GÖRÜŞ

Rusya’nın yeni dış siyaset belgesi-2: Küreselleşmeye karşı küreselleşme

Yayınlanma

Buraya kadar saydıklarım, belgenin “Genel İlkeler” ve “Çağdaş Dünya: temel eğilimler ve gelişme perspektifleri” başlığını taşıyan, esas teorik çerçeveyi tespit eden ilk iki bölümüyle ilgiliydi. Üçüncü bölüm ise şu başlığı taşıyor: “Rusya Federasyonu’nun dış siyaset alanında milli menfaatleri, Rusya Federasyonu’nun dış siyasetinin stratejik hedefleri ve temel ödevleri”.

Milli menfaatler, sadece “anayasal düzenin, egemenliğin, bağımsızlığın, devlet ve toprak bütünlüğünün korunmasından” ibaret değil. Uluslararası barış ve güvenliğin stratejik istikrarının korunması ve güçlendirilmesi, uluslararası ilişkilerin hukuk temellerinin güçlendirilmesi, Rusya vatandaşlarının ve teşkilatlarının hak, hürriyet ve kanuni menfaatlerinin savunulması, enformasyon güvenliğinin geliştirilmesi, “yıkıcı yabancı enformatif-psikolojik etkisine karşı Rusya toplumunun savunulması”, çevre, (tahmin edilebileceği gibi) “Rusya’nın geleneksel manevi-ahlaki değerlerinin güçlendirilmesi” de bunlar arasında. Ancak milli menfaatler arasında sayılan iki şeye daha dikkat çekmeli. Belge, “Rusya Federasyonu’nun çokuluslu halkının kültür ve tarih mirasının korunmasını” milli menfaatler arasında görüyor. (Millet ve halkın Sovyet siyasi literatüründe taşıdığı anlam üzerinde “Rusya…”da durmuştum.) Aynı şekilde, “Rusya halkının esirgenmesi, insan potansiyelinin geliştirilmesi, hayat standardının ve yurttaşların refahının yükseltilmesi” ile “Rusya ekonomisinin yeni teknolojik temellerde istikrarlı gelişmesi” de öyle.

Stratejik öncelikler, bu milli menfaatlere dayanıyor; en başta gelen, “bütün alanlarda egemenlik” ve toprak bütünlüğü.

Temel ödevlerin başında “adil ve sürdürülebilir bir dünya düzeninin oluşturulması” geliyor. Barış ve güvenliğin, istikrarın, “barış içinde bir arada yaşamanın” (kavramlar bazen göründüğünden çok daha fazlasını söylüyor; tıpkı burada Sovyetleri hatırlatıyor olması gibi) korunmasından başka, bütün ödevlerin temel yaklaşımı, başka devletlerle ortak eylem şeklinde özetlenebilir.

Yalnız “ödevlerden” biri, bu ruhu yansıtıyor olsa bile, diğerlerinden daha çok dikkat çekiyor: “Rusya’nın müttefik ve ortaklarına genel menfaatlerin sürdürülmesinde, bunların güvenliğinin ve sürdürülebilir gelişmesinin temininde, müttefiklerin ve ortakların uluslararası tanınırlık kazanmış olmasından veya uluslararası örgütlere üyeliğinden bağımsız olarak destekte bulunulması.” Önemli bu, zira şimdilik hiç kimseyi ilgilendirmiyor görünse bile müttefiklik ilişkisinin ileride, mesela Abhazya veya Transdinyester gibi ülkeleri de kapsayabileceğinin işaretini veriyor.

Birazdan Transdinyester değilse bile (Rusya tarafından resmi olarak tanınmıyor) Abhazya ve Güney Osetya’nın (her ikisi de Rusya tarafından tanınıyor) durumunun açıkça zikredildiğini de göreceğiz.

Belgenin en uzun ve daha ziyade pratiğe yönelik olan bölümü, 4’üncü bölüm: “Adil ve sürdürülebilir bir dünya düzeninin kurulması”. Temel ilke şöyle formüle ediliyor:

