GÖRÜŞ
Rusya’nın yeni dış siyaset belgesi – 1 : “Varolma hakkını her tür vasıtayla savunacağız”
Yayınlanma
Yazar
Hazal YalınRusya’nın yeni dış siyaset belgesi (“Rusya Federasyonu Dış Siyaset Konsepti”), 31 Mart günü Putin’in kararnamesiyle onaylanarak yayınlandı.
Bu, geçen yıl 24 Şubat’tan beri yayınlanan başlıca tarihi belgeler arasına katılması gereken son derece önemli bir metin.
Belge çok uzun; tam metin çevrilse 100 sayfaya yakın bir broşür hacminde olacaktır. Bu nedenle belli başlı noktalarını çevirmekle ve yorumlamakla yetinmek daha doğru olacak; ama bu durumda bile tek bir yazıya sıkıştırmak mümkün değil; dolayısıyla okurun sabrı gerekecek.
Daha ilk maddede bunun bir “stratejik planlama belgesi” olduğuna dikkat çekiliyor; belge, “Rusya Federasyonu’nun dış siyaset alanında milli menfaatlerine, Rusya Federasyonu’nun dış siyasetinin temel ilkelerine, stratejik hedeflerine, temel görevlerine ve öncelikli istikametlerine sistematik bir bakış sunuyor”. Belgenin başlıca hukuki temeli, anayasa ve “uluslararası hukukun genel kabul görmüş ilke ve normları”, Rusya’nın uluslararası anlaşmaları, “dış siyaset alanında federal organların faaliyetlerini düzenleyen” federal kanunlar ve diğer iç müktesebat olarak tanımlanıyor.
4’üncü madde, Rusya Federasyonu’nun kendini nasıl tanımladığını gösteriyor; bu aynı zamanda devletin (siyasi, sosyal) davranışlarını biçimlendiren ideolojik çerçeveyi de çiziyor. Önemli bu, zira çerçeve anlaşılmadan davranışlar hakkında öngörüde bulunmak çok güç, dahası hemen hepsi gevezelikten başka bir şey olmayan kendinden menkul klişe benzetmeler ve karşılaştırmalar da (Rusya’nın verili bir ülkeye, Putin’in verili bir lidere vb. benzetilmesi ve karşılaştırılması) sıkça yapılıyor. Oysa bu tür karşılaştırmalara itibar etmeden tayin edilmiş ilkelere bakmak gerek.
Bu madde şöyle diyor:
“Bin yılı aşkın bir bağımsız devletlilik tecrübesi, önceki çağların kültürel mirası, geleneksel Avrupa kültürü ve Avrasya’nın diğer kültürleriyle derin tarihi bağlar, uzun yüzyıllar boyunca gelişmiş olan ortak topraklarda muhtelif halkların, etnik, dini ve dilsel grupların ahenkle bir arada yaşamasını sağlama yetisi, orijinal bir devlet-uygarlık, Rus halkıyla Rus dünyasının kültür ve uygarlık topluluğunun bileşenleri olan diğer halkları kaynaştıran, geniş bir alana yayılmış bir Avrasya ve Avrupa-Pasifik gücü olarak Rusya’nın özgül durumunu tayin ediyor.”
İyi çalışılmış bir ideolojik çerçeve. Her biri farklı bir yazının konusu olabilecek (ve olan) şu noktaların altı kalınca çiziliyor:
1) Rusya’nın devletliliği (devlet değil) tarihi bir devamlılık olarak kabul ediliyor;
2) Bu devamlılık özgül bir uygarlık taşıyıcısı kabul ediliyor;
3) Çokulusluluk, çokdinlilik ve çokdillilik uygarlığın ve devletin temel nitelikleri olarak kabul ediliyor;
4) Rusya bir Avrupa-Avrasya devleti kabul ediliyor;
5) Rus dünyası etnik değil kültürel bir ortam olarak kabul ediliyor.
5’inci maddede Rusya’nın çağdaş dünyadaki yeri, “bütün hayati faaliyet alanlarındaki büyük kaynakları”, başta “BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi olarak statüsü” olmak üzere başlıca uluslararası örgüt ve birliklere üyeliği, “en büyük iki nükleer güçten biri” oluşu, ve (en önemlisi) “SSCB’nin hukuki varisi (hukuki devamcısı) bir devlet” oluşuyla açıklanıyor. Buna kimsenin kuşkusu yok zaten, Rusya tarihinin gelmiş geçmiş en azılı antikomünist yöneticisi Yeltsin bile bu tarihi devamlılığın üzerini çizmeyi başaramadı (hem batının bu devamlılığı dayatıyor olması, hem de içeride bundan vazgeçmenin imkânsızlığı yüzünden); ama devamlılığın bu kadar açık ve (deyim yerindeyse) doğrudanlık şeklinde ifade edilmesini, belgenin en önemli noktalarından biri saymak gerek. Bu maddede Rusya’nın sadece İkinci Dünya Savaşı’ndaki zaferde “tayin edici katkısı” değil, “çağdaş uluslararası ilişkilerin kurulmasında ve dünya sömürgecilik sisteminin tasfiyesinde” oynadığı rolün de altı çiziliyor. Rusya, bunlara dayanarak “küresel gelişmenin egemen merkezlerinden biri olarak” öne çıkıyor ve “küresel güçler dengesinin desteklenmesinde ve çokkutuplu uluslararası sistemin kurulmasında tarihi olarak hasıl olmuş özgün bir misyon” yerine getiriyor.
Belgeye göre Rusya, “milli menfaatleri ve hem küresel hem bölgesel seviyelerde barış ve güvenliğin korunmasına yönelik hususi sorumluluklarının bilinciyle tayin olunan bağımsız ve çok vektörlü bir dış siyaset” güdüyor. Dış siyaset “barışsever, açık, öngörülebilir, tutarlı, pragmatik” olarak tanımlanıyor: “Rusya’nın başka devletlere ve devletlerarası birliklere yaklaşımı, bunların Rusya Federasyonu’na yönelik siyasetinin yapıcı, tarafsız veya dostça olmayan niteliğiyle belirlenir.”
Önemli bu; çünkü 1) Primakov’un formüle ettiği pragmatizm korunuyor; 2) Rusya’nın dış siyasetini başkalarının ona karşı tutumu belirliyor.
