş yaşamış, daha sonra bankanın UBS’e satılması kararlaştırılmıştı. Amerikan Federal Mevduat Sigorta Fonu’nun kurtarma paketinin, bankaların kamu ve vergi mükelleflerinin parasıyla kurtarılmasını — 2008’deki gibi — öngöreceği konuşulsa da Hazine bu iddiaları şimdilik yalanlanmakta. Fakat kurtarma paketi doğrudan vergi mükelleflerinin parasına göz dikmiyor olsa da fon çeşitli bankalardan oluşmakta. Yani burada bedeli bankalar ödeyecek, onlar da kaybını tüketicilere ödetecek. Biden’ın da dediği gibi “kapitalizm böyle işliyor”. Hindistan’ın önde gelen Marksist iktisatçılarından Prabhat Patnaik, Peoples Democracy’de yayımlanan makalesinde son krizi değerlendiriyor.
Amerikan bankalarının çöküşü
Prabhat Patnaik — 26 Mart 2023
ABD’deki Silicon Valley Bank ve Signature Bank’in çöküş nedenlerinde gizemli herhangi bir şey yok. Kapitalist dünyanın tüm bankacılık sisteminin neden dengesizlik içinde olduğu konusunda da gizemli bir şey yok: Sistemin bir kısmı çöktüğünde, diğer kısımları da sistemin çöken kısmının yükümlülüklerinden başka bir şey olmayan “toksik” varlıklarla yüklenir ve dolayısıyla “domino etkisine” maruz kalır. Asıl mesele şu: Amerikan kapitalizmi nasıl oldu da bankacılık sisteminin böylesine ciddi bir baskı altına girdiği bir duruma geldi? Bu bankaların, özellikle de SVB’nin çöküşü içsel bir olgu olmayıp sistemsel bir çelişkiyi yansıttığına göre bu çelişki tam olarak ne?
Her iki bankanın da çöküşünün ardındaki en yakın faktör, faiz oranlarındaki artış. Fakat sistemsel çelişkiyi daha net bir şekilde vurguladığı için burada kendimiz sadece SVB vakasıyla sınırlayacağız: Signature Bank vakası, istikrarsızlığıyla meşhur kripto para birimleriyle haşır neşir olduğu için oldukça atipik.
Faiz oranlarında artış tahvil fiyatlarını düşürür: Bir tahvilin fiyatı basitçe, tahvilin ömrü boyunca elde edeceği kazançların, geçerli faiz oranına göre iskonto edilmiş halidir ve eğer geçerli faiz oranı yükselirse aynı nominal kazanç akışı tahvil için daha düşük bir fiyat verir. Şimdi tüm bankalar, aralarında tahvillerin oldukça önemli bir yer tuttuğu bir dizi varlık tutuyor. Bu nedenle faiz oranlarındaki artış, tahvil fiyatlarını düşürerek bankaların varlıklarının değerini yükümlülüklerine göre azaltır ve bu da onları zora sokar.
Bankanın bu zorlanmanın üstesinden gelmek için gösterdiği her türlü çaba, zor durumda olduğunu tüm dünyaya açıkça itiraf etmesi anlamına gelir ve halkın bankayı terk etmesi için bir sinyal işlevi görür; öz sermayesinin değeri düşer ve bu da mevduat sahiplerini panikleterek yatırımlarını bankadan çekmelerine neden olur. Unutulmaması gereken şey, bir banka bu tür bir baskı altına girdiğinde, ne yaparsa yapsın, nahoş beklentilerle karşı karşıya kalacağıdır: Eğer herhangi bir düzeltici tedbir almaya çalışmazsa, aslında çöküşle karşı karşıya kalmayı tercih etmiş olacaktır ve eğer bazı düzeltici önlemler almaya çalışırsa, o zaman da çöküşle karşı karşıya kalma ihtimali güçlü olacaktır. Dolayısıyla bu koşullarda bankanın çökmesi kendisine bağlanamaz, bunun bankanın dışındaki makroekonomik faktörlerle açıklanması gerekir.
Yukarıdaki argüman, faiz oranlarındaki artışların bankaların çöküşünü tetikleyeceğini düşündürebilir ama bu kesinlikle doğru değil. Merkez Bankası tarafından kararlaştırılan faiz oranı hareketleri normalde marjda küçük değişiklikler şeklinde gerçekleşir ve faiz oranında küçük bir artış olması durumunda bankalar üzerindeki baskı yönetilebilir. Bankalar bu zorlanmayı “piyasada” fazla panik yaratmadan yönetebilirler. Ancak Fed tarafından belirlenen faiz oranı, aniden büyük bir marjla artırıldığında bankaların herhangi bir aktif-pasif uyuşmazlığını sakin ve düzenli bir şekilde yönetme fırsatı ellerinden alınmış olur.
ABD’de faiz oranları son dönemde kayda değer ölçüde artırıldı. Faiz oranları, 2022’nin şubat ayında yüzde 0,25 iken 2023’ün şubat ayında yüzde 4,75’e yükseldi. Bu kadar kısa sürede böylesine büyük bir artış yapılması, bankaların bilançolarını sorunsuz bir şekilde yönetmelerini imkânsız hale getiriyor. Bu nedenle asıl soru şu: Federal Rezerv Kurulu (merkez bankasının ABD’deki eşleniği) neden faiz oranlarını bu şekilde yükseltiyor?
