GÖRÜŞ
Kur’an provokasyonu ve İsveç’in NATO üyeliği
Yayınlanma
Yazar
Hasan Ünal
İsveç ve Danimarka başkentlerinde bir provokatörün Türkiye büyükelçiliği önünde Kur’an-ı Kerim yakmasıyla alevlenen tartışma ortamını soğuk kanlılıkla ele alarak incelemekte büyük faydalar var. Meselenin birbirinden farklı boyutlarını ayrıştırarak değerlendirmek gerekiyor.
Polis koruması altında gerçekleştirilen ve büyük infiale sebep olan eylemin ardından Ankara bu iki ülkeyle yürüttüğü üçlü müzakere sürecini belirsiz bir tarihe ertelediğini açıkladı. Batı basını ise NATO’nun genişlemesini bloke etmekle suçladığı Türkiye üzerinde psikolojik baskı kurmaya devam ediyor. Bu arada Batı medyasında, İsveç’in NATO’ya katılım anlaşmasının bekletilmesine (çünkü Finlandiya’nın NATO’ya girişine Ankara’nın fazlaca bir itirazı yok gibi görünüyor) dair Türkiye’nin itirazları sanki bu olaydan dolayıymış gibi gösterilmeye çalışılıyor…
SORUNUN ANA HATLARI
Peki sorunun esası nedir ve bu noktaya nasıl geldik? Belki de bütün bu yaşananların müsebbibi benim. Gülmeyin; çünkü Ukrayna’da sıcak çatışmaların başlamasından hemen sonraki günlerde İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girme tartışmaları başladığında 28 Şubat 2022 tarihinde sosyal medya hesabımdan paylaştığım bir mesajla bu iki ülkenin NATO üyeliğini kendi iç kamuoylarında konuşmaya başladıklarını ve bunun somut bir başvuruya dönüşmesi halinde bunlardan – özellikle İsveç – PKK/PYD başta olmak üzere önemli tavizler istememizin gerekliliğine dikkat çekmiştim. Türkiye’de konuyu ilk dile getiren bendim ve daha sonraki haftalarda ve aylarda başvuru meselesi netleştikçe ben de bu hususta ayrıntılı bilgiseller paylaştım. İşin ilginç yanı devlet katının konuyu benim yazdıklarıma oldukça paralel bir politikaya dönüştürmüş olmasıydı.
1-Türkiye'nin Finlandiya ve İsveç'in (Fİ) NATO'ya girişiyle ilgili olarak bu ülkelerle imzaladığı Mutabakat (Trilateral Memorandum) tatminkar olup yürütülen müzakere süreci (AB-D) de başarılıdır. Konuyu değişik açılardan ele alarak incelemekte yarar vardırhttps://t.co/gNkdLo0czy
— Prof. Dr. Hasan Ünal (@hasanunal1920) July 1, 2022
Özetle söylemek gerekirse, Türkiye NATO’nun en eski ve en prestijli üyelerinden birisi olarak İttifak’a girmek isteyen İsveç ve Finlandiya’dan PKK/PYD/YPG ile ilgili taleplerde bulunabilirdi. Türkiye’nin toprak bütünlüğüne kasteden bu örgütlerin özellikle İsveç’te rahatlıkla hareket ettiğini, para topladığını, örgütlendiğini ve İsveç hükümetinin Suriye’deki PYD/YPG’ye mali destek sağladığını benim gibi bu işleri dışarıdan takip eden herkes biliyor ve görüyordu. Ayrıca NATO’daki bu veto kartımızı hatırlamak ve herkese zaman zaman hatırlatmak pek çok açıdan ve özellikle hızla çok kutupluluğa evrilen dünyada oldukça iyi olabilirdi.
İsveç/Finlandiya NATO'ya girmek istiyor. NATO'nun PKK/PYD'nin Türkiye'nin toprak bütünlüğüne tehdit terör örgütleri olduğunu ve bütün NATO ülkelerinde faaliyetlerinin yasaklanmasını şart koşup İsveç gibi PYD ile içli dışlı bir devletin bu konuda bize taahhütte bulunmasını istesek
— Prof. Dr. Hasan Ünal (@hasanunal1920) February 28, 2022
Türkiye’nin tutarlı ve kararlı bir şekilde izlediği siyaset 28 Haziran 2022 tarihli Üçlü Mutabakat Metni imzalanmasıyla başarıya ulaşmış oldu. Şöyle ki, bu Mutabakat ile Finlandiya ve İsveç, terör örgütü olarak kabul ettikleri PKK ile PYD/YPG ve ‘Türkiye’de tanımlandığı şekliyle terör örgütü FETÖ’ye karşı’ Ankara’nın taleplerini yerine getireceklerine dair yükümlülükler üstlendiler. Bu örgütlerle aralarına mesafe koyacaklarına, kendi topraklarında faaliyetlerine izin vermeyeceklerine ve bunların üyeliklerinden dolayı arananları Türkiye’ye iade edeceklerine söz verdiler. Türkiye bu Mutabakat imzalandığı gün İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılım anlaşmalarına imza atarken onay sürecinin bu iki ülkenin üstlendikleri yükümlülükleri yerine getirip getirmediklerine bağlı olacağını açıkladı yani bu ülkeler verdikleri sözleri yerine getirmezlerse TBMM NATO’ya katılım anlaşmalarını onaylamayacaktı. Gayet yerinde bir mekanizma kurulmuştu.
İSVEÇ VERDİĞİ SÖZLERİ TUTMADI
Fakat İsveç verdiği sözleri tutmadı. Muhtemelen başlangıçtan itibaren buna zaten niyeti yoktu. Stockholm, Amerika’nın Türkiye üzerinde baskı kurarak bu anlaşmanın Meclis’ten geçirilmesini sağlayacak hatta belki de bugünlerde bazı Amerikan yetkililerinin söylemeye başladığı gibi, Türkiye’ye F-16 satışını koz olarak kullanacak ve Ankara’nın bileğini bükecekti. Önceki yıllarda Suriye’de PYD/YPG ile yakın ilişkiler kuran, bu terör örgütlerine ciddi mali destekler sağlayan İsveç hükümeti seçimleri kaybetti ve yerine gelen sağcı hükümet bu yükümlülükleri yerine getirecekleri konusunda daha istekli ve gayretli olacaklarına dair açıklamalar yaptı hatta yeni Başbakan Ankara’yı ziyaret ederek bu konularda niyet beyanında bulundu. Fakat sonuçta hiçbir şey çıkmadı. İsveç yargısı iadeler konusunda hükümetin niyeti gerçek bile olsa aynı veya benzeri bir tutum içinde olmadı. PKK’nın üst üste yaptığı tahrik eylemlerinin ardından Kur’an yakma olayı gerçekleşti ve Ankara’nın gösterdiği sert tepkileri üzerine Ankara-Stockholm hattı gerildi ve bugünkü noktaya geldik.
MEVCUT DURUMUN ANALİZİ VE ÖNERİLER
Ankara’nın İsveç’in Mutabakat ile üslendiği yükümlülüklerin gereğini yerine getirmeden NATO’ya üye olamayacağını vurgulaması eleştiriye açık olamaz. Bazı çevrelerin ‘ama efendim NATO’nun genişlemesini veto ediyormuşuz gibi görünmeyelim, sonuçta biz Batı İttifakı’nın mensubuyuz. Katılım anlaşmasını onaylayalım; ama İsveç konusundaki tutumumuzu bundan bağımsız olarak sürdürelim’ demesinin ciddiye alınacak bir tarafı olmadığı ortada. Yunanistan’ın Makedonya Cumhuriyeti’nin NATO üyeliğini bu ülkenin anayasasında, bayrağında, milli sembollerinde ve özellikle isminde önemli değişiklikler yapma şartına bağladığını, isim hariç diğer konuların hepsinde sonuç almasına rağmen Makedonya’nın üyeliğine on yıldan fazla bir süre izin vermediğini ve ancak ülkenin adının Kuzey Makedonya Cumhuriyeti olarak değiştirilmesinden sonra onay verdiğini biliyoruz. Atina’nın benzer bir şantajı Avrupa Birliği’nin Doğu Avrupa’ya genişlemesi sürecinde de yaptığını, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovakya, Romanya, Bulgaristan ve Baltık ülkelerinin AB’ye alınabilmesi için kendisini ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ olarak tanımlayan ve adanın tümü adına egemenlik iddiasında bulunan Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye yaptığı üyelik başvurusunun da değerlendirmeye alınmasını şart koştuğunu, aksi takdirde AB’nin bütün genişleme sürecini veto edeceğini söylediğini ve sonuç aldığını hatırlayalım.
Dolayısıyla İsveç’in üyeliğine Mutabakat yükümlülüklerini yerine getirmemesinden dolayı karşı çıkmaya devam etmek en doğru seçenek gibi görünüyor. Bazı Amerikan yetkililerinin F-16 satışı ile bu iki ülkenin NATO’ya katılımı arasında kurmaya çalıştıkları bağlantıdan çok kutupluluğa doğru evrilen dünyada korkmamak gerekir.
