Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Rusya’da yapısal değişim zorunluluğu: Petrol-gaz ekonomisinden nasıl çıkılır?

Yayınlanma

Bu yazıda Rusya’da devletin en büyük iki ihracat kaleminin dün, bugün ve yarınından yola çıkarak gelişmelerin bütçeye etkisi ve iktisat stratejisinde kaçınılmaz değişiklik ihtiyacı üzerinde duracağım.

İlkin, aşağıdaki en önemli kavramlardan birine, “uzak ülkelere” açıklama getirmek gerekli. Eski Sovyet ülkelerinin tamamı, BDT’de olup olmadıklarına bakmaksızın yakın yabancı ülkeler sayılır. Bunların dışında kalan bütün ülkeler de uzak yabancı ülkeler olarak değerlendirilir. Grafiklerimiz ve hesaplamalarımız sadece uzak yabancı ülkeleri kapsıyor. Bunun ezici çoğunluğunu ise Çin’i düştükten sonra Avrupa ülkeleri oluşturuyor. Dolayısıyla varacağımız sonuçlar, Rusya’nın iki ana ihracat ve bütçenin iki ana gelir kaynağında (petrol ve doğalgaz) batı yaptırımlarının sonuçlarını yansıtacak.

Uzun yazılardan hoşlanmayan okur için peşinen söyleyelim. Rusya, 2021’i baz alırsak eğer, bu yıl petrol ve petrol ürünleri ihracatının yüzde 35-40’ını, doğalgaz ihracatının da yarısını kaybediyor. Ama kayıp sadece bundan ibaret değil; enerji fiyatları 2022’nin ilk yarısındaki derin kriz yüzünden Rusya’nın gelirini hatırı sayılır şekilde artırmıştı, ama şimdi durum tersine döndü; petrol ve petrol ürünlerine yapılan indirimler ise piyasa fiyatının neredeyse yarısına yaklaşıyor.

Doğalgaz

Aşağıdaki grafiğin nasıl çizildiğine, hangi verilerin neden ve nasıl kullanıldığına ve tahminlere dair açıklamalarla başlayalım.

Federal Gümrük Hizmetleri (FTS) nisan ayından beri “yanlış değerlendirmelerden, spekülasyonlardan ve tutarsızlıklardan” kaçınmak için istatistikleri yayınlamıyor; dolayısıyla 2022’nin resmi verileri yok. 2023’te Avrupa’ya sadece (Ukrayna üzerinden transit olarak) 30 milyar metreküp gaz ihracatı bekleniyor. Mavi Akım’dan hâlihazırda yüzde 80 kapasiteyle gaz basılıyor; yani bu hat üzerinden azami 16 milyar metreküp geçebilir. Çin’e ise azami 23-24 milyar metreküp basılabilir.

Türkiye’nin Rusya’dan geçtiğimiz yıl ne kadar doğalgaz aldığı açıklanmadı. Ama Uşakov 18 Temmuz’da, yılın ilk yarısında 12,8 milyar metreküp gaz basıldığını (7,1 Mavi Akım, 5,7 Türk Akım) söylemişti. Bununla birlikte Çin’e ve (Baltık’ın da dâhil olduğu “yakın ülkeler” hariç) Avrupa’ya yapılan ihracat tutarı belli; bunlara dayanarak Türkiye’ye yapılan ihracatı 21,70 milyar metreküp olarak hesapladım. Bu, Kommersant’ın Türkiye gümrük idaresinden aktardığı rakamla da örtüşüyor: 21,50 milyar metreküp.

Gazprom verileriyle Federal Gümrük İdaresi (FTS) verileri tam olarak örtüşmez. Gazprom’un ihracat rakamları her zaman FTS’nin rakamlarından daha büyüktür. 2021’de de böyle oldu: Gazprom (Novak’ın 28 Aralık’taki açıklamasına göre) uzak ülkelere 185,1 milyar metreküp ihraç etti, ama FTS’ye göre boru hatlarından uzak ülkelere toplam ihracat 170 milyar metreküptü. Ben tabloda Gazprom verilerini esas aldım. Bununla birlikte doğalgazın yıllık ortalama fiyatlarında Merkez Bankası verilerini kullandım. Ancak Merkez Bankası da, tıpkı FTS gibi, 2022 ve sonrası ortalamalarını istatistiklerine girmedi. Bu nedenle 2022 doğalgaz fiyatları ortalaması olarak ICE verilerine dayanarak RİA’nın aktardığı hesaplamalardan yararlandım: 1000 metreküpü 1260,8 dolar.

2023 için ise iki ayrı fiyat seti seçtim. İlki, yıl boyunca fiyatların buna yakın belli bir istikrar kazanacağı varsayımıyla 2022’nin son günü fiyatları: 844,3 dolar. İkinci durumda ise Avrupa’da kış ve bahar boyunca havaların mevsim normallerinin çok üzerinde seyredeceği, rüzgârın rekor hızını sürdüreceği, Brüksel’in Katar’la uzun vadeli petrol anlaşması yapacağı, Cezayir’le ilişkileri düzelteceği, ABD’nin tekel kârı yerine makul fiyatlar koyacağı gibi bir dizi varsayımla (bunların tamamının gerçekleşmesi mümkün olmasa bile) fiyatların yarıya düşeceğini kabul edeceğim.

2023’e dair tahminlerimde ihracatın yüzde 30 kadar daha azalacağı ve 70-75 milyar metreküpe düşeceği öngörüsüne dayandım. Eğer böyle olursa bu yıl Avrupa ülkeleri ABD’den, Rusya’dan aldıklarından iki kattan fazla doğalgaz alacaklar.

Novak’ın 28 Aralık’taki açıklamasına göre gaz ihracatı geçen yıl 100,9 milyar metreküp oldu. Bu, tarihi bir diptir: 1990’da 110 milyar metreküptü. Miller 16 Ocak’ta, Çin’e ihraç edilen gaz miktarının 15,5 milyar metreküp olduğunu söyledi; ancak Neftegaz 2 Ocak’ta, sözleşme yükümlülüklerinin artmasına dayanarak 18,2 milyar metreküp olarak değerlendirilebileceğini açıklamıştı. Grafikte bu ikincisini esas alıyorum.

Miller, 2025’e kadar Çin’e gaz ihracatının yıllık 48 milyar metreküpü bulacağını da söyledi. Ama grafikten görüleceği gibi bu durumda bile (hiç değilse şimdilik) kaybedilen Avrupa pazarının doğuda telafi edilmesi mümkün değil.

