Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Rusya’nın yeni dış siyaset belgesi-2: Küreselleşmeye karşı küreselleşme

Yayınlanma

Buraya kadar saydıklarım, belgenin “Genel İlkeler” ve “Çağdaş Dünya: temel eğilimler ve gelişme perspektifleri” başlığını taşıyan, esas teorik çerçeveyi tespit eden ilk iki bölümüyle ilgiliydi. Üçüncü bölüm ise şu başlığı taşıyor: “Rusya Federasyonu’nun dış siyaset alanında milli menfaatleri, Rusya Federasyonu’nun dış siyasetinin stratejik hedefleri ve temel ödevleri”.

Milli menfaatler, sadece “anayasal düzenin, egemenliğin, bağımsızlığın, devlet ve toprak bütünlüğünün korunmasından” ibaret değil. Uluslararası barış ve güvenliğin stratejik istikrarının korunması ve güçlendirilmesi, uluslararası ilişkilerin hukuk temellerinin güçlendirilmesi, Rusya vatandaşlarının ve teşkilatlarının hak, hürriyet ve kanuni menfaatlerinin savunulması, enformasyon güvenliğinin geliştirilmesi, “yıkıcı yabancı enformatif-psikolojik etkisine karşı Rusya toplumunun savunulması”, çevre, (tahmin edilebileceği gibi) “Rusya’nın geleneksel manevi-ahlaki değerlerinin güçlendirilmesi” de bunlar arasında. Ancak milli menfaatler arasında sayılan iki şeye daha dikkat çekmeli. Belge, “Rusya Federasyonu’nun çokuluslu halkının kültür ve tarih mirasının korunmasını” milli menfaatler arasında görüyor. (Millet ve halkın Sovyet siyasi literatüründe taşıdığı anlam üzerinde “Rusya…”da durmuştum.) Aynı şekilde, “Rusya halkının esirgenmesi, insan potansiyelinin geliştirilmesi, hayat standardının ve yurttaşların refahının yükseltilmesi” ile “Rusya ekonomisinin yeni teknolojik temellerde istikrarlı gelişmesi” de öyle.

Stratejik öncelikler, bu milli menfaatlere dayanıyor; en başta gelen, “bütün alanlarda egemenlik” ve toprak bütünlüğü.

Temel ödevlerin başında “adil ve sürdürülebilir bir dünya düzeninin oluşturulması” geliyor. Barış ve güvenliğin, istikrarın, “barış içinde bir arada yaşamanın” (kavramlar bazen göründüğünden çok daha fazlasını söylüyor; tıpkı burada Sovyetleri hatırlatıyor olması gibi) korunmasından başka, bütün ödevlerin temel yaklaşımı, başka devletlerle ortak eylem şeklinde özetlenebilir.

Yalnız “ödevlerden” biri, bu ruhu yansıtıyor olsa bile, diğerlerinden daha çok dikkat çekiyor: “Rusya’nın müttefik ve ortaklarına genel menfaatlerin sürdürülmesinde, bunların güvenliğinin ve sürdürülebilir gelişmesinin temininde, müttefiklerin ve ortakların uluslararası tanınırlık kazanmış olmasından veya uluslararası örgütlere üyeliğinden bağımsız olarak destekte bulunulması.” Önemli bu, zira şimdilik hiç kimseyi ilgilendirmiyor görünse bile müttefiklik ilişkisinin ileride, mesela Abhazya veya Transdinyester gibi ülkeleri de kapsayabileceğinin işaretini veriyor.

Birazdan Transdinyester değilse bile (Rusya tarafından resmi olarak tanınmıyor) Abhazya ve Güney Osetya’nın (her ikisi de Rusya tarafından tanınıyor) durumunun açıkça zikredildiğini de göreceğiz.

Belgenin en uzun ve daha ziyade pratiğe yönelik olan bölümü, 4’üncü bölüm: “Adil ve sürdürülebilir bir dünya düzeninin kurulması”. Temel ilke şöyle formüle ediliyor:

“Rusya, sağlam bir güvenlik, kültür ve uygarlık orijinalitesinin korunmasını, bütün devletler için coğrafi durumlarından, toprak büyüklüklerinden, demografik, kaynak ve askeri potansiyellerinden, siyasi, iktisadi ve sosyal yapısından bağımsız olarak eşit kalkınma imkânları temin edebilecek bir uluslararası ilişkiler sisteminin kurulmasını hedeflemektedir.” Bu çok kutuplu dünya düzeni şu ilkelere yaslanacaktır: “devletlerin egemen eşitliği, seçtikleri kalkınma modeline, sosyal, siyasi ve iktisadi yapıya saygı; uluslararası ilişkilerde hegemonyanın kabul edilmemesi; menfaat dengesi ve karşılıklı avantaj temelinde işbirliği; iç işlerine karışmama; uluslararası ilişkilerin düzenlenmesinde uluslararası hukukun üstünlüğü, bütün devletlerin çifte standartlardan vazgeçmesi; küresel ve bölgesel veçhelerde güvenliğin bölünmezliği; kültür, uygarlık ve toplumun örgütlenme modellerinin çeşitliliği, bütün devletlerin başka ülkelere kendi kalkınma modelini, ideolojik ve değer yapılarını dayatmaktan vazgeçmesi, dünyadaki bütün geleneksel dinler ve laik etik sistemler için tek bir manevi-ahlaki ilkenin mesnet edinilmesi; önde gelen devletlerin kendileri için olduğu gibi başka ülkeler ve halklar için de istikrarlı ve müreffeh kalkınma şartlarının teminine yönelik sorumlu liderliği; egemen devletlerin uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması alanında kararlar alırken öncü rolü oynaması.”

Rusya’nın öncelikli dikkat göstereceği noktaların başında, “ABD ve diğer dost olmayan ülkelerin küresel meselelerde hâkimiyetinin kalıntılarının ortadan kaldırılması, her devletin yeni-sömürgeci ve hegemonik ihtiraslardan vazgeçmesinin şartlarının yaratılması” geliyor.