Fakat Kur’an yakma eylemleri ile İsveç’in NATO üyeliğinin bekletilmesi veya veto edilmesi arasında fazlaca bağlantı kurmak bizi hiç istemeyeceğimiz bazı tartışmaların içine çekebilir ki, şu anda özellikle İsveç başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesi özellikle basın yoluyla yürüttükleri psikolojik harekâtla belki de bunu amaçlamaktadırlar. Kur’an yakma eylemlerini doğru bulmadıkları; ancak eylemi serbest bırakmanın İsveç, Danimarka ve hatta diğer Avrupa ülkelerinin çoğunda ifade özgürlüğü kapsamında olduğu, bu gibi marjinal kişilerin İncil dahil diğer kutsal kitapları da yakabildikleri (Tevrat yakma girişimi İsrail’in yoğun baskısıyla yasaklanmasına rağmen) veya kilise aleyhine gösteri düzenleyebildikleri, bütün bunların kendi demokrasi anlayışlarının bir parçası olduğu ve Türkiye’nin demokrasisindeki eksiklikler ve özellikle ifade özgürlüğünü kısıtlayan unsurlardan dolayı anlaşamadıkları gibi tezler üzerine inşa edilecek böyle bir tartışma tam bir çıkmaz sokaktır ve karşı tarafların işine yarar. Türkiye’nin yeterince demokratik olmamasına rağmen NATO içinde bulunmasının medyada yaygın bir tartışma konusu haline gelmesine/getirilmesine sebebiyet verebilir.
Bu tuzağa düşmemek için Mutabakat üzerinden İsveç’in katılımına karşı çıkarken Kur’an yakma eylemlerine verilecek en güzel cevap Ankara’da bir Barış ve Uygarlık Yemeği vermek hatta bu konuda bir proje çalışması yapmak olacaktır. Külliye’de düzenlenecek ve Türkiye’deki Yahudi Cemaati, Rum ve Ermeni Toplumları ile Süryanilerin dini liderlerinin katılacağı bir yemek ve bu yemekte bizim dini kültürümüzde, tarihimizde ve bugünkü laik anlayışımızda başka dinlere saygısızlık olmadığını, başka dinlerin kutsal kitaplarını yakmanın veya kutsal sembollerine saldırmanın söz konusu bile edilemeyeceğini, Avrupa ülkelerinde görülen bu aşırılıkların orta çağ anlayışını yansıttığını belirterek konuyu orada kapatmak veya bu konularda benzeri faaliyetler ve projeler düzenleyerek devam etmek bu sarmaldan kurtulmaya yardımcı olabilir. Aksine açıklamalar ve söz konusu ülkelerin diplomatik misyonları önlerinde yapılacak gösteriler sonuçta haklı bir infialin tezahürü olsa bile Türkiye’nin amaçlarına yardımcı olmaz.
İlginizi Çekebilir
-
“Moldova Batı’nın Rusya’ya karşı hibrit savaşında yeni kurban”
-
Martin Wolf: ABD, Çin ile rekabetinde ekonomik avantajı elinde tutuyor
-
ABD’den Türkiye’ye ‘Rusya ve Hamas ile işbirliği’ gerekesiyle yaptırım tehdidi
-
İsrail’in Hamas liderliğine suikast planı
-
Berlin’deki savaş karşıtı mitinge Sahra Wagenknecht partisi damga vurdu
-
Geert Wilders’in Avrupa’ya dair emeli ne?

Javier Milei, 10 Aralık’ta Arjantin Cumhuriyeti’nin (2023-2027) devlet başkanlığını üstlenecek. Dış Politika açısından Milei, bir iktisatçı olarak Arjantin’de bir ‘Dış Hizmet Reformu’ gerçekleştirmeye ve yeni Dışişleri Bakanı Diana Mondino tarafından yönetilecek olan ‘modern ve liberal bir diplomasi’ uygulamaya çalışacak. Seçilmiş devlet başkanı, ‘ABD, İsrail ve hür dünya demokrasileri’ ile tam bir uyum içinde olduğunu ilan etti. Dahası, seçim kampanyası sırasında, Arjantin’in BRICS’e girmesini reddettiği ve ‘Mercosur’u ortadan kaldırmaktan’ söz ettiği gibi, güney ülkesinin en büyük ticaret ortakları olan Brezilya ve Çin ile hükümet düzeyinde ikili ilişkileri keseceğini iddia etti. Kendini liberteryen ilan eden Mondino, zaferinden birkaç gün sonra Milei’nin açıklamalarını inkâr ediyor, küçümsüyor ve yeniden yorumluyor.
Yeni Arjantin hükümetinin uluslararası ilişkileri, açıklanan iç politikalarla aynı belirsizlik ve çatışma yükünü taşıyor gibi görünüyor. Bununla birlikte, kendisini ateşli bir anarko kapitalist ve daha sonra tutkulu bir liberteryen olarak sunan seçilmiş devlet başkanı, hükümeti sırasında pragmatik kararlar alacağını savunmuştu.
Mondine, Arjantin’in yeni şansölyesi
Dış politikayı ve pragmatik uluslararası ilişkileri hayata geçirmekle (ya da Milei’nin sözlerindeki aşırı sağcı ideolojik tonu gidermekle) görevli kişi, müstakbel Arjantin Başbakanı Diana Mondino (65). Fakat Mondino’nun diplomatik kariyerinin yanı sıra bu konulardaki bilgi ve ustalığı sorgulansa da ekonomi, finans, dış ticaret ve işletme alanlarındaki kapsamlı ve sağlam eğitimi sorgulanmadı.
BRICS ve Mercosur
Mondino, Brezilya, Çin ve Rusya ile devlet düzeyinde diplomatik ve ikili ilişkilerin kesilmeyeceğini açıklamak zorunda kaldı. Bu —çok taraflı düzeyde de olsa— Arjantin’in BRICS grubuna girişinin liberal-liberteryen lider tarafından yeniden değerlendirilebilmesi için açık bir kapı bırakacaktır. Mercosur ise aynı kaderi paylaşmayacaktır zira seçilmiş başkan açısından Mercosur, “kusurlu bir gümrük birliği”, müstakbel Dışişleri Bakanı için ise “eskimiş” bir birlik: “Mercosur artık eskidi.” Güney Amerika ekonomik ittifakının bir sonraki toplantısı 7 Aralık’ta Rio de Janeiro şehrinde gerçekleştirilecek.
Brezilya
Brezilya örneğinde, La Libertad Avanza (LLA) ittifakının lideri Arjantin’deki seçim kampanyası öncesinde ve sırasında Başkan Lula da Silva’dan “yozlaşmış” ve “komünist” olarak söz etti. Ayrıca, devlet başkanı seçildikten sonra Jair Bolsonaro’yu Buenos Aires’teki yemin törenine davet etti. Aynı doğrultuda Milei, Lula ile iletişimi sürdürmemekte herhangi bir sorun görmediğini, zira Devlet Başkanı Alberto Fernández’in (2019-2023) de Bolsonaro (2019-2022) ile bunu yapmadığını belirtti. Milei, iki ülke arasındaki ticari alışverişin devletin müdahalesi olmaksızın özel taraflar (kişiler ve şirketler) arasında gerçekleşmesi gerektiğini düşünüyor.
Hal böyleyken, Brezilya Devlet Başkanı’nın 10 Aralık’taki yemin törenine katılmaması kuvvetle muhtemel, ancak Arjantin’in bölgesel veya küresel düzeyde ikili veya çok taraflı ilişkilerini engellemeyeceği kesin.
Çin
Çin söz konusu olduğunda Mondino, Milei’nin oldukça net olan açıklamalarını da canlandırmak zorunda kaldı: “Sadece Çin ile iş yapmayacağım değil, hiçbir komünistle iş yapmayacağım. Ben özgürlüğün, barışın ve demokrasinin savunucusuyum. Komünistler, Çinliler oraya girmez.” Müstakbel Arjantin Şansölyesi, Çin ile diplomatik ilişkilerin normal bir şekilde devam edeceğini, hatta Çin hükümetinin Arjantin ile Çin arasındaki ilişkilerin kesilmesini “ciddi bir hata” olarak nitelendirmesinden ve Devlet Başkanı Şi Cinping’in Milei’ye mektup göndermesinden önce, Buenos Aires’teki Çin Büyükelçisi Wang Wei ile görüşmeler yapıldığını ileri sürdü. Şi’nin mektubu kendi başına bir ağırlık taşıyor, bu yüzden şimdi tüm olasılıklar masada.
Rusya-Ukrayna
Milei’nin “Putin diktatörlüğüne” karşı yaptığı açıklamalara rağmen Arjantin ile Rusya arasında devlet düzeyindeki ilişkinin devamlılığı da teminat altına alınmış olacaktır, zira Mondino’ya göre: “Rusya Ukrayna’yı işgal etti ama ilişkileri bozacak kadar ciddi bir şey yapmadı.” Bununla birlikte Milei, seçilmiş lider olarak Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy ile yaptığı telefon görüşmesinde “Arjantin’in Ukrayna ile Latin Amerika arasında bir zirve için mekân olmasını” teklif etti.