Zaten yeterince uzun olan bu yazıda üzerinde etraflıca durmak mümkün değil, ama şunu not etmek gerek. Dış siyasette pragmatizm Primakov tarafından formüle edilmişti ve Rusya’nın bir NATO manivelası haline geldiği Yeltsin döneminde kesinlikle ilerici bir muhtevaya sahipti. Buna göre Rusya, batının değil kendi menfaatlerinin gereğine göre hareket etmelidir. Ama artık bunun sınırına geliniyor, zira menfaatin çerçevesi değişme eğilimi gösteriyor. “Kendi” menfaati, iki şekilde tanımlanabilir: ya dışarının baskısına karşı kendisini korumak olarak, ya da aynı nedenle düşmanlarının menfaatlerini baltalamak olarak. Birinci durumda saf bir pragmatizm güder, ikinci durumda ise pragmatizmin dışına taşar.
7’inci madde şu cümleyle başlıyor: “İnsanlık devrimci değişiklikler çağından geçiyor.” Kastettiği “adil, çok kutuplu” dünya; ama kavram seçimi dikkat çekici. Adeta 1950’li yılların sonunda, özellikle de “Afrika yılını” izleyen dönemde hakim olan diskurs tekrar dile geliyor: “Sömürgeci güçlerin Asya’daki, Afrika’daki ve batı yarı küresindeki bağımlı toprakların ve devletlerin kaynaklarını yüzyıllardır ihtilas etme pahasına diğerlerini geride bırakan iktisadi büyümesini temin eden eski eşitsiz küresel gelişme modeli geri dönmemecesine yok oluyor.” Belge, “egemenliğin güçlendiğini ve batılı olmayan güçlerin ve bölgesel lider devletlerin rekabet imkânlarının büyüdüğünü” ileri sürüyor. Aynı yerde “dünya ekonomisinin yapısal yeniden yapılanmasından”, “milli bilincin artmasından”, “kültür ve uygarlık çeşitliliğinden” ve “diğer objektif faktörlerden” söz ediliyor ve bunların “yeni iktisadi büyüme merkezleri lehine gelişme potansiyelinin ve jeopolitik etkinin yeniden dağılımı süreçlerini hızlandırdığı” belirtiliyor. Belgeye göre bu süreçler aynı zamanda “uluslararası ilişkilerin demokratikleşmesine katkıda bulunuyor”.
Bütün bu gelişmeler “küresel hâkimiyet ve yeni-sömürgecilik mantığına uygun düşünmeye alışkın devletler” için tatsız şeyler. Bunlar yeni gerçekliği kabul etmeyi reddediyorlar, “tarihin doğal gidişatını engelleme, askeri-siyasi ve iktisadi alanlarda rakiplerini bertaraf etme, farklı düşüncelerde olanları ezme girişimlerine başvuruyorlar”. “BM Güvenlik Konseyi’nin etrafından dolanan cebri tedbirler (yaptırımlar), devlet darbelerinin, silahlı çatışmaların kışkırtılması, tehditler, şantaj, muhtelif sosyal grup ve hatta halkların bilinçlerinin manipüle edilmesi, enformasyon alanında saldırgan ve yıkıcı operasyonlar”, kullandıkları yöntemler arasında. “Geleneksel manevi-ahlaki değerlerle çelişen parçalayıcı neoliberal ideolojik kurumların dayatılması, egemen devletlerin içişlerine karışmanın en yaygın biçimi haline geldi.”
Belge, ulusötesi meydan okuyuş ve tehditlere verilecek kolektif cevapların geliştirilmesinin zorlaştığını vurguluyor; bunlar yasadışı silah ticaretini, kitle imha silahlarının yayılmasını, tehlikeli patojen ve enfeksiyonları, uluslararası terörizmi, uyuşturucu ticaretini, ulusötesi örgütlü suç ve rüşveti, yasadışı göçü, çevre kirliliğini, vb. kapsıyor. Diyalog kültürü zayıflıyor, diplomasinin etkisi zayıflıyor. “Uluslararası işlerde güven ve öngörülebilirlik eksikliği keskin şekilde hissediliyor.”
10’uncu madde şu cümleyle başlıyor: “İktisadi küreselleşmenin krizi şiddetleniyor.” Dikkat çekici bu, zira stratejik ortaklıktan ekonomiyi de kapsayan bir ittifaka yöneldikleri Çin, devasa büyüyüşünü tam da bu küreselleşmeye borçlu ve her fırsatta tekrarladığı gibi, hiç değilse şimdilik, küreselleşmenin devamından yana. Rusya, küreselleşmeye karşı kapitalist sistemiçi bir eleştiride bulunuyor, ne var ki IMF’yi veya Dünya Bankası’nı değil küreselleşme ve finanslaşmaya genellikle muhalif olmuş UNCSTAD’ı hatırlatan türden: “Enerji kaynakları pazarındaki ve mali sektördeki problemler de dahil olmak üzere mevcut problemler pek çok eski kalkınma model ve enstrümanlarının sorumsuz makroekonomik kararlarla (kontrolsüz emisyon ve teminatsız borçların birikmesi dahil), hukuksuz, tek taraflı sınırlayıcı tedbirler ve haksız rekabetle yozlaşmasıyla tetiklendi.” Belge, kimi devletlerin bazı alanlardaki dominant durumlarını kötüye kullandıklarını ve bunun dünya ekonomisinde parçalanmaya, “devletlerin kalkınmasında eşitsizliğe” yol açtığını belirtiyor. Yeni milli ve sınırötesi ödeme sistemlerinin yaygınlaşması, yeni uluslararası rezerv paralara gösterilen ilgi bunun sonucu. Bu nedenle: “Uluslararası iktisadi işbirliği mekanizmalarının çeşitlendirilmesi için ön şartlar şekilleniyor.”
Belge bir sonraki maddede “uluslararası ilişkilerde güç faktörünün rolünün arttığına ve stratejik olarak önem taşıyan bir dizi bölgede çatışma coğrafyasının genişlediğine” dikkat çekiyor. Silah kontrol anlaşmaları sisteminin ihlal edilmesi ve taarruz potansiyelinin artırılması ve modernizasyonu, istikrarsızlaştırıcı bir etki doğuruyor. “Uluslararası hukukun ihlalinde askeri güç kullanılması, uzay ve enformasyon alanının yeni askeri eylemler alanı olarak benimsenmesi, devletlerarası karşı karşıya gelişlerde askeri ve askeri olmayan vasıtalar arasındaki sınırın silinmesi, bir dizi bölgede eskiden kalma silahlı çatışmaların şiddetlenmesi, genel güvenliğe tehdidi artırıyor, büyük devletler arasında nükleer güçlerin de katılacağı çarpışma riskini güçlendiriyor, bu tür çatışmaların tırmanma ve lokal, bölgesel veya küresel savaşa evrilme ihtimalini yükseltiyor.”
