Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Ortaklıktan ittifaka: neden şimdi?

Yayınlanma

Önceki yazımda Si Tsinpin’in Moskova ziyareti ve iki ülke arasındaki ilişkilere sadece Rusya açısından bakmıştım; bugün ana başlıklar halinde olsa bile bunu Çin açısından yapmak gerek.

* * *

Heyetlerden başlayalım. Rusya tarafından dar görüşmelere Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı D. Medvedev, Dışişleri Bakanı S. Lavrov, Savunma Bakanı S. Şoygu’dan başka Merkez Bankası Başkanı E. Nabiullina, Maliye Bakanı A. Siluanov (dar görüşmelerde yoktu, sadece genişletilmiş görüşmelere katıldı), özellikle askeri sanayi alanındaki devlet tekellerinin yöneticileri ve başta Aleksandr Novak olmak üzere hemen bütün başbakan yardımcıları katıldılar. Bütün görüşmelerde Çin tarafından da eşit sayıda delege hazır bulundu. Si Tsinpin ayrıca Başbakan Mişustin’i de ziyaret etti. Başka hiçbir şey olmasaydı bile karşılıklı heyetlerin bu kapsamı, Si Tsinpin’in Moskova ziyaretinin doğrudan doğruya batıya bir meydan okuma anlamına geldiğini göstermeye yeterdi.

* * *

İmzalanan belgeler, meydan okumadan çok daha fazlası olduğunu gösteriyor.

Toplam 12 belge imzalandı; bunlar arasında en önemli iki tanesi, “karşılıklı ortaklık ve stratejik işbirliği ilişkilerinin derinleştirilmesine dair ortak açıklama” ile “2030’a kadar Rusya-Çin iktisadi işbirliğinin temel istikametlerinin geliştirilmesi planı üzerine ortak açıklama”; geri kalanları ise somut alanlarda mutabakat belgeleriydi.

Her iki ortak açıklama da son derece kritik; ancak ikincisi hak ettiği ilgiyi yeterince görmedi. Oysa ilki uluslararası siyasi işbirliğinin çerçevesini çizerken, ikincisi de bunun maddi altyapısını oluşturuyor.

Açıklamaya göre sekiz “kilit” istikamette iktisadi işbirliğinin geliştirilmesi planlanıyor. Söz konusu istikametler şunlar:

1) özellikle elektronik ve diğer inovasyon araçlarının geliştirilmesinde ticaretin hacminin artırılması ve optimizasyonu (inovasyon işbirliği, dijital ekonomi);

2) karşılıklı lojistik sisteminin kapsamlı olarak geliştirilmesi (her türlü ulaştırma yol ve araçları, sınır bölgesinde altyapının aşamalı olarak iyileştirilmesi);

3) mali işbirliği seviyesinin yükseltilmesi (iktisadi işbirliğinin her alanında yerli para birimlerinin daha geniş kullanılması; üstelik aslında burada da kalmıyor, Rusya’nın sunduğu perspektif çok daha kapsamlı: Putin basın toplantısı sırasında Rusya’nın Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki diğer ticari ortaklarıyla da işlemleri yuan üzerinden yapabileceğini, dahası Rusya’nın bu ticari ortaklarının da üçüncü ülkelerle ticari ilişkilerinde “yuana dayalı bu hesap biçimlerinin gelişeceğinden emin” olduğunu söyledi);

4) enerji alanında kapsamlı ortaklığın güçlendirilmesi (karşılıklı ve küresel enerji güvenliği ve enerji sektöründe ortak stratejik projeler);

5) “metal, kimyasal gübre ve kimyasal sanayi ürünleri de dâhil temel emtia ve mineral kaynaklarının pazar ilkeleri temelinde karşılıklı tedariki alanında uzun vadeli ilişkilerin geliştirilmesi hedefiyle koordinasyonun temini”;

6) teknoloji ve inovasyon alanında işbirliğinin “Rusya ve Çin’in teknolojik liderliğinin temini hedefiyle” genişletilmesi;

7) çok daha yüksek sınai işbirliği (Çinli ve Rusyalı sanayi şirketlerinin katılımıyla yeni üretim zincirleri);

8) “her iki ülkenin gıda güvenliğinin temini amacıyla tarımda işbirliği seviyesinde ciddi bir artış”.

Bu durumda şunu söylemek mümkün: siyasi işbirliğinin çerçevesini çizen “karşılıklı ortaklık ve stratejik işbirliği ilişkilerinin derinleştirilmesine dair ortak açıklama” ortaklığı siyasi ittifaka vardırmayı amaçlıyor; iktisadi işbirliğinin çerçevesini çizen “2030’a kadar Rusya-Çin iktisadi işbirliğinin temel istikametlerinin geliştirilmesi planı üzerine ortak açıklama” ise aynı işi daha güçlü bir şekilde iktisadi alanda yapıyor.

* * *

Bu, bir gelecek planı; peki mevcut durum ne?

Rusya’nın dış ticaret hesaplamalarında yuanın rolü, sadece dış ticarette Çin pazarına sert bir kaymayı değil, aynı zamanda “dedolarizasyonun” boyutunu da gösteriyor. İhracatta yuanın payı (ülkeye giren döviz toplamına göre) 2022 başında yüzde 0,5’ti, yılsonunda yüzde 16’ya fırlamıştı; ithalatta yuanın payı ise (ülke dışına çıkan döviz toplamına göre) yüzde 4’ten 23’e çıkmıştı.

Hizmet ithalat-ihracat ilişkisi hacim olarak önemsiz, ancak ilişkinin niteliği açısından bir fikir verebilir. 2017’de Çin’in Rusya’ya yaptığı hizmet ihracatı 2,38 milyar dolardı, 2021’de 3,53’e çıktı; Çin’in Rusya’dan hizmet ithalatı ise aynı tarihlerde 2,39’dan 2,83’e yükseldi. 2019’da bir sıçramanın ardından tekrar düştüğü anlaşılıyor.

Rusya ve Çin arasındaki emtia ihracat-ithalat ilişkisi ise şöyle: 2013’te Çin Rusya’ya 45,59 milyar dolar ihracat yaptı; bu miktar 2022’de 114,15 milyar dolara çıktı. Çin’in Rusya’dan yaptığı ithalat ise aynı yıllarda 39,67 milyar dolardan 114,15 milyar dolara çıktı. İthalat ile ihracat arasındaki makas 2017’de döndü; 2020’den sonra ise hem ithalat hem ihracatta muazzam bir sıçrama oldu. Emtia ticareti bileşenleri tahmin edilebileceği gibi: Rusya doğal kaynak ihraç ediyor, Çin mamul madde.