“Rusya, sağlam bir güvenlik, kültür ve uygarlık orijinalitesinin korunmasını, bütün devletler için coğrafi durumlarından, toprak büyüklüklerinden, demografik, kaynak ve askeri potansiyellerinden, siyasi, iktisadi ve sosyal yapısından bağımsız olarak eşit kalkınma imkânları temin edebilecek bir uluslararası ilişkiler sisteminin kurulmasını hedeflemektedir.” Bu çok kutuplu dünya düzeni şu ilkelere yaslanacaktır: “devletlerin egemen eşitliği, seçtikleri kalkınma modeline, sosyal, siyasi ve iktisadi yapıya saygı; uluslararası ilişkilerde hegemonyanın kabul edilmemesi; menfaat dengesi ve karşılıklı avantaj temelinde işbirliği; iç işlerine karışmama; uluslararası ilişkilerin düzenlenmesinde uluslararası hukukun üstünlüğü, bütün devletlerin çifte standartlardan vazgeçmesi; küresel ve bölgesel veçhelerde güvenliğin bölünmezliği; kültür, uygarlık ve toplumun örgütlenme modellerinin çeşitliliği, bütün devletlerin başka ülkelere kendi kalkınma modelini, ideolojik ve değer yapılarını dayatmaktan vazgeçmesi, dünyadaki bütün geleneksel dinler ve laik etik sistemler için tek bir manevi-ahlaki ilkenin mesnet edinilmesi; önde gelen devletlerin kendileri için olduğu gibi başka ülkeler ve halklar için de istikrarlı ve müreffeh kalkınma şartlarının teminine yönelik sorumlu liderliği; egemen devletlerin uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması alanında kararlar alırken öncü rolü oynaması.”

Rusya’nın öncelikli dikkat göstereceği noktaların başında, “ABD ve diğer dost olmayan ülkelerin küresel meselelerde hâkimiyetinin kalıntılarının ortadan kaldırılması, her devletin yeni-sömürgeci ve hegemonik ihtiraslardan vazgeçmesinin şartlarının yaratılması” geliyor.

Yeni-sömürgecilik meselesi, çok önemli. Bu eski (ve yeni) sömürge ve yeni-sömürge ülkelerinin ve halklarının saygısını kazanarak ileriye dönük avantaj sağlamak için samimiyetsiz bir söylemden mi ibaret, yoksa 1960’ların Sovyet siyasetiyle samimi bir paralellik mi gösteriyor sorusu tamamen başka bir mesele; ama bu söylemin ortaya çıkmış olması yeterince önemli. Geçtiğimiz yıl boyunca Rusya’nın Afrika ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye yönelik attığı adımlar yeni bir siyasi ortam hazırlandığını açıkça gösteriyor. 2022’nin Afrika bilançosunu hiç değilse bu temel başlıklarıyla gösterecek ayrı bir yazıya ihtiyaç var; ama burada birkaç olaya kısaca da olsa değinebiliriz: Kongo’da, ABD-İsrail desteğine sahip komşusu Ruanda’yla gerilim artarken “Putin Kongoluların kurtuluşudur” yazılı pankart altında büyükçe bir gösteri yapıldı. Afrika Birliği dönem başkanı Senegal Devlet Başkanı Macky Sall, kapsamlı bir Moskova turu yaptı. Uluslararası Moskova Güvenlik Konferansı’na şu ülkelerin savunma bakanları katıldı: Burundi, Gine, Kamerun, Mali, Sudan, Uganda, Çad, Etiyopya, Güney Afrika. Putin, hububat anlaşmasının zengin batının ihtiyacını karşılamak için kullanıldığını, ancak Rusya’nın hububat anlaşmasını uzatmamaya karar verecek olursa Afrika ülkelerine ücretsiz tahıl tedarik edeceğini birden fazla defa vaat etti. Zimbabve parlamento heyeti Duma oturumuna katıldı. Uganda genelkurmay başkanı, “Rusya’ya saldırı Afrika’ya saldırıdır,” dedi. Orta Afrika’da Rusya askeri danışmanlarının sayısı 1135’ten 1890’a çıkarıldı, OAC BM daimi temsilcisi bu sayıyı 3 bine çıkarmak istediklerini bildirdi. Halkların Dostluğu Üniversitesi’ne eski adı tekrar konuldu: Patrice Lumumba. Lumumba’nın adını silmek Yeltsin’in ilk marifetlerinden biriydi.

Demek ki 1950-1960’ların sömürgecilik karşıtı mücadelesine yapılan sıklaşan atıflar göstermelik bir diskurs değil; bunların ciddi bir içeriği var. Yeni dış siyaset konseptinin bu söylemi bütünüyle benimsiyor olması da verilen önemi gösteriyor.