Belgeye göre dünya düzenindeki krize verilecek cevap, “dış baskıya maruz kalan devletler arasındaki işbirliğini güçlendirmek” haline geliyor. Bu, bölgesel veya bölgelerarası iktisadi entegrasyon mekanizmalarının oluşmasını da kapsıyor. Mevcut problemleri ancak “bütün uluslararası toplumun kuvvet dengesi ve menfaatler temelinde potansiyellerini ve iyi niyetli çabalarının birleştirilmesi” temin edebilir.
13’üncü maddeyi eksiksiz çevirmek gerek:
“Rusya’nın çağdaş dünyanın önde gelen merkezlerinden biri olarak güçlenmesini mülahaza eden ve Rusya’nın bağımsız dış siyasetini batı hegemonyasına tehdit sayan ABD ve uyduları, Rusya Federasyonu’nun Ukrayna istikametinde kendi hayati önem taşıyan menfaatlerini savunmak için aldığı tedbirleri uzun yıllara dayanan Rusya karşıtı siyaseti tırmandırmak için bir bahane olarak kullandılar ve yeni tip hibrit bir savaş açtılar. Bu savaş, Rusya’nın her alanda zayıflamasına yönelik; onun uygarlık yaratıcı rolünün, askeri, iktisadi ve teknolojik imkânlarının tahrip edilmesini, dış ve iç siyasette egemenliğinin sınırlanmasını, toprak bütünlüğünün yıkılmasını da kapsıyor. Batının bu siyaseti kapsamlı bir nitelik aldı ve doktrin seviyesinde de tespit edildi. Bu, Rusya Federasyonu’nun tercihi değildi. Rusya kendisini batının düşmanı saymıyor, kendisini ondan tecrit etmiyor, ona karşı düşmanca niyetler gütmüyor; batı topluluğuna ait olan devletlerin ileride bu cepheleşme siyasetlerinin verimsizliğini kavrayacaklarını, çok kutuplu dünyanın karmaşık gerçekliğini dikkate alacaklarını ve egemen eşitlik ve karşılıklı menfaatlere saygı ilkelerine bağlı olarak Rusya ile pragmatik işbirliğine döneceklerini düşünüyor. Rusya Federasyonu, diyalog ve işbirliğine böyle bir temelde hazırdır.”
Demek ki, şunların altı çiziliyor:
1) Rusya batıya karşı ideolojik bir cepheleşme içinde değil.
Bu çerçeve Sovyetler Birliği’ni düşünerek mi çizildi, doğrusu emin değilim; aslında Sovyetler Birliği de batıyla ideolojik bir cepheleşme içinde değildi, zira marksizm evrensel bir doktrindi. İki ayrı sosyal, siyasi, iktisadi sistemin meydana getirdiği bir cepheleşmeydi bu; ideolojik öncüller söz konusu değildi. Çatışmanın yakıcı ve yıkıcı oluşu, bu iki sistemin bir arada yaşayamaz olmasından kaynaklanıyordu. Eğer kapitalist sistem içinde tutulan farklı yollar taraflar için aynı yıkıcı etkiyi taşırsa, benzer bir cepheleşme ortaya çıkar. Batı, Rusya’yı mevcut biçimiyle yok etmeyi doktrin seviyesinde bir hedef olarak tespit ediyorsa, bu artık sadece kültürel bir karşı koyuş değildir. Belge bunun farkında, zira iktisadi bir yeni düzen de öngörüyor.
2) Bunun pratik sonucu, Rusya’nın da kendi mevcut tutumunu doktrin seviyesinde tespit etmesi; bu durumda çatışma ister istemez iki sistem çatışması haline gelir.
3) Alıntıdaki son cümle, “Rusya Federasyonu, diyalog ve işbirliğine böyle bir temelde hazırdır”, dikkat çekici. “Sadece böyle bir temelde” değil — demek ki başka bir temel de söz konusu olabilir, ama bu başka temel, ancak Rusya’nın eşit kabul edilmesiyle mümkün olur.
Belge 14’üncü maddede Rusya’nın, “batının dostça olmayan eylemlerine cevap olarak varolma hakkını ve serbest gelişmesini elindeki her türlü vasıtayla savunmaya niyetli olduğunu” vurguluyor. “Her türlü” denildiğinde bunun anlamı gayet açık. Bu durumda iki şeye tekrar göz atmalıyız. İlki, Rusya’nın nükleer doktrini. İkincisi, bu doktrin çerçevesinde yürütülen bir askeri-siyasi tartışmanın ayrıntıları.
İlki, “Rusya Federasyonu’nun nükleer silah kullanması ihtimalini belirleyen şartları” şöyle sıralar:
“a) Rusya Federasyonu ve (veya) müttefiklerinin topraklarına saldıran balistik füzelerin ateşlendiğiyle ilgili güvenilir istihbarat alınması;
“b) düşman tarafından nükleer silahların veya diğer kitle imha silahlarının Rusya Federasyonu ve (veya) müttefiklerinin topraklarında kullanılması;
“c) düşmanın, Rusya Federasyonu’na ait, devreden çıkması halinden nükleer kuvvetlerin cevabi eyleminde başarısızlığa yol açacak kritik önemdeki devlet ve askeri tesisleri üzerinde etkide bulunması;
“d) Rusya Federasyonu’na karşı konvansiyonel silahlarla yapılan saldırganlık, bizatihi devletin varlığı tehdit altına girdiğinde.”
İkincisi, olası bir Amerikan saldırısı halinde püskürtme, düşmanın kademeli hava savunma ve enformasyon-yönetim sistemlerinin kırılması, Rusya’nın ani düşman saldırısında yok edilmemiş “stratejik nükleer kuvvetlerinin korunan vasıtalarıyla saldırgana cevabi nükleer ‘misillemede’ bulunulmasının” ilkelerini belirler.
Yeni dış siyaset belgesinin “her türlü vasıta” vurgusu, böylece somutlanmış oluyor.