Ancak Rusya’nın ihracatı, batı pazarındaki kaybını karşılamanın çok gerisinde.

Çin gümrük verilerine göre Rusya’nın geçen yıl 24 Şubat’tan beri Çin’e ihraç ettiği enerji kaynaklarının toplamı 88 milyar dolar. Bir önceki yıl bu miktar 57 milyar dolardı. Bunun içinde hampetrol ve petrol ürünleri, doğalgaz (sıkıştırılmış ve boru hattından) ve kömür var. Rusya’nın (BDT dışındaki ülkelere) toplam doğalgaz ihracatı geliri geçen yıl 127 milyar dolardı. Bu yıl doğalgaz fiyatlarının durumuna göre iyimser tahminle 61,6, kötümser tahminle 30,8 milyar dolara düşebilir. Geçen yıl (BDT dışındaki ülkelere) 128,3 milyar dolar olan toplam petrol ihracatı geliri ise bu yıl iyimser tahminle 87,8 veya kötümser tahminle 58,5 milyar dolara düşebilir. Sadece bu iki kalemden ihracat geliri kaybı en iyi tahminle bile 100 milyar dolardan fazla. Demek ki Rusya’nın Çin’e enerji ihracatında 2022’de bir önceki yıla göre 31 milyar dolar artış, Kuzey Akım 1 ve 2 sabotajından başka petrol ambargosuyla da kaybettiği geliri telafi etmenin çok uzağında. (Ayrıntılar için, bak. “Rusya’da yapısal değişim zorunluluğu: petrol-gaz ekonomisinden nasıl çıkılır?”)

Başka nedenlerin yanı sıra bu durum da içeride yapısal değişiklik için bir momentum yaratıyor, zira petrol-doğalgaz ekonomisi ve en genelde bağımlı ekonominin sadece istikametini değiştirerek varlığını koruması, aynı ölçüde yıkıcı sonuçlara yol açabilir. Bu durum, iktisadi ittifakın çerçevesini çizen ortak açıklamanın ilk başta göründüğünden bile çok daha hayati önem taşıdığını gösteriyor.

* * *

Si’nin, Rusya’da gelecek yıl yapılacak başkanlık seçimlerini Putin’in kazanacağından emin olduğunu söylemesi, malûmun ilanı olmaktan başka şu üç noktanın altını çiziyor:

1) karşılıklı ilişkilerin ancak Rusya’da Putin’in önderliğinin devam etmesi durumunda gelişeceği iması;

2) Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yargı yetkisini pervasızca aşarak çıkardığı tutuklama kararına karşı en üst seviyede bir tavır alış;

3) Rusya’da (neredeyse imkânsız bir ihtimal olsa bile) olası bir renkli “devrim” anlamına gelecek şekilde Kremlin yönetimini devirecek bir iktidar değişikliğinin meşru görülmeyeceği hatırlatması.

* * *

Rusya’nın Ukrayna harekâtında silah ve mühimmat sıkıntısı çektiği ve bu ihtiyacını Çin’den karşılamayı planladığı, Çin’le işbirliğinin aynı zamanda bunu desteklemeye yönelik olduğu çokça ileri sürülüyor. Bu afaki bir iddiadır. Batı basınında ne söylenirse söylensin, silah sanayisinde üretim ve kapasite sorunu yaşanmadığı çok açık.

Putin, Si’nin ziyaretinin hemen arifesinde, bugün ellerinde olan modern silahların önemli bir bölümünün 2014’te ellerinde olmadığını, o tarihten beri sektörde güçlü bir modernizasyona gittiklerini açıklamış ve hipersonik füzeleri örnek göstermişti. Bu, batının Minsk mutabakatlarını Kiev rejimine zaman kazandırmak için kullanmasına neden izin verildiği sorusunun gerçek cevabı değilse bile doğru.

Çin’in Rusya’ya silah ve mühimmat vereceği iddiaları ve ABD-AB’nin buna yönelik tehditleri sadece olası bir büyük çatışma öncesi Çin’in mümkün olduğunca kriminalize edilmesi veya hiç değilse troyka ve uydularının Çin’e yönelik kapsamlı bir yaptırım saldırısı için şimdiden siyasi hazırlık amacı güdüyor.

Gerçekte Çin’in Rusya’ya savaş malzemesi (mühimmat, silah veya araç) vermesi neredeyse kesinlikle söz konusu değil, çünkü zaten “Çin, kendi silah sistemlerini (güdümlü füze, havadan havaya füze, İHA, lazer güdümlü bomba, vb.) Rusya’nın sistemleri üzerinde geliştiriyor”. Bunu iki buçuk yıl önce, “Kırılgan dev…” yazı dizisinde yazmıştım. Bugün de aynı görüşteyim. İki ülkenin heyetler arası görüşmelerinde askeri sanayinin önemli isimlerinin de hazır bulunması, Çin’in Rusya’ya savaş malzemesi anlamına gelmez, tam tersi anlamına gelir. Zaten bu yüzden ileri sürülen afaki iddiadan daha fazla önem taşır, zira Çin’in batıya karşı askeri gücünü Rusya ile artık siyasi ittifak haline gelmiş kapsamlı ortaklık içinde geliştirme kararlılığını gösterir.

* * *

Görüşmelerin en önemli başlıklarından biri, Kuzey Okyanusu meselesidir.

Putin dün Si Tsinpin ile resmi görüşmesinin ardından yapılan basın toplantısında, Rusya ve Çin’in Kuzey Kutup Yolu’nun geliştirilmesiyle ilgili bir çalışma grubu kurmaya hazır olduklarını söyledi. Bunu görüşmelerin en önemli sonuçlarından biri saymak gerek, zira Çin Arktik Okyanusu’nda en azından 2021 sonlarına kadar ABD yanlısı bir tutum almıştı. İlk defa en yüksek seviyede Kuzey Okyanusu’nda Rusya ile çalışma grubu kurulması kararının alınmış olması, Çin’in ABD ile Rusya’yı şu veya bu şekilde karşısına alan herhangi bir siyasi angajmana girmekten artık kesinlikle kaçındığını gösteriyor olmalı; öte yandan Rusya’nın Kuzey Kutup Yolu’na dair kendi tutumunu Çin’le uyumlu kılmak istediği de anlaşılıyor.