Sıvılaştırılmış gazı tablolara dâhil etmedim. Bu ihracat kısmen artabilir. 2022’de Avrupa’ya toplam 15,7 milyon ton, Asya’ya da 16 milyon tona yakın sıvılaştırılmış gaz ihraç edildi. Bu, yaklaşık 44 milyar metreküp doğalgaza denk düşer. Önemsiz değil, ama batı teknolojisine bağımlılıktan başka nakliye ve tankerlerde sigorta-reasürans zorlukları yüzünden 2023’te bu seviyenin üzerine çıkması zor görünüyor, dolayısıyla ek bir gelir sağlaması beklenemez. Kaldı ki Rusya-Avrupa boru hatlarının toplam potansiyel kapasitesinin Kuzey Akım 1 ve 2 NATO operasyonuyla yok edilmeden önce 180-200 milyar metreküp seviyesinde olduğunu hatırlarsak, sıvılaştırılmış gaz ihracatındaki artışın yakın zamanda buna yaklaşması da mümkün değil.

2023’te Çin, Belarus ve Türkiye’nin toplam talebi, çok iyimser olunursa, 60 milyar metreküpü bulabilir; ama bu, Gazprom’un toplam arz kapasitesinin çeyreğinden daha az. Demek ki en iyimser tahminlerle tablo şöyle: Rusya 2021’de bütün dünyaya yaklaşık 240 milyar metreküp doğalgaz satışı yapmıştı, ama 2023’te sıvılaştırılmış doğalgaz ihracı azami 45, “dost olmayan” ülkelere boru hatları üzerinden satış 30 ve tarafsız ülkelere satış da 60 milyar metreküp olabilir.

Petrol

Petrole bakalım.

Grafiği aynı dönem için (2013-2023) hazırlayacağım; ancak Çin, Türkiye ve Hindistan verilerini almayacağım. Şu üç nedenle:

1) Veri seti eksik. Bununla birlikte hiç değilse Çin’in 2022’ye kadar istikrarlı bir alıcı olduğu belli (70-72 milyon ton arasında).

2) Türkiye’nin alımına dair rakamlarda, en azından 2020 itibariyle Rusya ve Türkiye kaynakları arasında uyumsuzluk var.

3) Hindistan 2022’ye kadar görece önemsiz bir alıcıydı; ama 2022’de Rusya petrolünün yurtdışına çıkarılmasında en önemli duraklardan biri haline geldi; Rusya’nın Hindistan’a petrol ihracatı da 24 Şubat’tan önce yüzde 1’den mayıs ayında yüzde 18’e fırladı. Hindistan, Türkiye, Singapur, hatta BAE bile Rusya petrolünü işleyip başka ülkelerin petrolüyle karıştırarak menşeini belirsizleştirip satıyorlar. Ancak bunların, Rusya’nın karşı yaptırım kararının uygulanmaya başlanacağı 1 Şubat’tan sonra nasıl davranacakları meçhul. Dolayısıyla, verileri bu üç ülkeye göre tanımlamak hiçbir somut fikir vermeyecek.

Bununla birlikte hampetrol ihracatı rakamları ve yıllık ortalama petrol fiyatı üzerinden toplam gelir, bizi aydınlatacak.

Tabloyu tıpkı doğalgazda olduğu gibi “uzak ülkelerin” verilerine ve kendi tahminlerime göre tamamladım. 2023’te, doğalgazda olduğu gibi, Ural petrolünün varil fiyatı için iki ayrı tahminde bulundum: 40 dolar ve 60 dolar. Bunlar Merkez Bankası’nın mayıs ayında açıkladığı senaryolara uygun. Ural petrolünün fiyatı, 60 dolarlık tavan fiyat da dikkate alınırsa, muhtemelen bu ikisi arasında gerçekleşecektir. 2023’te “uzak ülkelere” petrol ihracatını da 200 milyon ton olarak tahmin ettim. Buna göre Rusya, Avrupa’ya yapılan hampetrol ihracatının yüzde 90’ını yaptırımlarla birlikte kaybedecek; bu ihracattan nakdi kaybı ise 40 ile 70 milyar dolar arasında olabilir.

Yaptırımların ve ambargonun uygulanmasına dair teknik ayrıntılara girmeyeceğim; ancak en genel haliyle (kara ve deniz ticareti için) 6-8 aylık dönemde aşamalı olacağını belirtmek gerek. Neden Avrupa pazarının yüzde 100’ünü kaybetmediğinin cevabı da burada yatıyor: Avrupalı think-tank kuruluşu Bruegel’in verilerine göre Rusya’nın Avrupa’ya petrol ve petrol ürünleri ihracatının dörtte üçü deniz yoluyla, sadece dörtte biri boru hatları üzerinden yapılıyor. Bu ikincisinde en büyük alıcılar arasındaki Almanya ve Polonya ithalatı kestiler; Macaristan hükümeti ise tam bir yasağı bloke etti. Slovakya ve Çekiya, Orbán’a minnettar olmalılar, zira onun sayesinde Macaristan’dan başka bu iki ülkenin de Rusya’dan petrol boru hatları açık kalacak.

Öte yandan sigorta ve reasürans yasağı, Hindistan ve Çin’e ihracatı doğrudan doğruya vuruyor; dolayısıyla eğer bu soruna istikrarlı bir çözüm bulunmazsa (şimdilik bulunan kısmi çözüm, reasüransları Rusya Milli Reasürans Şirketi’nin yapması) toplam ihracatın daha da düşmesi olası. Demek ki tıpkı doğalgazda olduğu gibi petrolde de Avrupa’da kaybedilen pazarın Asya istikametine çevrilmesi, bugünden yarına gerçekleşmeyecek bir şey.

Benim hesaplarımdaki kayıp beklentisi genel tahminlerle de örtüşüyor: AlfaBank 50 milyar, Reuters 40,8-54 milyar, Energy Aspects ise 60 milyar dolar kayıp beklediğini duyurmuştu. İhraç edilen petrol hacmini artırılırsa bu daha iyimser bir noktaya çekilebilir, bu da yaptırımların etrafından dolanmak için kullanılan yollar çeşitlendirilirse pekâlâ mümkün. Ne var ki Ural petrolü satış fiyatının 40-60 dolar dolayından yukarı çıkması pek olası görünmüyor.

Bu iki tablo 2023’le ilgili çok kritik bir duruma işaret ediyor: Rusya’nın petrol ve doğalgaz gelirlerinin, petrol ürünleri ve sıvılaştırılmış gazı katmadan, 89,3 milyar dolarla 149,4 milyar dolar arasında olmasını bekleyebiliriz. Bu, bir önceki yıla göre 106-166 milyar dolar arasında daha az gelir demektir.