Uluslararası gündem
Milei’nin yemin töreninden önceki ilk seyahatlerinin varış noktaları sırasıyla ABD ve İsrail olacak. Milei’nin açıklamalarına göre bu geziler, “siyasi olmaktan çok manevi” bir amaç taşıyacak ama Biden yönetimi sözcüleriyle ya da Uluslararası Para Fonu (IMF) teknisyenleri veya yöneticileriyle yapılacak toplantılar göz ardı edilmiyor.
Aynı şekilde Milei, Montevideo’ya birlikte bir ziyaret düzenleyeceği Uruguay Devlet Başkanı Luis Lacalle Poe ile de iletişim kurmuş ve ideolojik yakınlık içinde oldu. Uruguay liderinin Asya deviyle ikili (ya da çok taraflı) bir anlaşmayı ilerletmek amacıyla Çin ve Mercosur arasında üst düzey bir toplantıyı teşvik ettiğini belirtmek önemli. Lacalle Poe, ayrıca 2024 yılında bir Çin-Latin Amerika ve Karayip Devletleri Topluluğu (CELAC) toplantısını teşvik etmek istiyor ve ev sahibi ülke olarak hizmet vermeyi teklif ediyor. CELAC’ın mevcut geçici başkanlığı Saint Vincent ve Grenadinler Başbakanı Ralph Gonsalves tarafından yürütülüyor ve 2024 yılında görevini Honduras Devlet Başkanı Xiomara Castro’ya devredecek.
Bölgemizde Milei’nin anlık yakınlık kurabileceği ya da kurabileceği diğer hükümetler, 23 yılı aşkın süredir dolarizasyon, yani para konisini (Sucre) ortadan kaldırma sürecindeki parasal deneyimi ve Milei ile neredeyse aynı zamanda görevine başlayan yepyeni Devlet Başkanı Daniel Noboa (2023-2027) nedeniyle Ekvador. Peru da Milei hükümeti ile bağlar kurmaya ilgi gösterdi. And ülkesi güçlü bir siyasi ve kurumsal kriz yaşıyor olsa da Devlet Başkanı Dina Boluarte, yemin törenine katılacağını teyit etti ve Milei’yi Lima’yı ziyaret etmesi için resmen davet etti.
Bazı sonuçlar
“Modern ve liberal bir diplomasi” yansıtmaya çalışacak olan sözde Arjantin “Dışişleri Bakanlığı Reformu” aslında —birkaç istisna dışında— daha çok dışişlerinden Kirchnerci referansların temizlenmesi olarak sunuluyor. Javier Milei hükümeti siyasi pozisyonları teknik pozisyonlarla, diplomatik kariyeri olması gerekmeyen ancak La Libertad Avanza (LLA) tarafından en çok arzu edilen profile sahip kişilerle değiştirmeye çalışacaktır. Tercih edilen kişiler, geleceğin Arjantin Şansölyesi Diana Mondino örneğinde olduğu gibi, ekonomi ve finans alanlarından, özel sektörden ve iş dünyasından gelecektir.
Arjantin’in seçilmiş liderinin, “komünist diktatörlükler” olarak sınıflandırdığı diğer egemen ülkelerin yanı sıra Küba, Nikaragua ve Venezuela hükümetlerine (ve Kuzey Kore ve İran’a) karşı saldırılarını sürdüreceği bir gerçek. Aynı zamanda anarko kapitalist lider, istikrarsızlık yaratmak ve özellikle Venezuela’da 2024 seçim sürecine müdahale etmek için anarko kapitalist fikirlerini ihraç etmek amacıyla diğer ülkelerin yanı sıra Şili, Kolombiya ve Meksika’da yapacağı gibi bu ülkelerin genç nüfusuna yaklaşmaya çalışacaktır.
Milei’nin küresel aşırı sağın en gerici, ırkçı, cinsiyetçi, neoliberal ve muhafazakâr olanına yeni bir soluk getirme arzusuyla, kendisini uluslar sahnesinde önemli bir figür, belki de bölgesel ve kıtasal düzeyde aşırı sağın en büyük temsilcisi olarak kabul ettirme arayışındaki ilk adımlarına tanıklık edeceğiz.
GÖRÜŞ
Hindistan’ın ayrılıkçı fay hatları
Yayınlanma
21 saat önce01/12/2023
Yazar
Duygu Çağla Bayram
Hindistan birçok etnik, dilsel ve dini topluluğa ev sahipliği yapmaktadır. Ve Hindistan Birliği çatısı altındaki birçok devlet, Hindistan’ın geri kalanından kültürel, sosyal ve dini farklılıklara sahip olduklarını iddia ederek Hindistan’dan ayrılmaya çalışıyor. Örneğin günlerdir ve dönem dönem Khalistan Sih ayrılıkçılığı üzerine Kanada ile gündeme gelen kriz biliniyor.
Bağımsızlığın arifesinde Britanya Hindistanı 17 devlet ve 500’den fazla prenslikten oluşuyordu. Fransa ve Portekiz tarafından kontrol edilen birkaç sömürge bölgesi de vardı. Hindistan yarımadasındaki bu idari birimler bir zamanlar bölge Britanya’nın kolonisi haline gelmeden önce farklı rajalar (hükümdarlar) tarafından yönetiliyordu. İngilizlerin eski sömürgelerini öyle bir bölme geçmişi var ki eski sömürgelerinin neredeyse tamamı bugün dahi ayrılıkçı hareketlerle karşı karşıya. Aynı şekilde Hindistan da bunlardan biri.
Bu bilinç ile belirli üniter nitelikler ile federal yapının harmanı bir “Devletler Birliği” olarak yapılanan Hindistan Cumhuriyeti, parlamenter hükümet biçimini öngören egemen, sosyalist, laik ve demokratik bir hukuk devleti olarak doğdu.
Hindistan Anayasası’nın 1. Maddesi Hindistan’ı “Devletler Birliği” olarak tanımlar. Birlik sözcüğü, Hindistan Birliği’nin devletler arasındaki istenirse bozulabilecek bir tür düzenlemenin sonucu olmadığını ve onu oluşturan devletlerin ondan ayrılma hak ve özgürlüklerinin bulunmadığını belirtmek için federasyon yerine bilinçli olarak seçilmiştir. Bu, anayasası yarı-federal nitelikte olan Hindistan’ın, federasyonun yeni federe devletler kurma veya mevcut federe devletlerin sınırlarını değiştirme yetkisinin bulunmadığı Amerika Birleşik Devletleri ülkeleri gibi bir devletler federasyonu değil, bir devletler birliği olduğu anlamına geliyor.
Hindistan Anayasası’nın 3. Maddesi uyarınca Birlik hükümeti (merkezî hükümet) devletlerin isimlerini ve sınırlarını onların izni olmadan değiştirebilir; devletler parçalanıp, sınırların değişmesi ile yeniden düzenlenebilir; ancak ülke parçalanamayacak bir birliktir. Hindistan Anayasası’nın babası Dr. Bhimrao Ramji Ambedkar tarafından Hindistan’ın “yıkılabilir devletlerin yıkılmaz birliği” olarak tanımlanmasının nedeni de budur.
Birlik içindeki birimler veya devletler anayasada böyle bir hüküm bulunmadığından ayrılamazlar. Hindistan Birliği yönetimi altında mevcut bir devletten ayrı bir devlet talep etmek, ayrılma yasası kapsamında cezai suçlamalar ve yaptırımlar demek.
Burada önemli bir nokta daha var: Hindistan Anayasası’nın 4. Maddesi 3. Madde kapsamında yapılan toprak değişikliğinin hiçbir zaman anayasa değişikliği sayılmayacağını açıkça belirtir. Bunun nedeni bu tür yasaların parlamento tarafından olağan yasama politikaları izlenerek salt çoğunluk ile kabul edilebilmesidir. Bu daha çok iktidardaki hükümetin çıkardığı bir yasadan etkilenen yasal bir değişiklik ve dolayısıyla parlamentoya anayasa değişikliği yetkisi veren 368. Madde kapsamında herhangi bir değişikliğe gerek yoktur.
Hindistan’ın iç yeniden yapılanma konusunda hâlâ devam eden uzun ve karmaşık bir geçmişi var. Hindistan Birliği cumhuriyet ülkesi hâline geldiğinde 27 devleti vardı ve anayasa bunlar arasında üç türe göre ayrım yapıyordu:
Bölüm A’ya göre devlet yasama organı ve seçilmiş bir vali tarafından yönetilen dokuz devlet vardı ve bunlar Britanya Hindistanı’nın eski valilerinin eyaletleriydi: Assam, Batı Bengal, Bihar, Bombay, Doğu Punjab, Madhya Pradesh, Madras, Orissa ve Uttar Pradesh.