* * *

İtiraf etmeliyim ki Si’nin Moskova görüşmelerinin kapsamı ve sonuçları benim beklentilerimin çok ötesine geçti.

Çin’le ilgili görüşlerimi üç bölümlük “Kırılgan dev…”de epey ayrıntılı biçimde özetlemiştim. Orada Si’nin “ülkenin orta ve uzun vadeli iktisadi ve sosyal gelişme stratejisinin temelleri” olarak formüle ettiği “altı ilkesinin” üzerinde önemle durmuştum ve bu ilkelerin aslında en genelde iç pazarın genişletilmesine yönelik olduğunun altını çizmiştim. Temel iddiam şuydu:

Çin’in dünyanın fabrikası rolü, onun dev bir cüsseye erişmesine yol açtı, ama aynı zamanda kırılgan kıldı. Bu sadece iktisadi değil (pazarın çoğu zaman kontrol dışı faktörlere bağlı olması) aynı zamanda siyasi bir kırılganlık yaratıyordu (kontrol dışı faktörlerin başında troykanın hegemonyasının gelmesi ve troykanın bunu bir siyasi baskı aracı olarak kullanması). Dolayısıyla, Çin’in kırılganlığını aşmasının tek yolu iç pazarda alım gücünü yükseltmekten geçiyor: “Si… tüketimi Çin’de iktisadi büyümenin en önemli motoru sayıyor ve bunu, orta gelir seviyesindeki 400 milyon insana tevdi ediyor. Keza, gelir seviyesinin yükseltilmesini ‘en önemli siyasi hedef’ sayıyor. Başka deyişle, alım gücü yüksek batılı tüketici için üretilen ihraç mallarının giderek daha büyük bir bölümü iç pazarda tüketilmeli, bunun için de orta gelir seviyesindeki insanların gelirleri artırılmalı. Ancak bunu sınıf ilişkilerine köklü müdahale yoluyla yapmayacağını da vurguluyor: ‘Daha fazla insanın kendi çabalarıyla ota gelir seviyesi grubuna girmeleri için insan sermayesine yatırımları genişletmek şarttır.’” Hedef bu olunca, üretim ve ikmal zincirinin stabilizasyonu ve bunun için de sosyalist altyapı hayati önem taşıyor. Si’nin ikinci ilkesine göre: “Devlet işletmeleri… sosyalizmin en önemli maddi esası ve siyasi temelidir. … Daha güçlü, daha iyi ve daha büyük olmalıdırlar. Elbette devlet işletmeleri de reforme ve optimize edilmelidir, ama onlardan vazgeçilemez veya onlar zayıflatılamaz.” Üçüncü ilke, “şehirleşme stratejisinin iyileştirilmesi”, doğrudan doğruya ilk ilkeyle ilgilidir; bu aynı zamanda işçi sınıfının siyasi olarak güçlendirilmesini gerekli kılar.

Özetle “altı ilke”, troykanın hegemonya tehdidine karşı yapısal bir dönüşüm öngörüyordu; ancak bu dönüşümün hiç değilse geri dönülemez noktaya varıncaya kadar gerçekleştirilmesi için en azından 6-7 yıl gerekiyordu. Ama bu sürecin çok sancılı geçeceği belliydi, zira: “Emperyalizmin sosyalizmle dost olmadığı’ eski dönemin geri dönmesi, öngörülemezliği ve külfetli oluşu yüzünden, Çinli siyasetçileri ürkütüyor.”

Oysa aradan sadece iki yıl geçmişken Çin, endişelerini ve ürküntüsünü koruyor ise bile (Tayvan meselesindeki aşırı ihtiyatlı tutumu bunu gösteriyor) batıya karşı meydan okumaktan çekinmedi ve troykanın bir numaralı düşman ilan ettiği Rusya ile “stratejik ortaklıktan” iktisat alanını da kapsayan bir ittifaka yöneldi.

Si’nin sınırsız yetkiler kazandığı kongrenin ardından atılan bu adım, Çin’de doğabilecek olası siyasi tehditlerin artık ciddi bir önemi kalmadığını da gösteriyor olmalı.

GÖRÜŞ

Pekin Deklarasyonu Orta Doğu’da barış için yeni bir umut doğurdu

Yayınlanma

Prof. Ma Xiaolin

Çin Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi
Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

23 Temmuz’da 14 Filistinli grup Pekin’de Bölünmüşlüğe Son Verilmesi ve Filistin Ulusal Birliğinin Güçlendirilmesine ilişkin Pekin Deklarasyonunu (bundan böyle Pekin Deklarasyonu olarak anılacaktır) imzaladı. Bu, geçen yıl mart ayında Suudi Arabistan ve İran arasında gerçekleşen ve uluslararası toplum tarafından büyük övgüyle karşılanan tarihi uzlaşmanın ardından Çin’in Orta Doğu diplomasisinde bir başka dönüm noktasıdır ve zorlu ve dolambaçlı Orta Doğu barış süreci için yeni fırsatlar yaratmış ve yeni bir umut aşılamıştır.

Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (El Fetih), Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İslami Cihad gibi dünyanın yakından tanıdığı gruplar, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ilk kez kendi sınırları dışında, büyük istişareler, uzlaşmalar ve ulusal birlik taahhütleri bağlamında bir araya gelmişlerdir ki bu, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ender görülen bir durumdur. Bu aynı zamanda Filistin ve İsrail arasında Oslo Anlaşmalarının imzalanmasından bu yana geçen 31 yıl içinde de eşi benzeri olmayan bir olaydır ve Orta Doğu ile dünyanın siyasi ve diplomatik tarihine geçecektir.