Yeni-sömürgecilik meselesi, çok önemli. Bu eski (ve yeni) sömürge ve yeni-sömürge ülkelerinin ve halklarının saygısını kazanarak ileriye dönük avantaj sağlamak için samimiyetsiz bir söylemden mi ibaret, yoksa 1960’ların Sovyet siyasetiyle samimi bir paralellik mi gösteriyor sorusu tamamen başka bir mesele; ama bu söylemin ortaya çıkmış olması yeterince önemli. Geçtiğimiz yıl boyunca Rusya’nın Afrika ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye yönelik attığı adımlar yeni bir siyasi ortam hazırlandığını açıkça gösteriyor. 2022’nin Afrika bilançosunu hiç değilse bu temel başlıklarıyla gösterecek ayrı bir yazıya ihtiyaç var; ama burada birkaç olaya kısaca da olsa değinebiliriz: Kongo’da, ABD-İsrail desteğine sahip komşusu Ruanda’yla gerilim artarken “Putin Kongoluların kurtuluşudur” yazılı pankart altında büyükçe bir gösteri yapıldı. Afrika Birliği dönem başkanı Senegal Devlet Başkanı Macky Sall, kapsamlı bir Moskova turu yaptı. Uluslararası Moskova Güvenlik Konferansı’na şu ülkelerin savunma bakanları katıldı: Burundi, Gine, Kamerun, Mali, Sudan, Uganda, Çad, Etiyopya, Güney Afrika. Putin, hububat anlaşmasının zengin batının ihtiyacını karşılamak için kullanıldığını, ancak Rusya’nın hububat anlaşmasını uzatmamaya karar verecek olursa Afrika ülkelerine ücretsiz tahıl tedarik edeceğini birden fazla defa vaat etti. Zimbabve parlamento heyeti Duma oturumuna katıldı. Uganda genelkurmay başkanı, “Rusya’ya saldırı Afrika’ya saldırıdır,” dedi. Orta Afrika’da Rusya askeri danışmanlarının sayısı 1135’ten 1890’a çıkarıldı, OAC BM daimi temsilcisi bu sayıyı 3 bine çıkarmak istediklerini bildirdi. Halkların Dostluğu Üniversitesi’ne eski adı tekrar konuldu: Patrice Lumumba. Lumumba’nın adını silmek Yeltsin’in ilk marifetlerinden biriydi.

Demek ki 1950-1960’ların sömürgecilik karşıtı mücadelesine yapılan sıklaşan atıflar göstermelik bir diskurs değil; bunların ciddi bir içeriği var. Yeni dış siyaset konseptinin bu söylemi bütünüyle benimsiyor olması da verilen önemi gösteriyor.

Öncelikli dikkat gösterilecek alanlar listesine devam edelim. Güvenliğin sağlanmasına yönelik uluslararası mekanizmaların geliştirilmesi, ikinci sırada. Üçüncü sırada BM ele alınıyor: “BM’nin merkezi koordinasyon mekanizması olarak rolünün” yeniden tesisi. Arkasından şu devletlerarası örgütlerin rolünün güçlendirilmesi gerektiği belirtiliyor: BRICS, ŞİÖ, BDT, Avrasya Ekonomik Birliği, KGAÖ, RIC (Rusya, Hindistan, Çin) ve diğerleri. Asya-Pasifik bölgesinde, Latin Amerika’da, Afrika’da ve Yakındoğu’da bölgesel ve alt-bölgesel entegrasyonun desteklenmesi, uluslararası hukuk sisteminin geliştirilmesi, Rusya’nın bütün alanlarda müttefik ve ortaklarıyla işbirliğinin geliştirilmesi, dinler, kültürler ve uygarlıklar arasında yapıcı diyalog, “evrensel ve geleneksel manevi-ahlaki değerlerin korunması ve bunlara saygının temin edilmesini hedefleyen uluslararası çabaların konsolidasyonu (bu kapsamda bütün dünya dinleri için genel olan etik normlar), sahte hümanist ve benzer türden, insanlığın geleneksel manevi-ahlaki temellerini ve moral ilkelerini tüketmeye götüren neoliberal ideolojik kurumların dayatılması girişimlerinin etkisizleştirilmesi”.

Bu sonuncusunu özellikle eksiksiz çevirdim, zira geçen yıl 24 Şubat’tan beri siyasi söylem ve siyasi eylem, bu kültürel dayatmaların etkisizleştirilmesini gerçekten de kapsıyor. Kültür meselesi, daha 4 Mart günü Aydın Sezer’e mülakat veren Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Aleksey Yerhov tarafından da dile getirildiğine bakılırsa, Ukrayna harekâtının yol açtığı batıyla karşı karşıya gelişin siyasi hedefleri arasında önceden çok somut bir şekilde belirlenmişti. Yerhov orada şöyle diyordu: “Benim ümitlerim, halkımızın yaratıcı yetileri, onun emekçi ve mucit, savaşçı ve öğretmen yetenekleri üzerinde yükseliyor. Eminim, Rusya’nın içinde, toplumumuzun bağrında, üretici ve manevi bir temel; güçlerimizi açığa çıkararak, artık ne Rolls Royce ve Mercedes almaya, ne de bizi çıkararak cezalandırmak istedikleri ‘Eurovision’ ve ‘toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi’ gibi düşkün ve ahlaksız batı eğlencelerine ihtiyaç duymayan bir ülkeyi inşa etmemize olanak sağlayacak bir destek bulabileceğiz.”

Ancak benim bu başlıkta esas dikkat çekmek istediğim başka bir nokta daha var. Öncelikler arasında şu da belirtiliyor: “Bütün devletlerin adil ve eşit kalkınma için, dünya ekonomisinin ve uluslararası işbölümünün nimetlerine, keza çağdaş teknolojilere adil erişiminin temini (küresel enerji ve gıda güvenliği problemlerinin çözülmesi dahil).” Yukarıda ekonomide küreselleşmenin tehlikelerine dikkat çeken ve böylece Çin’in tutumuyla çelişen belge, burada küreselleşmeyi küreselleşme olmaktan çıkarmayı öngörüyor (zira küreselleşme doğrudan doğruya emperyalist bir eylemdir ve onun nimetlerinden herkesin eşit olarak yararlanmasını istemek küreselleşmeyi ortadan kaldırmaktan farksızdır).

Bölüm, “uluslararası ilişkilerde hukukun üstünlüğü” üzerinde durarak devam ediyor. Bu alt başlığa ilişkin söylenecek fazla bir şey yok; ancak hukukun üstünlüğünün “uluslararası gerilimi azaltmanın ve küresel gelişmede öngörülebilirliği yükseltmenin bir faktörü olduğu” vurgusu dikkat çekiyor. Gerçekten de öngörülebilirlik, belgenin en çok önem verdiği noktalardan biri. Dikkat çekici olan bir başka nokta ise, son anayasa değişikliğinin getirdiği, uluslararası anlaşmaların anayasaya aykırı olması veya bunların anayasaya aykırı şekilde yorumlanması halinde Rusya tarafından uygulanmayacağı hatırlatması.