Bölüm B’de cumhurbaşkanı tarafından atanan Rajpramukh (Hindistan’da 1947-56 arası var olan idari unvan, atanmış vali) tarafından yönetilen sekiz devlet vardı ve bunlar eski prens devletler veya prens devletler grubuydu: Hyderabad, Madhya Bharat, Mysore, Patiala ve Doğu Punjab Devletleri Birliği, Rajasthan, Saurashtra, Travancore-Cochin.
Bölüm C’deki on devlet cumhurbaşkanı tarafından atanan bir baş komiser tarafından yönetiliyordu ve bu devletler ya eski baş komiserlerin eyaletleri ya da prens devletleriydi: Ajmer, Bhopal, Bilaspur, Coorg, Delhi, Himashal Pradesh, Kutch, Manipur, Tripura, Vidhya Pradesh.
Hindistan’ın kurucu ancak günümüzde ana muhalefet partisi olan Hindistan Ulusal Kongresi (kısaca Kongre) dilsel ayrımın büyük bir destekçisiydi ve 1900’lerden beri dilsel devletler fikrini teşvik ediyordu.
Kasım 1956’da, A, B ve C devletleri arasındaki ayrımı ortadan kaldıran ve devlet sınırlarını dilsel çizgilere göre yeniden düzenleyen Devletleri Yeniden Düzenleme Yasası yürürlüğe girdi ve 27 devlet 14 devlet ve 6 birlik bölgesi hâlinde yeniden düzenlendi.
Bu yeniden yapılanma daha çok Güney Hindistan’ı etkiledi. Madras dört devlete bölündü: ana dili Telugu olan Andra Pradesh, Tamil olan Tamil Nadu, Malayalam dili ile Kerala ve Kannada dili ile Mysore.
Hintçenin ortak dil olduğu Kuzey Hindistan’da bu yeniden yapılanma özellikle Madhya Pradesh’e fayda sağlayan birçok küçük devletin ortadan kaybolmasına yol açtı.
Dilsel temelde bölgesel yeniden yapılanma sonraki yıllarda da devam etti: 1960 yılında eski Bombay 2 devlete bölündü: ana dili Gujarat olan Gujarat ve ana dili Marathi olan Bombay’ı da içeren Maharashtra. 1966 yılında ana dili Hintçe olan Haryana ana dili Punjab olan Punjab’dan ayrıldı. 1971 yılında şimdiye dek birlik bölgesi olan Himashal Pradesh devlet oldu.
Kuzeydoğu Hindistan’da sorunun etnik boyutları vardı. Çok sayıda etnik grup arasındaki gerginlikler büyük Assam devletinin Assam ile beraber 8 devlete bölünmesine yol açtı: 1963’te Nagaland, 1972’de Manipur, Tripura ve Meghalaya, 1975 yılında Sikkim, 1987’de Arunachal Pradesh ve Mizoram.
Ülkedeki diğer gruplar daha fazla yerel özerklik, kendi doğal kaynakları üzerinde kontrol ve kültürel farklılıklara saygı gösterilmesini talep etti. 2000 yılında üç yeni devlet tanındı: Jharkhand, Chhattisgarh ve Uttarakhand. 2014 yılında Telangana Andhra Pradesh’ten ayrıldı. Ve şimdilik son değişiklik olarak 2019 tarihli Jammu ve Kashmir Yeniden Yapılanma Yasası Hindistan Birliği’nin Jammu ve Kashmir devletini Jammu ve Kashmir ile Ladakh olmak üzere iki birlik bölgesi hâlinde yeniden yapılandırdı.
Böylelikle 28 devlet ve 8 birlik bölgesi ile şimdilik 36 birimden oluşan Hindistan Birliği’nin haritası hâlâ önemli demografik ve bölgesel asimetriler sunuyor. Yeni devletlere ilişkin talepler de devam ediyor. Öyle ki tüm talepler dikkate alınsa Hindistan’ın neredeyse 50 idari birimi olabilir. Ancak şimdilik Assam’daki Bodoland, Bengal’deki Gorkhaland, Maharashtra’daki Vidarbha, Uttar Pradesh’teki Bundelkhand ve Purvanchal öne çıkanlar arasında.
1950’lerde başlatılan bölgesel yeniden yapılanma birçok devletin daha fazla özerkliğe yönelik umutlarına son vermiyor. Keşmir ve Punjab’da ayrılıkçı hareketler yükselişe geçerken Kuzeydoğu’nun sınır bölgelerinde etno-milliyetçi hareketler zemin kazandı. Pakistan, Çin, Myanmar ve Bangladeş’in yakınlığı, uzun ve geçirgen sınırlar da Birlik hükümeti açısından bu bölgelerin kontrolünü zorlaştırıyor.
Hindistan 1947’de Britanya’dan bağımsızlığını kazandığında, ülke dışından çok az kişi bu kadar farklı devletlerden oluşan bir birliğin bir arada durabileceğine inanıyordu. Hindistan hayatta kaldı ama birliğine yönelik tehditler olmadan değil. En kalıcı hareketlerden biri ve şu an da hâlâ bir süredir Hint basınını yoğun olarak meşgul eden, Sihler için Punjab bölgesinde Khalistan ismi ile bağımsız bir vatan kurmayı amaçlayan Khalistan hareketi oldu.
Khalistan Hareketi: Sih ayrılıkçılığı
Hareketin kökleri Guru Gobind Singh’in Khalsa Deklarasyonu’na kadar uzanıyor. Ancak bağımsız Hindistan’da Punjab’ın 1966’da Punjab ve Haryana olarak iki devlet biçiminde düzenlenmesi ile bir de birlik bölgesi olarak düzenlenen ve her iki devletin de başkenti olan Chandigarh’ın oluşmasının ardından geniş ölçüde özerklik talep eden ve ayrıca Sihizm’in Hinduizm’den ayrı bir din olarak tanınmasını isteyen 1973 tarihli Anandpur Sahib Kararı Khalistan hareketine temel sağladı. Haryana’nın ve ardından Himashal Pradesh’in ayrılması ile artan yeni ulusta adil olmayan bir anlaşmaya varıldığına dair duygular, 1970’lerde Sihlerin yaşadığı tüm bölgeleri başkenti Chandigarh olmak üzere Punjab’da birleştirmeye yönelik hareketi güçlendirdi. Khalistan hareketinin savunucuları ayrıca Amritsar’ın da kutsal şehir ilan edilmesini istediler. Bu arada Punjab hükümetlerinin Anandpur Kararını uygulamadaki başarısızlığı köktendinci Sih gruplarının yükselişine yol açtı. Ve Jarnail Singh Bhindranwale de bu hareketin lideri olarak ortaya çıktı. 1980’lerin başında Sih eğitim ve hayır kurumu Chief Khalsa Dewan CKD Punjab, Rajasthan, Haryana ve Jammu bölgelerini kapsayacak özgür bir Khalistan talebini duyurdu.
Batı ülkelerine göç eden Sihler ayrı ve bağımsız bir Khalistan talep ediyorlardı. Khalistan hareketi savunucuları 1970’lerin sonlarından 1990’ların başlarına kadar yoğun bir kampanya yürüttü. Indira Gandhi’nin Kongre hükümeti Bhindranwale ile müzakere etmeye çalıştı ancak görüşmeleri Gandhi’nin Hindulara olan eğilimi nedeni ile her defasında başarısızlıkla sonuçlandı. Bhindranwale Punjab’ın Amritsar şehrindeki Akal Takht’ı (Zamanın Ötesinde Olanın Tahtı, Sihizm’in dini otoritesinin ana merkezi) karargâhı yaptı ve onun liderliğinde Khalistan hareketi Sihler arasında giderek popülerleşti.
Başbakan Indira Gandhi hükümeti Sih milliyetçi liderliğini ve takipçilerini ortadan kaldırmak için Mavi Yıldız Operasyonu gerçekleştirdi ve ardından Gandhi’nin Sih korumaları tarafından suikasta uğraması Hint hükümeti ve Sihler arasındaki şiddeti daha da artırdı.
1980’li yıllar Khalistan hareketinin en şiddetli olduğu yıllar, ancak hareket bundan sonra günümüze kadar yavaşlamış olsa da günümüzde giderek yeniden yükselişe geçiyor. Bunun temel faktörleri arasında Hindistan’ın Narendra Modi hükümetinin 2021 yılındaki özel sektörü tarım piyasasına sokan üç tarım reformuna karşı çiftçi protestolarının Khalistan yanlısı bir harekete dönüşmesi, ülkedeki yükselen Hindutva ideolojisi ve başta Kanada olmak üzere Sih diasporasının güçlü olduğu dış ülkelerdeki politikalar sayılabilir. Bu ayrılıkçı hareket artık büyük ölçüde yurt dışından yayılıyor.