Bütçe

2022 bütçe kanunuyla belirlenen bütçe gelirleri 25 trilyon rubleydi; ama geçen yıl hazineye yaklaşık 2,5 trilyon ruble fazla gelir girdi. Gene de bütçe harcamaları bu artışın üzerindeydi; Maliye Bakanı Siluanov yılsonu basın toplantısında “30 küsur trilyon ruble” harcama yapıldığını duyurdu. Gelir artışı, Ural petrolündeki büyük indirime rağmen (üçüncü grafik bize bunu gösteriyor) 5 Aralık’a kadar petrol fiyatlarının geçen yılın çok üzerinde, doğalgaz gelirlerinin de yüksek fiyatlar yüzünden rekor seviyede olmasından kaynaklanıyordu. Giderdeki daha büyük artış ise Ukrayna harekâtının doğrudan (askeri harcamalar) sonucu olmaktan başka harekâta katılanlara, ailelerine ve en genelde de düşük gelirlilere devlet sübvansiyonunun artmasından kaynaklandı. (Geleneksel olarak fazla veren bütçe, nisan ayında ilk defa açık verdi; yıl boyunca açıkları Gazprom ve Rosneft kapattı.)

Maliye Bakanlığı 2023-2025 bütçesini Ural petrolünün varil fiyatının bu yıl 70,1, 2024’te 67,5 ve 2025’te de 65 dolar olacağı varsayımına göre hazırlamıştı. Ancak beklentinin en azından bu yıl gerçekleşmeyeceği neredeyse kesin. Ural petrolü hemen her zaman indirimli satılır zaten, ama indirim miktarı genellikle birkaç doları aşmazdı. Oysa 24 Şubat’tan sonra muazzam farklar ortaya çıktı; o tarihten yılsonuna kadar ortalama indirim yüzde 30 civarında. Temmuz-ekim aralığında indirim oranı (yüzde 20-25) belli bir istikrar yakalamıştı, ama 5 Aralık’ta tavan fiyat ilanının ardından hızla tekrar yükseldi; 30 Aralık’tan beri de (bugün 20 Ocak) günlük yüzde 45-55 arasında. Üstelik halen 60 dolarlık tavan fiyatın altında seyrediyor. Oysa geçtiğimiz yılın Ural fiyat ortalaması 76,09 dolardı.

Doğalgazda da benzer bir durum var. 2023-2025 bütçe tasarısına düşülen açıklama notuna ve 2024-2025 planlama dönemine ilişkin resmi tahmine göre 2023’te doğalgaz ihracatı (uzak ve yakın ülkeler toplamı) bir önceki yıla göre yüzde 31 düşerek 142 milyar metreküp, önümüzdeki iki yıl boyunca da yıllık 125 milyar metreküp olacak. Ancak bu rakamlar fazla iyimser kabul edilmeli, zira eğer uzak ülkelere yapılacak ihracat tahminlerdeki gibi 70-75 milyar metreküp olursa, bu yıl boru hatlarından toplam doğalgaz ihracatı 90-93 milyar metreküpe kadar düşebilir.

Maliye Bakanlığı’nın en makul tahminlerine göre 2023’te Ural petrolünün varil fiyatı 50 dolar kalır ve günlük 10 milyon varil üretiminin üzerine çıkılmazsa bütçeye en az 2,1 trilyon ruble daha az petrol ve gaz geliri girecek; bütçe açığı ise planlanan 2,9 trilyon (GSYH’nın yüzde 2’si) yerine 5 trilyon rubleyi bulabilir. (Bu açığı hampetrolden başka petrol ürünleri, doğalgaz, kömür vb. de etkileyecek.)

Maliye Bakanlığı açığı, eğer Ural petrolü fiyatları 62-63 dolar seviyesinde olursa, burjuvazinin vergi yükünü artırmadan, Milli Varlık Fonu’ndan yuan satışlarıyla ve tahvil basarak kapatmayı planlıyor. Başaramaz veya indirimli petrol fiyatı daha da düşerse, alternatifleri şunlar: karbon ve gübrede “aşırı kâra” el koymak (Kremlin’in optimal çözümü bu; Putin’in 7 Eylül’de Doğu Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşmayı yorumlarken daha ayrıntılı incelemiştim); devlet şirketlerinin temettülerinde bütçenin payını artırmak (“mali bloğun” optimal çözümü bu); yeni vergi düzenlemesi yapmak. Bu sonuncusunda Kremlin, büyük burjuvazinin yükünü artırarak kitlelerin refah seviyesini dengede tutmayı veya mümkünse devlet yardımlarıyla yükseltmeyi optimal çözüm sayar; “mali blok” ise dolaylı vergileri artırarak halkın sırtına yüklemeyi tercih eder. Başka deyişle, bütçe açığını kapatmanın yolu ya burjuvaziden geçer ya da halktan. Böylece “gücü yetenlerle gücü yetmeyenler” arasındaki “çatışmalı ittifak” devam eder.

Sonuç

Kuşkusuz bunlar gene de sadece tahmin. Ancak yeterince açık olan tek bir şey var: geleneksel iktisat modelinin (petrol ve doğalgaz ekonomisi) işlemesi giderek imkânsız hale geliyor. Ekonomide yapısal bir değişiklik kaçınılmaz. Bu iki kanaldan yapılabilir: ya devlet iktisadi faaliyetin giderek daha geniş bir alanını kontrol eder, ya da orta ve büyük özel sermaye üretken olmayan ticaretten veya ihracata yönelik hammadde üretiminden iç pazara yönelik sınai üretime kayar.

İkinci kanal, kapitalizmin konsolidasyonuna yardımcı olabilir, ama Rusya’da özel sermayenin komprador niteliği dikkate alınırsa anayolun bu olması beklenemez. Bir yan yol olarak kalacaktır; nitekim yabancı sermayenin Rusya dışına çıkarak bıraktığı boşluk burjuvazi için iştah açıcı. Bunlar kapanan veya satış bekleyen yabancı finans ve sınai kuruluşlarını ele geçirmek için refleks geliştiriyorlar, nitekim rublenin son bir aydır değer kaybının bir nedeni de satın almalar için döviz ihtiyacının doğması. Ama sermayenin komprador niteliği gene de ağır basıyor; büyük burjuvazi, arkasına “mali bloğun” desteğini alarak, geçen yılın ilk üç çeyreğinde bütçe gelirlerinin yüzde 10’u kadar bir tutarı, 2,5 trilyon rubleyi yurtdışına çıkarmayı başardı. Öte yandan, yapısal değişiklik için ikinci kanalın kullanılması, burjuvazinin siyasi gücünün tahkim ve takviyesine de yol açar; bu ise bonapartizme tehdit anlamına gelir. Ve son olarak, ikinci kanal, en büyük hammadde ihracatçısı olan devletin gelirlerini artırmaz; bu da yapısal problemi büyütür. Dolayısıyla devletin yapısal değişikliğin motoru olmaktan başka seçeneği yok.

