Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Fransa-Almanya: İmkânsız Dostluk

Yayınlanma

1870 Sedan Savaşıyla başlayan Fransa ile Almanya arasındaki kanlı savaş, iki büyük dünya savaşında da devam etmişti. Her iki ülke 60 yıl önce Elysée Anlaşması’nı imzalayarak, aralarındaki düşmanlığa nihai olarak son vermeyi amaçlamıştı.

Bugün her iki ülkenin basını ve kanaat önderleri, kriz ve savaş koşullarında Avrupa’da istikrarın ve barışın sürdürülebilmesi için, Fransa ile Almanya’nın dostluğunun önemine dikkat çekiyor.

Özellikle birçok Avrupa ülkesinden AB’ye yönelik sert eleştirilerin yükseldiği bu dönemde, Fransa-Almanya dostluğu, ittifakı AB’yi bağımsız emperyal güç olarak ayakta tutmak isteyenler için vazgeçilmezdir.

Ne var ki Almanya ile Fransa arasında eşit olmayan, asimetrik ilişki AB’nin geleceği açısından belirsizliklere yol açmaktadır.

Avrupa’yı iç pazarına dönüştüren Almanya, ekonomik zenginliğiyle Fransa dahil tüm ülkeleri ekonomik ve siyasi olarak baskılayarak kendisine rakip olmasını engellemeye çalışmaktadır.

Gelinen noktada, 2000’li yılların başından itibaren ekonomisi giderek güç kaybeden Fransa, Almanya karşısındaki eşit konumunu kaybetmiştir.

Merkel’in uzun dönemi boyunca ilişkileri denk bir noktaya getirebilecek siyaseti izleyecek iradeyi gösteremeyen Fransa, Almanya karşısında gerilemeye devam etti.

Uluslararası sermayenin Fransız öpücüğüyle iktidara gelen Macron dönemindeyse Fransa, Almanya’ya boyun eğme noktasına gelmiş durumda.

İkinci Dünya Savaşı sonrası ordusuz bırakılan Almanya, Ukrayna savaşını fırsata dönüştürerek askeri bütçesini çarpıcı biçimde artırdı. Artık Almanya’nın, Avrupa üzerinde hakimiyetini sadece ekonomik gücüyle değil askeri gücüyle de tesis edeceği bir gerçek.

Bu gelişmeler sonucu Fransa’nın hem solundan hem sağından Almanya’ya karşı eşit ve onurlu bir siyaset izlemesine yönelik ciddi sesler yükselmektedir. Bu itirazlar genel anlamda, Almanya ile adil ve eşit rekabet edebilen dostluğu talep etmektedir.

Ancak Fransız düşüncesinde iki ülke arasındaki keskin önyargılara nihai olarak son verecek, iki toplumu belli etik ve siyasi ilkeler temelinde birleştirmek isteyen bir gelenek de vardır.

Fransız Direniş hareketinin en önemli temsilcilerinden Camus, 1943 yılında yayımlanan Bir Alman Dosta Mektuplar eseriyle Alman toplumuyla çatışmalara sonsuza kadar son verme özlemini dile getirmişti.

Son dönemlerdeyse başta Alain Badiou olmak üzere Fransız solu, Almanya ile tek bir siyasi yapı altında bütünleşme hayalini dillendirmektedir.

De Gaulle sonrası ‘dostluğun’ bile adım adım gerilediği bugün, iki ülkeyi nihai olarak barıştırıp birleştirmek ne kadar gerçekçidir? Özellikle AB’ye eleştirel mesafede duran Fransız solunun uzun zamandır dile getirdiği, AB’ye alternatif Fransa-Almanya ilişkisinin gerçekliği bu bağlamda tartışılmalıdır.

Fransa solunun Almanya hayali  

Fransa solunun yaşayan en önemli temsilcilerinden ‘Maocu’ filozof Alain Badiou’nun, 2016 yılında Jean-Luc Nancy ile Berlin Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde gerçekleştirdikleri konferanstaki, Fransa-Almanya ilişkisine dair düşüncelerini bugünkü tartışmalar içinde değerlendirmek önemlidir.

Badiou, konuşmasında öncelikle AB’ye eleştirilerini yöneltir: “Avrupa’nın öyle ateşli bir taraftarı değilim. Rusya’sız, Türkiye’siz bir Avrupa, eski emperyal büyüklüğüyle savunmacı ve pek yaratıcı olmayan bir ilişki içinde sıkışıp kalmış Avrupa nedir ki özünde?”