Naxal-Maoist Hareket, Naxalizm: Komünist ayrılıkçılığı
Hindistan’ın ilk Komünist Partisi (CPI) 1920’de Sovyet rejiminin himâyesinde Taşkent’teki bir toplantıda kuruldu. Hindistan’ın 1947’deki bağımsızlığını takiben Kongre partisini Sovyet gölgesinde desteklemesi sonunda sert bir bölünmeye yol açtı ve 1964’te Hindistan Komünist Partisi (Marksist) kuruldu. Şu anda Hindistan’da sosyal demokrat bir gündem izleyen en büyük komünist parti olan CPI(M) Sovyet hegemonyasından ayrıldı, ancak Çin Komünist Partisi’ne (ÇKP) de mesafesini ilan etti ve Hint karakteristiğinde Komünizm dediği şeyi izledi. Ancak ÇKP tasarısı olan Charu Majumdar liderliğindeki yeni bir grup seçimleri reddetti ve Mao Zedong’un uzun süreli halk savaşı doktrinini tercih etti. Grubun polisle ilk tartışması Batı Bengal’deki Naxalbari isimli küçük bir Himalaya köyünde kendilerinden yüksek faiz aldığı söylenen bir toprak sahibine karşı köylülerin şiddetli protestosu sırasında gerçekleşti. 1967 Naksalbari ayaklanması hızla bastırıldı. Majumdar kısa süre sonra Kalküta’da polis nezaretinde yakalandı ve öldürüldü. Ancak hareket, komünist parti safları içindeki yüzlerce kişiyi heyecanlandırdı ve çok geçmeden ülke genelinde kendilerini Naxalbari yoluna adayan gruplar ortaya çıktı ve ÇKP’ye olan bağlılıklarını kanıtlayan Kalküta, Bombay ve Hyderabad’daki duvarlarda Çin’in Başkanı Bizim Başkanımızdır sloganları belirdi. Mao’nun ölümünün ve Çin’in uluslararası devrimi desteklemeyi bırakmasının ardından hareket neredeyse binbir parçaya bölündü ki 1980’lerde her birinin Naxalbari mirasının gerçek bayraktarları olduklarını iddia eden 149 kadar Naksalit partinin bağımsız olarak faaliyet gösterdiği tahmin ediliyor.
Hindistan Komünist Partisi (Marksist-Leninist) Kurtuluş gibi bazıları silahlı ayaklanma stratejisini bırakarak seçimlere geri dönerken iki en büyük en organize en iyi silahlanmış grup, Nepal’e bitişik bölgelerdeki Maoist Komünist Merkezi (MCC) ve Hyderabad’ın prens devletini (günümüz Andhra Pradesh ve Telangana) oluşturan bölgelerdeki Halk Savaş Grubu (PWG) silahlarına sadık kaldı ve Devrimci Enternasyonalist Hareket (RIM) ile Güney Asya Maocu Partiler ve Örgütler Koordinasyon Komitesi (CCOMPOSA) gibi uluslararası gruplar ile bağlantılarını sürdürdüler. Günümüzde bu iki grubun 21 Eylül 2004 tarihinde birleşerek kurduğu yeni Hindistan Komünist Partisi (Maoist) Hindistan’da faaliyet gösteren en büyük silahlı grup.
Dönemin Hindistan Başbakanı Manmohan Singh Nisan 2006’da Maoistleri en büyük iç güvenlik tehdidi olarak tanımladı ve geleneksel olarak Maoist karşıtı faaliyetler sivil polisin ve merkezi paramiliter güçlerin yetki alanı altında iken Singh ilk kez Hindistan ordusu dâhil etti. Ancak Hindistan Ordusu’nun iç meselelere karışmak ve silahlarını vatandaşlara çevirmek konusundaki isteksizliği üzerine geçici bir çözüm olarak hükümet karşı milisleri destekledi ve kabileleri Maocuların yanında ve karşısında olanlar olarak ikiye bölerek Maoistlerle savaşmak isteyenlere silah, para ve fahri özel polis memuru rütbesi teklif edildi. Çok geçmeden şiddet kontrolden çıktı ve 2010 bu dönemin en kanlı yılıydı. Ancak sonrasında kademeli ama istikrarlı bir düşüş yaşanıyor olsa da bu, barış vaat eden bir durumdan çok, bir çıkmaza işaret ediyor. Maoistlerin barış görüşmeleri teklif etmesi ve hükümetin onları reddetmesinden Maoistlerin demokratik partiler arasındaki rekabete müdahale ederek ve kritik seçimler sırasında devreye girerek sonuçları etkilemek için birçok kez ateş güçlerini kullanmasına kadar uzanan bir kördüğüm. Örneğin 2007’de Maoistler Batı Bengal’in iktidar partisi olan Hindistan Komünist Partisi’nin (Marksist) 34 yıllık iktidarını devirmede ve muhalefet lideri Mamata Banerjee’nin ezici galibiyetinde kilit bir rol oynadılar. Ancak yine de komünist partilerin aksine politik olarak izole durumdaki Hint Maoist partisi çatışma bölgesine kilitlenmiş durumda. Ayrıca giderek artan kentleşme de ve kabileler arasındaki yabancılaşma da Maoistlerin eski toplumsal yardım yöntemlerini etkisiz hâle getiriyor. Ancak katı bir Hindu milliyetçi gündemi izleyen günümüz Modi hükümetine karşı muhalefetin yakınlaşması ile Hindistan’ın değişen politik iklimi dolaylı olarak Maoist harekete yeni bir soluk getiriyor olabilir.
Bir zamanlar dünyanın hemen her yerinde mevcut olan Komünist gerillalar ve onların hükümetlere karşı silahlı saldırıları 20. yüzyılın çoğunu şekillendirmişti. Ancak bugün gelinen noktada bu grupların çoğu ya tarih oldu ya da politik önemsizliğe gömüldü. Bu eğilimi tersine çeviren Maocu gerillalar ile Hindistan hükümeti arasında son 60 yıldır sonu görünmeyen uzun süreli bir halk savaşı aslında hâlâ sürüyor. Khalistan Sih ayrılıkçılığı gibi ve daha da bilineni Keşmir sorunu gibi çok gündeme alınmıyor olsa da aslında gerilla ordusunda 10 binin üzerinde düzenli birlik ve halk milislerinde kabaca 50 bin kadro ile Hint Maoistler, Suriye YPG dışındaki en büyük organize Komünist savaşçılardır. Dolayısıyla Hint Maoistler ülkede bir güç olmaya devam ederken aynı zamanda Hint hükümeti açısından da kritik bir fay hattı olmaya devam ediyor. 1967’de Batı Bengal’deki Naksalbari ayaklanması ile başlayan, daha sonra Hindistan’ın güney devletlerine de yayılan ve şu anda Hindistan Komünist Partisi (Maoistler) tarafından yönetilen ve Chhattisgarh, Bihar, Jharkhand, Maharashtra, Odisha, Andhra Pradesh ve Telangana devletlerinin bazı bölgelerinde, yani Kızıl Koridor olarak da bilinen nüfuz bölgelerinde faaliyet gösteren ve her şeye karşın seçilmiş hükümet tarafından sıklıkla ihmâl edilen Hindistan’ın kabile nüfusundan destek bulan Maoist politik duygu ve ideolojiyi destekleyen aşırı sol radikal komünist grupların Naksalit hareketi veya Naksalizm, hâlâ ülkenin karşı karşıya kaldığı en büyük iç güvenlik sorunu olarak niteleniyor.
Kuzeydoğu fay hatları:
Hindistan’ın sıkıntılı Kuzeydoğu bölgesi yedi kız kardeş ve bir erkek kardeş diye ifade edilen sekiz devletten oluşuyor. Bunlardan Arunachal Pradesh, Assam, Manipur, Meghalaya, Mizoram, Nagaland ve Tripura yedi kız kardeşi; Sikkim erkek kardeşi temsil ediyor. Çin, Myanmar, Bangladeş, Bhutan ve Nepal ile çevrelenmiş bir konumda olan bölge son zamanlarda Hindistan ile Çin arasında kavgaların da yaşandığı Siliguri Koridoru veya Tavuk Boynu olarak da anılan 37 km uzunluğundaki kara şeridi ile Hindistan’ın geri kalanına bağlanıyor ve Sikkim diğer kız kardeşler gurubundan ayrı olarak tam da bu Tavuk Boynu’nun ucunda yer aldığı için erkek kardeşi temsil ediyor. Kız kardeşleri Hindistan’ın geri kalanına bağlayan esasen Batı Bengal. Kuzeydoğu bölgesi Hindistan’ın en az gelişmiş bölgesi ve gerçekte en sorunlu bölgesi. Bölgenin hemen her unsuru Hindistan’ı bir “üvey anne” gibi görüyor ve Hindistan hükümetine ezelden beridir zor anlar yaşatıyor. Yakın zamanlarda Hint haber kanallarında Assam polisi ile Mizoram polisi arasında kabaca 1,5 milyon nüfuslu ve çoğunlukla Assam’dan gelen kaynaklara bağlı Mizoram devleti ile ortalama 35 milyon nüfuslu Assam devleti arasındaki toprak meselesi nedeni ile şiddetin patlak verdiği haberleri çıkmıştı ve bu türünün ilk örneği değildi. Hindistan’ın yedi kız kardeşleri veya Kuzeydoğu devletlerinden Mizoram, Manipur, Assam, Nagaland ve Tripura 1945’ten bu yana farklı düzeylerde şiddete tanık oldu. Ancak halk arasında “isyanların anası” olarak bilinen Nagaland’daki çatışma daha ön planda.
