GÖRÜŞ
Çin, Rusya, Amerikan hegemonyasına ‘itaatsizler’ cephesi
Yayınlanma
Yazar
Ceyda Karan
ABD öncülüğünde Batı bloku, Sino-Sovyet macerasından hareketle Çin’in Rusya’yı terk etmesi beklentisinde. Rusya’ya karşı vekalet savaşı sürerken, Çin’e karşı görünüm ‘şizofrenik’. Peki Çin-Rusya denklemi nasıl anlaşılmalı?
ABD’nin uluslararası ilişkiler sistemini ‘süper güç’ sıfatıyla, işgaller, savaşlar ve ‘renkli darbelerle’ salladığı 30 yıllık hegemonyasında sıkıntılı bir görünüm hakim. Ukrayna çatışması, Washington’ın Avrupa üzerinde tahkimatını sağladı, ancak ‘itaatsizler cephesi’ görünür hale geldi. Bu bağlamda en kritik konulardan birisi alternatif üretme potansiyeli ile Rusya Federasyonu ile Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler.
Esasen ABD’nin; bizzat ihlalcisi olduğu ‘BM temelli uluslararası hukuka’ çoğu kez referanstan kaçınarak ve bunun yerine ‘kurallara dayalı’ diyerek sunduğu hegemonyasına karşı aleni bir başkaldırıya tanıklık ettiğimiz söylenebilir. Rusya’nın, BM Güvenlik Konseyi (BMGK) onaylı Minsk anlaşmasını taammüden öldürmüş ABD yönetiminin, Ukrayna’yı kullanarak başlattığı saldırıya verdiği askeri yanıt, bir dönüm noktası. Yeni binyılda, sonuçları bakımından 11 Eylül 2001 veya 2008 mali krizinden çok daha önemli. 2022, bu bakımdan belki Sovyetler Birliği ve reel sosyalizmin Batı kapitalizmi karşısında dağılması ve Batı’nın Soğuk Savaş’taki zaferinin miladı olan 1991 ile kıyaslanabilir.
Rusya’nın 2021 Aralık ayında ABD ve NATO’ya güvenlik mimarisiyle ilgili sunduğu iki teklifin reddedilmesinin ardından 24 Şubat 2022’de başlattığı özel askeri operasyonun, neredeyse birinci yılı doluyor. Ve siyasi, ekonomik ve askeri cephede meydan okuma eşliğinde herkesin aklında 1960’lardaki Sino-Sovyet macerasının tekrarının yaşanıp yaşanmayacağı sorusu var.
‘BÜYÜK GÜÇ REKABETİ, RUSYA’YI TERK ETME BEKLENTİSİ’
Batı siyaseti ve kamuoyu 2022’yi Çin’in Rusya’yı ‘terk etmesi’ beklentisiyle geçirdi. Söylemler bağlamlardan koparılarak sunuldu, Rusya ve Çin’in 2000’lerin başlarında çözdükleri sınır sorunları bile ‘ayrılık malzemesi’ olarak gündeme taşındı.
Bu süre zarfında Biden yönetimi Çin liderliğinden Moskova’ya sırtını dönmesi taleplerini, ‘ağır bedelleri olur’ temalı tehditler eşliğinde canlı tuttu. İronik elbette. Zira ABD’de Cumhuriyetçi Trump yönetiminin Çin’e açtığı ekonomik savaşı devralan Biden yönetimi, 2020 Ocak başından itibaren ‘büyük güç rekabeti’ stratejisine yöneldi. Biden, ekonomik cepheyi Çin’i gelişmiş yarı iletkenlerden men etme hamlesiyle genişletti, ‘Tek Çin’ politikasını sulandırmaya soyunurken, Rusya ve Çin’e atfettiği ‘otoriterlik’ iddiaları üzerinden ‘insan hakları ile demokrasi’ temalı ideolojik mücadeleyi ihmal etmedi.
Batılı siyasi ve akademik çevrelerde genellikle ‘kaçınılması’ bakımından tekrarlanan ‘aynı anda iki büyük güç ile -Rusya ve Çin- kapışmamak’ şiarı, ya hükmen geçerliliğini yitirmiş veya bıçak sırtı görünümde. 2022’de Ukrayna’yı Rusya’ya karşı savaş makinasının vekalet sahası olarak kullanan Biden yönetimi, Çin liderliğini Tayvan üzerinden yokladı. Eski Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin ağustos ayında Tayvan adasına ‘korsan’ inişi asabiyet katsayısını yükseltti. Öyle ki, 14 Kasım’da Endonezya’daki G-20 zirvesi sırasında ABD Başkanı Joe Biden ile Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Bali buluşmasının iki ülke arasındaki gerilimi görüntüde bile yumuşatabildiği söylenemez.
ŞİZOFRENİK GÖRÜNÜM
ABD öncülüğünde Avrupa’ya da sirayet eden Batı’nın Çin ile ilişkilerindeki ikilik muazzam ironi barındırıyor. Bir tarafta NATO parantezine alınan Çin ile askeri rekabet var. Diğer tarafta Çin ile ekonomik ilişkilerin gerekliliği bir kıvranışa dönüşüyor. Avrupa elitlerinde ‘Rusya’nın ardından Çin’e bağımlılıktan kurtulma’ söylemleri yankılanıyor. Kollektif Batı’da ‘Rusya’nın işini bitirdikten sonra Çin…’ denklemleri kurgulanıyor. Tüm bunlar Çin liderliğinden Rusya’nın terk edilmesi talepleri eşliğinde yürüyor. Deyim yerindeyse ‘şizofrenik’ bir görünüşle karşı karşıyayız.
Financial Times gazetesinin geçen haftaki başlıklarından birisi ‘Çin, Batı ile ilişkilerini yenileyecek ve Rusya’dan uzaklaşacak’ oldu. Financial Times, Xi liderliğinde Çin’in Kovid-19’dan çıkışta planının ‘ekonomisini reset ederek dostları geri kazanmak’ olacağı kehanetinde bulundu. Bu kehanette ‘Rusya’nın Ukrayna’da savaşı kaybedeceği’ iddiası rol oynuyor. Bu iddia gerçekleşmezse Batı blokundaki olası çözülmenin boyutlarını henüz tam olarak hesaplayan yok. Fakat Çin’in, Batı’nın Rusya’ya askeri, ekonomik, ideolojik/kültürel planda saldırgan tavrını görmezden gelmesi beklentisindeki naiflik şaşırtıcı.