İlginizi Çekebilir
-
Rusya Merkez Bankası, yabancı yatırımlara bel bağlanmaması çağrısında bulundu
-
Washington Post: Ukrayna’da toprak tavizli barış görüşmeleri darbeye yol açabilir
-
Rusya’nın büyük kentlerinde İHA’lara karşı sığınaklar inşa ediliyor
-
Stoltenberg: Uzun menzilli füzelerin Rusya’da kullanılıp kullanılamayacağına her ülke kendi karar verecek
-
BRICS tam gaz
-
Rusya, Sovyet döneminden bu yana ilk nükleer denemeye hazır olduğunu açıkladı
GÖRÜŞ
Jammu ve Keşmir kritik dönüm noktasında
Yayınlanma
15 saat önce17/09/2024
Yazar
Duygu Çağla Bayram5 Ağustos 2019’da Hindistan hükümeti yaklaşık 70 yıldır devam eden statükoyu devirerek Hindistan Anayasası’nın 370. maddesini bir başbakanlık emri ile feshetti. Eski Jammu ve Keşmir prenslik devletine, kendi anayasası ve içişlerinde özerkliği olan özel bir statü verilmişti. 370. maddeyi kaldırırken aynı zamanda Hindistan Parlamentosu, Jammu ve Keşmir’i iki birlik bölgesine yeniden düzenleyen bir yasa tasarısını kabul etti: Jammu ve Keşmir ve Ladakh. Hindistan’ın birlik devletlerinin aksine, birlik bölgeleri federal tarzda yönetilir. Özünde, Yeni Delhi bölge üzerinde kontrol sağlamak için kararlı bir şekilde hareket etmişti. Başka anlatımla Yeni Delhi, Jammu ve Keşmir’in Hindistan ile ilişkisindeki belirsizliği sonlandırarak, iç statüsünün açık uçlu ve müzakere edilebilir olduğu fikrine son verdi; bu arada Hindistan’ın Batı ile büyüyen ortaklıkları, Pakistan ve Çin’in Keşmir sorununu uluslararasılaştırma çabalarını köreltmeye yardımcı oldu. Ancak son parlamento seçimleri Delhi için Keşmir’de önemli siyasi kazanımlar gösterirken aynı zamanda ayrılıkçı duyguların devam ettiğini de gösterdi.
5 Ağustos 2019’da Başbakan Narendra Modi yönetimindeki Hindistan hükümetinin, Birliğin eski Jammu ve Keşmir devletine bir miktar özerklik sağlayan 370. maddenin ve devlette ikamet eden sakinlere özel mülkiyet hakları veren 35a fıkrasının yürürlükten kaldırdığını söylemiştik. O zamandan bu yana bölge gerginliğini sürdürüyor; Yeni Delhi tarafından atanan bir yönetici tarafından yönetiliyor ve demokratik kimliği olmayan bürokratlar tarafından idare ediliyor.
Jammu ve Keşmir’de son meclis seçimi 2014’te yapılmış ve ardından Modi’nin Bharatiya Janata Partisi (BJP) ilk kez Jammu ve Keşmir Halkın Demokratik Partisi ile koalisyon halinde bölgeyi yönetmişti. 2018’de BJP hükümete desteğini çekmiş ve ardından meclis feshedilmişti. Bir yıl sonra Yeni Delhi’nin aylarca süren yoğun güvenlik ve iletişim kısıtlamaları altında devlet statüsünü kaldırarak bölgeyi ikiye bölmesinin ardından, Aralık 2023’te Hindistan Yüksek Mahkemesi, hükümetin Jammu ve Keşmir’in özerkliğini ve devlet statüsünü iptal etme kararını onayarak, yerel seçimlerin 30 Eylül 2024’e kadar yapılması gerektiğine hükmetmişti.
Nihayet on yıl aradan sonra Hindistan Seçim Komisyonu geçen ay Jammu ve Keşmir’de 18 Eylül – 1 Ekim tarihleri arasında üç aşamalı meclis seçimleri yapılacağını duyurdu. 2019’da eski Jammu ve Keşmir devletinden ayrılan Ladakh hariç 90 seçim bölgesinde yapılacak oylama, hükümetin herhangi bir şiddet olayını önlemek için on binlerce asker konuşlandırmasına olanak tanıyan kademeli bir süreç ile gerçekleşecek ve sayımlar 4 Ekim’de yapılacak. Eski devlet meclisi, dördü Ladakh’tan olmak üzere 87 üyeye sahipti. 2022’de Hindistan hükümeti meclis seçim bölgelerini yeniden düzenlemiş ve Hinduların çoğunlukta olduğu Jammu’ya dört, ezici çoğunlukla Müslümanların yaşadığı Keşmir Vadisi’ne üç sandalye eklemişti.
Bu seçimler ile yerel yönetim belirlenecek, ancak gerçek yasama yetkisi Yeni Delhi’de kalacak; seçimlere katılan Hindistan yanlısı partiler arasından bölgenin en üst düzey yetkilisi olarak görev yapacak bir başbakan ve bakanlar kurulundan oluşan bir yerel hükümet seçilecek. Ancak geçmişin aksine, yerel meclis eğitim ve kültür üzerinde yalnızca nominal bir kontrol ile neredeyse hiçbir yasama yetkisine sahip olmayacak. Bölge için yasama kanunları Hindistan Parlamentosu’nda olmaya devam edecek, politika kararları başkentte alınacak. Birlik yönetiminin yakın zamanda vali yardımcısına polis, memurların atanması ve nakilleri, kovuşturma izni ve hatta mali işler gibi temel yetkiler vermesi ile seçilmiş yönetim yalnızca sınırlı yetkiye sahip olacak. Jammu ve Keşmir Yeniden Düzenleme Yasası’nın 55. Bölümü kapsamındaki yeni kurallar, vali yardımcısı kararlarının bakanlar kurulu tarafından incelenemeyeceğini belirtiyor. Temsilcisi tüm Kabine toplantılarına katılacak, hatta bakanların programları ve toplantı gündemleri dahi en az iki gün önce ofisine sunulmak zorunda kalacak.
Yani Jammu ve Keşmir halkı Delhi halkı gibi bir yönetim için oy kullanma hakkına sahip olacak, ancak seçtikleri yönetim tarafından tam olarak yönetilmeyecekler. Valilik vasfı taşıyan bu yeni kuralların anayasal olarak geçerli olup olmadıkları tartışmalı. Vali yardımcısı ile seçilmiş yönetimin olası sürtüşme kaynakları arasında sakinleri yabancılaştıran güvenlik stratejileri, insan hakları ve mevzuatın kötüye kullanılması, tartışmalı arazi edinimi ve ekonomik kalkınma politikaları ve medyanın bağımsızlığı sayılabilir. Ancak vali yardımcısı arka planda kalarak seçilmiş yönetim için işleri kolaylaştırır ve gerektiğinde de Birlik içişleri bakanlığına karşı seçilmiş yönetime destek çıkarsa, Jammu ve Keşmir’de işler yoluna girebilir.