Pekin Deklarasyonu, başta Filistin-İsrail çatışması olmak üzere Orta Doğu meselesinin çözümünün desteklenmesine belirgin bir Çin damgası vurmuştur. Çin’in büyük güç diplomasisi, çok taraflı diplomasi ve barış diplomasisinin en son meyvesi, Çin’in büyük bir gücün sorumluluklarını somutlaştırma, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirme ve dünya barışını ve kalkınmasını teşvik etme çabalarının bir başka şaheseri ve Çin’in Orta Doğu’nun yönetimine derinlemesine ve aktif katılımına yaratıcı bir katkıdır. Çin’in bölgesel meselelerle ilgilenirken Çin markası altında kamu hizmetleri sunma kararlılığına, yeteneğine, stratejisine ve araçlarına sahip olduğunu kanıtlamaktadır.

Mevcut Filistin Anayasası uyarınca geçici bir ulusal uzlaşı hükümetinin kurulması, Gazze’nin yeniden imarı ve mümkün olan en kısa sürede genel seçimlere hazırlanması; yeni bir ulusal konseyin (yasama organı) oluşturulması; geçici birlik ve kolektif liderlik kurumlarının ve operasyonel mekanizmaların etkinleştirilmesi, ortak karar alma ve deklarasyon hükümlerinin bir takvimle tam olarak uygulanması kararlaştırılmıştır.

Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi ve Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Wang Yi, Pekin Deklarasyonu’nun değerini özetleyerek, mevcut İsrail-Filistin çatışmasının çözümünün “Gazze’de ateşkes” gerektirdiğine işaret etti. Mevcut Filistin-İsrail çatışmasının çözümüne yönelik üç adım, “Gazze’de ateşkes”, “Filistinlilerin Filistinlileri yönetmesi” ve “Birleşmiş Milletler’e hızlandırılmış katılım”dan oluşuyor. Gözlemciler Pekin Deklarasyonu’nun iki temel engeli ortadan kaldırdığına inanıyor: Hamas ve diğer radikal grupların iki devletli çözümü kabul etmesi ve FKÖ’nün yüce otoritesinin ve tek meşru temsilinin tanınması; bu da çeşitli grupların devlet olma ve siyasi liderlik istekleri açısından ilk kez birleşmesini sağlayacak.

Pekin’den gelen açıklama dünyayı bir bahar şimşeği gibi sarstı ve pek çok kişi tarafından takdirle karşılandı. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Arap Ligi, Türkiye, Pakistan, Malezya ve diğer uluslararası örgütler ve önemli ülkeler Filistinli grupların uzlaşma çabalarına desteklerini ifade etmiş ve Çin’in oynadığı eşsiz ve yapıcı rolü takdirle karşılamışlardır.

Filistin sorununun ortaya çıkışından bu yana Arap ülkeleri ve İsrail uzun bir savaş ve çatışma dönemine girmiş, Filistin direniş hareketi belirli bir tarihsel arka planın ve karmaşık iç ve dış faktörlerin etkisi altında birçok fraksiyona dönüşmüştür. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dünya ve Ortadoğu büyük ölçüde değişmiş, El Fetih’in hakim olduğu ve uzun süredir sürgünde olan FKÖ, İsrail ile “Oslo Anlaşmaları”na varma fırsatını yakalamış, özerkliğe geçiş ve laik bir Filistin devletinin kurulmasının ardından nihai statüyü müzakere ederek “iki devletli çözümü” hayata geçirmeye çalışmış; işgal altındaki topraklarda kök salan Filistin devleti de birçok fraksiyon oluşturmuştur. Teokratik ve milliyetçi ideolojileri bir arada barındıran Hamas ve Cihad, Oslo Anlaşmalarını reddederek ve İsrail’in varlığını kabul etmeyerek silahlı ve şiddet içeren mücadelelerini sürdürmektedir.

Barış süreci aksamaya ve gerilemeye devam ederken, El Fetih ve Hamas’ın İsrail’e karşı oyunlarındaki hedefleri, stratejileri, araçları ve yol gösterici ideolojilerindeki farklılıklar giderek daha belirgin hale geliyor ve İsrail, “çimleri biçme” stratejisi ve böl ve yönet taktiklerinin yardımıyla, Filistinli gruplar arasında kasıtlı olarak bölünmeler, düşmanlıklar ve sürtüşmeler yarattı; bu da Filistin’de iki güç merkezinin ortaya çıkmasına ve ciddi bir iç çatışmaya yol açtı ve aynı zamanda sağcı İsrail güçlerine görüşmeleri sürdürmeyi reddetme ve işgal altındaki topraklara tecavüz etmeye devam etme fırsatı verdi.

Pekin Deklarasyonu’nun Filistinli gruplar ve siyaset arasındaki kaosa son vermesi, siyasi, askeri ve hukuki düzenler arasında koordinasyon ve birlik sağlaması, İsrail ile müzakerelerin talep, ilke ve stratejilerini belirlemesi, bir bütün olarak ulusun gücünü artırması ve İsrail’e karşı güçlü bir oyun oluşturması beklenmektedir.

Ancak Pekin Deklarasyonun başarılı bir şekilde uygulanmasının önünde ciddi zorluklar da mevcuttur. ABD ve İsrail hala Hamas ve diğer grupların meşruiyetini tanımayı reddediyor ve İsrail’deki sağcı güçler özellikle Filistin ulusal birliğinin ve cephelerin birliğinin sağlanmasından korkuyor ve bu nedenle kapsayıcı bir Filistin geçici yönetim sistemine karşı pasif ve hatta dirençli olmaya mahkumlar. El Fetih ve Hamas birçok kez uzlaşma ve işbirliği konusunda fikir birliğine varmış olsa da samimiyet eksikliği sonuçta bir çözüme ulaşılamamasına neden olmuştur. Buna ek olarak, iki grubun kamuoyu tabanları uzun süredir kademeli olarak tersine dönmüş ve Ulusal Konsey uzun süredir felç olmuştur, bu da FKÖ’nün prestijini ciddi şekilde aşındırmıştır. Dolayısıyla Filistinli güçlerin entegrasyonu konusunda kat edilmesi gereken uzun bir yol var.

Pekin Deklarasyonun uygulanmasının, geleneksel olarak Filistin’e dost ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan Çin ve Rusya’nın yanı sıra Filistin davasını uzun süredir destekleyen iki büyük Arap ülkesi Mısır ve Cezayir tarafından denetleneceği bilinmektedir ve şüphesiz çeşitli grupların bir “kimyasal reaksiyon” gerçekleştirmesini ve ikisinin harmanlanmasını sağlayacak bir yol haritası hazırlanacaktır.