GÖRÜŞ

Pekin Deklarasyonu Orta Doğu’da barış için yeni bir umut doğurdu

Yayınlanma

Prof. Ma Xiaolin

Çin Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi
Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

23 Temmuz’da 14 Filistinli grup Pekin’de Bölünmüşlüğe Son Verilmesi ve Filistin Ulusal Birliğinin Güçlendirilmesine ilişkin Pekin Deklarasyonunu (bundan böyle Pekin Deklarasyonu olarak anılacaktır) imzaladı. Bu, geçen yıl mart ayında Suudi Arabistan ve İran arasında gerçekleşen ve uluslararası toplum tarafından büyük övgüyle karşılanan tarihi uzlaşmanın ardından Çin’in Orta Doğu diplomasisinde bir başka dönüm noktasıdır ve zorlu ve dolambaçlı Orta Doğu barış süreci için yeni fırsatlar yaratmış ve yeni bir umut aşılamıştır.

Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (El Fetih), Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İslami Cihad gibi dünyanın yakından tanıdığı gruplar, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ilk kez kendi sınırları dışında, büyük istişareler, uzlaşmalar ve ulusal birlik taahhütleri bağlamında bir araya gelmişlerdir ki bu, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ender görülen bir durumdur. Bu aynı zamanda Filistin ve İsrail arasında Oslo Anlaşmalarının imzalanmasından bu yana geçen 31 yıl içinde de eşi benzeri olmayan bir olaydır ve Orta Doğu ile dünyanın siyasi ve diplomatik tarihine geçecektir.

Pekin Deklarasyonu, başta Filistin-İsrail çatışması olmak üzere Orta Doğu meselesinin çözümünün desteklenmesine belirgin bir Çin damgası vurmuştur. Çin’in büyük güç diplomasisi, çok taraflı diplomasi ve barış diplomasisinin en son meyvesi, Çin’in büyük bir gücün sorumluluklarını somutlaştırma, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirme ve dünya barışını ve kalkınmasını teşvik etme çabalarının bir başka şaheseri ve Çin’in Orta Doğu’nun yönetimine derinlemesine ve aktif katılımına yaratıcı bir katkıdır. Çin’in bölgesel meselelerle ilgilenirken Çin markası altında kamu hizmetleri sunma kararlılığına, yeteneğine, stratejisine ve araçlarına sahip olduğunu kanıtlamaktadır.

Mevcut Filistin Anayasası uyarınca geçici bir ulusal uzlaşı hükümetinin kurulması, Gazze’nin yeniden imarı ve mümkün olan en kısa sürede genel seçimlere hazırlanması; yeni bir ulusal konseyin (yasama organı) oluşturulması; geçici birlik ve kolektif liderlik kurumlarının ve operasyonel mekanizmaların etkinleştirilmesi, ortak karar alma ve deklarasyon hükümlerinin bir takvimle tam olarak uygulanması kararlaştırılmıştır.

Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi ve Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Wang Yi, Pekin Deklarasyonu’nun değerini özetleyerek, mevcut İsrail-Filistin çatışmasının çözümünün “Gazze’de ateşkes” gerektirdiğine işaret etti. Mevcut Filistin-İsrail çatışmasının çözümüne yönelik üç adım, “Gazze’de ateşkes”, “Filistinlilerin Filistinlileri yönetmesi” ve “Birleşmiş Milletler’e hızlandırılmış katılım”dan oluşuyor. Gözlemciler Pekin Deklarasyonu’nun iki temel engeli ortadan kaldırdığına inanıyor: Hamas ve diğer radikal grupların iki devletli çözümü kabul etmesi ve FKÖ’nün yüce otoritesinin ve tek meşru temsilinin tanınması; bu da çeşitli grupların devlet olma ve siyasi liderlik istekleri açısından ilk kez birleşmesini sağlayacak.

Pekin’den gelen açıklama dünyayı bir bahar şimşeği gibi sarstı ve pek çok kişi tarafından takdirle karşılandı. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Arap Ligi, Türkiye, Pakistan, Malezya ve diğer uluslararası örgütler ve önemli ülkeler Filistinli grupların uzlaşma çabalarına desteklerini ifade etmiş ve Çin’in oynadığı eşsiz ve yapıcı rolü takdirle karşılamışlardır.

Filistin sorununun ortaya çıkışından bu yana Arap ülkeleri ve İsrail uzun bir savaş ve çatışma dönemine girmiş, Filistin direniş hareketi belirli bir tarihsel arka planın ve karmaşık iç ve dış faktörlerin etkisi altında birçok fraksiyona dönüşmüştür. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dünya ve Ortadoğu büyük ölçüde değişmiş, El Fetih’in hakim olduğu ve uzun süredir sürgünde olan FKÖ, İsrail ile “Oslo Anlaşmaları”na varma fırsatını yakalamış, özerkliğe geçiş ve laik bir Filistin devletinin kurulmasının ardından nihai statüyü müzakere ederek “iki devletli çözümü” hayata geçirmeye çalışmış; işgal altındaki topraklarda kök salan Filistin devleti de birçok fraksiyon oluşturmuştur. Teokratik ve milliyetçi ideolojileri bir arada barındıran Hamas ve Cihad, Oslo Anlaşmalarını reddederek ve İsrail’in varlığını kabul etmeyerek silahlı ve şiddet içeren mücadelelerini sürdürmektedir.

Barış süreci aksamaya ve gerilemeye devam ederken, El Fetih ve Hamas’ın İsrail’e karşı oyunlarındaki hedefleri, stratejileri, araçları ve yol gösterici ideolojilerindeki farklılıklar giderek daha belirgin hale geliyor ve İsrail, “çimleri biçme” stratejisi ve böl ve yönet taktiklerinin yardımıyla, Filistinli gruplar arasında kasıtlı olarak bölünmeler, düşmanlıklar ve sürtüşmeler yarattı; bu da Filistin’de iki güç merkezinin ortaya çıkmasına ve ciddi bir iç çatışmaya yol açtı ve aynı zamanda sağcı İsrail güçlerine görüşmeleri sürdürmeyi reddetme ve işgal altındaki topraklara tecavüz etmeye devam etme fırsatı verdi.

Pekin Deklarasyonu’nun Filistinli gruplar ve siyaset arasındaki kaosa son vermesi, siyasi, askeri ve hukuki düzenler arasında koordinasyon ve birlik sağlaması, İsrail ile müzakerelerin talep, ilke ve stratejilerini belirlemesi, bir bütün olarak ulusun gücünü artırması ve İsrail’e karşı güçlü bir oyun oluşturması beklenmektedir.