Belge bütünüyle “öngörülebilir” bir çerçeve çiziyor; (birçok defa yazdığım gibi) devletin dış siyasetinde adını anmasa bile Yalta düzeninin devamını vazediyor ve uluslararası düzenin biricik temelinin de bu olduğunu vurguluyor. Yalta düzeni, “uluslararası hukukun gelişmesi ve kodifikasyonu için başlıca alan” olarak BM’yi gösterir. Belge, BM’yi uluslararası hukuk alanında bütün uluslararası kuruluşların üzerinde tanımlamaya devam ediyor.

Ancak yazıyı uzatmak pahasına not etmek gerek; belgenin altını önemle çizdiği ilkesel metin, BM Genel Kurulu tarafından 24 Ekim 1970’de kabul edilen “Birleşmiş Milletler Antlaşması Doğrultusunda Devletler Arasında Dostça İlişkiler ve İşbirliğine İlişkin Uluslararası Hukuk İlkeleri Konusundaki Bildirge”.

Bu metne geçen yıl, Ukrayna çatışmasının hemen eşiğinde, 9 Şubat günü, “Kırım meselesinin hukuku” başlığı altında değinmiştim. Tuhaf ki başka değinen de olmadı; oysa bu son derece önemli bir belgedir ve bir kez daha bu belgeye atıfta bulunulması, Kırım, Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri ile Zaporoje ve Herson oblastlerinin Rusya’ya katılmasının hukuki temelini vurgulamak ihtiyacından kaynaklanmakla kalmaz, aynı zamanda (birkaç defa tekrar ettiğim gibi) bu argümanın giderek daha sık bir şekilde kullanılacağını da gösterir. Zira argüman sadece “Rus dünyası” ile ilgili değil; milli meseleyle karşılaşılan her yerde bu argümana başvurulabilir.

24 Ekim 1970 belgesi, 1950’ler ve 1960’larda doruğa çıkan milli kurtuluş hareketlerinin BM hukukunda bıraktığı en derin izdir; bu iz antiemperyalist mücadelenin eseriydi ve ona dönüş, troykaya karşı hareketlere sunulacak desteğin hukuki temelini teşkil edebilir.

“Kırım meselesinin hukukundan” hatırlatmakta yarar var:

“1970 tarihli deklarasyona göre, ‘her devlet, halkları kendi kaderini tayin, hürriyet ve bağımsızlık haklarından mahrum edecek her türlü şiddete dayanan hareketten kaçınmakla yükümlüdür.’ Deklarasyon bu ilkenin, devletlerin parçalanması, toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin ve bağımsızlığının ihlali olarak değerlendirilemeyeceği kaydını düşüyor, şu şartla ki, bu devletler ‘eylemlerinde halkların hak eşitliğini ve kendi kaderini tayin hakkını gözetmekte olsun ve bunun neticesi, verili toprak parçasında yaşayan bütün bir halkı ırk, inanç ve derisinin renginde fark gözetmeksizin temsil eden hükümetlere sahip bulunsun’. Bu durumda, kendi kaderini tayin hakkı reddedilen bir halkın haklarını hayata geçirme biçimleri arasında şunlar sayılıyor: ‘Egemen ve bağımsız bir devlet kurmak, bağımsız bir devlete serbest katılım yahut onunla birlik oluşturmak yahut başka herhangi bir siyasi statü tesisi’.

“Demek ki bu deklarasyon, çokuluslu ülkelerde milli hakların tanınması şartıyla, birlikte yaşamayı ilkesel kabul ediyor; ancak milli hakların tanınması şartı yerine getirilmediğinde, hakları tanınmayan halkların kendi kaderlerini tayin hakkını gerçekleştirme hakkı vurgulanıyor. Veya şöyle söyleyelim: Eğer bir devlet, halkların hak eşitliği ve kendi kaderini tayin hakkı ilkesini gözetmiyorsa, halkların kendi kaderini tayin hakkı o devletin toprak bütünlüğünden üstündür.

“Peki kendi kaderini tayin ne?

Bu ille de bağımsız devlet anlamına gelmiyor; ulusal eşitlik temelinde federal cumhuriyetler, özerk idari bölgeler, kültürel özerklikler, hatta ulusal eşitlik temelinde üniter devletler de kendi kaderini gerçekleştirmenin yolları olabilir. Eğer bu haklar gerçekleştirilmişse, kendi kaderini tayin hakkı gerçekleşmiş demektir. Bunun hukuki teminatı ise anayasal düzendir. Demek ki bu argümana göre, anayasal düzenin yıkılması neticesinde bu hakkın ortadan kaldırıldığı Ukrayna’da Kırım Özerk Cumhuriyeti’nin, kendi kaderini tayin hakkını kullanarak bağımsızlık ilanı ve arkasından bu hakkın gerçekleştiği bir devlet olarak Rusya’ya katılması tamamen meşrudur.”

Buna tekrar döneceğim.

GÖRÜŞ

Sovyet basınında 12 Eylül – 1  

Yayınlanma

Yazar

Eski gazeteler bir dönemin ruhunu kavramak, dolayısıyla karşılaştırmalı analizler yapabilmek için en gerekli şeylerden biri. Sadece belli meselelerde kamuoyu algısını tespit etmek için değil devletlerin tutumundaki değişiklikler ve benzerlikleri göstermek için de önemli bunlar.

Aşağıdaki yazı, Sovyetler Birliği’nin resmi hükümet organı (“SSCB Halk Temsilcileri Sovyeti Haberleri”) İzvestiya ile resmi parti organı (“SBKP Merkez Komitesi Organı”) Pravda’da, başka bir deyişle Sovyet yönetiminde 12 Eylül askeri faşist darbesinin nasıl yansıdığını, 12 Eylül’den 31 Aralık 1980’e kadar Türkiye ile ilgili bütün haberlerini inceleyerek ele alıyor.