Çin’e yönelik Batı beklentileri ancak Pekin’in eylem ve söylemlerini görmezden gelmekle mümkün. 2022’nin çalkantılı uluslararası ikliminde Xi Jinping’in görev süresini uzatacak şekilde 20. Kongresi’ni tamamlayan Çin ile Rusya’nın ilişkilerini en hafif anlamda ‘istikrarlı bir gelişim’ üzerinden anlamak mümkün. Şöyle bir göz atmak yardımcı olabilir.
‘RUSYA-ÇİN İLİŞKİLERİNDE 2022’NİN AÇILIŞI VE KAPANIŞI’
Rusya-Çin liderliği temasları 2022’ye pandemiden çıkışta Pekin’deki 24. Kış Olimpiyat Oyunları’nın açılış töreni ile başladı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Pekin’de Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’e konuk oldu. İki lider 4 Şubat’ta ‘iki devlet arasında dostluğun sınırı yoktur’ vurgusuyla ortak bildiri yayınlandı. Bildiri, ABD’nin Asya-Pasifik Stratejisi, AUKUS paktı ve Ukrayna ile ilgili tutumun eleştirisi üzerinde yükseldi.
Bildiride Çin, Rusya’nın Ukrayna çatışması öncesi ABD ve NATO’ya sunduğu güvenlik garantileri inisiyatifine destek verdi. ‘BM’nin uluslararası ilişkilerde merkezi rolü oynadığı, çok kutupluluğu teşvik eden, uluslararası ilişkileri demokratikleştirecek adil bir dünya’ vurgusu öne çıktı. İkili stratejik işbirliğinin güçlendirilmesinin üçüncü ülkeleri hedef almadığı tekrarlanırken, ‘NATO’nun genişlemesi ve diğer ülkelerin egemenliği, güvenliği ve çıkarları hilafına adımlardan, renkli darbe ve iç işlerine karışma girişimlerinden kaçınılması’ çağrısı yapıldı.
Ekonomik ve ticari anlamda karşılıklı ulusal para birimleri kullanımının yaygınlaştırılması kararı ile iki ülkenin enerji şirketlerinin (Gazprom ile CNPC) arasında doğalgaz ve petrol anlaşmaları somut sonuçlar oldu.
Xi ile Putin’in ikinci yüzyüze görüşmesi, Batı’nın mart sonunda Kiev’in İstanbul’da yazılı olarak sunduğu tavizlerini geri çektirmesinin ardından Ukrayna çatışmasının hızlandığı bir ortamda Eylül 2022’de Semerkant’taki Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) zirvesinde gerçekleşti. Çin, Rusya’nın askeri harekatı başladığında ‘tarafsız’ bir pozisyon alırken, BM Güvenlik Konseyi’nde Moskova’yı kınamaya katılmaktan kaçınmıştı. Çin Dışişleri’nin metinlerinde Ukrayna krizinin tarihsel bağlamı (Kiev’de ABD destekli 2014 darbesi ve tetiklenen iç savaş) eksik edilmemişti. Dolayısıyla Semerkant’ta Putin, Xi’ye ‘Ukrayna konusundaki dengeli pozisyonundan’ ötürü teşekkür etti. Rusya lideri, ABD’nin ağustos ayında Pelosi üzerinden gerçekleştirdiği Tayvan provokasyonunu kınadı. Batı medyası ‘Xi’nin Putin’e eleştirisi’ okumasıyla bağlamsız cümleleri cımbızlayadursun, Çin lideri ‘eski dostum’ diye hitap ettiği Rusya liderine ‘Rusya ile birlikte çalışarak kaos içindeki dünyaya istikrar ve pozitif enerji katmak için büyük güç olma sorumluluğu ile lider rol oynama’ arzularını beyan etti.
Çin lideri 21 Aralık’ta Pekin’e sürpriz bir ziyarette bulunarak Putin’in mesajını ileten Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dimitri Medvedev’i bizzat kabul etti.
Çin ve Rusya liderleri 2022 yılını 30 Aralık’ta artık ‘gelenekselleşen’ video görüşmesiyle kapattılar. Burada Putin’in vurguları, Batı’nın şantajlarına rağmen Rusya ve Çin arasında karşılıklı ticarette ulaşılan rekor büyüme oranları, işbirliğinin tüm alanlara yayılması, askeri ve askeri-teknik işbirliğinin gelişmesi üzerine oldu.
Putin, “Moskova ve Pekin’in uluslararası arenadaki koordinasyonu, uluslararası hukuka dayalı adil bir dünya düzeninin kurulmasına hizmet etmektedir” derken, ‘iki ülkenin küresel jeopolitik manzaranın devam eden dönüşümünün nedenleri, seyri ve mantığı konusunda aynı görüşleri paylaştıklarının’ altını çizdi. Batı’dan gelen benzeri görülmemiş baskı ve provokasyonlar karşısında ilkeli duruşlarını, gerçek anlamda demokratik bir dünya düzenini ve ülkelerin kendi kaderlerini özgürce belirleme hakkını savunan herkesi de savunduklarını’ belirtti.
Xi’nin saptaması ‘dünyanın artık başka bir tarihi yol ayrımına geldiği’ oldu. Çin lideri önlerinde bulunan iki yolu tarif etti: ‘Ya Soğuk Savaş zihniyetine dönmek, bölünmeyi ve düşmanlığı kışkırtmak ve bloklar arasında çatışmayı körüklemek yahut da eşitliği, karşılıklı saygıyı ve kazan-kazan işbirliğini teşvik ederek insanlığın ortak iyiliği doğrultusunda hareket etmek’. Xi, bu iki eğilim arasındaki çekişmenin ‘büyük ülkelerdeki devlet adamlarının aklını ve tüm insanlığın aklını sınadığının’ altını çizdi. ‘Çin’in hegemonya ve güç siyasetine karşı çıkan Rusya ve dünyadaki tüm ilerici güçlerle elele vermeye ve her türlü tek taraflılığı, korumacılığı ve zorbalığı kesinlikle reddetmeye ve uluslararası adaleti desteklemeye hazır olduğunu’ söyledi. Xi’nin önemli notu, ‘Rusya’nın Ukrayna çatışmasını diplomatik müzakereler yoluyla çözmeyi asla reddetmediği ve Çin’in bunu takdir ettiği’ idi.