Pekin Uzlaşısı hayali gerçeğe dönüştürürken, Filistin sorununun İsrail’in Lübnan ve Suriye ile olan toprak anlaşmazlıklarını da içeren Orta Doğu’daki anlaşmazlıkların merkezinde yer aldığı da kabul edilmelidir. Filistin-İsrail ihtilafının basit bir çözümü bile İsrail’in olumlu tepkisini, ABD ve diğer büyük ülkelerin pozitif enerjisini ve Birleşmiş Milletler kararları ve örgütleri çerçevesinde ortak çabaları gerektirmektedir.

Çin Hükümeti ve Filistinli gruplar tarafından barışçıl ve müreffeh bir ortam için ekilen yeni bir umut tohumu olan Pekin Deklarasyonu’nun, çatışmanın sürdüğü Orta Doğu’da filizlenip filizlenemeyeceği, çiçeklenip çiçeklenemeyeceği ve meyve verip veremeyeceği, Filistinli grupların ortak iradesine, çatışmanın taraflarının iki yönlü yürüyüşüne ve kalıcı, adil ve kapsamlı bir barış için çaba gösterme yönündeki güçlü iradeye, halkın bilgeliğine ve büyük cesaretine bağlıdır.

* Orta Doğu’yu iyi bilen bir isim olan Prof. Ma, Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak uzun yıllar görev yapmıştır. Akademik çalışmalarını Orta Doğu, Arap coğrafyası, Çin-Orta Doğu ilişkileri üzerine yoğunlaştırmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Birleşik Krallık’ta Muhafazakar Parti’nin seçim hezimeti 

Yayınlanma

Doç Dr.  Dilek YİĞİT*

Birleşik Krallık’ta 4 Temmuz 2024 genel seçimlerini kazanan İşçi Partisi 2010 yılından bu yana süren Muhafazakar Parti iktidarını sonlandırmış oldu. Seçim öncesi yapılan anket çalışmaları İşçi Partisi’nin seçimlerden “ezici üstünlük” ile çıkacağını öngörmüş olduğundan seçim sonuçları kimse için sürpriz olmadı. Fakat İşçi Partisi’nin seçim zaferi “ezici üstünlük” olarak okunacak ise, bunun %33.7 oy oranından değil, Muhafazakar Parti’nin yüzde % 23.7’lerde kalmasından yani Muhafazakar Parti’ye desteğin hızla düşmüş olmasından kaynaklandığını belirtmek gerekir.  1918’den itibaren yapılan hiçbir genel seçimde oy oranı bu kadar düşmemiş olan Muhafazakar Parti 1997 seçimlerini kaybettiğinde bile seçmenin % 30’undan fazlası tercihini Muhafazakar Parti’den yana kullanmıştı.

Muhafazakar Parti’nin iktidara geldiği 2010 yılından bu yana yapılacak bir değerlendirme partinin son genel seçimlerde başarısız olmasının nedenlerini kolaylıkla açıklayabilir. Muhafazakar Parti iktidarı boyunca birbiri ardına gelen zorlu sorunlarla ve süreçlerle karşılaştı. İktidara geldiğinde yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlardan ilki 2008 yılında başlayan küresel ekonomik krizin Birleşik Krallık’a yansımaları oldu. Ekonomide büyüme oranları Muhafazakarlar iktidara gelmeden 2008’de ve 2009’da negatif değerlere düşmüştü ama Muhafazakar Parti iktidarında 2014 yılına kadar küresel kriz öncesi 2007 yılındaki ekonomik büyüme seviyesi yakalanamadı. 2008’den itibaren hızla artan işsizlik oranları Muhafazakar Parti iktidarında 2012 yılında % 8.3 ile zirve yaptı ve 2007 yılındaki işsizlik oranı ancak 2015’de yakalandı. 1990’ların başından itibaren enflasyon sorunu yaşamayan Birleşik Krallık’ta 2008’de enflasyon artmıştı ama 2011 yılında % 5.2 ile tekrar zirveyi gördü. Kısaca Muhafazakar Parti ekonomik sorunları çözme konusunda epeyce yavaş kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleşmek zorunda kaldığı bir diğer sorun ise, İşçi Partisi’nin muhafazakarlara bıraktığı “mirastı”. Avrupa Birliği (AB) Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini içerecek şekilde genişlerken, İşçi Partisi iktidarının 2004 yılında iş gücü piyasasını AB’nin yeni üyelerinden gelecek işçilere açma kararı sonucu Birleşik Krallık’a yönelik göç öngörülemeyecek hızda artmıştı. Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’a yönelik artan göç hareketinin Britanyalılar arasında yarattığı memnuniyetsizliğin farkında olsa da, AB içinden gelen göçü engelleyemedi ve 2016 yılında gerçekleştirilen AB referandumuna kadar AB vatandaşlarının Britanya’ya göçü de, Britanyalıların kültürel ve ekonomik tehdit olarak gördüğü göç hareketine tepkisi de artmaya devam etti. Muhafazakar Parti göç sorununu çözme ve göç karşıtı Britanyalıların kaygılarını giderme konusunda da yetersiz kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleştiği ilk sorun küresel ekonomik kriz kaynaklı, ikinci sorun ise İşçi Partisi’nin göç politikasının “mirası” idi; bu sorunlardan hiçbirinin sorumluluğu Muhafazakar Parti’ye yükelenemezdi belki ama Muhafazakar Parti bizzat kendi çabası ile üçüncü bir sorunu İskoçya’da bağımsızlık referandumu yapılmasına rıza göstererek yarattı. Muhafazakar Başbakan David Cameron’ın 15 Ekim 2012’de İskoçya Birinci bakanı Alex Salmond ile yaptığı Edinburg Antlaşması (Referandum Antlaşması) aracılığıyla referandum için yasama yetkisi İskoçya Parlamentosu’na devredildi. Muhafazakar Parti iktidarının Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olma riski taşıyan böylesine bir referanduma izin vermiş olmasının kolaylıkla anlaşılabilir bir yanının olmadığını kabul etmek gerekir; ama Cameron İskoçya’da İskoç milliyetçisi İskoç Ulusal Partisi’nin (SNP) yükselişi karşısında referandum kararı almaktan başka “tercihi” olmadığını düşünüyordu.