Naga ayrılıkçılığı
Naga halkının tarihi Amerikalı Baptist misyonerlerin Nagaland halkına Hristiyan dinini ve Batı eğitimini tanıttığı 19. yüzyıla kadar uzanıyor. Bu eğitim birbirleri ile savaş hâlinde olan Naga Tepeleri’ndeki Naga kabilelerine kolektif kimlik ve milliyetçilik duygusunu aşıladı. Birinci Dünya Savaşı’nda omuz omuza savaşmak üzere orduda 2 bin Naga kabile üyesinin seçilmesi muhtemelen farklı kabilelerden Naga halkının birbirleri ile savaşmadığı ilk seferdi. Bu askerler savaştan döndüklerinde kolektif milliyetçiliği temel alarak Naga Kulübü’nü kurdular. Naga Kulübü, Angami Zapu Phizo liderliğindeki yeni ismi Naga Ulusal Konseyi (NNC) altında Hindistan’ın bağımsızlığından bir gün önce 14 Ağustos 1947’de İngiltere’den bağımsızlıklarını ilân ettiler, ancak daha sonra zorla Hindistan Cumhuriyeti’ne entegre oldular. Hindistan hükümeti ilk başta sömürgeci İngiliz hükümetinin Nagaland’ı yönetmek için kullandığı politikaları benimseyerek Hindistan Anayasası’nın kısmen ve tamamen hâriç tutulan alanlar politikasına göre yönetiliyordu. Bu, Naga kabileleri arasında bir ayrımcılık hissine yol açtı. Phizo ayrılıkçı hareketini sürdürmek için 1952’de yeraltı Nagaland Federal Hükümeti’ni (FNG) ve bir Naga Federal Ordusu’nu (NFA) kurdu. Hindistan hükümeti isyanı bastırmak için Orduyu gönderdi ve 1958’de Silahlı Kuvvetler (Özel Yetkiler) Yasasını yürürlüğe koydu. 1960’ta Naga Halk Konvansiyonu (ılımlı grup) ile bir anlaşma yapıldı ve Aralık 1963’te Nagaland’ın kurulmasına yol açtı. Naga halkına kendi toprakları üzerinde bir miktar özerklik tanındı ve yerel uygulamalar ve yasalar korundu. Ancak daha fazla bağımsızlık, ayrı bir bayrak ve kendi anayasalarını arayan Nagaların taleplerini karşılamadı. Bu çıkmaz bir yandan Hindistan Başbakanı Nehru’nun Naga liderliğiyle yaptığı müzakerelerin çıkmaza girmesine yol açarken öte yandan NNC, Hindistan hükümetinin yararına olacak biçimde Nagaland-Isak Muivah Nasyonal Sosyalist Konseyi (NSCN-IM) ve NSCN-Khaplang olmak üzere iki gruba ayrıldı. Hindistan bu bölünmeden yararlanmış olsa da söz konusu çıkmaz bugüne kadar devam etti ve hâlâ da devam ediyor. Örneğin 2019 yılında Naga Öğrenci Federasyonu (NSF) Hindistan’ın 73. Bağımsızlık Günü’nden sadece bir gün önce bölge genelinde Nagaland bayrağını çekerek tek taraflı olarak Hindistan’dan bağımsızlığını ve ayrılmasını ilan etmişti.
Hindistan 1947’de İngiliz yönetiminden bağımsız hale geldikten sonra Nagalar Hindistan vatandaşı olsa da ve Hindistan’ın Kuzeydoğu bölgesinde yer alan Nagaland devleti Aralık 1963’te Hindistan’ın 16. devleti olarak Devletler Birliği’nin ayrılmaz bir parçası hâline gelse de bölgede 1958’den beri devam eden bir etnik çatışma var. Naga sözcüğü günümüzde Hindistan’ın Nagaland, Manipur, Assam ve Arunachal Pradesh devletlerinin yanı sıra Myanmar’da yaşayan çok sayıda etnik grubu kapsayan şemsiye bir terim olarak kullanılıyor. Çoğunlukla kendilerini Hristiyan olarak tanımlayan ve etnik kökene dayalı bağımsız bir Naga devleti kurmayı düşleyen Nagalar, Tripura hariç tüm Kuzeydoğu Hindistan devletlerine yayılmış durumda ve Arunachal Pradesh, Assam, Manipur, Meghalaya, Mizoram ve Nagaland olmak üzere 6 Kuzeydoğu devletinde Naga topluluğunun resmi olarak tanınması anlamına da gelen Planlanmış Kabileler (ST’ler) olarak listelenmiştir. Nagalar Manipur, Arunachal Pradesh ve Assam’dan oluşan atalarının vatanlarının entegrasyonunu talep ederken bu üç devletten hiçbiri topraklarını Nagalara bırakmaya hazır değil. Ve Nagaland’daki çeşitli militan gruplar ya Hindistan’dan bağımsızlık ya da ayrı bir anayasa ve bayrak istiyor. Bir anlamda İskoçya ve İngiltere arasındakine benzer bir anlaşma talep ediyorlar.
Manipur ayrılıkçılığı
Bu yaz döneminde de Manipur’daki yüksek mahkemenin Meitei topluluğunun resmi olarak tanınmasının ilk adımı olan Planlanmış Kabile (ST) statüsünde sınıflandırılma talebini desteklemesinin ardından hâlihazırda Planlanmış Kabileler (ST’ler) kategorisinde sınıflandırılan Kukilerin Meiteilerin topraklarını alacağını söyleyerek protesto etmeye başlaması ile ağırlıklı olarak Hindu olan Meiteiler ve çoğunlukla Hristiyan olan Kukiler arasında altı aydır şiddet olaylarına tanık olan ve yalnızca kabaca 3,5 milyonluk nüfusu ile Hindistan Birliği’nin en küçük devletlerinden biri olan Manipur da bir grup huzursuz Kuzeydoğu devleti olan yedi kız kardeşlerden biri. 2019’da Manipur devletinin muhalif siyasi liderleri tek taraflı olarak Hindistan’dan bağımsızlıklarını ve Britanya’da sürgünde bir hükümet kurulduğunu ilan etmişti. Manipur, Britanya’nın Hindistan’daki sömürge hükümetini sona erdirmesinden iki yıl sonrasına kadar özerk kaldı, ancak 1949 yılında Hindistan’ın bir parçası hâline geldi. O zamandan bu yana onlarca yıldır şiddetli ayrılıkçı hareketlere tanık oluyor. Manipur aynı zamanda Nagaland gibi Myanmar’a da sınır komşusu.
Ve Manipur da çok etnik gruptan oluşan, çok dilli, çok dinli bir devlet. Tepe bölgelerinde genel olarak Naga kabileleri ve Kuki-Chin-Zo kabileleri olmak üzere iki etnik gruba ayrılan 33 kabile var. Naga kabilelerinin kendi aralarında ortak bir dili yok, ancak ortak mit ve tarihsel gerçeklere dayanarak politik özlemleri Nagaland, Assam, Arunachal ve Myanmar Nagaları ile bütünleşmiştir. Naga’nın ayrı bir ulus talebi Hindistan’ın bağımsızlığından önce başlamıştı. Kuki-Chin gruplarının kendi aralarında iletişim kurabilecekleri ortak bir dil var ancak yakın zamana kadar genel olarak ortak bir politik platform oluşturulamıyordu. Bereketli Manipur vadisinde ise Meitei (yedi klandan oluşan bir topluluk) ve Meitei-lon dilini konuşan Meitei-Pangal (Manipur Müslümanları) etnik grupları var ve bunların arasında da çatışmalar söz konusu.
Çoğunlukla Imphal Vadisi’nde yaşayan Meiteiler nüfusun yüzde 53’ünü oluştururken tepe bölgelerinde yaşayan kabile toplulukları Naga kabileleri yüzde 24 ve Kuki/Zomi kabileleri ise yüzde 16 olmak üzere nüfusun yaklaşık yüzde 40’ını oluşturuyor ve şiddetin günlük yaşamın bir parçası olduğu bu bölgede hemen her etnik topluluğun birbiri ile çatışması söz konusu iken çatışma üvey anne muamelesi gördükleri iddiası ile Hindistan’dan bağımsızlık talebi çizgisinde Birlik hükümetine karşı da yürütülüyor.