Yerel siyasetçiler, yasama yetkilerinin tamamının yerel meclise geri verilebilmesi için devlet statüsünün en kısa sürede geri verilmesini talep ediyor. Halkın Demokratik Parti sözcüsü Mohit Bhan, bu demokrasi değil, bu ancak alay edilecek bir şey; yararsız, boş bir çaba diye tepkisini göstererek, bölgenin bir zamanlar özel statüye sahip güçlü bir devlet statüsü varken belediyeye indirgendiğini ve ilk adımın tam devlet statüsünü geri getirmek olması gerektiğini yazdı.
Hindistan’ın tartışmalı bölge üzerindeki egemenliğine meydan okuyan Keşmirli Müslüman ayrılıkçı liderlerce geçmişte oylamanın boykot edilmesi çağrısında bulunulsa ve bunu askeri işgal altında gayrımeşru bir uygulama olarak nitelense de 2024 genel seçimlerinde Jammu ve Keşmir’den 35 yılın en yüksek seçmen katılımı kayıtlara geçtiği gibi bu bölgenin eylülde yapılacak meclis seçimlerinde de oldukça yüksek bir seçmen katılımı beklentisi var. Bu arada Hindistanlı yetkililer, bölgedeki şiddetin 2019’dan bu yana önemli ölçüde azaldığını, ancak son aylarda Hinduların çoğunlukta olduğu Jammu bölgesinin bazı bölgelerinde hükümet güçlerine yönelik militan saldırılarında keskin bir artış olduğunu söylüyor.
Peki, 2019’dan Bu Yana Neler Değişti?
Başbakan Narendra Modi, 370. maddenin kaldırıldığını duyurmasından üç gün sonraki ulusa seslenişinde hükümetinin kararını gerekçelendirerek, “370. madde ve 35a, Jammu ve Keşmir’e büyük ölçekte ayrılıkçılık, terörizm, kayırmacılık ve yolsuzluktan başka bir şey vermedi” demişti. Hindu milliyetçileri uzun zamandır bu anayasal hükmün, Jammu ve Keşmir’in Hindistan Birliği’nin tam entegre bir parçası olmasını engellediğini, ayrılıkçı özlemleri canlı tuttuğunu, militanlığı ve terörizmi körüklediğini savunuyorlarken hükmün yürürlükten kaldırılması Hindu milliyetçisi BJP’nin temel gündem maddelerinden biriydi.
Jammu ve Keşmir’in özerkliğini kaldırma kararı Jammu ve Keşmir bölgelerinde farklı tepkiler doğurmuştu. Keşmir Vadisi’nde, Yeni Delhi’nin tek taraflı kararına karşı çıkmasıyla protestolar patlak verirken hükümet, kararın açıklanmasından önceki günlerde Keşmir’in onlarca siyasi liderini ev hapsine almış, takip eden aylarda binlerce siyasi aktivist ve gazeteci tutuklanmış, internet aylarca kapatılmış ve kamusal toplantılar yasaklanmıştı. BJP’nin 370. maddeyi iptal etme misyonunu destekleyen Jammu’da ise kutlamalar hüküm sürüyordu: Keşmir siyasi elitleri tarafından ayrımcılığa uğradığını hisseden Jammulular bunu Jammu ve Keşmir bölgeleri arasındaki güç dengesizliğinin düzeltilmesi yolunda bir adım olarak gördüler.
Modi hükümetine göre bu karar sayesinde Hindistan’ın tamamen ayrılmaz bir parçası olarak Hindistan yasaları ve kuralları Jammu ve Keşmir’e uygulanacak ve yönetimi iyileşecekti; güvenliğin iyileştirilmesi ve Keşmirli olmayanların Jammu ve Keşmir’de arazi sahibi olabilmesiyle yatırımlar artacak, ekonomi canlanacak ve iş fırsatları açılacaktı. Ancak özerkliğin feshedilmesinden beş yıl sonrasına, bugüne baktığımızda, iyileşme anlamında minimal bir değişim görülüyor. Hükümetin 370. maddeyi iptal etme ve bölgeyi yeniden düzenleme kararının başlıca nedeni olarak gösterdiği güvenlik önemli ölçüde iyileşmedi; ancak sivil toplum, bağımsız medya ve yerel ekonomi baskı altında kaldı.
Güvenlik durumuyla ilgili olarak, bölge kaynaklarınca, Keşmir Vadisi’ndeki militan saldırılarında düşüş yaşandığı söylenirken 2000’li yılların başında militanlıktan arındırılmış ilan edilen Jammu bölgesindeki saldırılarda artışın olduğu ifade ediliyor; güvenlik güçlerinin odağını Keşmir Vadisi’ndeki militanlar üzerine yoğunlaştırdıkça, militanların odak noktasının Keşmir’den kolaylıkla dağlık ve sık ormanlık coğrafi araziye sahip Jammu’ya kaydığı belirtiliyor. Dolayısıyla buradan, hükümetin tezine göre Keşmir’deki militan saldırılar azalmış olsa da militanlığın genişlediği, hatta Jammu bölgesine doğru yayıldığı sonucu ortaya çıkıyor. Dahası, terörle mücadele yasası Yasadışı Faaliyetler (Önleme) Yasası ve devlete bir kişiyi yargılamadan iki yıl boyunca tutuklama yetkisi veren önleyici gözaltı yasası Kamu Güvenliği Yasası kapsamında, Hindistan devletinin son beş yıldır Keşmirlilerin hakları konusunda sert davrandığına dikkat çekiliyor.