‘RETORİKTEN ÖTESİ’
Batı medyasında bu vurgulara yer verilmemesi manidardır. Görmezden gelinemeyecek olan ise Çin’in ‘hizaya girmemiş’ olması. Ekonomik bakımdan Çin enerji alımlarını artırarak Rusya’nın Batı baskısından kurtulmasında etkili oldu. 2024’te 200 milyar dolarlık ikili ticaret hedefi konulmuş durumda.
Askeri anlamda iki ülke ortak tatbikatları sürdürdüler. 2022’de Rusya ve Çin’in donanma tatbikatları ve Pasifik bölgesinde ortak devriye uçuşları dikkat çekti. Rusya’nın T-95 Çin’in Xian H-6 stratejik bombardıman uçakları devriyenin ardından birbirlerinin topraklarına iniş yaptı.
Çin ile Rusya’nın son 20 yılda ‘buluşturan’ çerçeve ortada. İki ülke de NATO’nun Yugoslavya’da güç kullanımını, Irak işgalini ortaklaşa kınamıştı. ABD’nin 2015 tarihli çok taraflı İran nükleer anlaşmasından çekilmesi sonrası BM yaptırımlarını engellemişlerdi. Çin, Ukrayna’daki darbe ve iç savaşın başında Kırım’ın referandumla Rusya Federasyonu’na geri dönmesini geçersiz gören 2014 BMGK kararını olduğu gibi Rusya’nın 2022’de Ukrayna’ya müdahalesini de kınayan Batı ile ortak tutum almadı. Çin’in tekrarladığı vurgular, Ukrayna çatışmasının Sovyetlere dayanan tarihi ve siyasi bağlamını anladığına işaret ediyor.
Rusya Federasyonu ise 1995-1996 Tayvan Boğazı Krizi’nden beri Asya’daki gerilimden ABD’yi sorumlu tutuyor. ABD’nin Çin’de bölünme yaratma amaçlı Hong Kong, Tibet, Sincan politikalarına itiraz ediyor. Doğu ve Güney Çin denizlerine sokulma politikalarına karşı çıkıyor.
İki ülke 2022’de ŞİÖ ve BRICS çerçevelerini genişletme adımları attılar. Dünya Bankası ve Asya Kalkınma Bankası’na alternatif sunan, Asya Altyapı Yatırım Bankası’nın katılımcısı olan Rusya, Pekin’in Kuşak ve Yol Girişimi ile Avrasya Ekonomik İşbirliğini senkronize edecek zemine hazır görünüyor.
‘KAYA SAĞLAMLIĞINA KARŞILIK DİPLOMATİK AZAR’
ÇKP’nin 20’inci Kongresi’yle terfi eden Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, 2022’de Rusya ile ilişkileri tarif ederken, ‘temel çıkarların korunmasında birbirini sağlam biçimde desteklemek’ vurgusu eşliğinde ‘kaya gibi sağlam’ tanımını yaptı. Aynı Wang Yi’nin, ABD’nin Çin’le diplomatik üslubu bir türlü tutturamayan Dışişleri Bakanı Antony Blinken’i ‘azarlayıcı’ söylemleri ihmal edilebilecek gibi değil. Wang’ın Blinken’le telefon diplomasilerinin Çin okumalarından (readout) yansıyanlar, Amerikalı muhatabının Ukrayna konusundaki zorlayıcılığına yönelik ‘tek taraflı zorbalık’ eleştirileri içeriyor. Wang’ın Çin diplomasisinin bu şekilde yönlendirilemeyeceği uyarıları dikkat çekiyor.
Blinken’in şubat başında beklenen Pekin ziyaretinde bu kez bire bir muhatabı ABD büyükelçiliğinden Çin Dışişleri’nin başına getirilen Qin Gang olacak. Washington’ın 2021’le ‘Hint-Pasifik’e AUKUS’la paktlaşma stratejisine, 2022’de Tayvan provokasyonunun eklendiği, bölgede Japonya’yı giderek daha militarize ettiği bir ortamda, farklı sonuç beklemek doğrusu zor. Özellikle kısa süre önce ABD’yi ziyaret eden Japonya Başbakanı Fumio Kishida’nın Doğu Asya için ‘yeni Ukrayna’ benzetmelerini dilinden düşürmeyerek Batı’ya ‘Çin’e karşı birleşme’ çağrıları yapmasını, ABD ‘ayarından’ gayrı düşünmek pek mümkün değil. Biden’ın Kishida’yı ağırlarken, ‘Çin’in kurallara dayalı uluslararası düzenle tutarsız eylemlerinden’ yakınması Pekin açısından, Ukrayna üzerinden Rusya’ya açılan kuralsız çatışmanın coğrafi sınır tanımayacağının anlamlı bir ispatı.
Soğuk Savaş’ta Sino-Sovyet ilişkileri ideolojik ayrımların yarattığı kutuplaşmaya kurban gitmişti. Bugünün Rusya-Çin ilişkileri, Batı’nın yeni sömürgeciliğinin hegemonya yitimine karşı tırmandırdığı gerilimler altında biçimleniyor. Egemenliklere saygı temelinde çok taraflılığı temel alan kurumsal bir model sunma iddiasına dayanıyor. İkili ilişkilerde zorlu bir çekişme alanı, üretim ve teknolojide büyük bir rekabet görünmüyor. Rusya Federasyonu’nun Ukrayna çatışmasına Çin’e güvenerek girmediği aşikar. Çin’in ise NATO’nun Ukrayna üzerinden yürüttüğü vekalet savaşında Rusya’nın bileğini bükmesi halinde sıranın kendisine geleceğini görmemesi mümkün görünmüyor.