İskoçya bağımsızlık referandumu 18 Eylül 2014 tarihinde gerçekleşti; seçmenin % 55’i İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılmasına “hayır” deyince, Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olan parti olarak tarihe geçmekten kurtuldu. Referandum sonucuna istinaden “İskoçya sorununun” Britanya’nın gündeminden düşmüş olduğunu düşünmeye başlayanlar,  Muhafazakar Parti’nin bir başka girişimiyle, bu şekilde düşünmek için acele etmiş olduklarını anladılar. Cameron 2015 genel seçimlerini kazandığı taktirde Birleşik Krallık’ın AB üyeliğini referanduma sunma sözü vermişti; seçimleri kazanınca da sözünü tuttu ve 23 Haziran 2016 tarihinde gerçekleştirilen AB referandumunda seçmenin % 52’si AB üyeliğine “hayır” deyince, Birleşik Krallık Ocak 2020’de AB’den çekildi ve böylelikle de “İskoçya sorunu” gündeme tekrar ve hızlıca taşındı. Zira AB referandumunda İskoçya’daki seçmenin % 62’si tercihini AB üyeliğinin sürdürülmesinden yana kullanmıştı; kendi iradelerinin aksine AB’den çıkan İskoçlar ikinci bağımsızlık referandumu talebiyle Muhafazakar Parti iktidarı üzerinde hep bir baskı yarattılar.

Muhafazakar iktidarın AB referandumu kararı sadece İskoçya’nın bağımsızlık meselesini tekrar gündeme getirmekle kalmadı, ayrıca AB üyeliği konusunda Muhafazakar Parti içindeki çatlakları da gözler önüne serdi.  AB referandumunun bu etkisi partiye İskoçya’nın bağımsızlığı meselesinden çok daha fazla zarar verdi. Referandum öncesi Muhafazakar siyasetçilerin bir kısmı AB üyeliği lehinde, bir kısmı AB üyeliği aleyhinde kampanya yaparken, referandum kararı alan Cameron’ın seçmeni AB üyeliğinin sürdürülmesi yönünde oy vermeye ikna etme çabaları oldukça ilginçti. Cameron AB üyeliği lehinde propaganda yaparken, haleflerinden biri olacak muhafazakar siyasetçi Boris Johnson ise seçmeni üyeliğe hayır demeye davet ediyordu. Böylelikle Muhafazakar Parti bizzat kendi girişimleriyle belli bir yönü, ortak ve tutarlı bir politikası olmayan bölünmüş parti imajı yaratmış oldu.

Yine de bu uzun süreçte Muhafazakar Parti’nin, kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmeyen seçmen nezdindeki kredisi tükenmemişti. 2015’de gerçekleştirilen genel seçimlerden % 36.8 oy oranı ile, 2017 seçimlerinden 42.3 ile, 2019 seçimlerinden % 43.6 ile  Muhazakarlar birinci parti olarak çıkmayı başardı. 2010 yılından itibaren partinin oylarını artırıyor olması çok dikkat çekici  idi. Bu gidişatı değiştiren ise ekonomiyi olumsuz etkileyeceği zaten öngörülmekte olan Brexit’e küresel pandemin etkilerinin eşlik etmesi sonucu Britanya ekonomisinin adeta sarsılması oldu. Birleşik Krallık’ta 2019 yılında GSYİH % 1.6 büyümüştü, ancak 2020’de büyüme oranları % – 10.4 gibi negatif değere düştü. GSYİH’de artış 2021 yılında % 8.7 olarak gerçekleşti, fakat sonrasında büyüme hızı tekrar yavaşladı. İsşizlik oranları 2021 yılında  % 5.3’e yükseldi; enflasyon ise 2022 yılında % 11.1 ile zirve yaptı. Küresel ekonomik krizin olumsuz etkileri karşısında Muhafazakar Parti’den vazgeçmeyen seçmen, Brexit’in ve pandeminin ekonomik etkilerine maruz kalırken de partiden desteğini esirgemeyebilirdi, ama Muhafazakar Parti 2016’dan bu yana sıklıkla lider değiştirerek seçmenine “iktidarda olmaktan yorulduğu” mesajını verdi. Belli ki seçmen de bu mesajı aldı. Dolayısıyla 2024 seçimleri aslında İşçi Partisi’nin kazandığı değil de seçmendeki kredisini tüketmek için uğraşır görünen Muhafazakar Parti’nin kaybettiği seçimler oldu.

Üstelik Muhafazakar Parti sadece İşçi Partisi’ne karşı değil, siyasetin sağ kanadındaki rakibi, kurulu düzen ve göçmen karşıtı  Reform UK’ye karşı da kaybetmiş oldu. “Aşırı sağ” olarak nitelendirilen Reform UK % 14.3 oy oranı ile seçimlerden üçüncü parti olarak çıkarken 2015 genel seçimlerinde UKIP’ın başarısını tekrarlamak suretiyle, aşırı sağ diye adlandırılan söylemlerin Britanyalılar tarafından rağbet görmekte olduğunu kanıtladı.

Kısaca Muhafazakar Parti 2024 seçimlerinden hezimetle çıktı. 20. yüzyılın başından itibaren ülkeyi en uzun süre yöneten parti olması dolayısıyla “doğal hükümet partisi” olarak tanımlanan partinin bu seçim hezimetini, özellikle de muhafazakar seçmenin desteğini alan Reform UK’nin yükselişini gerekçe göstererek, parti için “sonun başlangıcı” olarak okuyanlar mevcuttur. Ancak Britanya seçmeninin genel seçimlerde kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmiyor olduğu gerekçesiyle, bu seçim sonucunu Muhafazakar Parti için şimdilik “ne kadar süreceği belli olmayan muhalefet döneminin başlangıcı” olarak okumak daha yerinde olacak gibidir.