İzvestiya darbe haberini aynı gün akşam baskısında vermiş. Şöyle diyor:

“Ankara sabahı boş caddelerle karşıladı. Tanklar ve zırhlı araçlar başkentin bütün anayollarını kapatmış, hükümet binalarını bloke etmişti. Perşembeyi cumaya bağlayan gece Türk Silahlı Kuvvetleri ülkede iktidarı ellerine aldı. Askerler genelkurmay başkanı Kenan Evren’in başkanlığında Milli Güvenlik Konseyi kurdular. Anayasa askıya alındı. Parlamento dağıtıldı. Demirel hükümeti devrildi. Bütün siyasi partilerin, sendikaların ve sosyal örgütlerin faaliyeti de durduruldu. Ülkede sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Sokaklarda askerler devriye geziyor. Radyo halka sükuneti koruma çağrısı yapıyor. …”

Pravda’nın 12 Eylül’le ilgili ilk yayını ise ertesi gün, Ankara muhabiri A. Filippov’un 12 Eylül’de geçtiği iki haber. Bu haberlerde darbeci Milli Güvenlik Konseyinin açıklaması aktarılıyor; “ülkede durumun sakin olduğu ve herhangi bir şiddet eylemi veya kurbanla ilgili haber ulaşmadığı” söyleniyor. Evren’in ilk radyo konuşması da haberde geniş yer bulmuş: “General Evren Türkiye’nin NATO’ya bağlılığını koruyacağını, imzaladığı bütün uluslararası anlaşmalara saygı göstereceğini ve bütün komşu ülkelerle eşitlik, karşılıklı saygı ve içişlerine karışmama temelinde iyi ilişkileri devam ettireceğini vurguladı.”

Aynı gün İzvestiya, Evren’in ilk konuşmasını daha ayrıntılı vermiş: “Evren’in dediğine göre dağıtılan parlamentonun üyeleri parlamento dokunulmazlığını kullanarak kanunları ihlal edenler dışında mahkemeler tarafından kovuşturulmayacak.” “Geçici olarak ordunun korumasında” oldukları bildirilen dört siyasi partinin liderlerinin “şartlar imkân verir vermez” serbest bırakılacağı da haberde belirtiliyor.

Bu ilk haberlerdeki “normalleşme” vurgusu Pravda’nın 14 Eylül’deki haberinin de vurgusu: gazete, “kısa bir süreliğine kesilen” demiryolu ve karayolu ulaşımının yeniden sağlandığını, havaalanları ve limanların açıldığını, yabancı ülke vatandaşlarının giriş çıkışına engellerin kaldırıldığını yazıyor, keza: “Posta, telgraf, marketler, dükkânlar, pazarlar, fırınlar ve apartman hizmetleri normal çalışıyor.” Pravda’nın yerel basından aktardığına göre pazartesi günü de milli ve özel bankalarla devlet kuruluşları yeniden çalışmaya başlayacakmış. Öte yandan: “İktidar için mücadele eden partilerin liderleri… tecrit edildi. Resmî açıklamalara göre bunlar askerlerin kontrolü altındaki güvenli yerlerde bulunuyor.” Gazete Evren’in açıklamasına göre son iki yıldır “aşırılıkçılar” tarafından girişilen terör sonucu 5241 kişinin öldüğünü ve 14152 kişinin de yaralandığını eklemiş.

Pravda’nın “ideolojik yol göstericiliği” altında İzvestiya da ertesi gün “Durum normalleşiyor” başlığı atmış. Evren’in devlet başkanı yetkilerini üstlendiğini yazmış; durum da öyle bir hızla normalleşiyormuş ki: “Ülkede sükûnet korunuyor, sokağa çıkma yasağı süresi kısaltıldı.” İzvestiya, Demirel ve Ecevit’in Gelibolu’da askeri yetkililerin gözetimi altında bulunduklarını, yabancı ajansların haberlerine göre ise MHP genel başkanı Türkeş’in de tutuklandığını belirtmiş.

İzvestiya ertesi gün şöyle yazıyor: “Milli Güvenlik Konseyi Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ün ‘yurtta sulh cihanda sulh’ ilkelerini takip etmekte kesin kararlı olduğunu açıkladı.” Durum normale dönerken: “Fiilen bütün kurum ve işletmeler faaliyetlerine yeniden başladı”. Ancak haberin en dikkat çekici cümlesi şu: “MGK grevleri yasakladı ve grevlerin sardığı özel işletmelerin sahiplerini de işçi ücretlerini yükseltmeye mecbur kıldı.” Demek ki güvenliğin tesisi için (sahi, başka neden olabilir ki?) grevler yasaklanmış ama ücret artışı metazori dayatılmış. Öyleyse Türkiye’de emekçi kesimler için durumun fena olmadığı anlaşılıyor. En dikkat çekici ikinci cümle: “Neofaşist ve sol aşırılıkçı örgütlerin elebaşı ve aktivistlerine yönelik de tutuklamalar bildiriliyor.” Demek ki demokratik gelişmeden yana olanlara dokunulmuyor; sadece faşistler ve “aşırı solcular” hedefte. İzvestiya Ankara ve İstanbul da içlerinde 27 şehirde belediye başkanlarının yerini askerlerin atadığı isimlerin aldığını da eklemiş.

Pravda ise aynı gün askeri yönetimin çağrısıyla ülkedeki diplomatik temsilcilerin Dışişleri bakanlığına çağrılarak bilgilendirildiğini yazıyor. Pravda’nın Ankara temsilcisi A. Filippov’un ulusal radyo ve televizyon yayınlarından aktardığına göre “iş hayatı” normalleşmiş, özel ve devlet sektöründeki bütün işletmeler faaliyetlerine tekrar başlamışlar. Darbecilerin patronlardan ücret artışı istediği hatırlatmasını da yapmış Filippov, üstelik öyle böyle bir artış değil: “Bir dizi tesiste ve yönetim aygıtı alanındaki grevler kesildi. İşletmecilere ve kurum yöneticilerine ülkedeki pahalılığın artışını dikkate alarak derhal grevcilerin başlıca ekonomik taleplerini kabul etmeleri ve yüzde 70’e varan ücret artışları yapmaları öneriliyor.” Belirtmek gerek; “grevlerin kesildiği” ifadesi yasaklandığı değil kendiliğinden bitirildiği iması taşıyor. TİP genel başkanı Behice Boran’ın İstanbul’da ev hapsinde tutulduğu özellikle vurgulanmış. Haberin en ilginç cümleleri şunlar: “Son iki gündür askeri yetkililer çok sayıda aşırı solcu ve neofaşist aşırılıkçıyı gözaltına aldılar. Tutuklananlar arasında bu yılın temmuz ayında eski başbakan N. Erim’i öldüren terörist grupları da var. Yetkililerin emriyle neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’nin yayın organı Hergün kapatıldı. Yerel Aydınlıkçıların gazetesi Aydınlık da yasaklandı.” Pravda’nın çaldığı tel, tıpkı İzvestiya gibi, “askeri yönetimin” (darbeciler ifadesi özellikle geçmiyor) sola değil “aşırı sola” ve “neofaşistlere” karşı olduğu.