Ancak Pekin Deklarasyonun başarılı bir şekilde uygulanmasının önünde ciddi zorluklar da mevcuttur. ABD ve İsrail hala Hamas ve diğer grupların meşruiyetini tanımayı reddediyor ve İsrail’deki sağcı güçler özellikle Filistin ulusal birliğinin ve cephelerin birliğinin sağlanmasından korkuyor ve bu nedenle kapsayıcı bir Filistin geçici yönetim sistemine karşı pasif ve hatta dirençli olmaya mahkumlar. El Fetih ve Hamas birçok kez uzlaşma ve işbirliği konusunda fikir birliğine varmış olsa da samimiyet eksikliği sonuçta bir çözüme ulaşılamamasına neden olmuştur. Buna ek olarak, iki grubun kamuoyu tabanları uzun süredir kademeli olarak tersine dönmüş ve Ulusal Konsey uzun süredir felç olmuştur, bu da FKÖ’nün prestijini ciddi şekilde aşındırmıştır. Dolayısıyla Filistinli güçlerin entegrasyonu konusunda kat edilmesi gereken uzun bir yol var.

Pekin Deklarasyonun uygulanmasının, geleneksel olarak Filistin’e dost ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan Çin ve Rusya’nın yanı sıra Filistin davasını uzun süredir destekleyen iki büyük Arap ülkesi Mısır ve Cezayir tarafından denetleneceği bilinmektedir ve şüphesiz çeşitli grupların bir “kimyasal reaksiyon” gerçekleştirmesini ve ikisinin harmanlanmasını sağlayacak bir yol haritası hazırlanacaktır.

Pekin Uzlaşısı hayali gerçeğe dönüştürürken, Filistin sorununun İsrail’in Lübnan ve Suriye ile olan toprak anlaşmazlıklarını da içeren Orta Doğu’daki anlaşmazlıkların merkezinde yer aldığı da kabul edilmelidir. Filistin-İsrail ihtilafının basit bir çözümü bile İsrail’in olumlu tepkisini, ABD ve diğer büyük ülkelerin pozitif enerjisini ve Birleşmiş Milletler kararları ve örgütleri çerçevesinde ortak çabaları gerektirmektedir.

Çin Hükümeti ve Filistinli gruplar tarafından barışçıl ve müreffeh bir ortam için ekilen yeni bir umut tohumu olan Pekin Deklarasyonu’nun, çatışmanın sürdüğü Orta Doğu’da filizlenip filizlenemeyeceği, çiçeklenip çiçeklenemeyeceği ve meyve verip veremeyeceği, Filistinli grupların ortak iradesine, çatışmanın taraflarının iki yönlü yürüyüşüne ve kalıcı, adil ve kapsamlı bir barış için çaba gösterme yönündeki güçlü iradeye, halkın bilgeliğine ve büyük cesaretine bağlıdır.

* Orta Doğu’yu iyi bilen bir isim olan Prof. Ma, Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak uzun yıllar görev yapmıştır. Akademik çalışmalarını Orta Doğu, Arap coğrafyası, Çin-Orta Doğu ilişkileri üzerine yoğunlaştırmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Birleşik Krallık’ta Muhafazakar Parti’nin seçim hezimeti 

Yayınlanma

Doç Dr.  Dilek YİĞİT*

Birleşik Krallık’ta 4 Temmuz 2024 genel seçimlerini kazanan İşçi Partisi 2010 yılından bu yana süren Muhafazakar Parti iktidarını sonlandırmış oldu. Seçim öncesi yapılan anket çalışmaları İşçi Partisi’nin seçimlerden “ezici üstünlük” ile çıkacağını öngörmüş olduğundan seçim sonuçları kimse için sürpriz olmadı. Fakat İşçi Partisi’nin seçim zaferi “ezici üstünlük” olarak okunacak ise, bunun %33.7 oy oranından değil, Muhafazakar Parti’nin yüzde % 23.7’lerde kalmasından yani Muhafazakar Parti’ye desteğin hızla düşmüş olmasından kaynaklandığını belirtmek gerekir.  1918’den itibaren yapılan hiçbir genel seçimde oy oranı bu kadar düşmemiş olan Muhafazakar Parti 1997 seçimlerini kaybettiğinde bile seçmenin % 30’undan fazlası tercihini Muhafazakar Parti’den yana kullanmıştı.

Muhafazakar Parti’nin iktidara geldiği 2010 yılından bu yana yapılacak bir değerlendirme partinin son genel seçimlerde başarısız olmasının nedenlerini kolaylıkla açıklayabilir. Muhafazakar Parti iktidarı boyunca birbiri ardına gelen zorlu sorunlarla ve süreçlerle karşılaştı. İktidara geldiğinde yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlardan ilki 2008 yılında başlayan küresel ekonomik krizin Birleşik Krallık’a yansımaları oldu. Ekonomide büyüme oranları Muhafazakarlar iktidara gelmeden 2008’de ve 2009’da negatif değerlere düşmüştü ama Muhafazakar Parti iktidarında 2014 yılına kadar küresel kriz öncesi 2007 yılındaki ekonomik büyüme seviyesi yakalanamadı. 2008’den itibaren hızla artan işsizlik oranları Muhafazakar Parti iktidarında 2012 yılında % 8.3 ile zirve yaptı ve 2007 yılındaki işsizlik oranı ancak 2015’de yakalandı. 1990’ların başından itibaren enflasyon sorunu yaşamayan Birleşik Krallık’ta 2008’de enflasyon artmıştı ama 2011 yılında % 5.2 ile tekrar zirveyi gördü. Kısaca Muhafazakar Parti ekonomik sorunları çözme konusunda epeyce yavaş kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleşmek zorunda kaldığı bir diğer sorun ise, İşçi Partisi’nin muhafazakarlara bıraktığı “mirastı”. Avrupa Birliği (AB) Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini içerecek şekilde genişlerken, İşçi Partisi iktidarının 2004 yılında iş gücü piyasasını AB’nin yeni üyelerinden gelecek işçilere açma kararı sonucu Birleşik Krallık’a yönelik göç öngörülemeyecek hızda artmıştı. Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’a yönelik artan göç hareketinin Britanyalılar arasında yarattığı memnuniyetsizliğin farkında olsa da, AB içinden gelen göçü engelleyemedi ve 2016 yılında gerçekleştirilen AB referandumuna kadar AB vatandaşlarının Britanya’ya göçü de, Britanyalıların kültürel ve ekonomik tehdit olarak gördüğü göç hareketine tepkisi de artmaya devam etti. Muhafazakar Parti göç sorununu çözme ve göç karşıtı Britanyalıların kaygılarını giderme konusunda da yetersiz kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleştiği ilk sorun küresel ekonomik kriz kaynaklı, ikinci sorun ise İşçi Partisi’nin göç politikasının “mirası” idi; bu sorunlardan hiçbirinin sorumluluğu Muhafazakar Parti’ye yükelenemezdi belki ama Muhafazakar Parti bizzat kendi çabası ile üçüncü bir sorunu İskoçya’da bağımsızlık referandumu yapılmasına rıza göstererek yarattı. Muhafazakar Başbakan David Cameron’ın 15 Ekim 2012’de İskoçya Birinci bakanı Alex Salmond ile yaptığı Edinburg Antlaşması (Referandum Antlaşması) aracılığıyla referandum için yasama yetkisi İskoçya Parlamentosu’na devredildi. Muhafazakar Parti iktidarının Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olma riski taşıyan böylesine bir referanduma izin vermiş olmasının kolaylıkla anlaşılabilir bir yanının olmadığını kabul etmek gerekir; ama Cameron İskoçya’da İskoç milliyetçisi İskoç Ulusal Partisi’nin (SNP) yükselişi karşısında referandum kararı almaktan başka “tercihi” olmadığını düşünüyordu.