Temel cevap, neoliberalizmde devletin ekonomiye müdahale etmek için elindeki tek silahın para politikası olduğudur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uzun bir süre boyunca başlıca müdahale aracı olan maliye politikası, neoliberalizmde geri plana çekildi. Hükümetler, küresel mobil finans sermayesi tarafından GSYH’ye oranla mali açıklarına bir tavan koymaya zorlanıyorlar ve kapitalistlerin ve genel olarak zenginlerin vergilendirilmesi aynı nedenle, yani küresel mobil finans sermayesinin hoşnutsuzluğuna yol açtığı için tabu olduğundan ekonomideki faaliyeti canlandırma çabası yalnızca faiz oranlarını düşürme biçimini alıyor.
Doğru, ABD’nin “mali sorumluluk” yasası yok ve mali açığını kontrol altında tutmak için ne yasal olarak ne de pratikte herhangi bir mali kaçış korkusu nedeniyle (zira böyle bir kaçış ABD gibi güvenli bir zeminde pek gerçekleşemez) kısıtlanmıyor ama ABD’nin faaliyeti canlandırmak için mali açığını artırması, dış borcunu artırırken yurt dışında istihdam yaratması anlamına gelir (zira ABD’nin yurt içi harcamalarının önemli bir kısmı yurt dışında üretilen mal ve hizmetlere talep olarak “sızar”). ABD, elbette pandemi sırasında mali açığını büyük ölçüde artırdı, bazılarının mevcut enflasyonu buna bağladığı bir hakikat, fakat bu yalnızca bir pandeminin yükü altındaydı. Konut balonunun çöküşünden sonra çok uzun bir süre, ekonomiyi canlandırmak için kullanılan başlıca araç, faiz oranının son derece düşük seviyelere, hatta sıfıra yakın seviyelere çekilmesiydi.
Konut balonu 2008 yılında çöktü. 2009’un sonlarından 2022’ye kadar faiz oranının aşamalı olarak maksimum yüzde 2’ye yükseltildiği 2016 ve 2020 yılları arasındaki kısa bir ara dışında aşağı yukarı yüzde 0,25’te takılı kaldı. Bu olağanüstü uzun ve olağanüstü ucuz para dönemi, ABD’li oligopolistlerin kâr marjlarını ve fiyatları yükseltmedeki risklerini azaltarak kesinlikle mevcut enflasyona katkıda bulundu, ama yine de Amerikan ekonomisini yeterince yüksek bir istihdam seviyesine yaklaştırmadı. Doğru, ABD’nin resmi işsizlik oranı yüzde 4 gibi düşük bir seviyeye geriledi ama aynı zamanda iş gücüne katılım oranında da düşüş yaşandı; iş gücüne katılım oranının 2008 ortasındaki seviyede devam ettiği varsayılarak hesaplanan işsizlik oranı, 2008’den sonraki dönem boyunca yüksek kaldı. Enflasyon patlak verdiğinde ise faiz oranı aniden büyük ölçüde yükseldi. Para politikasındaki bu görünürde irrasyonel olan dalgalanmanın, faiz oranındaki bu yo-yo hareketinin nedeni, küresel mobil finansın hegemonyası altında neredeyse hiçbir alternatifin olmaması gerçeğinde yatıyor. Kısacası bu görünürdeki irrasyonellik hükümetin kaprislerinden değil, küresel finansın hegemonyasından kaynaklanıyor.
Bu vahşi dalgalanmaların negatif etkisi ikinci bir faktör tarafından daha da şiddetlendirildi. Faiz oranı düştüğünde ve tahvil fiyatları arttığında bunun ekonomi üzerinde herhangi bir uyarıcı etkisi olsun ya da olmasın, en azından bankacılık sistemi için herhangi bir tehdit oluşturmaz. Bir bankanın varlıklarının değerindeki artış bankayı hiçbir şekilde zayıflatmaz. Fakat faiz oranı yükseldiğinde ve tahvil fiyatları düştüğünde, bir bankanın varlıklarının değeri yükümlülüklerinin değerine göre düşer; bu da “piyasada” bankayı yaşayamaz hale getirebilecek reaksiyonları tetikler. Faiz oranındaki düşüşün banka üzerindeki etkisi ile yükselişin etkisi arasındaki bu asimetri, bankacılık sistemini daha da zayıflatır.
Yalnızca Amerikan bankacılık sistemi değil, tüm kapitalist dünyanın bankacılık sistemi enflasyona karşı resmi politika reaksiyonu olarak faiz oranlarında keskin artışlara gitmesi nedeniyle tehdit altında. Credit Suisse gibi tanınmış bir banka bile son dönemde hisse senedi fiyatlarında çöküşle karşı karşıya kaldı ve rakibi UBS tarafından devralınıyor.
Dahası kapitalist dünyanın bankacılık sistemine yönelik tehdit hiçbir şekilde düşüşe geçmiş değil. Fed, daha önce enflasyonla mücadele için faiz oranlarını daha da yükseltmeyi planlıyordu; iki ABD bankasının çöküşü nedeniyle şimdi biraz daha yavaş hareket edebilir. Fakat enflasyon devam ettiği sürece faiz oranlarını yükseltmekten başka bir alternatifi yok, zira kapitalizmde enflasyonla mücadelenin tek yolu işsizlik yaratmaktır ve bu da bugünlerde tipik olarak faiz oranlarındaki artışla gerçekleştiriliyor. Kapitalizm kriz içinde bocalarken Avrupa’nın dört bir yanındaki işçilerin gösterileri, onun neoliberal evresinde ulaştığı çıkmazın daha da altını çiziyor.