İlginizi Çekebilir
-
Çin akademisinde ŞİÖ’nün genişlemesi üzerine perspektifler
-
Putin adaylığını duyurdu, Reuters ‘Batı yaptırımlarının başarısızlığına’ bağladı
-
ÇKP liderleri 2024’te iç talebi ve ekonomik toparlanmayı teşvik etme sözü verdi
-
Avrupalı enerji şirketleri gaz depolamak için Ukrayna’ya yöneliyor
-
“Nükleer Savaş Tehlikesi ABD’den Geliyor”
-
“Türkiye garantörlüğe çok uygun
GÖRÜŞ
Çin akademisinde ŞİÖ’nün genişlemesi üzerine perspektifler
Yayınlanma
21 saat önce10/12/2023
Yazar
Serdar Yurtçiçek
Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), temmuz ayında gerçekleşen zirvede İran’ın da katılımıyla üye sayısını dokuza yükseltti. Bu önemli gelişme, örgütün bölgesel ve küresel önemini daha da artırdı. Şu anki üye ülkeler şunlardır: Çin, Hindistan, Pakistan, Rusya, İran, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan. Belarus ve Moğolistan gözlemci statüsünde bulunurken, Ermenistan, Azerbaycan, Bahrain, Kamboçya, Mısır, Kuveyt, Maldivler, Myanmar, Katar, Nepal, Suudi Arabistan, Sri Lanka, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri diyalog partneri olarak katılım göstermektedirler. İran’ın ŞİÖ’ya katılımı ve Rusya-Ukrayna savaşının getirdiği jeopolitik dinamikler, Çin akademik ve politik çevrelerinde ŞİÖ’nun geleceğine dair çeşitli tartışmalara ve farklı görüşlere yol açmıştır. Bu tartışmaların ana başlıklarını şu şekilde özetleyebiliriz:
- Rusya-Ukrayna Savaşı
Çin akademik çevresi, Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan çatışmanın, uluslararası arenada derin izler bırakan Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile Soğuk Savaş’ın ardından dördüncü büyük sistemik değişimi temsil ettiği konusunda genel bir uzlaşıya sahiptir. Bu çerçevede, Rusya’nın sadece Ukrayna’ya karşı değil, aslında geniş anlamda Batı’ya karşı bir pozisyon aldığına dikkat çekilmektedir. Çin’in, Rusya’nın uluslararası arenada zayıflamasına göz yummasının beklenmediği, ancak bu durumun doğru bir şekilde değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Bu bağlamda, iki temel perspektif öne çıkmaktadır:
Rusya’nın Küresel Güç Olarak Zayıflığı: Bu görüşe göre, Rusya’nın küresel bir güç olarak etkinliği sınırlıdır ve sahadaki mevcut durumda ciddi zorluklarla karşı karşıyadır. Savaşın sonucunda, Rusya’nın elde etmek istediği sonuçları alsa dahi, çatışma öncesinde sahip olduğu güçlü konumuna dönemeyeceği belirtilmektedir. Rusya’nın bu müdahalesi, Çin’i uluslararası alanda zor bir pozisyona sokmuş ve stratejik kararlar alma noktasında zorlamıştır.
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) Yayılmacı Politikaları: Diğer bir perspektife göre, yaşanan savaşın temel nedeni Rusya’nın eylemleri değil, NATO’nun yayılmacı politikalarıdır. Bu yaklaşıma göre, Rusya, bu politikalar nedeniyle savaşa zorlanmıştır. Ayrıca, ABD’nin Çin’e yönelik artan talepleri göz önünde bulundurulduğunda, Rusya’nın bu müdahalesi, dolaylı olarak Çin’in savunma stratejilerine de katkıda bulunmaktadır.
- Avrupa’nın ŞİÖ’nun Genişlemesi ve NATO Dinamikleri Karşısındaki Algısı:
Çin Akademik Perspektifinden Bir Değerlendirme
ŞİÖ’nun genişlemesi ve NATO ile olan ilişkisi, uluslararası ilişkiler ve güvenlik politikaları bağlamında önemli bir tartışma konusudur. Bu tartışma, özellikle Çin akademik çevresinde, Avrupa’nın bu iki örgüt arasındaki dinamiklere dair algısına yönelik iki temel perspektif ile şekillenmektedir:
Avrupa Birliği’nin (AB) Bağımsız Karar Alma Kapasitesinin Sınırlılığı: Bu yaklaşıma göre, AB uluslararası arenada bağımsız kararlar alamamaktadır. AB’nin, kendi çıkarlarına aykırı olmasına rağmen ABD’nin dış politikasını takip ederek Rusya’ya uyguladığı ambargolar, Rusya-Ukrayna savaşında savaşın tarafı olması ve büyük ekonomik kayıplarına rağmen Rusya karşıtlığında ısrar etmesi, bu iddianın temel dayanaklarındandır. Özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” şeklindeki ifadesine rağmen, NATO’nun etrafında birleşen bir AB görüntüsü, bu örgütün bağımsızlık kapasitesinin sınırlı olduğunu göstermektedir. Bu perspektife göre, AB’yi ikna etme çabaları, stratejik bir perspektiften boşa harcanan enerji olarak değerlendirilmektedir.
AB’nin Bağımsızlık Kapasitesinin Artışı: Diğer bir perspektife göre ise, AB’nin bağımsız kararlar alamadığı iddiası tamamen doğru değildir. AB’nin ABD’ye olan en büyük bağımlılığı savunma sanayi alanında olup, Rusya-Ukrayna savaşının başlamasından sonra AB’nin kendi savunma sanayisini kurma çabaları bu bağımlılığı azaltma potansiyeline sahiptir. Askeri açıdan bağımsız bir AB’nin, ABD dış politikasını tümüyle takip etmekten ziyade daha bağımsız kararlar alabileceği savunulmaktadır. AB’nin gelecekte daha bağımsız kararlar alabilmesine olanak sağlayacak bir savunma sanayisi geliştirmesinin gerekçesinin Ukrayna-Rusya savaşı ile ortaya çıktığı, ancak ABD’den tepki görmemek için Rusya’ya ambargolar koyarak büyük bedeller ödeyerek kendi takvimini takip ettiği ifade edilmektedir. Bu durumun uzun dönemde ABD’nin çıkarlarına aykırı, ŞİÖ’nun çıkarıyla uyumlu olacağı ön görülmektedir. Bu görüşü savunan akademisyenler, AB’nin tarihinde hiç olmadığı kadar birlik görüntüsü verdiğini iddia etmektedirler.
- Orta Asya’da ŞİÖ’nun Genişlemesinin Algılanışı ve Çin-ABD Dinamikleri Üzerine Etkileri
Son yıllarda, uluslararası ilişkilerde Çin ve ABD arasındaki gerilimlerin artması, özellikle Orta Asya bölgesindeki ülkelerin dış politika tercihlerini ve stratejik önceliklerini etkilemektedir. Bu bağlamda, ŞİÖ genişlemesi ve bu genişlemenin bölge üzerindeki etkileri, akademik çevrelerde yoğun bir şekilde tartışılmaktadır.