İskoçya bağımsızlık referandumu 18 Eylül 2014 tarihinde gerçekleşti; seçmenin % 55’i İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılmasına “hayır” deyince, Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olan parti olarak tarihe geçmekten kurtuldu. Referandum sonucuna istinaden “İskoçya sorununun” Britanya’nın gündeminden düşmüş olduğunu düşünmeye başlayanlar,  Muhafazakar Parti’nin bir başka girişimiyle, bu şekilde düşünmek için acele etmiş olduklarını anladılar. Cameron 2015 genel seçimlerini kazandığı taktirde Birleşik Krallık’ın AB üyeliğini referanduma sunma sözü vermişti; seçimleri kazanınca da sözünü tuttu ve 23 Haziran 2016 tarihinde gerçekleştirilen AB referandumunda seçmenin % 52’si AB üyeliğine “hayır” deyince, Birleşik Krallık Ocak 2020’de AB’den çekildi ve böylelikle de “İskoçya sorunu” gündeme tekrar ve hızlıca taşındı. Zira AB referandumunda İskoçya’daki seçmenin % 62’si tercihini AB üyeliğinin sürdürülmesinden yana kullanmıştı; kendi iradelerinin aksine AB’den çıkan İskoçlar ikinci bağımsızlık referandumu talebiyle Muhafazakar Parti iktidarı üzerinde hep bir baskı yarattılar.

Muhafazakar iktidarın AB referandumu kararı sadece İskoçya’nın bağımsızlık meselesini tekrar gündeme getirmekle kalmadı, ayrıca AB üyeliği konusunda Muhafazakar Parti içindeki çatlakları da gözler önüne serdi.  AB referandumunun bu etkisi partiye İskoçya’nın bağımsızlığı meselesinden çok daha fazla zarar verdi. Referandum öncesi Muhafazakar siyasetçilerin bir kısmı AB üyeliği lehinde, bir kısmı AB üyeliği aleyhinde kampanya yaparken, referandum kararı alan Cameron’ın seçmeni AB üyeliğinin sürdürülmesi yönünde oy vermeye ikna etme çabaları oldukça ilginçti. Cameron AB üyeliği lehinde propaganda yaparken, haleflerinden biri olacak muhafazakar siyasetçi Boris Johnson ise seçmeni üyeliğe hayır demeye davet ediyordu. Böylelikle Muhafazakar Parti bizzat kendi girişimleriyle belli bir yönü, ortak ve tutarlı bir politikası olmayan bölünmüş parti imajı yaratmış oldu.

Yine de bu uzun süreçte Muhafazakar Parti’nin, kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmeyen seçmen nezdindeki kredisi tükenmemişti. 2015’de gerçekleştirilen genel seçimlerden % 36.8 oy oranı ile, 2017 seçimlerinden 42.3 ile, 2019 seçimlerinden % 43.6 ile  Muhazakarlar birinci parti olarak çıkmayı başardı. 2010 yılından itibaren partinin oylarını artırıyor olması çok dikkat çekici  idi. Bu gidişatı değiştiren ise ekonomiyi olumsuz etkileyeceği zaten öngörülmekte olan Brexit’e küresel pandemin etkilerinin eşlik etmesi sonucu Britanya ekonomisinin adeta sarsılması oldu. Birleşik Krallık’ta 2019 yılında GSYİH % 1.6 büyümüştü, ancak 2020’de büyüme oranları % – 10.4 gibi negatif değere düştü. GSYİH’de artış 2021 yılında % 8.7 olarak gerçekleşti, fakat sonrasında büyüme hızı tekrar yavaşladı. İsşizlik oranları 2021 yılında  % 5.3’e yükseldi; enflasyon ise 2022 yılında % 11.1 ile zirve yaptı. Küresel ekonomik krizin olumsuz etkileri karşısında Muhafazakar Parti’den vazgeçmeyen seçmen, Brexit’in ve pandeminin ekonomik etkilerine maruz kalırken de partiden desteğini esirgemeyebilirdi, ama Muhafazakar Parti 2016’dan bu yana sıklıkla lider değiştirerek seçmenine “iktidarda olmaktan yorulduğu” mesajını verdi. Belli ki seçmen de bu mesajı aldı. Dolayısıyla 2024 seçimleri aslında İşçi Partisi’nin kazandığı değil de seçmendeki kredisini tüketmek için uğraşır görünen Muhafazakar Parti’nin kaybettiği seçimler oldu.

Üstelik Muhafazakar Parti sadece İşçi Partisi’ne karşı değil, siyasetin sağ kanadındaki rakibi, kurulu düzen ve göçmen karşıtı  Reform UK’ye karşı da kaybetmiş oldu. “Aşırı sağ” olarak nitelendirilen Reform UK % 14.3 oy oranı ile seçimlerden üçüncü parti olarak çıkarken 2015 genel seçimlerinde UKIP’ın başarısını tekrarlamak suretiyle, aşırı sağ diye adlandırılan söylemlerin Britanyalılar tarafından rağbet görmekte olduğunu kanıtladı.

Kısaca Muhafazakar Parti 2024 seçimlerinden hezimetle çıktı. 20. yüzyılın başından itibaren ülkeyi en uzun süre yöneten parti olması dolayısıyla “doğal hükümet partisi” olarak tanımlanan partinin bu seçim hezimetini, özellikle de muhafazakar seçmenin desteğini alan Reform UK’nin yükselişini gerekçe göstererek, parti için “sonun başlangıcı” olarak okuyanlar mevcuttur. Ancak Britanya seçmeninin genel seçimlerde kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmiyor olduğu gerekçesiyle, bu seçim sonucunu Muhafazakar Parti için şimdilik “ne kadar süreceği belli olmayan muhalefet döneminin başlangıcı” olarak okumak daha yerinde olacak gibidir.