Kuşkusuz Badiou, AB’nin hiçbir zaman Rusya ve Türkiye’yi kabul etmeyeceğinin farkındadır ve böyle Avrupa’nın kendisini yenilemekten uzak, insanlık için yeni bir şey söylemekten yoksun olduğunu açıkça ifade etmektedir.

Badiou’nun Avrupa’yı farklı politik zeminde yeniden canlandırmak için önerisiyse Fransa ile Almanya’yı tek çatı altında birleştirmektir: “Şahsi olarak uzun süredir Fransa ile Almanya’nın birleşmesinin taraftarıyım… Tek bir ülke, tek bir federal devlet, iki egemen dil. Pekala mümkün bu. Fransa tarihi altında ezilmiş, iki büklüm hale gelmiş, nedensiz yere kasıntı olan çok yaşlı bir ülke. Almanya ise fazlasıyla belirsiz bir ülke. Kendisinin ne olduğunu bilmiyor, ezelden beri çaresizlik içinde kendisini arıyor. Fransa ile Almanya’yı birleştirirsek yaşlı Fransa’ya son vermiş ve Almanya’ya gerçek bir gençlik bahsetmiş oluruz. Bu bağlamda felsefe ne olacaktır? İşte bence böylece felsefe hakikaten Fransız-Alman felsefesi olacak ve belki de en ihtişamlı dönemini yaşayacaktır. Bu benim çağdaş mitim.”

Badiou’nun felsefi özleminin siyasi ve toplumsal zeminde gerçekleşmesinin imkânsız olduğu, bu hayalini ütopya değil de mit olarak tanımlamasından anlaşılabilir.

Fransa’nın yaşlı olduğu ve toplumsal değişim için esnekliğini kaybettiği  konusunda Badiou’ya katılmamak zor.

Badiou’nun konuşmasındaki en çarpıcı noktaysa, Almanya’nın hala kimliğini arayan belirsiz bir ülke olduğu değerlendirmesidir. Bu konuyu irdelemek gerekir. Çünkü Almanya’yı doğru bir tarihsel bağlamda tanımlamak, hem Fransa- Almanya ilişkilerinin geleceği hem de dünyadaki güç ilişkileri açısından önemlidir.

Junkerler’in gölgesinde Alman aydını

Söz konusu tarihin ağırlığıysa, bu mirasın getirdiği zorunluluklar her ülke için geçerlidir. Aydınlanma, Devrim, cumhuriyetçilik, özgürlük gibi insanlığın tutkularını ateşleyen Fransız geleneğinden yoksun Almanya’nın payına düşen Prusya tarzı, yukarıdan inme, otoriter modernleşme olmuştur.

19. yüzyılın son çeyreğine kalabalık modern bürokratik sınıfın öncülüğünde hızla sanayileşen Almanya, hala aristokrasinin vesayeti altındaydı. Junkerlerin gölgesinde yeşeren zayıf Alman burjuva toplumunun yaratabildiği, ekonomik ve siyasi krizlerle 14 yıl yaşayabilen güçsüz Weimar Cumhuriyeti olmuştu. Çöken cumhuriyet sonrası yaşananlar herkesin malumu…

Şüphesiz modern bir ülkeye kimliğini verenler, toplumun kolektif bilincinin ve eyleminin cisimleştiği, siyasi liderler, düşünürler yani entelektüel sınıftır. Bu anlamda Almanya’nın çaresizce kendini aramasının nedeni,  Alman entelektüel sınıfının kendi kimliğini ortaya koyamaması, kendini gerçekleştirememesidir.

Fransız Devrimi’nden önce Fransız aydınlanması monarşiye karşı alternatif yönetim biçimlerini tartışıp, demokratik devlet teorileri ortaya koymaktaydı.

Almanya tarihinin en ihtişamlı iki ismi Goethe ve Schiller ise aynı dönemde, bireyin kendisini yetkinleştirmesine yönelik Bildungsroman kuramlarını edebiyatta islemekteydi. Bildungsroman’in Almanya’da bu denli merkezi konu olması, Alman aydının yetkinleşme eksikliğinin ifadesiydi.

Yetkinleşmekle anlatılmak istenen salt bilgi değildi; bireyin otonomu, özgürce düşündüğü ifade edip bunun gerektirdiği eylemde bulunmasıydı.

Ne var ki Alman aydının iradesi mühürlenmişti; siyasi ve kültürel birlikten yoksun, onlarca prensliklere bölünmüş coğrafyada entelektüelin kendisini var edebileceği kamusal alan yoktu. Toplumsal hareketlerin yokluğunda, büyük Alman dehası küçük salon toplantıları dışında nadiren uzak yerleri aydınlatabiliyordu.