En bilineni Keşmir sorunu
Pakistan, Hindistan, Çin ve Afganistan arasında sıkışmış ve Tacikistan’a yakın olan Keşmir, alt kıtanın en tartışmalı ve askerileştirilmiş bölgelerinden biri. 1947’den bu yana Hindistan ile Pakistan arasında ciddi bir çekişme konusu hâline geldi ve birçok savaşa sahne oldu. Hindistan için çok kültürlülüğü, çeşitliliği ve çoğulculuğu simgeliyor. Öte yandan Pakistan’a göre Keşmir’in Müslüman çoğunluğu, devleti kendi sınırlarının doğal bir parçası hâline getiriyor.
26 Ekim 1947’de Keşmir’in Hindu hükümdarı Maharaja Hari Singh, prens devletini yeni kurulan Hindistan Cumhuriyeti’ne entegre eden katılım belgesini imzaladı. Çatışma yine de çözülmedi. Birleşmiş Milletler devletin geleceğine karar vermek için bir referandum planladı ancak bu, çözüme hiçbir katkı sağlamadı. 1949’da kurulan kontrol hattı, devleti Hindistan ile Pakistan arasında böldü. Beşte ikisi batıda Azad veya özgür Keşmir olarak kuzeyde ise Gilgit Baltistan olarak Pakistan’a bağlandı. Geriye kalan beşte üçü ise Hindistan Birliği’nin parçası hâline gelen Jammu ve Keşmir devletini oluşturuyordu. Hindu çoğunluğa sahip Jammu bölgesi ve etnik kültürel olarak Tibet’e bağlı olan Budist çoğunluğa sahip Ladakh bölgesi dışında nüfusunun büyük bir kısmı Müslüman. 1962’de Hindistan ile yapılan savaşın arifesinde Çin, Aksai Chin yüksek platosunun ve daha sonra 1963’te Pakistan’a bırakılan Shaksgam vadisinin kontrolünü ele geçirdi.
Jammu ve Keşmir devleti Hindistan Anayasası’nın 370. maddesi hükümlerine göre özel statüye sahipti ve önemli ölçüde özerkliğe sahipti. Keşmirli olmayanlar mülk sahibi olamıyordu ve kendi bayrağına sahip tek devlet konumundaydı. Devletteki demokratik seçim kurumunun sorunlu olduğu ortaya çıktı. İlk yasama seçimleri diğer Hindistan devletlerinden on yıl sonra yalnızca 1962’de gerçekleşti. 1980’lerden itibaren artan isyanlar, askeri baskılar ve açık çoğunluğa sahip seçilmiş hükümetler kurma konusundaki yetersizlik, yasama meclisinin sık sık askıya alınmasına ve Hindistan hükümetinin doğrudan yönetimi dayatmasına yol açtı. Bu süreçte geleneksel olarak bölgede barışçıl bir Sufizm olan İslam radikalleşti ve halk büyük ölçüde merkezî hükümete düşman oldu. Çok sayıda siyasi parti ve militan grup ortaya çıktı. Bunlar arasında Cemaat-i İslami Pakistan’a entegrasyonu destekliyor, Jammu ve Keşmir Kurtuluş Cephesi Keşmir’in bağımsızlığını talep ediyor. 2019 yılında BJP liderliğindeki Hindistan merkezî hükümeti Jammu ve Keşmir’in Anayasa’da yer alan özel statüsüne son verdi. Askeri baskı ve radikal aşırılıkçı tutumlar soruna geniş çapta kabul edilebilir bir çözüm bulunmasını engellerken Hindistan Birlik hükümeti hâlihazırda kendi normalini gerçekleştirmiş durumda.
Son olarak Hindistan’ın en güney ucundaki iki devletten büyüğü olan ve kendisini uzun süredir Kuzey Hindistan’ın hegemonyasına karşı bir siper olarak gören kabaca 80 milyonluk nüfusu ile Tamil Ülkesi Tamil Nadu, 1960’larda Hintçenin Hindistan’ın tek resmi dili olarak dayatılması önerisine karşı şiddetli protestolara tanık oldu ve bugün hâlâ resmi dili dünyada en uzun süre hayatta kalan klasik dillerden biri yani Tamil olan Tamil Nadu’da Hint karşıtı ajitasyon düşük ölçekte de olsa devam ediyor. Ayrıca Hindistan etnik güç paylaşımı yoluyla azınlıkları entegre ederek Tamil Nadu’daki ayrılıkçılığı bastırmayı başarmış olsa da Sri Lanka etnik meselesi Tamil Nadu halkı için dolayısıyla Hindistan için hâlâ hassas bir konu.
İki cümlelik bir genel sonuç yerine, Hindistan’ın hep övgü ile söz edildiği iç dinamiklerindeki çeşitlilik iki ucu keskin bir kılıçtır ki bu kılıç her zaman iç dünyasında kendisinden daha bütün gibi görünen Çin gibi rakiplerine dünya politikasında kritik bir fay hattı sağlayacaktır. Bu fay hatları da dünya politikasının geleceğinde ülkenin neden tam anlamıyla bir süper güç olamayacağının en başat faktörlerinden biridir ki ülkenin sigortası ve istikrarı köklü ve karmaşık çeşitliliğinin dengede tutulabildiği bir eşgüdümün sağlanabilirliğidir ve bu Hindistan’ı her zaman öncelikli meşgul eden ve yavaşlatan bir faktör olacaktır.

Şimdi bu soruların cevapları üzerinde durabiliriz.
1) 7 Ekim saldırısının siyasi hedefi nedir?
Hamas tarafından saldırının hemen ertesi günü yapılan açıklamaya göre esasen iki siyasi amaç güdülmüştür: (a) Filistin güçlerinin İsrail’in içine kadar sızabileceğini göstererek İsrail’in askeri (dolayısıyla siyasi) güçsüzlüğünü ortaya çıkarmak. Bu, çok bilinen maocu deyişle, İsrail devletinin “kâğıttan kaplan” olduğunu göstererek ulusal ve uluslararası propaganda şeklinde yorumlanmalı. Ve (b) rehineler yoluyla (bir miktar? çok miktar? ne kadar olursa?) İsrail devletini takasa zorlamak ve böylece İsrail hapishanelerinde tutulan Filistinli tutuklu ve hükümlülerin, yani esas itibariyle tutsakların serbest bırakılmasını sağlamak.
Birincisi 7 Ekim’in ertesindeki ilk günlerde başarılı oldu. İsrail hem siyasi hem askeri dumura uğradı. Ancak bu dumur halini hızla aşmayı başardı; İsrail hükümeti ağır kayıplar verme pahasına irade savaşına girişti ve dahası, bu durum, İsrail kamuoyunda faşist Netanyahu hükümetine karşı tepkileri nötralize etti.
İkincisi ise daha yakından incelemeyi hak ediyor. Aralarında kadın ve çocukların da olduğu sivillerin rehin alınması dünyanın her yerinde başlı başına askercil psikolojiye (salt askeri bakış açısına) işaret eder ve siyasi olarak yıkıcıdır. Bu kör rehine siyasetine eğer bilinçli girişildiyse tehlike, bilinçsiz girişildiyse daha büyük tehlikedir. Bu rehinelerin üstelik de İran’ın çağrısına rağmen türlü gerekçelerle derhal serbest bırakılmamış olması, eğer bilinçli değilse, siyasi hesapsızlığın ve dirayetsizliğin boyutunu gösterir. Rehin alınan subay ve askerlere veya en genelde devlet görevlilerine karşılık İsrail hapishanelerindeki Filistinli tutuklu ve hükümlülerin pazarlığının yapılması, sadece bir güvenlik devleti olarak İsrail’e vereceği siyasi zarar yüzünden değil, aynı zamanda bu kişilerin siyasi ve askeri sorumlulukları yüzünden meşru sayılabilir; ancak aralarında kadın ve çocukların olduğu sivil rehinelerle İsrail’in rehin tuttuğu Filistinli kadın ve çocuklar için pazarlık yapılması siyasi bir eylem değildir. Bir İsrailli çocuğun hayatı üç Filistinli çocukla ölçülemez.
Yahya Sinvar bunlara ek olarak iki hedeften daha söz etmişti: “Mescid-i Aksa oldubittilerine son vermek” ve “Gazze ablukasını hafifletmek”. Birincisi belirsiz, bütünüyle propagandiftir; bu talebin karşılanmasının veya karşılanmamasının hiçbir önemi yoktur. İsrail hükümeti pekâlâ Mescid-i Aksa provokasyonlarına son verileceğini söyleyebilir; ama bu bir taviz anlamına gelmez. İkinci hedef ise eğer gerçekten güdüldüyse siyasi hedefin tamamen yanlış olduğunu göstermekten başka anlam taşımaz, zira sonuç ortadadır.
2) Siyasi dirayet.
Siyasi hedefin kesin sınırlar içinde konulduğunu kabul etsek bile bunlara erişilmesi için uygun bir siyasi dirayet yoktur. Her iki hedefe de (İsrail devletinin güçsüzlüğünü göstermek ve “mümkün olduğunca” çok rehine takası) neticede erişilememiştir, zira rejimin kısa bir dumur halinin ardından içeride rıza mekanizmalarını işletmeye girişmesine engel olunamamış, rehine hesabı da siyasi bir eylem değil pazarlığa dönüşmüştür.