*Doç. Dr., lisans derecesini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden,  lisans üstü derecelerini ise İngiltere Essex Üniversitesi’nden ve Ankara Üniversitesi’nden aldı. Başkent Üniversitesi’nde ve Atılım Üniversitesi’nde Avrupa Birliği üzerine yüksek lisans dersleri verdi. Dilek YİĞİT’in Avrupa Birliği, Birleşik Krallık tarihi ve siyaseti ile İngiliz edebiyatına dair çok sayıda akademik yayını bulunmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Barış Harekâtı elli yaşında: Şimdi yeni hamle zamanı

Yayınlanma

Yazar

Türk Silahlı Kuvvetleri bundan tam elli yıl önce bir pazartesi günü sabahın çok erken saatlerinde Kıbrıs adasına amfibi çıkarma harekâtına başladı. Önce büyük gemilerin yanaşmasına müsait geniş limanı ve göreceli sığ sahiliyle Kıbrıs Türklerinin Mağusa dediği bugünkü Gazi Magosa’dan çıkılabileceği intibaı verildi. Sonra Girne’den bugün tanınmış bir tatil köyünün sığ bölgesinden çıkılacağı Kıbrıs mücahitleri olarak bilinen TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) güçlerine ulaştırıldı; ama oradan da çıkılmadı ve daha derin ve kıyıya yanaşılması oldukça zor bir bölge olan Karaoğlanoğlu koyundan çıkarma başlatıldı.

Uluslararası ortam daha iyi olamazdı. Türkiye kuvvet, mekân ve zaman kavramlarından oluşan kurmay stratejisinin bütün koşullarını oluşturmuştu. Rumların 1963 sonlarında giriştikleri katliamlar 1964 yılında da devam etmiş ve Türkiye askeri müdahalede bulunabileceğini ima edince Amerika Johnson mektubunu göndermişti. Oysa Türkiye adaya gerçekten müdahale etmekten ziyade Amerika ve İngiltere’nin NATO dayanışması adına Yunanistan’a baskı yaparak katliamları durdurmalarını beklemekteydi. Katliamlar duracak ve 1960 Antlaşmalarına göre kurulan ancak Rumların saldırıları sonunda fiilen Rum devleti haline dönüştürülen, yetki paylaşımı esaslı Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimine geri dönülebilecekti. Sadık müttefik olarak hareket eden Türkiye’nin NATO üyeleri arasında savaş çıkmasını önlemek için bu kadarcık bir beklentisi olması hiç de abartılı değildi.

JOHNSON MEKTUBU VE SONRASI

Ankara’daki hava böyleydi; ama 4 Haziran 1964 tarihinde ABD Başkanı Lyndon Johnson imzasıyla koalisyon hükümetinin başbakanı İsmet İnönü’ye ulaşan ve Türk-Amerikan ilişkilerinde lanetli bir belgeye dönüşen bu mektup üç konuda Ankara’yı sert ifadelerle uyarıyordu: Amerika’nın 1947’den itibaren verdiği silahları böyle bir çıkarmada kullanamazsın. Ayrıca Kıbrıs’a ‘saldırmanız’ Sovyetler Birliği’nin de size saldırmasına yol açarsa NATO’nun sizi koruması mümkün olmayabilir. Ve ima yollu da olsa hatırlatılan Akdeniz’deki 6. Filo yani istersek sizi durdurabiliriz.

Bu mektup Türk-Amerikan ilişkilerine atılmış bir balistik füze gibi oldu. Türkiye’nin sert tepkilerinden dolayı Amerika’nın durumu yumuşatma çabaları ve İnönü’nün Vaşington’a davet edilerek ‘hayır öyle demek istemedik, bir yanlış anlama oldu galiba’ seansları ikili ilişkilerin devamını sağladı. Fakat Türkiye artık 1950’li yılların çizgisini geride bırakması gerektiğini anlamıştı. Soğuk Savaş’a rağmen ve NATO’da kalarak Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler (özellikle sanayi ve ticaret alanlarında) geliştirmek, Arap ülkeleri ile münasebetlerini tamamen gözden geçirerek onları Yunan-Rum tarafından koparmak gibi adımlar atmayı öğrendi Ankara ve çok yönlü denilebilecek bu politikadan büyük faydalar temin etmeyi de başardı.

Yunan-Rum tarafı ise Johnson Mektubu’nu yanlış okumayı sürdürdü; ama bedelini de ödedi. İki ay sonra yani Ağustos başlarında Erenköy’de Türk köylerine ve TMT mevzilerine kapsamlı bir saldırı başlatan Rum birlikleri Türk Hava Kuvvetleri’nin alçak uçuş yaparak uyarıda bulunmasına rağmen durmadılar. Ve ertesi gününden itibaren THK 72 uçakla Rum mevzilerini sürekli vurarak hallaç pamuğuna çevirdi. Birkaç gün devam eden bombardımanın ardından Rumlar perişan şekilde geri çekilmek zorunda kaldılar. Mücahitler ise karşı saldırıya geçtiler.

ENOSİS POLİTİKASINDA ISRAR

Rumlar ve Yunanistan için Enosis amacında hiçbir değişiklik olmasa da taktik düzeyde nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda anlaşmazlıklar oluşmasına sebep olan ve Şehit Cengiz Topel’i kaybettiğimiz bu operasyon sonrasında da Rum saldırıları durmadı. Dahası Rumlar 1960 Antlaşmaları ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Türklerle paylaşmaya hiç niyetli değillerdi. Makarios hükümeti Türklere hayatı yaşanmaz hale getirerek çekip gitmeleri için her yola başvururken EOKA-B olarak Albay Grivas tarafından yeniden kurulan terör örgütü ise silahlı saldırılarını sürdürdü.

Taraflar arasındaki görüş ayrılıkları 1974 yılının temmuz ayında iyice açığa çıktı. Atina’daki askeri cuntanın (1967 yılında Papadopoulos liderliğinde Albaylar Cuntası olarak yönetime el koymuştu) kendisini devirme hazırlıkları içinde olduğuna iyice kanaat getiren Makarios Yunanistan Cumhurbaşkanı Gizikis’e bir mektup yazarak Yunanistan devletinin Kıbrıs’ı işgal hazırlıkları olarak gördüğü bu çabaları tek tek ifşa etti. Ve mektubu da basında yayımladı.

Makarios endişelerinde haklıydı ama korkunun ecele faydası olmadı. Adadaki Yunan alayı, gizlice gönderilen Yunan asker ve subayları ile Rum kuvvetlerinin içindeki Yunanistan yanlıları harekete geçerek 15 Temmuz günü bir darbe ile Makarios’u devirdiler. Bu, 1959-1960 antlaşmalarına göre oluşmuş olan anayasal düzenin toptan ortadan kaldırılması ve Garanti ve İttifak Antlaşmalarının açık ihlaliydi. Türkiye kayıtsız kalamazdı. Nitekim kalmadı ve darbeden sadece 120 saat sonra Girne açıklarından çıkarma başladı.