ABD’nin Trump döneminde Çin mallarına ek vergi uygulaması ve Tayvan’a yönelik diplomatik ve askeri adımları, Çin-ABD ilişkilerini tarihsel bir gerilim noktasına taşımıştır. Bu gerilim, Orta Asya ülkelerinin, özellikle enerji politikaları ve bölgesel güvenlik konularında, dış politika tercihlerini yeniden değerlendirmelerine neden olmuştur.
Orta Asya’da dominant bir aktör olarak görülen Rusya’nın etkisinden bağımsızlaşma arayışı içinde olan bu ülkeler, enerji kaynaklarını daha geniş bir pazar yelpazesine sunarak dış politika esnekliğini artırmayı hedeflemektedir. Orta Asya ülkeleri, enerji kaynaklarını Rusya’ya bağımlı olmadan Çin’e ve Türkiye üzerinden Batı’ya satarak bağımsız karar alma yeteneklerini artırmak istemektedirler. Bu bağlamda, Çin ile kurulan ilişkiler stratejik bir öneme sahip olup, Çin’in Xi’an kentinde düzenlediği toplantı bu stratejik ilişkinin bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir.
Ancak, Çin’in ABD ile artan gerilimi ve Rusya-Ukrayna savaşında sergilediği Rusya yanlısı tutum, özellikle Kazakistan gibi ülkelerde endişelere neden olmaktadır. İran’ın ŞİÖ’ya üyeliği, bu endişeleri daha da derinleştirmekte ve bölgesel dengelerin nasıl şekilleneceği konusunda soru işaretleri yaratmaktadır.
Orta Asya ülkeleri, bölgesel ve küresel krizlerden kaçınma eğiliminde olup, bu krizlere neden olan aktörlere karşı mesafeli bir tutum sergilemektedirler. Bu nedenle, Çin’in bölgedeki etkinliğini sürdürebilmesi için bu ülkelerin endişelerini dikkate alması ve bu endişeleri giderici politikalar geliştirmesi gerekmektedir. Bu, hem bölgesel istikrarın korunması hem de Çin’in bölgedeki stratejik çıkarlarının sürdürülebilirliği açısından kritik bir öneme sahiptir.
- ŞİÖ İçerisinde Hindistan’ın Pozisyonu ve Çin-Hindistan Dinamikleri Üzerine Bir Değerlendirme
ŞİÖ içerisinde Hindistan’ın konumu, son yıllarda uluslararası ilişkiler literatüründe ve özellikle Çinli akademisyenler arasında yoğun bir şekilde tartışılan bir konu haline gelmiştir. 2017 yılında Pakistan ile birlikte ŞİÖ’ya katılan Hindistan’ın sergilediği tutum, bölgesel dinamikleri ve özellikle Çin-Hindistan ilişkilerini etkileyen önemli bir faktördür.
Çinli uzmanlar, genel olarak Hindistan’ın ŞİÖ’ya tam anlamıyla entegre olmadığı ve örgüt içerisinde tam üye gibi hareket etmediği konusunda bir konsensüse varmış durumdadırlar. Bu durum, özellikle Hindistan’ın Rusya ile olan yakın ilişkileri göz önüne alındığında dikkat çekicidir. Bazı analistler, Hindistan’ın Rusya’nın davetiyle ŞİÖ’ya katıldığını, ancak Rusya-Ukrayna savaşı sonrası Rusya’nın bölgedeki nüfuzunun azalmasını fırsat bilerek ABD ile daha yakın ilişkiler kurma eğiliminde olduğunu belirtmektedirler.
Çin-Hindistan ilişkileri bağlamında, Çin’in Hindistan’la herhangi bir diplomatik sorunu olmadığına dair inancı, bu iki büyük Asya gücü arasındaki ilişkilerin temelini oluşturmaktadır. Ancak, Hindistan’ın ŞİÖ içerisindeki tutumu ve özellikle G-20 zirvesinde ileri sürdüğü “tek dünya, tek aile, tek gelecek” yaklaşımı, Çinli uzmanlar tarafından eleştirilmektedir. Bu yaklaşımın, Çin’in “İnsanlığın Ortak Kader Topluluğu” politikasıyla uyumlu olduğu kabul edilse de, Doğu-Batı arasındaki sorunların temelinde ABD’nin bölgedeki kışkırtıcı politikalarının yattığına dikkat çekilmektedir.
Sonuç olarak, ŞİÖ içerisinde Hindistan’ın konumu ve bu konumun Çin-Hindistan ilişkileri üzerindeki etkileri, bölgesel dengeler ve uluslararası ilişkiler açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu bağlamda, iki ülke arasındaki ilişkilerin geleceği, hem bölgesel hem de küresel dinamikleri şekillendirecek bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
GÖRÜŞ
Neo-Trumpizm, Trump’ı da yutacak: Amerikalı muhafazakârın İsrail sorunu
Yayınlanma
4 gün önce07/12/2023
Yazar
Sarp Sinan Hacır
Trump iktidarıyla birlikte Amerikan muhafazakârları ağır bir değişim geçirdi. Bush dönemlerinden aşina olduğumuz şahin Amerikan milliyetçileri, yerini izolasyoncu Amerikan milliyetçilerine bıraktı. “Önce Amerika” sloganı Trump iktidarının belki de en belirgin yapıtaşıydı. Donald Trump, on yıllar boyu devam eden ve Amerikan halkına gram faydası olmayan okyanus aşırı maceraların yarattığı rahatsızlığı oya çevirmeyi başarmıştı.
Trump’ın 4 yılı, diğer başkanlara nazaran sakin olsa da tamamen “izolasyonda” geçmedi. İranlı General Kasım Süleymani Trump yönetimi altında öldürülürken Kudüs ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanındı. Ancak Trump’ın kitlesi “Önce Amerika” cümlesini o kadar fazla duymuştu ki karnı yeni maceralara toktu, kalkışan kişi çok sevdikleri Trump olsa bile…
İşte bugün Trump’ın yarattığı izolasyoncu muhafazakâr canavarını konuşacağız. Bu kitleye canavar diyorum çünkü artık Trump’ın kontrolünde değiller. Kahramanları İsrail yanlısı olarak tanınsa bile İsrail’i desteklemek istemiyorlar. Bu kırılmayı ABD’nin bazı meşhur muhafazakâr figürleri fark ettiler ve doyasıya üzerine oynuyorlar. Peki, kim bu figürler?