Ekonomik ve kalkınma bağlamında değerlendirdiğimizde, çok sayıda duyurulan plan-projelere karşın sahada pek bir uygulamanın olmadığı, yalnızca minimal çapta üstgeçit ve yol güzelleştirme çalışmalarının yapıldığı görülürken benzer şekilde işsizliğe karşı da pek bir hareketliliğin olmadığı görülüyor ki bölgedeki işsizliğin ulusal ortalama olan yüzde 6’ya kıyasla yüzde 25 düzeylerinde olduğuna, bölgede iş bulmakta zorluk çeken 1 milyondan fazla eğitimli gence dikkat çekiliyor. Bizzat kendi kaynaklarımdan edindiğim bilgiler ise bölgenin yüksek işsizlik oranının başlıca nedeninin altyapı ve endüstriyel gelişme yoksunluğu olduğunu söylerken az sayıda iş fırsatından dolayı ne kadar eğitimli gençler olsalar da iş konusunda ülkenin diğer bölgelerine göç etmek zorunda olduklarının, istemeyerek memleketlerinden ayrılmak durumunda kaldıklarının ve ayrıca bu durumun vasıfsızlar için dahi geçerli olduğunun altını çiziyor. Ek olarak, hükümet istihdamına aşırı bağımlılığın, bununla birlikte hükümet istihdamındaki kayırmacılığın-yolsuzluğun, ve bölgenin iyileşmeye muhtaç eğitim standartlarının da işsizlikte büyük payı olduğunu söylüyorlar.
Son Sözler
Bölgenin yerel gazetecilerinin söylemlerinden hareketle Keşmir Müslümanlarının, mevcut düzenin Keşmir Müslüman kimliklerini güçsüzleştirmek amaçlı olduğunu, dışlanıp susturulduklarını hissettikleri; Jammuluların ise bekledikleri üzere Keşmir’in algılanan güçsüzleşmesinin Jammu’nun özel bir güçlenmesine dönüşmemesinden dolayı hayal kırıklığı hissettikleri belirtiliyor. 18 Eylül’de başlayacak ve 25 Eylül ile 1 Ekim olmak üzere üç aşamada -ki bu, son yirmi yıldaki en az aşamadır- Jammu ve Keşmir halkının 8 milyon 709 bin kayıtlı seçmeni Kasım 2014’ten bu yana ilk kez hükümetlerini seçmek için oy kullanacak. 2022’de getirilen değişiklikle 90 sandalyeye çıkarılan Jammu ve Keşmir meclisi için yapılacak oylamaların sayımları 4 Ekim’de yapılacak. Bunun, kararın beşinci yıldönümünde, Jammu ve Keşmir halkına kendilerini yönetme gücü vermek için atılmış küçük ve bölge halkı tarafından uzun zamandır beklenen bir ilk adım olacağı açık ancak derinleşen sorunların çözümü için, Jammu ve Keşmir halkının acılarını hafifletmek için bir ilk adım olacak mı bunu sanıyorum zaman söyleyecektir.
İlber Vasfi Sel
Geçtiğimiz günlerde BRICS ülkelerinden ve olası katılımcı ülkelerden gelen temsilcilerin hazır bulunduğu; IMBRICS Forum adı verilen bir etkinlik Rusya Federasyonu’nun Başkenti Moskova’da gerçekleştirildi. Benim de katılarak gözlemleme şansı bulduğum etkinliğe gelen yabancı katılımcılar, ilgili ülkelerin bölgesel ve yerel hükümetlerinin temsilcileriyle birlikte uluslararası girişimcilerden oluşuyordu. Forumda fikir ve deneyim alışverişinde bulunuldu ve etkili iletişim kurmalarına olanak sağlandı.
Etkinliğin ana düzenleyicisi Rusya Federasyonu Devlet Başkanlık İdaresi Kremlin’di ve Moskova Şehir İdaresi de etkinliğin gerçekleştirilmesine katkıda bulundu.
Forum içerisinde BRICS+ İş İletişimi Destek Fonu kapsamında 30’dan fazla ülkenin diplomatik temsilcileri ve ticari ataşeleriyle yakın işbirliği içerisinde etkinliğin hazırlanması ve düzenlenmesi sağlandı. Bu fon, aynı zamanda etkinliğin ticari programını da oluştururken; foruma katılan BRICS üyesi ülkelerin ortak heyetlerinden oluşan komisyonları ve iş misyonlarını da koordine ediyor.
Forum kapsamında:
- Akıllı şehir, kentsel çevre, iş inşaları için şehir yapısı,
- Sağlık, Eğitim, Enerji ve Gıda güvenliği,
- Yapay zeka ve dijital teknolojiler,
- Ulaşım ve lojistik,
- Ortak yatırım ve kamu-özel sektör ortaklığı,
- Tarım-Sanayii kompleksleri gibi konular ele alandı.
Eğitim konusu kapsamında, yaz kamplarında gençlerin ve çocukların rekreasyonunun yanı sıra ders dışı eğitimin tartışıldığı “Çocuk ve Ergen Eğitiminde Ders Dışı Eğitimin ve Uluslararası İşbirliğinin Rolü” başlıklı bir yuvarlak masa toplantısı düzenlendi.
Bu oturumda, Rus devletinin yasama ve yürütme organlarının temsilcileri, Rus ve yabancı çocuk kamplarının başkanları ve kar amacı gütmeyen kuruluşlar katıldı. Etkinliğe özellikle Rusya Federasyonu Federal Meclisi Devlet Duması Başkan Yardımcısı Boris Çernişov, Rusya Eğitim Bakanlığı Eğitim, Ek Eğitim ve Çocuk Rekreasyonu Alanında Devlet Politikası Departmanı Müdürü Nataliya Agre, Federal Devlet Eğitim Kurumu “Artek” Müdürü Konstantin Fedorenko, Alyoşa Vakfı Başkanı Aleksey Zinoviyev, Birinci Hareket Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Sonya Pogosyan’ın yanı sıra Brezilya’dan “English Camp” Müdürü Sandra Urioste, Uluslararası Kampçılık Derneği (ICF) Başkanı Fahrettin Gözet (Türkiye), Çin Kamp Eğitimi Enstitüsü (ICE) Yönetim Kurulu Başkanı Nie Aijun da (Çin Halk Cumhuriyeti) hazır bulundu. Konuşmacılar çeşitli raporlar sundu ve söz konusu faaliyet alanını ortaklaşa organize etmek adına deneyimlerini paylaştılar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin de BRICS’e katılmak için başvuruda bulunduğu gerçeğini de göz önüne alırsak; etkinliğe katılımda bulunan Fahrettin Gözet’in “BRICS Ülkeleri Arasında İşbirliği Girişimi: Gençlik Katılımını Güçlendirme” konulu sunumu da özellikle ilgi çekiciydi.