Madam de Staël, devrim sonrası Almanya’ya yaptığı seyahat sonrası kaleme aldığı, 1810 yılında yayımlanan Almanya Üzerine (De L’Allemagne) kitabında birçok çarpıcı gözlemde bulunmaktadır.

Madam de Staël kitabının başlarında, Alman entelektüelinin filizlenme dönemindeki bu açmazı açıkça dile getirmişti: “Siyasi kurumlar tek başına bir ulusun karakterini benimseyebilir. Almanya’da hükûmetin yapısı, Almanların felsefi aydınlanmasıyla neredeyse taban tabana zıttır. İşte bu nedenle, düşünce alanında ne kadar cüretkarlarsa, karakter açısından da o kadar itaatkârdırlar. Askerliğin üstün tutulması, mertebeler arasında fark gözetilmesi, onları toplumsal ilişkilerde de en keskin itaate alıştırmıştır.”

Staël’in yorumu belki en çok Alman felsefesi için geçerlidir. Kant, Fichte, Schellin, Hegel başta olmak üzere Alman felsefesinin en cüretkârları dahi kendi siyasi yönetimlerine karşı açıktan tavır alamadı. Bütün Alman filozofları toplansa, Rousseau kadar cesaret örneği sergileyememiştir.

Badiou’nun Fransa’nın Almanya’ya vereceği ‘gençlik’ dediği şey belki gençliğin cesareti, eylemdeki cüretkârlığıdır.

Ancak yüzyıllık Fransız-Alman felsefi yakınlaşmasının sonucu Badiou’nun hayalinin tersi yönünde gerçekleşti. Savaştan önce Berlin’e giden Sartre, Nazi taraftarı Heidegger’in koyu muhafazakar Varlık (Dasein) felsefinin etkisiyle dönüp, Varlık ve Hiç eserini yayımladı. Daha sonraki Marksizm’in kızılı bile Sartre felsefesinde bu koyu karanlığı örtemedi.

1960 sonrası Alman felsefesinin, özellikle Hegel sonrası filozoflar, etkisiyle Fransa’da sahneye Foucault, Derrida gibi Aydınlanma karşıtı düşünürler çıktı.

Engels Almanya’da Köylüler Savaşı eserinde, Almanya ile Fransa’da feodalizmin tasfiyesini modern devletin gelişimini karşılaştırmıştı. Fransızların her dönem tarihsel sorunlara ilerici bir çözüm bulurken, Almanların gerici bir çözüm bulduğunu dile getirmişti.

Bugün Almanya tam da kimliğine uygun şekilde Ukrayna krizi karşısında gerici çözümler sunup, kamuoyunu baskılarken, Alman aydını da itaat geleneğini onur nişanı gibi taşımaya devam etmektedir.

Almanya’nın Ukrayna politikasına ürkek eleştiriler yönelten Alman aydınları, geçmişte olduğu gibi, savaşa karşı kökten, açıktan siyasi tavır gösterememektedir.

Bu koşullarda Fransa ya Junkerlerin Almanya’sı karşısında eşitsiz konumunu kabul edecek, ya da en azından De Gaulle kadar dik duracaktır.

Her iki koşulda da Badiou’nun hayal ettiği imkânsız birliktelik gerçekleşemeyecektir.

Badiou’nun hayali kadar zayıf bir ihtimal daha var: Fransa ile Almanya’nın Amerika’dan uzaklaşarak farklı sosyo-ekonomik politikalarla Asya’ya yönelmesidir ki yakın gelecekte gerçekleşmesi zor bir ütopyadır.

GÖRÜŞ

Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler

Yayınlanma

Yazar

6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.

2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.

Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.

Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.

Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.

Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.

ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.

Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.

Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.

Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.

Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.

Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.

Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.

Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.

ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.

Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.

İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.

Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.

Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.

Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.

Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.

Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.

Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.

7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.

ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.

Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Belarus Halk Meclisi: siyasi sistemin güçlendirilmesi ve demokrasinin geliştirilmesi  

Yayınlanma

Nadejda Sablina
Gazeteci

Bu yılın nisan ayında Minsk’te Belarus Halk Meclisi’nin 7’nci birleşimi yeni anayasal yetkilerle ve tam bir iktidar organı olarak toplandı. Belaruslu gazeteci Nadejda Sablina, kapitalist restorasyon sonrası Belarus tarihini özetliyor ve meclisin ülkenin yakın geleceğinde taşıdığı önemi analiz ediyor.