Ankara mahreçli haberlerde hayırhah tutumun örneklerine aşağıda da rastlayacağız. Ancak Avrupa başkentleri mahreçli haberlerde başka ve nesnel bir eğilim var. Örneğin Pravda’nın Bonn temsilcisi V. Mihaylov 18 Eylül’de ABD dışişleri bakan yardımcısı Warren Christopher’in Bonn’a planlanmamış bir ziyarette bulunduğunu, görüşmelerde “Türkiye’deki olayların” da ele alındığını bildiriyor. Mihaylov’a göre Türkiye’deki darbe NATO üyeleri arasındaki eski tartışmaları tekrar alevlendirmiş, “NATO’nun Türkiye’yi çok büyük ölçüde militarize etmesi ve askeri köprübaşına dönüştürmesinin ülkeyi ekonomik felakete sürüklemekte ve iç çelişkileri patlama noktasına kadar kızdırmakta olduğu” endişeleri varmış. Dahası, “Washington’un Avrupalı müttefiklerinden bir kısmı artık bu siyasetin devam etmesine karşı çıktılar.” Mihaylov, Belçika ve Danimarka’nın Türkiye’de planlanmış NATO tatbikatının iptalini istediklerini, ancak ABD ve Almanya’nın karşı çıktığını, bunun üzerine Belçika’nın tatbikata katılmayacağını açıkladığını da bildiriyor.

Pravda’da 14 Ekim’de yayınlanan ve NATO liderlerinin Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi çabalarına hız verdiğini vurgulayan Brüksel mahreçli haberi de bu türden. Yunanistan 1974’te Kıbrıs harekatının ardından NATO’nun “ataletini” protesto için askeri kanattan ayrılmıştı. Gazete ayrıca ABD’nin Avrupa’daki kuvvetlerinin komutanı Rogers’in Türkiye’de Yunanistan meselesiyle ilgili görüşmeler yaptığını da belirtiyor: “Yerel gazetelerin değerlendirmelerine bakıldığında Rogers… son üç haftadır üç defa Ankara’ya gitti ve ‘Yunanistan ve Türkiye’nin niyetleri hususunda tam bir iyimserlik içinde’”. Bu Rogers, bilindiği gibi, Evren’in “yakın dostu” (öyle demişti faşist darbenin lideri); Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi de bu “dostluğun” eseri.

16 Ekim’de İzvestiya’da da Brüksel mahreçli bir haberde aynı nesnel ve doğru tutum şu ifadeyle formüle edilmiş: “Türkiye’deki darbe ABD’nin desteğiyle yerli gericilik tarafından gerçekleştirildi.” Bu, üç buçuk ay boyunca darbenin gerçek niteliğiyle ilgili Pravda ve İzvestiya sayfalarında yer alan tek doğru cümle.

Ama Avrupa mahreçli yazılar darbenin ABD destekli olduğunu açıkça ima ederken Ankara mahreçli haberler toz pembe bir tablo çiziyor.

Pravda aynı gün Evren’in basın toplantısının ayrıntılı bir haberini de vermiş.

Bu toz pembe tablo, darbecileri neredeyse halkın dostu ilan eden eğilimi yıl sonuna kadar görmeye devam ediyoruz.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İsrail “stratejik bir kavşağa” ulaştı

Yayınlanma

Yazar

11 Eylül’de Pentagon, uçak gemisi USS Roosevelt’in geri döndüğünü açıkladı; bu da ABD’nin iki savaş gemisi grubunu Orta Doğu’da tutma operasyonunun sona erdiği anlamına geliyor ve Orta Doğu’daki durumun hafiflediğine dair bir sinyal veriyor. Aynı gün İsrail, Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) lideri Yahya Sinvar’a bir ateşkes anlaşmasına varmak için ailesiyle birlikte Gazze Şeridi’nden ayrılmasını önerdi ve bu da İsrail’in Gazze kuşatmasını sona erdirmeyi düşündüğünün sinyalini verdi. Ancak Netanyahu’nun sağcı hükümetinin bir savaş alanından diğerine geçip geçmeyeceği, güneyde Gazze’deki harekâtını sonlandırıp kuzeyde Lübnan’a yönelip yönelmeyeceği belirsiz.

İsrail-Filistin çatışması 12. ayına girdi ve kazanan yok. Elbette en büyük kaybedenler, büyük çoğunluğu sivil, yarısı kadın ve çocuk olmak üzere 41.000’den fazla kişinin hayatını kaybettiği, “yeryüzündeki cehennem” ve “en büyük açık hava hapishanesi” Gazze Şeridi’nde yaşayan Filistinliler. Her gün onlarca hatta yüzlerce Gazzeli sivilin çeşitli İsrail saldırıları ya da bombardımanları sonucu hayatını kaybettiği insani kriz, 2,3 milyon Filistinlinin acılarını cehenneme çevirmiş durumda. Ancak, 1948’den sonra yaşanan üçüncü “ulusal felaket” ve 76 yıl içinde karşılaşılan en yüksek yaşam maliyeti, İsrail’in yasa dışı işgalinin sona ermesini sağlamadı ve İsrail ile ilişkileri normalleştiren altı Arap ülkesi ve Filistin Kurtuluş Örgütü, “toprak karşılığında barış” ilkesine geri dönmedi — ödenen barış bedeli, işgal edilen toprakları geri getirmedi.

İsrail’in Filistinlilere karşı ezici bir üstünlük kursa da, bu hiçbir şekilde bir zafer değil: ülke nadir görülen bir savaş durumuna sürüklendi, yabancı yatırımlar geri çekildi, uçuşlar aksadı, kredi notları düşürüldü, uluslararası imaj paramparça oldu ve siyasi elitlerin birbirlerini suçladığı iç çelişkiler öne çıktı. Dünyanın askeri gücü İsrail en az 500 tank ve piyade savaş aracını kaybetti, en az 670 askeri çatışmalarda öldü, 11.000 askeri psikiyatrik tedaviye ihtiyaç duyuyor, davranışlarını kontrol edemeyen ya da savaş veya insanlık yasalarını ihlal eden askerlerin işlediği vahşet gün yüzüne çıkmaya devam ediyor, devam eden askeri operasyonlar sonucunda İsrail ordusunun tamamı tükenmiş durumda, açık bir asker açığı var ve dindar öğrencileri zorla askere almak zorunda kaldılar ve ateşkese ulaşmadaki gecikmeler, çatışmanın patlak vermesiyle özgürlüklerini kaybeden 251 kişinin İsrail silahlı kuvvetlerine katılmaya zorlandığı bir duruma yol açtı. Çatışmaların başladığı dönemde özgürlüklerini kaybetmiş 251 tutuklunun ölümüne yol açan ateşkesin sağlanmasındaki gecikme, İsrail’de protesto ve gösteri dalgalarını da tetikledi.