Muhafazakâr medyada İsrail kavgası
Hikâye doğal olarak 7 Ekim’de başladı. Hamas’ın Aksa Tufanı saldırısı sonrası Demokrat Parti’de kıyamet kopuyordu. Malum, Müslüman oylarına ihtiyacı olan Demokratlar, İsrail’den yana tavır alırken kırk takla atıyorlardı. Ancak Cumhuriyetçiler için böyle bir sorun yoktu. Partinin her kesimi İsrail destekçisiydi. Değil mi?
Pek sayılmaz. Evet, Trump’ından Mitch McConnell’ına partinin tüm demirbaşları kayıtsız şartsız destek açıklıyor, Biden’a caydırıcı olmadığı için eleştiride bulunuyorlardı. Ama bir sorun vardı. Kitlede aykırı sesler çıkmaya başlamıştı. Sonuç olarak 1 buçuk yıldır Ukrayna üzerinden kendilerine anlatılan politikaların tam tersi yapılıyordu. Bazıları sordu; “neden İsrail’e para harcıyoruz? Kendi altyapımız bu kadar zayıfken, sınır güvenliğimiz delik deşik olmuşken, gençlerimiz uyuşturucu bağımlılığından sokaklarda sürünürken neden başka ülkelerin sorunlarına odaklanıyoruz ki?”
Bu rahatsızlığı medyada birileri yakalamayı başardı; Tucker Carlson ve Candace Owens. Tucker Carlson’ın ABD’de bir efsane olduğunu söylesek yanlış olmaz. Fox News’da yıllardır yaptığı anchormanlikten ayrılan gazeteci Carlson, yıllar içinde ABD’li liberalin nefret objesine, muhafazakârın ise idolüne dönüştü. Carlson, Trump tipi (ancak Trump’ı sevmeyen) bir muhafazakârdı. ABD’nin çoğu dış politika hamlesini hatalı buluyor, ABD müesses nizamıyla doğrudan kavga ediyordu. FBI’ın Carlson’u takip ettirdiği bile ortaya çıkmıştı.
Carlson, Fox’ta çalıştığı dönemde sadece müesses nizamı eleştirmekle kalmadı, daha ağır konuşan sol merkezli figürleri de ekrana çıkarmaya başladı. Bu size pek şaşırtıcı gelmeyebilir ancak Fox’un muhafazakârların en çok izlediği kanal olduğu düşünüldüğünde sol figürleri orada görmek devrim niteliğinde bir olaydı.
Tucker Carlson ve temsil ettiği fikirler sol-sağ fark etmeksizin müesses nizam nefretinde birleşmişti. Carlson, Fox’tan ayrıldıktan sonra Elon Musk’ın X’inde program yapmaya başladı. Musk’ın da reklamını yaptığı şov izlenme rekorları kırdı. İşte bu Carlson, ufak ufak İsrail desteğine dokundurmaya başladı. “İsraillileri çok severim çünkü kendilerini düşünürler. Biz neden kendimizi düşünmüyoruz?” diyerek ilk kurşunu sıktı. Carlson, ABD’nin onca sorunu arasında başka ülkeleri korumak gibi bir misyonunun olmadığını söylüyordu.
Bu cümleler halkta karşılık bulmuştu. Carlson muhafazakâr camiada tabu bir konuya giriyordu. ABD’nin İsrail’e milyarlarca dolar destek vermesi tartışmaya açık bir konu değildi. Ancak artık pandoranın kutusu açıldı. Hani “Önce Amerika’ydı?”
Asıl kavga ise siyasi yorumcu Candace Owens ile başladı. Owens, İsrail’e muhalefeti bir adım daha ileri taşıdı. Carlson’ın pragmatik bakış açısının ötesinde İsrail’i doğrudan soykırımla suçladı. Konuyla ilgili yaptığı paylaşımda “hiçbir şey bir devlete soykırım yapma hakkı tanımaz” dedi.
Owens, İngilizce Youtube izleyicilerinin “Shapiro feminist üniversitelilere haddini bildiriyor #83” başlıklı videolardan tanıyacağı muhafazakâr fikir önderi Ben Shapiro tarafından topa tutulacaktı. Shapiro, Owens ile aynı kanalda yani Daily Wire’da çalışıyordu. Kendisi bir Yahudi ve açık İsrail destekçisi olan Shapiro, Owens’ın 7 Ekim sonrası yaptığı yorumları “utanç verici” olarak nitelendirdi. Bunun üzerine Owens da Tucker Carlson’ın programına çıkıp Shapiro’ya “duygusal ve kontrolden çıkmış biri” diyerek cevap verdi. Shapiro’nun “Gerçekler, duygularınızı umursamaz” isminde bir kitap yazdığı ve bu cümleyi tüm münazaralarında kullandığı düşünüldüğünde kendisine duygusal denmesi herhangi bir hakaretten daha ağır sayılabilir.
Kitlelerde izolasyonculuğun karşılığı
Candace Owens ve Tucker Carlson gibi popülist karakterlerin böyle politikaları benimsemeleri muhafazakâr kitlelerde bunun bir karşılığı olduğunu gösteriyor. Bu figürler, Trump’ın başlattığı “Önce Amerika’yı” bir adım daha ileri taşıdılar. Trump sonrası muhafazakâr siyaset için örnek oluşturdular. Hemen hemen benzer düşüncelerdeki Elon Musk’ın X’inde kendilerine yer buldular. Bu “Neo-Trumpizm’in” bayrağını kim taşıyacak henüz bilmiyoruz.
Bildiğimiz bir şey var ki Amerikan muhafazakârının kafası karışık. Önceden tamamen İsrail yanlısı bilinen bu kitlede İsrail’e silah verilmesine karşı olanların sayısı yüzde 43’ü buldu. Bu sayı tarih boyu İsrail desteklemiş bir parti için çok yüksektir. Bundan sonra Cumhuriyetçi siyasetçiler ne kadar Yahudi lobi gruplarının desteğini isterlerse istesinler, bu kitleyi görmezden gelerek siyaset yapamazlar. Bunu hisseden siyasetçilerden biri genç başkan adayı Vivek Ramaswamy oldu. Kendisi Trump tipi popülist politikalarla ön seçimlerde Trump’ın arkasında ikinciliğe yerleşti. Ancak bu bayrağı devralabilecek kadar tutunabilecek mi onu göreceğiz. Cumhuriyetçilerin yeni yıldızı olarak parlatılan Ron DeSantis de kısa süre içinde unutuldu gitti.