Çağdaş Belarus’ta siyasi sistemin kuruluşuna bir bakış

1991 karşıdevrimi ve SSCB’nin yıkılması diğer eski Sovyet cumhuriyetlerini olduğu gibi Belarus’u da 70 yıldır bir şekilde işlemekte olan devlet yönetim aygıtının yerle bir edilmesi nedeniyle iktisadi bir yıkıma ve siyasi krize sürükledi. Halk demoralize olmuş ve şaşkına dönmüştü; Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde siyasi sistemin çekirdeğini teşkil eden Belarus Komünist Partisi ise daha bundan önce faaliyet yeteneğini kaybetmiş ve ideolojik olarak bozguna uğramıştı. Ülkede karşıdevrime karşı koyabilecek ve sosyalist yapıyı, Sovyet iktidarını koruyabilecek bir güç kalmamıştı. Dahası, SSCB’nin yekpare kamu ekonomisinden kopartılan Belarus ekonomisinde de sosyalist üretim tarzı bunun için gerekli üretici güçlerin gelişme seviyesini kaybetmesi nedeniyle korunamadı.

Meydana gelen bu durumda Belarus’un önünde objektif olarak iki yol vardı. Birincisi, emperyalizmin sömürgesi haline gelmekti; buysa ardı sıra birçok iktisadi sektörün yok olmasına, sosyal alanın özelleştirilmesine, doğal zenginliklerin (en başta potas cevherlerinin ve ormanların) talan edilmesine yol açacaktı. İkinci yol, kapitalist temelde bir milli ekonomi geliştirmek, bunu yaparken de egemenliği ve emperyalizmden bağımsızlığı korumaktı.

1990’ların başlarında iktidar organlarındaki vekillerini kullanan emperyalistler ülkeyi ilk yola sürüklediler ve Belarus’un neoliberal reformlar aracılığıyla sömürgeleştirilmesi sürecini başlattılar. Ancak 1994’te başkan seçilen Aleksandr Lukaşenko fikirdaşlarıyla birlikte ülkenin tuttuğu yolu kökten değiştirdi. Yeni yol, iktisadi yıkımdan başka Belarus içinde gergin sosyal-siyasi ortam ve emperyalizmin istila niyetleri karşısında ve bu şartlarda büyük çaplı iktidar yetkilerinin merkezde toplanmasını gerektiriyordu. Geniş başkanlık yetkilerine sahip güçlü bir dikey iktidarın oluşturulması zaruriydi ve bu başarıyla gerçekleştirildi.

Belarus’ta 30 yılda halka epey yüksek sosyal destek sağlayan efektif bir kapitalist ekonomi inşa edildi. Başarı pek çok açıdan hem emekçi halkı desteklemeyi hem de kapitalistlerle yerli ekonominin kalkınması hususunda anlaşmayı başaran Aleksandr Lukaşenko’ya bağlıydı. Devlet başkanı Lukaşenko, yetkileri ve objektif imkanlar çerçevesinde kapitalizmin üretim araçları ve ücretli emek üzerinde özel mülkiyet şartlarında kaçınılmaz olarak ortaya çıkan çelişkilerini yumuşatmayı hedeflemişti ve bunu başardı.

Aleksandr Lukaşenko’nun devlet başkanlığı görevinde bulunduğu çeyrek asrın sonunda ülkenin içinde bulunduğu iktisadi ve sosyal-siyasi durum en genelde istikrar kazanmıştı. Ancak kimisi milli ölçekte önem bile taşımayan birçok kararın başkan tarafından alınması, güçlü dikey iktidarın kurulmasının yarattığı bir problem, bir yan etkiydi. Böyle bir devlet iktidarı sistemi idarenin etkinliğini düşürüyor ve devlet başkanının değişmesi yahut geçici yokluğu halinde siyasi kriz riskini artırıyordu. Böylece devlet idaresi sisteminin başkanın yetkilerini azaltmak ve bakanlıkların, devlet organlarının, parlamentonun ve yerel iktidar organlarının yetkilerini artırarak reforme edilmesi meselesi ortaya çıktı.

Lukaşenko 2004 referandumundan sonra Belarus anayasasının etraflıca analiz edilmesi ve mümkünse değişiklikler yapılması zarureti üzerine ilk defa 2016’da konuşmaya başladı. Üç yıl sonra, 2019’da Belarus halkına ve Milli Meclis’e sesleniş konuşmasında Belarus anayasasında değişiklik hazırlıklarını ayrıntılı şekilde anlattı. Bu konuşmada öngörülen değişikliklerin temel nedeni olarak iktidar yetkilerinin devlet başkanından diğer iktidar organlarına yeni baştan dağıtılması gereğini ifade etti.