*Doç. Dr., lisans derecesini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden,  lisans üstü derecelerini ise İngiltere Essex Üniversitesi’nden ve Ankara Üniversitesi’nden aldı. Başkent Üniversitesi’nde ve Atılım Üniversitesi’nde Avrupa Birliği üzerine yüksek lisans dersleri verdi. Dilek YİĞİT’in Avrupa Birliği, Birleşik Krallık tarihi ve siyaseti ile İngiliz edebiyatına dair çok sayıda akademik yayını bulunmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Barış Harekâtı elli yaşında: Şimdi yeni hamle zamanı

Yayınlanma

Yazar

Türk Silahlı Kuvvetleri bundan tam elli yıl önce bir pazartesi günü sabahın çok erken saatlerinde Kıbrıs adasına amfibi çıkarma harekâtına başladı. Önce büyük gemilerin yanaşmasına müsait geniş limanı ve göreceli sığ sahiliyle Kıbrıs Türklerinin Mağusa dediği bugünkü Gazi Magosa’dan çıkılabileceği intibaı verildi. Sonra Girne’den bugün tanınmış bir tatil köyünün sığ bölgesinden çıkılacağı Kıbrıs mücahitleri olarak bilinen TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) güçlerine ulaştırıldı; ama oradan da çıkılmadı ve daha derin ve kıyıya yanaşılması oldukça zor bir bölge olan Karaoğlanoğlu koyundan çıkarma başlatıldı.

Uluslararası ortam daha iyi olamazdı. Türkiye kuvvet, mekân ve zaman kavramlarından oluşan kurmay stratejisinin bütün koşullarını oluşturmuştu. Rumların 1963 sonlarında giriştikleri katliamlar 1964 yılında da devam etmiş ve Türkiye askeri müdahalede bulunabileceğini ima edince Amerika Johnson mektubunu göndermişti. Oysa Türkiye adaya gerçekten müdahale etmekten ziyade Amerika ve İngiltere’nin NATO dayanışması adına Yunanistan’a baskı yaparak katliamları durdurmalarını beklemekteydi. Katliamlar duracak ve 1960 Antlaşmalarına göre kurulan ancak Rumların saldırıları sonunda fiilen Rum devleti haline dönüştürülen, yetki paylaşımı esaslı Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimine geri dönülebilecekti. Sadık müttefik olarak hareket eden Türkiye’nin NATO üyeleri arasında savaş çıkmasını önlemek için bu kadarcık bir beklentisi olması hiç de abartılı değildi.

JOHNSON MEKTUBU VE SONRASI

Ankara’daki hava böyleydi; ama 4 Haziran 1964 tarihinde ABD Başkanı Lyndon Johnson imzasıyla koalisyon hükümetinin başbakanı İsmet İnönü’ye ulaşan ve Türk-Amerikan ilişkilerinde lanetli bir belgeye dönüşen bu mektup üç konuda Ankara’yı sert ifadelerle uyarıyordu: Amerika’nın 1947’den itibaren verdiği silahları böyle bir çıkarmada kullanamazsın. Ayrıca Kıbrıs’a ‘saldırmanız’ Sovyetler Birliği’nin de size saldırmasına yol açarsa NATO’nun sizi koruması mümkün olmayabilir. Ve ima yollu da olsa hatırlatılan Akdeniz’deki 6. Filo yani istersek sizi durdurabiliriz.

Bu mektup Türk-Amerikan ilişkilerine atılmış bir balistik füze gibi oldu. Türkiye’nin sert tepkilerinden dolayı Amerika’nın durumu yumuşatma çabaları ve İnönü’nün Vaşington’a davet edilerek ‘hayır öyle demek istemedik, bir yanlış anlama oldu galiba’ seansları ikili ilişkilerin devamını sağladı. Fakat Türkiye artık 1950’li yılların çizgisini geride bırakması gerektiğini anlamıştı. Soğuk Savaş’a rağmen ve NATO’da kalarak Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler (özellikle sanayi ve ticaret alanlarında) geliştirmek, Arap ülkeleri ile münasebetlerini tamamen gözden geçirerek onları Yunan-Rum tarafından koparmak gibi adımlar atmayı öğrendi Ankara ve çok yönlü denilebilecek bu politikadan büyük faydalar temin etmeyi de başardı.

Yunan-Rum tarafı ise Johnson Mektubu’nu yanlış okumayı sürdürdü; ama bedelini de ödedi. İki ay sonra yani Ağustos başlarında Erenköy’de Türk köylerine ve TMT mevzilerine kapsamlı bir saldırı başlatan Rum birlikleri Türk Hava Kuvvetleri’nin alçak uçuş yaparak uyarıda bulunmasına rağmen durmadılar. Ve ertesi gününden itibaren THK 72 uçakla Rum mevzilerini sürekli vurarak hallaç pamuğuna çevirdi. Birkaç gün devam eden bombardımanın ardından Rumlar perişan şekilde geri çekilmek zorunda kaldılar. Mücahitler ise karşı saldırıya geçtiler.

ENOSİS POLİTİKASINDA ISRAR

Rumlar ve Yunanistan için Enosis amacında hiçbir değişiklik olmasa da taktik düzeyde nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda anlaşmazlıklar oluşmasına sebep olan ve Şehit Cengiz Topel’i kaybettiğimiz bu operasyon sonrasında da Rum saldırıları durmadı. Dahası Rumlar 1960 Antlaşmaları ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Türklerle paylaşmaya hiç niyetli değillerdi. Makarios hükümeti Türklere hayatı yaşanmaz hale getirerek çekip gitmeleri için her yola başvururken EOKA-B olarak Albay Grivas tarafından yeniden kurulan terör örgütü ise silahlı saldırılarını sürdürdü.

Taraflar arasındaki görüş ayrılıkları 1974 yılının temmuz ayında iyice açığa çıktı. Atina’daki askeri cuntanın (1967 yılında Papadopoulos liderliğinde Albaylar Cuntası olarak yönetime el koymuştu) kendisini devirme hazırlıkları içinde olduğuna iyice kanaat getiren Makarios Yunanistan Cumhurbaşkanı Gizikis’e bir mektup yazarak Yunanistan devletinin Kıbrıs’ı işgal hazırlıkları olarak gördüğü bu çabaları tek tek ifşa etti. Ve mektubu da basında yayımladı.