Tabii bunları düşünmek için çok erken. Hala tahtta oturan bir kral var ve o kral 2024’te zafer ilan etmeye niyetli. Eğer Trump, 2024’te başarısız olursa hemen şimdi, kazandığı takdirde ise 2028’de bu değişimi daha net göreceğiz. Trump 2024 için başkan yardımcısı olarak “Tucker Carlson’ı isterim” demişti. Olur mu olmaz mı bilinmez ancak Carlson ismini bundan sonraki seçimlerde daha sık duymaya hazır olun. Her şekilde Neo-Trumpizm, her savaş başladığında biraz daha büyümeye devam ediyor. Bu da bize gelecekte Trump’ın aksine yarım yamalak olmayan ve gerçekten izolasyoncu politikalar güden bir akımın güçleneceğini söylüyor. Neyse, hele bir 2. Trump devrini görelim, Neo-Trumpizmi o zaman düşünürüz.

Dünyanın en etkili ve en tartışmalı diplomatlarından, uluslararası ilişkilerin ve diplomasinin ileri gelen isimlerinden biri olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger 30 Kasım 2023 tarihinde 100 yaşında hayatını kaybetti. Kissinger, 1969-1977 yılları arasında ABD’nin Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Başkan Richard Nixon yönetimindeki Dışişleri Bakanı olarak oynadığı rol ile tanınıyor. Aynı zamanda 1970’li yıllardaki ABD-Çin yakınlaşmasının mimarı olarak biliniyor. Ancak kaleme aldığım bu değerlendirme için Kissinger konusunun bizi ilgilendiren kısmı, Bangladeş’in Kurtuluş Savaşı olarak tarihe geçen 1971 savaşında Pakistan’ı desteklemesi ve Çin’i Hindistan’a saldırmaya teşvik etmesi.
Yani, Henry Kissinger’ın mirası Hintler için toksik. Öyle ki Hintler için onun 1971 savaşındaki rolü, onu son derece tartışmalı bir isim hâline getirdi. Öncelikle biraz arka plana ihtiyacımız var. 1971 savaşı Pakistan’daki iç gerilimlerden kaynaklandı. İngilizlerin alt kıtadan çekilmesi ile Hindistan için söz konusu olan 1947’deki Hindistan ve Pakistan olarak yaşanan bölünmeden sonra Pakistan coğrafi olarak iki ayrı kanattan oluşuyordu: Batı Pakistan (Punjab, Sind, vs.) ve (1971’den itibaren Bangladeş olarak bağımsız bir ülke olan) Doğu Pakistan (Bengal). Ancak Pakistan, Batı Pakistan’dan gelen elitlerin hâkimiyetindeydi. Pakistan vatandaşlarının çoğunluğunun Doğu Pakistan’da yaşamasına karşın Pakistan halkı ayrımcılığa uğradığını ve güçlerinin kesildiğini hissediyordu. Pakistan’ın 1970’teki ilk demokratik seçiminde, Doğu Pakistan’daki hoşnutsuzluk dalgası Awami Birliği’ne ezici bir zafer kazandırdı. Sheikh Mujibur Rehman liderliğindeki Awami Birliği, Doğu Pakistan’a daha fazla özerklik verilmesini savundu. 1970’teki ezici zaferi ona ulusal mecliste çoğunluğu sağladı. Ancak Pakistan, iktidarı devretmeyi reddeden ordusu tarafından yönetiliyordu. Bu durum politik krizi beraberinde getirdi. Doğu Pakistan protestolarla çalkalandı. Krizi çözmeye yönelik görüşmelerde uzun bir çıkmazın ardından Pakistan Ordusu Mart 1971’de Doğu Pakistan’da ölümcül bir baskı başlattı. Dhaka’daki Amerikalı diplomatların “soykırım” olarak nitelendirdiği bu baskı politik aktivistleri ve azınlıkları hedef alıyordu. Tarihe “Searchlight Operasyonu” olarak geçen bu askeri baskıda yüzbinlerce kişi öldürüldü. Awami Birliği’nin lideri Sheikh Mujib, Bangladeş’in kurulması adına bir Bağımsızlık Bildirgesi imzaladı. Bu, milyonlarca kişinin mülteci olarak Hindistan’a kaçmasına neden olan bir iç savaşı tetikledi. Ve bu da bizi yol açtığı 1971 savaşına getiriyor ki işte, Henry Kissinger’ın devreye girdiği yer de burası.
Kissinger ve Nixon’ın rolü
Bu kısa arka planın ardından, konunun hızla Kissinger’ın rol aldığı kısmına geçelim. Kriz patlak verdiğinde Kissinger ve Başkan Nixon Pakistan Ordusu’nu desteklemeye istekliydi. Bunun en temel nedeni, ABD’nin 1970-71 yılları arasında komünist Çin ile ilişkilerin önünü açmak için Pakistan’ın askeri yöneticisi Yahya Khan’ı kullanmasıydı. Bu “arka kanal” stratejisinin Çin açısından önemi dikkate alındığında ABD, birlikleri Doğu Pakistan’da binlerce kişiyi öldüren Yahya Khan’a “herhangi bir baskıda bulunmamak” konusunda istekliydi. Dhaka’daki Amerikan diplomatların Washington’ın şiddeti durdurmak için müdahale etmesini talep etmelerine karşın Nixon ve Kissinger çok az şey yaptı. Ve Kissinger, Pakistan Ordusu’na yardımda kilit rol oynadı. ABD’nin önde gelen yayıncılarından New York Times 1971 yılı boyunca, ordunun cinayetleri başladıktan sonra dahi ABD’nin Pakistan’a silah sevkiyatı yaptığını bildiriyordu. Bu, ABD’nin 1965’teki Hindistan-Pakistan savaşından sonra Pakistan’a uyguladığı silah ambargosunu da ihlâl ettiği anlamına geliyordu. Başkan Nixon ayrıca iç savaşın olumsuz etkileri nedeniyle Pakistan’a ekonomik yardım sağlamak için de çalıştı. Bu, Amerikan Kongresi’nin Pakistan’da işlenen zulümler dikkate alındığında yabancı yardımı durdurma yönünde oy kullanmasına karşın gerçekleşti. Ama zaten Nixon bunu “amaca zararlı” olarak eleştirmişti.