İhvancı Hamas’ın siyasi yönetiminin Suriye iç savaşının sadece başında değil ilerleyen aşamalarında bile bu emperyalist saldırganlığın peşine düştüğünü biliyoruz. Bu siyasi yönetimin Gazze’deki militanlarının Suriye halkı ölüyor diye lokum dağıttığını da hatırlıyorum. Aynı yönetimin Yemen’de Suud kuklası işbirlikçi hükümeti desteklediğini de biliyoruz. Bu dipsiz pragmatizmde, omurgasızlıkta, yani ihvancılıkta şaşılacak bir şey yok; şaşırtıcı olan, ihvancı siyasi yönetimin karşısına kararlı bir askeri liderlik çıktığını savunarak ideolojik çizginin işlevselliğini kaybettiğini ileri sürmektir. Bu iddia bütün savaşların temel niteliğine aykırıdır; savaş, siyasetin başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır. Siyasi yönetimi olmayan bir savaş olamaz; dahası, siyasi yönetimi reddeden bir savaş yenilgiye mahkûmdur.
Üstelik vahamet sadece bu altı boş önermeden ibaret değil; onun sonucu olarak askercil psikolojinin (salt askeri bakış açısının) hâkim hale gelmesidir.
Hamas’ın ihvancı gerici, omurgasız siyasi liderliği karşısına ondan bağımsız kararlı bir askeri liderlik konulması, ilk bakışta bu kişiliksiz siyasi liderlikten kurtuluş gibi görünebilir; ancak siyasi liderliğe tabi olmayan bir askeri liderlik daha korkunç sonuçlar doğurur. Daha 1929’da Çin’de halk savaşının örgütlenmesinin ilk aşamasında Mao bunun üzerinde durmuş ve askercil psikolojinin (“salt askeri bakış açısı” diye çevrilmişti Türkçeye) tehlikelerine dikkat çekmişti. Ona göre bu psikolojinin doğmasının dört nedeni vardı: 1) “Düşük siyasi seviye.” 2) “Paralı asker zihniyeti.” 3) İlk ikisinden doğan “askeri kuvvetlere ifrata varan inanç ve halk kitlelerinin kuvvetlerine inançsızlık.” 4) Partinin askeri çalışmasındaki ihmalkârlığı. (Mao s. 176.) Filistin’de bunların ilkini herhalde tartışmaya bile gerek yok. İkincisi, apartheid şartlarında sefalet içinde yaşayan bir toplumda militanlığın aynı zamanda geçim kapısı haline gelişinde temayüz ediyor. Üçüncüsü ise doğal sonuçtur.
Şu, bazı yerlerde (Fransa’nın üçüncü cumhuriyet dönemi başbakanlarından) Georges Clémenceau’ya, bazı yerlerde de burjuva pragmatizminin şahı Charles Maurice de Talleyrand-Périgord’a izafe edilen, çok bilinen bir sözdür: “Savaş, askerlere emanet edilemeyecek çok ciddi bir iştir.” Doğrudur bu; savaşın siyasi idaresi ancak siyasi önderlik tarafından yürütülebilir. Bu durumda bile savaşın bozgunla bitmesi mümkündür, ancak siyasi önderlik olmadığında bozgun kaçınılmazdır.
Çin’de askercil psikoloji partinin siyasi önderliğine rağmen doğuyordu; Filistin’de ise ihvancı siyasi önderliğe güvensizlikten doğuyor.
3) İçerideki siyasi mücadeleler.
Benim için hiç değilse bugün cevapsız olan bu sorunun üzerinde durmak gerekecek. Eğer savaş siyasi yapıya kopmaz bir şekilde bağlıysa içerideki siyasi mücadeleler, yani en genelde sınıf mücadelesi de muharebelerin kararından tarihine ve yürütülüş biçimine kadar etkilidir. Bu durumda 7 Ekim saldırısının neden başka bir tarihte değil ama 7 Ekim’de yapıldığı, meşru bir sorudur. Bu sadece askeri mülahazaların mı sonucudur, yoksa Hamas ve diğer siyasi güçler arasındaki mücadelenin de etkisi var mıdır? Rusya Bilimler Akademisi’nden Aleksandr Dınkin de 15 Kasım’da Komsomolskaya Pravda’ya verdiği mülakatta bunun üzerinde durmuştu. Dınkin, Filistinliler arasında yazın yapılan bir ankete göre popülaritesi en yüksek liderler sıralamasında Marvan Barguti’nin birinci sırada, Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye’nin ise ikinci sırada olduğunu söyleyip şöyle demişti: “Barguti ve Abbas’ın oylarını toplarsanız, Filistinliler arasında Haniye’nin etkisini çok geride bırakıyorlar. Dolayısıyla belki Hamas’ın bu konuda da acelesi vardı.”
Ama bu yaklaşımın doğruluğu tartışmalı. Filistin’e yakın pek çok kaynak Hamas’ın askeri kanadının 7 Ekim saldırısını sadece Hizbullah ve İran yönetimi gibi ideolojik-siyasi müttefiklerinden değil kendi siyasi yönetiminden de bağımsız, habersiz örgütlediğini öne sürüyor. Bu nedenle, içerideki siyasi çatışmanın 7 Ekim’in zamanlaması üzerinde doğrudan etkisinin ne olabileceği sorusu benim için şimdilik cevapsız bir sorudur.
En genelde sosyal dokunun savaşın biçimine ve gidişatına aşağıda döneceğim.
4) Siyasi strateji.
Dört başlığın arasında en belirgin olanıdır: İsrail’in dışarıdan müdahaleyle yok edilmesi.
Faşist Netanyahu hükümetinin irkiltici bir insanlıkdışılıkla malul sinik ve ölçüsüz vahşeti en sıradan insanın bile ruhunu öyle hiddet, kin ve nefretle dolduruyor ki bu siyasi stratejinin gerçekleştirilebilirliği tartışılmıyor.
Bu meselenin hukuki çerçevesi üzerinde çok kısa duracağım: hükümet, iktidar, rejim ve devlet farklı şeylerdir; belli bir devletin yok edilmesinin savunulması, herhangi bir başka devletin de yok edilmesi için hukuki meşruiyet zemini yaratır. Çünkü uluslararası hukuk devletler hukukudur, yani devlet bu hukukun temel halkasıdır.
Bu neticede hukuki bir tartışma ve hukuk, güçlü olununca ihlal edilen bir şeydir; bu yüzden genellikle güçsüzler sahip çıkar. Ancak başka bir şey, bir olgusal durum daha büyük önem taşıyor: İsrail nükleer silahlara sahip bir güçtür. Bir nükleer güç dışarıdan müdahaleyle yok edilemez. Bununla ilgili tonlarca teorik çalışma vardır, daha 1945’ten, hiç değilse SSCB’nin ilk atom bombasını test ettiği 1949’dan bu yana. Ama hiçbirisine gerek yok; bunu kavramak için sağduyu yeter. Nükleer bir güç ancak kendi iç dinamikleriyle, içerideki sınıf mücadelesinin sonucu olarak son bulabilir. Aksi takdirde bu gücü dışarıdan yok etmeye (sınırlı askeri zaferler kazanmaya değil) yönelik her türlü girişim küresel bir felaketle sonuçlanır. Bu durumda zaferi mümkün gören bir siyasi strateji, mücadelesini (ve savaşını) (1) ya bu rejimin içeride sınıf mücadelesi sonucu yıkılması hedefine yöneltmelidir; bu durumda ülke içindeki muhalefet gruplarıyla ilişkiler kurmak kaçınılmazdır. Ya da, (2) zaferini, kendi mücadelesinin ivmesinin o ülkenin içindeki belirsiz bir muhalefetle çakışacağı noktaya, yani tamamen tesadüfe bağlıyor demektir.

Hindistan ve ABD, Bangladeş’te karşı karşıya

“Moldova Batı’nın Rusya’ya karşı hibrit savaşında yeni kurban”

Avro bölgesinde enflasyonun hızı kesildi

İsviçre, Rusya’nın toplamda 8,8 milyar dolar değerinde varlığını dondurdu

ABD Temsilciler Meclisi’nden Biden yönetimine ‘YouTube’a sansür’ tepkisi
Çok Okunanlar
-
AMERİKA2 gün önce
Kısa Kissinger portresi: Akıllı, gerçekçi, gaddar
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Batı aklının ‘büyülü kurbanı’ Ukrayna
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Habermas ve Alman Felsefesinin Sefaleti
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Filistin’in geleceği – 1
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Filistin’in geleceği – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Foreign Affairs Ukrayna konusunda ne diyor, neden diyor?
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
John Mearsheimer yazdı: Yeni bir savaş, yeni bir yenilgi
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İslam ülkeleri Filistin turunda: İlk durak neden Çin?