Makarios endişelerinde haklıydı ama korkunun ecele faydası olmadı. Adadaki Yunan alayı, gizlice gönderilen Yunan asker ve subayları ile Rum kuvvetlerinin içindeki Yunanistan yanlıları harekete geçerek 15 Temmuz günü bir darbe ile Makarios’u devirdiler. Bu, 1959-1960 antlaşmalarına göre oluşmuş olan anayasal düzenin toptan ortadan kaldırılması ve Garanti ve İttifak Antlaşmalarının açık ihlaliydi. Türkiye kayıtsız kalamazdı. Nitekim kalmadı ve darbeden sadece 120 saat sonra Girne açıklarından çıkarma başladı.

ULUSLARARASI ORTAM FEVKALADE LEHİMİZEYDİ

Türk birlikleri Karaoğlanoğlu mevkiinden karaya çıkmadan yirmi dört saat önce darbeden canlı kurtulan ve adadaki Ağrotiri İngiliz üssüne sığınarak önce Londra’ya sonra da New York’a ulaşan Makarios BM Güvenlik Konseyi acil oturumunda yaptığı konuşmada kendisinin devrilmesinin bir iç olay olmadığını, Yunanistan’ın ülkesini işgal ettiğini, Güvenlik Konseyi’nin zecri tedbirlere başvurarak ülkesini işgalden kurtarmasını istemişti. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye ve Yunanistan’a ilaveten üçüncü garantörü olan İngiltere ile yapılan görüşmeler de Ankara’nın çıkarma yapma stratejisine diplomatik dayanak sağlamıştı. Londra müdahale etmeyeceğini, ancak müdahaleye de karşı çıkmayacağını söylüyordu. Amerika 1964 krizinden ders aldığı için bu defa Ankara’yı kızdırmamak adına çok daha dikkatli bir tavır içerisindeydi. Moskova ise bu darbeyi Üçüncü Dünya yanlısı politikalar izleyen Makarios’un devrilmesini Vaşington’un tertiplediğini düşünüyor ve karşı çıkıyordu. Kısacası Ankara’nın önü diplomatik/siyasi olarak açılmıştı.

Bu denli uygun bir uluslararası atmosferde başlayan çıkarmanın ikinci safhasında (14 Ağustos) özellikle Amerika ve İngiltere aleyhte tavır sergilediyse de hiç kimse Türk birlikleri ve TMT mücahitlerinin adanın üçte birinden fazla kısmını kontrol altına almasına engel olmadı. BM aracılığıyla güneyde kalan Türklerin kuzeye ve kuzeydeki Rumların da güneye gönderilmesinin ardından Kıbrıs meselesi bir türlü bitmeyen uzun soluklu müzakerelerin konusu oldu.

FEDERASYONDAN İKİ EGEMEN EŞİT DEVLETE GEÇİŞ İÇİN ULUSLARARASI ORTAM ÇOK UYGUN

Çıkarma operasyonunun iki aşamalı olarak tamamlanmasının ardından kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Yönetimi (1975) ve Rumlarla bir ortaklık kurulamamasından sonra ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (1983) Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye açısından önemli adımlardı; ancak federasyon görüşmelerinden bir sonuç alınamadı. Önce Amerikan yönetiminin (Carter’ın seçim vaatleri ve ilk yılları) Ankara’ya karşı politikaları sonra da Avrupa Birliği üyesi yapılan (1981) Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı güç toplaması federasyon görüşmelerini sonuçsuz bıraktı.

Rum tarafı BM genel sekreterleri tarafından hazırlanan toplam üç çözüm paketini (de Cuellar Paketi, 1986, Ghali Fikirler Dizisi, 1992 ve Annan Planı, 2004) de reddettiler; çünkü eski Rum dışişleri bakanlarından Nikos Rolandis’in dediği gibi hiçbir Rum ve Yunan lider gerçek manada yetki paylaşımı esaslı bir federasyon istemedi. Güneydeki Rum devletinin egemenliğini kuzeye genişletecek bir yapıdan yana oldu. Türkler ise azınlık haklarından biraz fazla bir şeyler alabilirlerdi. Bu dönemde özellikle İngiltere ve Amerika’nın Kıbrıs’ı Türkiye’ye yedirmemek şeklinde izah edilebilecek Rumları ve Yunanistan’ı şımartan politikaları ve Soğuk Savaş’ın 1980’lerde yeniden hız kazanmasının yarattığı uluslararası şartlar ne federasyonu mümkün kıldı ne de Türkiye’nin alternatif tezlere yönelmesine imkân tanıdı.

Avrupa Birliği propagandasının Türk dış politikasını tümden esir aldığı yıllarda Türkiye açısından KKTC’nin tasfiyesi ve ada üzerindeki haklarının kaybı 2004 yılında referanduma iki tarafta ayrı ayrı sunulan Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesiyle önlenebildi. Maalesef Ankara’nın Kıbrıs konusundaki yanlış tutumunun devam ettiği 2017 yılına kadar yapılan, son raundu Crans-Montana’da gerçekleştirilen ve Türk tarafının garantörlük de dahil birçok konuda epeyce tavizkar davrandığı görüşmelerde sonuç alınamaması da Rum-Yunan tarafının fanatizmi sayesinde oldu.

Dünyanın çok kutupluluğa evrildiği günümüzde Kıbrıs sorununda Türkiye’nin elinin fevkalade güçlendiğine hiç şüphe yok. Sonuçta bu sorunu iki devlet temelinde çözümleyebilecekken Türkiye’yi adadan çıkarmayı hedefleyen ve bunu da çözüm lafının içine sokan Amerika ve İngiltere ile sonradan onlara katılan Avrupa Birliği alanda çözülmüş olan bir sorunu kabullenmek yerine değişik yol ve yöntemlerle güya çözüm bularak Türkiye’yi Kıbrıs’tan çıkarmaya çalıştılar. Fakat Denktaş’ın bizlere her zaman söylediği gibi Rum-Yunan tarafının fanatizmi Türkiye’nin önemli hatalar yapmasını engellemiş oldu.

Sorunu adeta içinden çıkılmaz hale getiren Batı dünyasının gücünün dengelendiği çok kutuplu bir dünyada KKTC’nin tanıtılması daha uygun şartlarda yapılabilir. Azerbaycan ve diğer dost ülkeler (Pakistan, Bangladeş) ve iyi ilişkiler içinde olduğumuz başka bazı devletlerle başlayacak tanınma Rum-Yunan tarafı ile ilişkileri tamamen bozulmuş durumdaki Rusya ve başka ülkelerden de gelebilir. Bunun için bir eylem planına ihtiyaç olduğuna hiç şüphe yok. Örneğin bugünlerde Gazze ve Batı Şeria’daki Filistin halkı için her şeyi yapıp, İsrail’i tam manasıyla karşımıza alırken Arap ülkelerine KKTC’yi sürekli hatırlatmak gayet yerinde olur.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English