Bangladeş askeri direnişi büyüdükçe Hindistan’ın devreye girdiğini görüyoruz. Hindistan da Bangladeş’in bu büyüyen askeri direnişine yardım etmeye başladı ki milyonlarca mültecinin Hindistan’a akın edişi Hint hükümetini zaten alarma geçirmişti. Hindistan ayrıca Doğu Pakistan sınırına da asker yığdı. Ve bundan öfkeye kapılan Kissinger, Hintlerden “gayrimeşrular” diye söz ediyordu ki o dönemde Kissinger’ın en büyük önceliği Çin’di ve Pakistan da bunun anahtarıydı. Temmuz 1971’de Kissinger, Çin’e tarihi bir ziyarette bulundu ve bu ziyaret, “iki eski düşman” arasında diplomatik bağların yolunu açtı. Daha sonra Amerikan politikası hızla “açıktan” Pakistan yanlısı bir politikaya dönüştü ki Kissinger ve Nixon, kriz büyüdükçe ABD’nin Pakistan’ın arkasında durması gerektiğine inanıyordu. Pakistan, 1950’lerden beri Soğuk Savaş’ta Komünizme karşı mücadelede Washington’ın sıkı bir müttefikiydi. Dolayısıyla Washington’ın “güvenilirliğini” korumak için müttefiki desteklemek gerekiyordu. Amerikan inancı bu yöndeydi. Kissinger, eğer ABD Pakistan’ı desteklemeseydi Çin gibi ülkelerin onu zayıf göreceğine inanıyordu. Bu, yeni Çin-ABD ilişkisini riske atmak olurdu. Bu iki isim ayrıca Hindistan’ın, Soğuk Savaş’ta ABD’nin müttefiki olan Pakistan’ı küçük düşürmek için Sovyetler Birliği ile birlikte çalıştığına da inanıyordu.
Kasım 1971’de kriz tırmanırken Hindistan Başbakanı Indira Gandhi Washington’da Nixon ve Kissinger ile zor bir görüşme gerçekleştirdi. Bu çok zorlu bir görüşmeydi. Amerikalılar Hindistan’ı Pakistan’a baskı yapmaması konusunda uyarıyordu. Ama bu zorlu görüşme her iki tarafın konumunu değiştirmek adına pek de etkili olmadı. 3 Aralık 1971’de Pakistan Hindistan’a saldırdı ve savaş başladı. Hindistan ve Bangladeş direniş güçleri Pakistan ordusunu yenilgiye uğratmaya başlayınca Nixon ve Kissinger hasar kontrolüne geçti. Kissinger açıkça yetkililere Nixon’ın Pakistan’a destek çıkmak istediğini söyledi. Hindistan’a ekonomik yardımlar kesildi, Pakistan’a silah göndermeye başlandı, İran gibi Ortadoğu’daki üçüncü ülkeler Pakistan’a askeri destek göndermeye yönlendirildi. Ayrıca ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) ateşkes kararı verilmesi için baskı yaptı. Bu, Hindistan girişimini durdurabilirdi. Ancak Sovyetler Birliği bu öneriyi engelledi. Ama Nixon ve Kissinger daha sonra Sovyetler’i Hindistan’a baskı yapmaya ve savaşı durdurmaya ikna etmeye çalıştı.
Toksik miras
Ve dahası, Çin’e de yaklaştılar ve Pekin’in Yeni Delhi’yi tehdit etmek için Çin-Hindistan sınırına asker göndermeyi düşünüp düşünmeyeceğini sordular. Burada Kissinger’ın niyeti Nixon’a söylediği ifadelerden açıkça anlaşılıyordu: “Şimdi Hintleri ikna etmeliyiz, onları Batı Pakistan’a saldırı yapmamaları için korkutmalıyız.” Ancak Çin bunu yapmayı reddetti. Bunun üzerine Nixon ve Kissinger, uçak gemisi USS Enterprise başkanlığındaki bir görev gücünü derhâl Hint Okyanusu’na gönderme kararı aldı. Bu, Hint stratejistleri savaşı hızla bitirmeye itti. Hindistan güçleri zafere yaklaşırken ABD, 13 Aralık’ta BMGK Kararı yoluyla çatışmayı durdurmak için başka bir çaba gösterdi. Ancak karar veto edildi ve yalnızca üç gün sonra Doğu Pakistan’daki Pakistan güçleri Hindistan’a teslim oldu.
Politikalarının başarısız olmasına karşın hem Nixon hem de Kissinger, Batı Pakistan’ı Hindistan egemenliğinden kurtarmaya yardım ettiklerini iddia etti. Ayrıca Kissinger, yeni Hindistan-ABD ortaklığının son yıllardaki gücünden de övgüyle söz ediyordu. Ancak tarihte hiç olmadığı kadar gelişen bu Hint-Amerikan ortaklığına, Henry Kissinger’ın Hintler üzerinde bıraktığı bu toksik mirasına karşın tanıklık ediliyor.

Çin akademisinde ŞİÖ’nün genişlemesi üzerine perspektifler

‘Gazze’yi Batı Şeria ile buluşturan başkenti Kudüs olan bir çözüm, tek geçerli çözümdür’

Uzmanlar yanıtlıyor: Savaş nasıl bitecek? Bir sonraki nasıl önlenebilir?

Putin adaylığını duyurdu, Reuters ‘Batı yaptırımlarının başarısızlığına’ bağladı

Alman Dışişlerinin Brüksel’deki lüks mülkleri Sayıştay denetimine takıldı
Çok Okunanlar
-
AMERİKA2 hafta önce
Kısa Kissinger portresi: Akıllı, gerçekçi, gaddar
-
DÜNYA BASINI7 gün önce
İran’ın Gazze savaşına doğrudan dahil olmamasının 7 nedeni
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Batı aklının ‘büyülü kurbanı’ Ukrayna
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Filistin’in geleceği – 3
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
‘Gazze’deki çatışma Batı medeniyetinin gerçek yüzünü gösterdi’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Napoléon Efsanesi