Öncelikli dikkat gösterilecek alanlar listesine devam edelim. Güvenliğin sağlanmasına yönelik uluslararası mekanizmaların geliştirilmesi, ikinci sırada. Üçüncü sırada BM ele alınıyor: “BM’nin merkezi koordinasyon mekanizması olarak rolünün” yeniden tesisi. Arkasından şu devletlerarası örgütlerin rolünün güçlendirilmesi gerektiği belirtiliyor: BRICS, ŞİÖ, BDT, Avrasya Ekonomik Birliği, KGAÖ, RIC (Rusya, Hindistan, Çin) ve diğerleri. Asya-Pasifik bölgesinde, Latin Amerika’da, Afrika’da ve Yakındoğu’da bölgesel ve alt-bölgesel entegrasyonun desteklenmesi, uluslararası hukuk sisteminin geliştirilmesi, Rusya’nın bütün alanlarda müttefik ve ortaklarıyla işbirliğinin geliştirilmesi, dinler, kültürler ve uygarlıklar arasında yapıcı diyalog, “evrensel ve geleneksel manevi-ahlaki değerlerin korunması ve bunlara saygının temin edilmesini hedefleyen uluslararası çabaların konsolidasyonu (bu kapsamda bütün dünya dinleri için genel olan etik normlar), sahte hümanist ve benzer türden, insanlığın geleneksel manevi-ahlaki temellerini ve moral ilkelerini tüketmeye götüren neoliberal ideolojik kurumların dayatılması girişimlerinin etkisizleştirilmesi”.

Bu sonuncusunu özellikle eksiksiz çevirdim, zira geçen yıl 24 Şubat’tan beri siyasi söylem ve siyasi eylem, bu kültürel dayatmaların etkisizleştirilmesini gerçekten de kapsıyor. Kültür meselesi, daha 4 Mart günü Aydın Sezer’e mülakat veren Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Aleksey Yerhov tarafından da dile getirildiğine bakılırsa, Ukrayna harekâtının yol açtığı batıyla karşı karşıya gelişin siyasi hedefleri arasında önceden çok somut bir şekilde belirlenmişti. Yerhov orada şöyle diyordu: “Benim ümitlerim, halkımızın yaratıcı yetileri, onun emekçi ve mucit, savaşçı ve öğretmen yetenekleri üzerinde yükseliyor. Eminim, Rusya’nın içinde, toplumumuzun bağrında, üretici ve manevi bir temel; güçlerimizi açığa çıkararak, artık ne Rolls Royce ve Mercedes almaya, ne de bizi çıkararak cezalandırmak istedikleri ‘Eurovision’ ve ‘toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi’ gibi düşkün ve ahlaksız batı eğlencelerine ihtiyaç duymayan bir ülkeyi inşa etmemize olanak sağlayacak bir destek bulabileceğiz.”

Ancak benim bu başlıkta esas dikkat çekmek istediğim başka bir nokta daha var. Öncelikler arasında şu da belirtiliyor: “Bütün devletlerin adil ve eşit kalkınma için, dünya ekonomisinin ve uluslararası işbölümünün nimetlerine, keza çağdaş teknolojilere adil erişiminin temini (küresel enerji ve gıda güvenliği problemlerinin çözülmesi dahil).” Yukarıda ekonomide küreselleşmenin tehlikelerine dikkat çeken ve böylece Çin’in tutumuyla çelişen belge, burada küreselleşmeyi küreselleşme olmaktan çıkarmayı öngörüyor (zira küreselleşme doğrudan doğruya emperyalist bir eylemdir ve onun nimetlerinden herkesin eşit olarak yararlanmasını istemek küreselleşmeyi ortadan kaldırmaktan farksızdır).

Bölüm, “uluslararası ilişkilerde hukukun üstünlüğü” üzerinde durarak devam ediyor. Bu alt başlığa ilişkin söylenecek fazla bir şey yok; ancak hukukun üstünlüğünün “uluslararası gerilimi azaltmanın ve küresel gelişmede öngörülebilirliği yükseltmenin bir faktörü olduğu” vurgusu dikkat çekiyor. Gerçekten de öngörülebilirlik, belgenin en çok önem verdiği noktalardan biri. Dikkat çekici olan bir başka nokta ise, son anayasa değişikliğinin getirdiği, uluslararası anlaşmaların anayasaya aykırı olması veya bunların anayasaya aykırı şekilde yorumlanması halinde Rusya tarafından uygulanmayacağı hatırlatması.

Belge bütünüyle “öngörülebilir” bir çerçeve çiziyor; (birçok defa yazdığım gibi) devletin dış siyasetinde adını anmasa bile Yalta düzeninin devamını vazediyor ve uluslararası düzenin biricik temelinin de bu olduğunu vurguluyor. Yalta düzeni, “uluslararası hukukun gelişmesi ve kodifikasyonu için başlıca alan” olarak BM’yi gösterir. Belge, BM’yi uluslararası hukuk alanında bütün uluslararası kuruluşların üzerinde tanımlamaya devam ediyor.