İsrail’in en büyük sorunu, meşru müdafaa hakkını aştığı ve aşırı güç kullandığı için “etnik temizlik” ve “savaş suçları” ve hatta “insanlığa karşı suçlar” ile kınanması, suçlanması ve kovuşturma ile karşı karşıya olmasıdır. Ayrıca Orta Doğu’da jeopolitik gerilimlerle dolu bir arı kovanına çomak sokarak, başta İran ve Suriye ile Filistinli Hamas, Lübnanlı Hizbullah, Iraklı Halk Seferberlik Güçleri, Yemenli Husi güçleri ve Filistin Ulusal Kurtuluş Cephesi dahil gibi sertlik yanlısı güçler arasında bir koalisyon oluşturan dört büyük grup olmak üzere, bir dizi Devletin ve Devlet dışı aktörün Filistin’i desteklemek adına İsrail ile doğrudan veya dolaylı olarak çatışmaya girmek üzere güçlerini birleştirmesine yol açtı. İran ve Suriye’nin dört büyük grupla (Hamas ve diğer Filistinli sertlik yanlıları, Lübnan’daki Hizbullah, Irak’taki “Halk Seferberlik Güçleri” ve Yemen’deki Husiler) birlikte bir “direniş ekseni” oluşturması, İsrail’i 1982’deki Beşinci Ortadoğu Savaşı’ndan bu yana en büyük güvenlik ikilemine ve hatta güney, kuzey ve doğu olmak üzere üç yönde beş ya da altı cephede mücadele etmek zorunda kaldığı Altıncı Ortadoğu Savaşı’nın geleneksel olmayan moduna sürükledi. Batıdaki Akdeniz’in doğal bariyeri bile artık İsrail için güvenilir bir güvenlik derinliği değil ve ortak savunma için ABD ve diğer Batılı müttefiklerinin deniz ve hava kuvvetlerine güvenmek zorunda kalıyor.

Netanyahu, Gazze savaşında fren yapmayı kesin olarak düşünemiyor çünkü aşırı sağcı parti üyelerini memnun etmek zorunda, aksi takdirde zayıf koalisyon hükümeti çöker. Ayrıca, savaşın sonuçlarını maksimize ederek, kendisine “İsrail’in 911” olarak adlandırılan büyük “ulusal felaket” ve “ulusal utanç” ile ilgili siyasi, hukuki ve güvenlik sorumluluklarını hafifletmeye çalışıyor. Ancak savaş sonsuza kadar devam edemez; İsrail bir orduya sahip olan bir ülke olmalıdır, sadece ülke adını taşıyan bir ordu olmamalıdır. Ülkenin kaderi ve kişisel geleceği için büyük bir mücadelenin eşiğinde olan Netanyahu ve hükümeti, gerçekten bir “stratejik dönemeç”te bulunuyor: tamam mı devam mı? Eğer savaşa devam ederse, Gazze savaşını sonlandırıp üçüncü Lübnan savaşını başlatacak mı? Çünkü İsrail sürekli olarak Hizbullah’ın saldırılarına maruz kalıyor ve bunların şiddeti artıyor.

Son günlerde üst düzey İsrailli yetkililer Gazze savaşının sona ereceğinin sinyallerini veriyor. 9 Kasım’da Savunma Bakanı Galant, 11 aylık tasfiyenin ardından Hamas’ın Gazze’deki “askeri örgütünün” artık var olmadığını ve koşulların geçici bir ateşkes için olgunlaştığını, ancak pencerenin kapandığını söyledi. Daha önce İsrail ordusu yaklaşık 20,000 Hamas militanını esasen ortadan kaldırdığını ve İsmail Haniye’den kurtulmak için İran’ın başkenti Tahran’ın kasıtlı olarak seçilmesi de dahil olmak üzere bir dizi Hamas liderini “hedef aldığını” söyledi. Objektif olarak bakıldığında, Hamas gerçekten büyük bir felaket yaşadı ve şu anda gerilla savaşına geçmek zorunda kaldı.

Geçtiğimiz birkaç ay içerisinde ABD’li siyasi ve askeri çevrelerin Filistin-İsrail çatışması ve savaşının tırmanması ve genişlemesiyle ilgili suçlamaları giderek daha açık hale geldi ve Netanyahu’ya, özellikle de ateşkes görüşmelerini engellemeye ve sabote etmeye devam etmesine, Gazze ile Mısır arasındaki Philadelphia Koridoru ile Gazze’nin kuzeyi ve güneyini ayıran “Nechalim Koridoru”nun kontrolünü ele geçirme önerisine odaklandı ki bu, ABD askeri ve siyasi kurumlarının ateşkes görüşmelerini ve ateşkes müzakerelerini kontrol etmesinin tek yoludur. Asıl soru, bu tür suçlamaların ve baskıların kamuoyuna açıklanıp açıklanmamasıdır. İsrail müzakere ekibi de Netanyahu’yu “anlaşmayı yok edebileceği ve dolayısıyla rehinelerin sonunu getirebileceği” konusunda uyardı.

Netanyahu’nun Gazze’ye yönelik savaş için ilk ve kamuya açık talebi açıkça imkansız bir görevdi: “Hamassızlaştırma, askersizleştirme ve radikalizmden arındırma”. Sözde “üçlü”, kaynağı olmayan bir su ya da kökü olmayan bir ağaç değil, Filistinlilerin ulusal nefreti, meşru reddi ve hatta şiddetli direnişiyle harmanlanmış, uzun süredir devam eden yasadışı İsrail işgaline dayanan bir ulusal kurtuluş hareketidir. Filistinliler öldürülüp sürülmedikçe ve işgal altındaki topraklar sıfırlanmadıkça ya da “İsrailleştirilmedikçe” İsrail, Sisifos gibi, işgalin devasa yuvarlanan taşını dağın tepesine, yukarı ve aşağı itecek ve döngü kendini tekrar edecek, nesilden nesile genişleme ve işgal için sonsuz bir bedel ödeyecektir.

Netanyahu ve birçok İsrail lideri sorunun ne olduğunu iyi biliyor, ama stratejik cesaret ve tarihsel sorumluluk eksikliğinden dolayı yasa dışı işgali sona erdirme, Filistin, Lübnan ve Suriye ile halklarına yaşattığı acıyı ve büyük kötülüğü sona erdirme konusunda harekete geçmiyorlar. Bunun yerine, gerçekçi kısa vadeli kazançlara ve mevcut duruma odaklanarak, işgalin meşrulaşmasını sağlama ve zamanla bu durumu kalıcı bir hale getirme çabasındalar. Yasadışı işgal, sosyal Darwinizm ve orman kanununu uygulayarak bir oldubitti yaratmaya ve nihayetinde başkalarının topraklarını kalıcı olarak yağmalayarak kendilerini hak sahibi yapmaya çalışıyorlar.