ULUSLARARASI ORTAM FEVKALADE LEHİMİZEYDİ

Türk birlikleri Karaoğlanoğlu mevkiinden karaya çıkmadan yirmi dört saat önce darbeden canlı kurtulan ve adadaki Ağrotiri İngiliz üssüne sığınarak önce Londra’ya sonra da New York’a ulaşan Makarios BM Güvenlik Konseyi acil oturumunda yaptığı konuşmada kendisinin devrilmesinin bir iç olay olmadığını, Yunanistan’ın ülkesini işgal ettiğini, Güvenlik Konseyi’nin zecri tedbirlere başvurarak ülkesini işgalden kurtarmasını istemişti. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye ve Yunanistan’a ilaveten üçüncü garantörü olan İngiltere ile yapılan görüşmeler de Ankara’nın çıkarma yapma stratejisine diplomatik dayanak sağlamıştı. Londra müdahale etmeyeceğini, ancak müdahaleye de karşı çıkmayacağını söylüyordu. Amerika 1964 krizinden ders aldığı için bu defa Ankara’yı kızdırmamak adına çok daha dikkatli bir tavır içerisindeydi. Moskova ise bu darbeyi Üçüncü Dünya yanlısı politikalar izleyen Makarios’un devrilmesini Vaşington’un tertiplediğini düşünüyor ve karşı çıkıyordu. Kısacası Ankara’nın önü diplomatik/siyasi olarak açılmıştı.

Bu denli uygun bir uluslararası atmosferde başlayan çıkarmanın ikinci safhasında (14 Ağustos) özellikle Amerika ve İngiltere aleyhte tavır sergilediyse de hiç kimse Türk birlikleri ve TMT mücahitlerinin adanın üçte birinden fazla kısmını kontrol altına almasına engel olmadı. BM aracılığıyla güneyde kalan Türklerin kuzeye ve kuzeydeki Rumların da güneye gönderilmesinin ardından Kıbrıs meselesi bir türlü bitmeyen uzun soluklu müzakerelerin konusu oldu.

FEDERASYONDAN İKİ EGEMEN EŞİT DEVLETE GEÇİŞ İÇİN ULUSLARARASI ORTAM ÇOK UYGUN

Çıkarma operasyonunun iki aşamalı olarak tamamlanmasının ardından kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Yönetimi (1975) ve Rumlarla bir ortaklık kurulamamasından sonra ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (1983) Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye açısından önemli adımlardı; ancak federasyon görüşmelerinden bir sonuç alınamadı. Önce Amerikan yönetiminin (Carter’ın seçim vaatleri ve ilk yılları) Ankara’ya karşı politikaları sonra da Avrupa Birliği üyesi yapılan (1981) Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı güç toplaması federasyon görüşmelerini sonuçsuz bıraktı.

Rum tarafı BM genel sekreterleri tarafından hazırlanan toplam üç çözüm paketini (de Cuellar Paketi, 1986, Ghali Fikirler Dizisi, 1992 ve Annan Planı, 2004) de reddettiler; çünkü eski Rum dışişleri bakanlarından Nikos Rolandis’in dediği gibi hiçbir Rum ve Yunan lider gerçek manada yetki paylaşımı esaslı bir federasyon istemedi. Güneydeki Rum devletinin egemenliğini kuzeye genişletecek bir yapıdan yana oldu. Türkler ise azınlık haklarından biraz fazla bir şeyler alabilirlerdi. Bu dönemde özellikle İngiltere ve Amerika’nın Kıbrıs’ı Türkiye’ye yedirmemek şeklinde izah edilebilecek Rumları ve Yunanistan’ı şımartan politikaları ve Soğuk Savaş’ın 1980’lerde yeniden hız kazanmasının yarattığı uluslararası şartlar ne federasyonu mümkün kıldı ne de Türkiye’nin alternatif tezlere yönelmesine imkân tanıdı.

Avrupa Birliği propagandasının Türk dış politikasını tümden esir aldığı yıllarda Türkiye açısından KKTC’nin tasfiyesi ve ada üzerindeki haklarının kaybı 2004 yılında referanduma iki tarafta ayrı ayrı sunulan Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesiyle önlenebildi. Maalesef Ankara’nın Kıbrıs konusundaki yanlış tutumunun devam ettiği 2017 yılına kadar yapılan, son raundu Crans-Montana’da gerçekleştirilen ve Türk tarafının garantörlük de dahil birçok konuda epeyce tavizkar davrandığı görüşmelerde sonuç alınamaması da Rum-Yunan tarafının fanatizmi sayesinde oldu.

Dünyanın çok kutupluluğa evrildiği günümüzde Kıbrıs sorununda Türkiye’nin elinin fevkalade güçlendiğine hiç şüphe yok. Sonuçta bu sorunu iki devlet temelinde çözümleyebilecekken Türkiye’yi adadan çıkarmayı hedefleyen ve bunu da çözüm lafının içine sokan Amerika ve İngiltere ile sonradan onlara katılan Avrupa Birliği alanda çözülmüş olan bir sorunu kabullenmek yerine değişik yol ve yöntemlerle güya çözüm bularak Türkiye’yi Kıbrıs’tan çıkarmaya çalıştılar. Fakat Denktaş’ın bizlere her zaman söylediği gibi Rum-Yunan tarafının fanatizmi Türkiye’nin önemli hatalar yapmasını engellemiş oldu.

Sorunu adeta içinden çıkılmaz hale getiren Batı dünyasının gücünün dengelendiği çok kutuplu bir dünyada KKTC’nin tanıtılması daha uygun şartlarda yapılabilir. Azerbaycan ve diğer dost ülkeler (Pakistan, Bangladeş) ve iyi ilişkiler içinde olduğumuz başka bazı devletlerle başlayacak tanınma Rum-Yunan tarafı ile ilişkileri tamamen bozulmuş durumdaki Rusya ve başka ülkelerden de gelebilir. Bunun için bir eylem planına ihtiyaç olduğuna hiç şüphe yok. Örneğin bugünlerde Gazze ve Batı Şeria’daki Filistin halkı için her şeyi yapıp, İsrail’i tam manasıyla karşımıza alırken Arap ülkelerine KKTC’yi sürekli hatırlatmak gayet yerinde olur.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English