Ancak yazıyı uzatmak pahasına not etmek gerek; belgenin altını önemle çizdiği ilkesel metin, BM Genel Kurulu tarafından 24 Ekim 1970’de kabul edilen “Birleşmiş Milletler Antlaşması Doğrultusunda Devletler Arasında Dostça İlişkiler ve İşbirliğine İlişkin Uluslararası Hukuk İlkeleri Konusundaki Bildirge”.

Bu metne geçen yıl, Ukrayna çatışmasının hemen eşiğinde, 9 Şubat günü, “Kırım meselesinin hukuku” başlığı altında değinmiştim. Tuhaf ki başka değinen de olmadı; oysa bu son derece önemli bir belgedir ve bir kez daha bu belgeye atıfta bulunulması, Kırım, Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri ile Zaporoje ve Herson oblastlerinin Rusya’ya katılmasının hukuki temelini vurgulamak ihtiyacından kaynaklanmakla kalmaz, aynı zamanda (birkaç defa tekrar ettiğim gibi) bu argümanın giderek daha sık bir şekilde kullanılacağını da gösterir. Zira argüman sadece “Rus dünyası” ile ilgili değil; milli meseleyle karşılaşılan her yerde bu argümana başvurulabilir.

24 Ekim 1970 belgesi, 1950’ler ve 1960’larda doruğa çıkan milli kurtuluş hareketlerinin BM hukukunda bıraktığı en derin izdir; bu iz antiemperyalist mücadelenin eseriydi ve ona dönüş, troykaya karşı hareketlere sunulacak desteğin hukuki temelini teşkil edebilir.

“Kırım meselesinin hukukundan” hatırlatmakta yarar var:

“1970 tarihli deklarasyona göre, ‘her devlet, halkları kendi kaderini tayin, hürriyet ve bağımsızlık haklarından mahrum edecek her türlü şiddete dayanan hareketten kaçınmakla yükümlüdür.’ Deklarasyon bu ilkenin, devletlerin parçalanması, toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin ve bağımsızlığının ihlali olarak değerlendirilemeyeceği kaydını düşüyor, şu şartla ki, bu devletler ‘eylemlerinde halkların hak eşitliğini ve kendi kaderini tayin hakkını gözetmekte olsun ve bunun neticesi, verili toprak parçasında yaşayan bütün bir halkı ırk, inanç ve derisinin renginde fark gözetmeksizin temsil eden hükümetlere sahip bulunsun’. Bu durumda, kendi kaderini tayin hakkı reddedilen bir halkın haklarını hayata geçirme biçimleri arasında şunlar sayılıyor: ‘Egemen ve bağımsız bir devlet kurmak, bağımsız bir devlete serbest katılım yahut onunla birlik oluşturmak yahut başka herhangi bir siyasi statü tesisi’.

“Demek ki bu deklarasyon, çokuluslu ülkelerde milli hakların tanınması şartıyla, birlikte yaşamayı ilkesel kabul ediyor; ancak milli hakların tanınması şartı yerine getirilmediğinde, hakları tanınmayan halkların kendi kaderlerini tayin hakkını gerçekleştirme hakkı vurgulanıyor. Veya şöyle söyleyelim: Eğer bir devlet, halkların hak eşitliği ve kendi kaderini tayin hakkı ilkesini gözetmiyorsa, halkların kendi kaderini tayin hakkı o devletin toprak bütünlüğünden üstündür.

“Peki kendi kaderini tayin ne?

Bu ille de bağımsız devlet anlamına gelmiyor; ulusal eşitlik temelinde federal cumhuriyetler, özerk idari bölgeler, kültürel özerklikler, hatta ulusal eşitlik temelinde üniter devletler de kendi kaderini gerçekleştirmenin yolları olabilir. Eğer bu haklar gerçekleştirilmişse, kendi kaderini tayin hakkı gerçekleşmiş demektir. Bunun hukuki teminatı ise anayasal düzendir. Demek ki bu argümana göre, anayasal düzenin yıkılması neticesinde bu hakkın ortadan kaldırıldığı Ukrayna’da Kırım Özerk Cumhuriyeti’nin, kendi kaderini tayin hakkını kullanarak bağımsızlık ilanı ve arkasından bu hakkın gerçekleştiği bir devlet olarak Rusya’ya katılması tamamen meşrudur.”

Buna tekrar döneceğim.

Çok Okunanlar

Exit mobile version