Kral Davut’un yaklaşık 3.000 yıl önce Yebusilerin başkentini ele geçirmesinin ardından, İsrailliler bu kentin adını Kudüs olarak değiştirmiş ve burayı ulusun kadim başkenti ve sonsuza dek ruhani evi olarak tanımlamış, Yebusilerin önceki 1.000 ila 2.000 yıllık kuruluş tarihinden hiç bahsetmemiş ve tarihin bir dizi silinmez gerçeğini göz ardı etmişlerdir: Romalıların M.S. 135 yılında Yahudi Tapınağını yıkıp İsraillileri kovmasından yaklaşık 2.000 yıl sonra, İsrail artık Filistin’in hakim yerli halkı değildir; Arap imparatorluğunun ikinci halifesi Ömer’in sefer kuvvetlerinin Kudüs’ü Doğu Roma’dan ele geçirdiği MS 638 yılından bu yana, 11-12. yüzyıl Hıristiyan haçlıları hariç yaklaşık yüz yıl boyunca kontrol edilen ve 1967 yılında İsrail tarafından Ürdünlülerin elinden alınana kadar, Kudüs 1329 yıllık uzun tarihi boyunca Filistinli Araplar ya da Müslümanlar tarafından kontrol edilmiş ve yönetilmiştir.

Filistin-İsrail çatışmasının bu geniş çaplı patlak vermesinin köklü nedenleri İsrail’in bitmek bilmeyen işgali ve “Filistinlilerden arındırılması”, iki partili ABD hükümetinin göz yummasıyla Gazze Şeridi’nde devam eden abluka, Batı Şeria’daki Filistin topraklarına sürekli tecavüz ve hatta Doğu Kudüs’teki Mescid-i Aksa üzerindeki iddiasını yoğunlaştırmasıdır. “Direniş ekseninin” yükselişi ve İsrail’e yönelik çoklu saldırılar da Gazze çatışmasının ve Filistin halkının çektiği acıların bir sonucudur.

Mantıklı seçimin semptomları ve temel nedenleri ele almak ya da çıbanı durdurmak veya yangını söndürmek olduğu açıktır. İsrail’in içinde bulunduğu ulusal krizden çıkmasının tek yolu Gazze’ye yönelik askeri kuşatmanın bir an önce sona erdirilmesi ve böylece “direniş ekseninin” saldırılarının durmasıdır. Ancak Filistin-İsrail çatışmasına uzun vadeli bir çözüm bulunması ve İsrail’in barış, güvenlik, kalkınma ve refahının sürdürülmesi isteniyorsa, “barış için toprak” ilkesi taviz verilmeden uygulanmalı ve işgal altındaki Arap topraklarının iadesi meselesi Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün yanı sıra Suriye ve Lübnan’a ait Golan Tepeleri de dâhil olmak üzere tek bir paket halinde çözüme kavuşturulmalıdır. Suriye ve Lübnan’a ait Golan Tepeleri de buna dahildir.

Başta Netanyahu olmak üzere İsrail Hükümeti kendi bencil amaçları doğrultusunda kuzeyde geniş çaplı bir işgal başlatır ve yeni bir Lübnan savaşı başlatırsa, İsrail anlatılamayacak boyutlarda bir felakete sürüklenecek ve mevcut Hükümetin ülke ve ulus tarihine onurlu bir hesap vermesi zorlaşacaktır.

*Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hindistan’da ‘nüfus sayımı’ problemi

Yayınlanma

Savaşlar ve diğer krizler boyunca dahi Hindistan nüfus sayımına sadık kalan bir ülke olarak biliniyor(du); on yılda bir, yüz binlerce sayım görevlisi ülkedeki her evi ziyaret ederek, Evinizde kaç kişi yaşıyor? Evinizde kaç kişi çalışıyor, ne iş yapıyor, kaç kişi okuyor? Eviniz neyden yapıldı? Tuvaletiniz var mı? Arabanız var mı? İnternet bağlantınız var mı? vs. gibi soru listesi ile insanların işleri, aileleri, ekonomik durumları, göç statüleri ve sosyo-kültürel özellikleri gibi parametreler hakkında bilgi toplar. Bu veriler, Birlik devletlerine federal fon tahsis etmekten ve okullar inşa etmekten seçimler için seçim bölgesi sınırlarını çizmeye kadar her şey hakkında kararlar almak için kullanılır. Ancak günümüzde, hatta uzunca bir süredir, Hindistan nüfus sayımı yapmayan birkaç seçili ülke arasında yer alıyor; Hindistan’ın beraberindekiler işgal, iç savaş ya da ekonomik kriz yaşayan ülkeler. Başbakan Narendra Modi, yıllardır süren eleştirilerin ardından üçüncü döneminde artık önemli veri boşluklarını kapatmayı hedefliyor gibi görünüyor. Hindistan’ın 2021’de yapılması planlanan on yıllık nüfus sayımının eylül ayında başlaması ve yaklaşık 18 ayda tamamlanması bekleniyor. Ancak Birlik içişleri ve istatistik bakanlıkları, sonuçların Mart 2026’da açıklanacağını öngören bir zaman çizelgesi hazırlamış olsa da başbakanlık ofisinin henüz sürecin başlatılmasına resmi bir onay vermediğini de vurgulayalım. Hindistan’ın on yılda bir yapılan nüfus sayımının COVID-19 salgını başladığında 2020’de başlaması ve 2021’de tamamlanması gerekiyordu ancak salgın nedeni ile “süresiz olarak” ertelenmişti. Bu, 150 yıllık tarihinde on yılda bir yapılan nüfus sayımının ilk kez ertelenmesi durumudur.