Gözet, konuşmasında BRICS ülkeleri de dahil olmak üzere dünya çapındaki gençlik kampları arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesine dikkat çekti ve Başkanlığını sürdürdüğü ICF’nin önemini dile getirdi. ICF’nin programlarına ve uluslararası diğer girişimcilerle birlikte küresel çapta ağın güçlendirilmesi ve kurumun kaynaklarının kullanılarak gençlere yönelik BRICS ülkeleri ve olası üye ülkeler arasındaki işbirliği fırsatlarına değindi.
Forum sonucunda Afrika, Asya, Orta Doğu ve Latin Amerika ülkeleri de dahil olmak üzere küresel çapta işbirliğinin geliştirilmesi ve ekonomik bağların genişletilmesini amaçlayan 300’den fazla anlaşma imzalandı. Bu anlaşmalarla birlikte dijital platformların geliştirilmesi ve çevre konusundaki girişimlerin artırılması kararlaştırıldı.
Eski gazeteler bir dönemin ruhunu kavramak, dolayısıyla karşılaştırmalı analizler yapabilmek için en gerekli şeylerden biri. Sadece belli meselelerde kamuoyu algısını tespit etmek için değil devletlerin tutumundaki değişiklikler ve benzerlikleri göstermek için de önemli bunlar.
Aşağıdaki yazı, Sovyetler Birliği’nin resmi hükümet organı (“SSCB Halk Temsilcileri Sovyeti Haberleri”) İzvestiya ile resmi parti organı (“SBKP Merkez Komitesi Organı”) Pravda’da, başka bir deyişle Sovyet yönetiminde 12 Eylül askeri faşist darbesinin nasıl yansıdığını, 12 Eylül’den 31 Aralık 1980’e kadar Türkiye ile ilgili bütün haberlerini inceleyerek ele alıyor.
İzvestiya darbe haberini aynı gün akşam baskısında vermiş. Şöyle diyor:
“Ankara sabahı boş caddelerle karşıladı. Tanklar ve zırhlı araçlar başkentin bütün anayollarını kapatmış, hükümet binalarını bloke etmişti. Perşembeyi cumaya bağlayan gece Türk Silahlı Kuvvetleri ülkede iktidarı ellerine aldı. Askerler genelkurmay başkanı Kenan Evren’in başkanlığında Milli Güvenlik Konseyi kurdular. Anayasa askıya alındı. Parlamento dağıtıldı. Demirel hükümeti devrildi. Bütün siyasi partilerin, sendikaların ve sosyal örgütlerin faaliyeti de durduruldu. Ülkede sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Sokaklarda askerler devriye geziyor. Radyo halka sükuneti koruma çağrısı yapıyor. …”
Pravda’nın 12 Eylül’le ilgili ilk yayını ise ertesi gün, Ankara muhabiri A. Filippov’un 12 Eylül’de geçtiği iki haber. Bu haberlerde darbeci Milli Güvenlik Konseyinin açıklaması aktarılıyor; “ülkede durumun sakin olduğu ve herhangi bir şiddet eylemi veya kurbanla ilgili haber ulaşmadığı” söyleniyor. Evren’in ilk radyo konuşması da haberde geniş yer bulmuş: “General Evren Türkiye’nin NATO’ya bağlılığını koruyacağını, imzaladığı bütün uluslararası anlaşmalara saygı göstereceğini ve bütün komşu ülkelerle eşitlik, karşılıklı saygı ve içişlerine karışmama temelinde iyi ilişkileri devam ettireceğini vurguladı.”
Aynı gün İzvestiya, Evren’in ilk konuşmasını daha ayrıntılı vermiş: “Evren’in dediğine göre dağıtılan parlamentonun üyeleri parlamento dokunulmazlığını kullanarak kanunları ihlal edenler dışında mahkemeler tarafından kovuşturulmayacak.” “Geçici olarak ordunun korumasında” oldukları bildirilen dört siyasi partinin liderlerinin “şartlar imkân verir vermez” serbest bırakılacağı da haberde belirtiliyor.
Bu ilk haberlerdeki “normalleşme” vurgusu Pravda’nın 14 Eylül’deki haberinin de vurgusu: gazete, “kısa bir süreliğine kesilen” demiryolu ve karayolu ulaşımının yeniden sağlandığını, havaalanları ve limanların açıldığını, yabancı ülke vatandaşlarının giriş çıkışına engellerin kaldırıldığını yazıyor, keza: “Posta, telgraf, marketler, dükkânlar, pazarlar, fırınlar ve apartman hizmetleri normal çalışıyor.” Pravda’nın yerel basından aktardığına göre pazartesi günü de milli ve özel bankalarla devlet kuruluşları yeniden çalışmaya başlayacakmış. Öte yandan: “İktidar için mücadele eden partilerin liderleri… tecrit edildi. Resmî açıklamalara göre bunlar askerlerin kontrolü altındaki güvenli yerlerde bulunuyor.” Gazete Evren’in açıklamasına göre son iki yıldır “aşırılıkçılar” tarafından girişilen terör sonucu 5241 kişinin öldüğünü ve 14152 kişinin de yaralandığını eklemiş.
Pravda’nın “ideolojik yol göstericiliği” altında İzvestiya da ertesi gün “Durum normalleşiyor” başlığı atmış. Evren’in devlet başkanı yetkilerini üstlendiğini yazmış; durum da öyle bir hızla normalleşiyormuş ki: “Ülkede sükûnet korunuyor, sokağa çıkma yasağı süresi kısaltıldı.” İzvestiya, Demirel ve Ecevit’in Gelibolu’da askeri yetkililerin gözetimi altında bulunduklarını, yabancı ajansların haberlerine göre ise MHP genel başkanı Türkeş’in de tutuklandığını belirtmiş.
İzvestiya ertesi gün şöyle yazıyor: “Milli Güvenlik Konseyi Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ün ‘yurtta sulh cihanda sulh’ ilkelerini takip etmekte kesin kararlı olduğunu açıkladı.” Durum normale dönerken: “Fiilen bütün kurum ve işletmeler faaliyetlerine yeniden başladı”. Ancak haberin en dikkat çekici cümlesi şu: “MGK grevleri yasakladı ve grevlerin sardığı özel işletmelerin sahiplerini de işçi ücretlerini yükseltmeye mecbur kıldı.” Demek ki güvenliğin tesisi için (sahi, başka neden olabilir ki?) grevler yasaklanmış ama ücret artışı metazori dayatılmış. Öyleyse Türkiye’de emekçi kesimler için durumun fena olmadığı anlaşılıyor. En dikkat çekici ikinci cümle: “Neofaşist ve sol aşırılıkçı örgütlerin elebaşı ve aktivistlerine yönelik de tutuklamalar bildiriliyor.” Demek ki demokratik gelişmeden yana olanlara dokunulmuyor; sadece faşistler ve “aşırı solcular” hedefte. İzvestiya Ankara ve İstanbul da içlerinde 27 şehirde belediye başkanlarının yerini askerlerin atadığı isimlerin aldığını da eklemiş.