Nüfus sayımının ötelenmesi basit bir durum gibi görülebilir, ancak nüfus sayımının olmamasının ciddi sonuçları olması kaçınılmazdır çünkü nüfus sayımı yalnızca bir ülkedeki insan sayısını saymak değildir, mikro düzeyde kararlar almak için gereken yaşamsal verileri sağlar. Birleşmiş Milletler’in geçen yıl yayınladığı bir rapora göre Hindistan, geçen yıl Çin’i geride bırakarak dünyanın en kalabalık ülkesi oldu. Milyonlar, hatta milyar ile ifade edilen insanı, bu insanları arasında hiyerarşik yapıya atıf yapan kast sistemi, çok çeşitli etnik, dini, dilsel, kentsel, kırsal, kabile toplulukları olan ve tüm bunlar ile beraber aynı zamanda ekonomik bağlamda da zengin ile fakir farkının uç noktalarda olduğu, ayrıca işsizliğin ve yoksulluğun da kayda değer bir varlığı bulunan Hindistan’da nüfus sayımı çok önemlidir. Nüfus sayımının gerçekleştirilmesindeki gecikme aynı zamanda diğer istatistiksel anketlerin doğruluğu üzerinde doğrudan etki eder. Bunlara ekonomik göstergeler, enflasyon oranları ve istihdam rakamları gibi önemli veri kümeleri dahil. Şu anda bu veri kümelerinin çoğu ve bunların sonuçlarına dayalı hükümet plan ve programları 2011’de yapılan son nüfus sayımından alınan verilere dayanıyor.

Dolayısıyla Hindistan’da güncel nüfus sayımı verilerinin eksikliği, Hindistan’ın Ulusal Örneklem Anketi (vatandaşların ekonomik yaşamının tüm yönleri hakkında bilgi toplayan bir dizi anket) ve Ulusal Aile Sağlığı Anketi (sağlık ve sosyal göstergelere ilişkin kapsamlı bir hanehalkı anketi) kalitesini etkilemesinin yanı sıra sağlık, demografi ve ekonomi ile ilgili yaşamsal veri setinin de gecikmesine neden oluyor. Bu gecikmenin doğrudan bir sonucunun, hükümetin yoksullara gıda, tahıl ve diğer temel ihtiyaçları ulaştırdığı Kamu Dağıtım Sistemi üzerinde olduğuna dikkat çekiliyor. Ki ülkede milyonlarca Hint, hükümetin gıda refahı programına güveniyor. Güncel rakamların eksikliği ve Modi hükümetinin 2021 nüfus sayımını yapmaması nedeni ile Hindistan’da yaklaşık 100 milyon kişinin Kamu Dağıtım Sistemi’nin dışında bırakıldığı belirtiliyor. Hint ekonomistler, 2021 nüfus sayımı hiç yapılmadığı için hükümetin ücretsiz gıda tayınından yararlanan vatandaşların sayısına işaret ile son nüfus sayımındaki 800 milyon rakamında takılıp kalınmasını talihsiz bir durum olarak niteliyor ve Hint yasalarına, Ulusal Gıda Güvenliği Yasası’na göre kentsel alanlardan yüzde 50 ve kırsal alanlardan yüzde 75’lik nüfusun Kamu Dağıtım Sistemi kapsamına alınması gerektiğine vurgu yapıyor.

Gıda güvenliğinin yanı sıra, Hindistan’da nüfus sayımı verilerinin eksikliği Mahatma Gandhi Ulusal Kırsal İstihdam Garanti Programı’nı da etkiliyor çünkü Birlik hükümetinin devletteki hane ve işçi sayısına göre her devlete fon tahsis etmesi gerekiyor. Birlik devletlerinin hükümetlerinin ayrıca güncellenmiş rakamların olmaması nedeni ile Planlanmış Kast / Planlanmış Kabile (SC/ST) topluluklarının geliştirilmesi, yaşlılık maaşı ve yoksullar için konut sağlamayı amaçlayan çeşitli planlara fon tahsis etmekte zorlandığı ifade ediliyor. Uygun yararlanıcıların refah programlarının dışında kalmamasını sağlamak için baskı altında olan bu hükümetler, kendi veri kümelerini oluşturmak için para harcamak zorunda kalıyor.

Birleşmiş Milletler’in geçen yılki raporuna göre Hindistan nüfusunun 1,5 milyara yakın olduğu tahmin ediliyor. Ülkede son nüfus sayımı 13 yıl önce, 2011 yılında yapılmıştı. Henüz 3 yıllık bir gecikme gibi görünüyor olabilir ancak sayımın eylül ayında başlaması söz konusu olsa dahi ortalama 18 ay süreceği de göz önüne alınırsa totalde 5 yıllık bir gecikme yaşanmış olacaktır ki henüz hala planlama sürecinde olduğunu ve sayım sürecinin resmi olarak onaylanmadığını da yeniden belirtelim. Artık sürecin başlatılması için Modi’nin ofisinden son onayın beklendiği görülüyor. Ve yeniden dikkat çekmek gerekirse Hindistan gibi bir ülkede nüfus sayımı verileri çok önemli çünkü demografik profildeki değişiklikleri, cinsiyet oranını, göçü, hanelerin ekonomik çeşitliliğini ve kentleşmenin kapsamını anlamaya yardımcı olur. Ayrıca, yoksulluk ve eşitsizliği tahmin etmek için herhangi bir örneklem anketinin temelini veya çerçevesini oluşturan nüfus sayımı verileridir.

Bununla beraber, Hindistan gibi bir ülkede nüfus sayımı özellikle son gelişmeler bağlamında çok tartışmalı bir hal aldı. Modi hükümeti, nüfus sayımı ile birlikte Ulusal Nüfus Kaydı’nı (NPR) güncellemek için bir nüfus araştırması yapacağını söylemiş ve bunun üzerine NPR’nin “şüpheli vatandaşların” Hint olduklarını kanıtlamaları için bir liste olacağı iddialarından hareketle Hindistan’ın 200 milyondan fazla Müslümanının hedef alındığı eleştirileri ülke çapında aylarca süren protestoları tetiklemiş ve tüm bunlar tartışmalı 2019 Vatandaşlık (Değişiklik) Yasası’nın (CAA) zemininde yaşanmıştı. Ayrıca bir süredir ülkede birkaç muhalefet ve bölge lideri de Birlik hükümetinin bir kast sayımı yapmasını talep ediyor, ancak bunun Hindu oylarında çatlaklara yol açabileceği ve bunun da iktidar partisi BJP’ye zarar verebileceği ve çeşitli gruplardan rezervasyon/kota taleplerini tetikleyebileceği tartışılıyor. Örneğin, Bihar’da yalnızca geçici bir önlem olabilecek, veri açığının bir kısmını kapatabilecek ve çeşitli göstergelere ışık tutabilecek bir kast sayımı yapılmıştı ancak beraberinde birtakım tartışmaları da getirmişti. Bu arada, “Hindistan’ın Bihar kast anketi ve kast sistemi” başlığını taşıyan 7 Ekim 2023 tarihli ayrıntılı bir yazım da başka bir mecrada bulunuyor ki ilgililer internet üzerinden kolaylıkla okuma sağlayabilirler.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English