Pravda ise aynı gün askeri yönetimin çağrısıyla ülkedeki diplomatik temsilcilerin Dışişleri bakanlığına çağrılarak bilgilendirildiğini yazıyor. Pravda’nın Ankara temsilcisi A. Filippov’un ulusal radyo ve televizyon yayınlarından aktardığına göre “iş hayatı” normalleşmiş, özel ve devlet sektöründeki bütün işletmeler faaliyetlerine tekrar başlamışlar. Darbecilerin patronlardan ücret artışı istediği hatırlatmasını da yapmış Filippov, üstelik öyle böyle bir artış değil: “Bir dizi tesiste ve yönetim aygıtı alanındaki grevler kesildi. İşletmecilere ve kurum yöneticilerine ülkedeki pahalılığın artışını dikkate alarak derhal grevcilerin başlıca ekonomik taleplerini kabul etmeleri ve yüzde 70’e varan ücret artışları yapmaları öneriliyor.” Belirtmek gerek; “grevlerin kesildiği” ifadesi yasaklandığı değil kendiliğinden bitirildiği iması taşıyor. TİP genel başkanı Behice Boran’ın İstanbul’da ev hapsinde tutulduğu özellikle vurgulanmış. Haberin en ilginç cümleleri şunlar: “Son iki gündür askeri yetkililer çok sayıda aşırı solcu ve neofaşist aşırılıkçıyı gözaltına aldılar. Tutuklananlar arasında bu yılın temmuz ayında eski başbakan N. Erim’i öldüren terörist grupları da var. Yetkililerin emriyle neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’nin yayın organı Hergün kapatıldı. Yerel Aydınlıkçıların gazetesi Aydınlık da yasaklandı.” Pravda’nın çaldığı tel, tıpkı İzvestiya gibi, “askeri yönetimin” (darbeciler ifadesi özellikle geçmiyor) sola değil “aşırı sola” ve “neofaşistlere” karşı olduğu.
Ankara mahreçli haberlerde hayırhah tutumun örneklerine aşağıda da rastlayacağız. Ancak Avrupa başkentleri mahreçli haberlerde başka ve nesnel bir eğilim var. Örneğin Pravda’nın Bonn temsilcisi V. Mihaylov 18 Eylül’de ABD dışişleri bakan yardımcısı Warren Christopher’in Bonn’a planlanmamış bir ziyarette bulunduğunu, görüşmelerde “Türkiye’deki olayların” da ele alındığını bildiriyor. Mihaylov’a göre Türkiye’deki darbe NATO üyeleri arasındaki eski tartışmaları tekrar alevlendirmiş, “NATO’nun Türkiye’yi çok büyük ölçüde militarize etmesi ve askeri köprübaşına dönüştürmesinin ülkeyi ekonomik felakete sürüklemekte ve iç çelişkileri patlama noktasına kadar kızdırmakta olduğu” endişeleri varmış. Dahası, “Washington’un Avrupalı müttefiklerinden bir kısmı artık bu siyasetin devam etmesine karşı çıktılar.” Mihaylov, Belçika ve Danimarka’nın Türkiye’de planlanmış NATO tatbikatının iptalini istediklerini, ancak ABD ve Almanya’nın karşı çıktığını, bunun üzerine Belçika’nın tatbikata katılmayacağını açıkladığını da bildiriyor.
Pravda’da 14 Ekim’de yayınlanan ve NATO liderlerinin Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi çabalarına hız verdiğini vurgulayan Brüksel mahreçli haberi de bu türden. Yunanistan 1974’te Kıbrıs harekatının ardından NATO’nun “ataletini” protesto için askeri kanattan ayrılmıştı. Gazete ayrıca ABD’nin Avrupa’daki kuvvetlerinin komutanı Rogers’in Türkiye’de Yunanistan meselesiyle ilgili görüşmeler yaptığını da belirtiyor: “Yerel gazetelerin değerlendirmelerine bakıldığında Rogers… son üç haftadır üç defa Ankara’ya gitti ve ‘Yunanistan ve Türkiye’nin niyetleri hususunda tam bir iyimserlik içinde’”. Bu Rogers, bilindiği gibi, Evren’in “yakın dostu” (öyle demişti faşist darbenin lideri); Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi de bu “dostluğun” eseri.
16 Ekim’de İzvestiya’da da Brüksel mahreçli bir haberde aynı nesnel ve doğru tutum şu ifadeyle formüle edilmiş: “Türkiye’deki darbe ABD’nin desteğiyle yerli gericilik tarafından gerçekleştirildi.” Bu, üç buçuk ay boyunca darbenin gerçek niteliğiyle ilgili Pravda ve İzvestiya sayfalarında yer alan tek doğru cümle.
Ama Avrupa mahreçli yazılar darbenin ABD destekli olduğunu açıkça ima ederken Ankara mahreçli haberler toz pembe bir tablo çiziyor.
Pravda aynı gün Evren’in basın toplantısının ayrıntılı bir haberini de vermiş.
Bu toz pembe tablo, darbecileri neredeyse halkın dostu ilan eden eğilimi yıl sonuna kadar görmeye devam ediyoruz.
Beyrut’un güneyinde tuhaf olay: Çağrı cihazları patladı, yüzlerde Hizbullah üyesi yaralandı
Jammu ve Keşmir kritik dönüm noktasında
Birleşik Krallık ve İtalya “göç yönetimi için yeni çözümler” üzerinde anlaştı
Wolfgang Streeck: Kapitalizm evcilleştirilmelidir
Apple’ın Hindistan’daki yıllık satışları %33 arttı
Çok Okunanlar
-
ASYA1 hafta önce
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Bill Gates Afrikalıları nasıl aç bırakıyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 2
-
RUSYA2 hafta önce
Putin, Doğu Ekonomi Forumu’nda konuştu
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Kremlin: Türkiye’nin BRICS’e üyelik başvurusunu değerlendireceğiz
-
GÖRÜŞ2 gün önce
Sovyet basınında 12 Eylül – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye ile normalleşme başka bahara kalamaz: Pişmiş aşa su katılmaz