Lukaşenko bu konuşmasında şöyle demişti:

“… Güçlü, yani bizde olduğu gibi bir iktidarın şart olduğu aşamayı geride bıraktık. İktidarı bölüşmemek gerek, iktidar bölünmezdir; ama iktidarın diğer organlarına ve kollarına iktidar yetkileri yüklemek gerek. … Başkana, kendisinin devletin başı olarak yerine getirmesi gereken işlev ve yetkileri bırakmanın zamanı geldi; bunlar her şeyden önce kadro meseleleri ve siyasi partilerin bize devlet seviyesinde yöneticiler üretmeleri için işe koşulmasıdır.”

Bir sonraki aşama, 2021’de anayasa komisyonunun kurulması oldu. Bu komisyon 2021 sonuna doğru gözden geçirilmiş bir anayasa tasarısı hazırladı. Proje ülke çapında referanduma sunuldu ve 2022 şubatında seçmenlerin çoğunluğu tarafından onaylandı.

Referandum sonucunda devlet idaresi alanında yapılan başlıca değişikliklerden biri yeni bir anayasal iktidar organının: Belarus Halk Meclisi’nin kurulmasıydı. Belarus Halk Meclisi, halk iktidarının en yüksek temsil organı statüsü kazandı ve geniş yetkilerle donatıldı; bunlar arasında daha önce başkana tevdi edilen yetkiler de vardı.

Belarus yönetimi, bir anayasa reformuna girişmekten başka, son yıllarda partileri ve sosyal birlikleri de siyasi süreçlere daha aktif şekilde çekmeye başladı. Bu adımlar, Belarus Halk Meclisi’ne ülkenin en yüksek temsil organı yetkilerinin tevdi edilmesiyle birlikte, Belarus’ta demokrasinin gelişmesinden başka bir anlam taşımıyor. Bu gelişme ise emekçilerin menfaatine ve onlar tarafından kullanılmalı.

Ancak, Aleksandr Lukaşenko’nun yetkilerin yeniden dağıtılması zaruretini beyan ettiğinden beri geçen beş yıl boyunca ülke içindeki siyasi durumun ve uluslararası ortamın ciddi biçimde değiştiğine de dikkat çekmek gerek. Bu dönemde Belarus için en önemli olaylar şunlardır: 2020’deki devlet darbesi girişimi ve Rusya’nın 2022’de özel askeri harekatı başlatması. Bu olaylardan sonra emperyalizmin Belarus üzerindeki siyasi ve iktisadi baskısı katlanarak arttı; keza, başta ABD’nin Avrupa’daki menfaatlerinin köprübaşı olan Polonya olmak üzere askeri saldırganlık tehdidi de yükseldi.

Bazı yetkilerin başkandan diğer iktidar organlarına sakin bir şekilde devredilmesinin mümkün olduğu istikrarlı bir kalkınma ve öngörülebilir gelecek dönemi sona erdi. Belarus, ya emperyalizmin askeri saldırganlığına maruz kalma yahut Rusya’ya karşı ABD ve NATO’nun savaşının içine çekilme tehdidiyle karşılaştı. Buna bir de Belarus işletmelerine karşı yaptırımlar yüzünden karmaşıklaşan uluslararası ticaret şartları eklendi. Bu, ihracat odaklı bir ekonomi olan Belarus için ciddi güçlükler yarattı.

Bizim düşüncemize göre bu saydığımız sebepler devlet idare sisteminin reforme edilmesine yönelik iktidar tarafından yapılan ilk planlardan kısmen vazgeçilmesi sonucuna yol açtı. Günümüzdeki durum yetkilerin yeniden dağıtılmasını değil, tersine, bunların merkezde, Belarus’un en üst düzey yetkililerinin elinde toplanmasını gerektiriyor. Belarus Halk Meclisi herhalde bu nedenle Aleksandr Lukaşenko başkanlığında toplandı. Lukaşenko’nun 26 Ocak 2025’te yeniden başkan seçileceği de kesin.

Belarus Halk Meclisi: halk iktidarının en yüksek temsil organı

Belarus Halk Meclisi, Belarus’un sosyal-siyasi hayatında büsbütün yeni bir görüngü değil. Bu meclis anayasal bir kuruluş haline gelmesinden önce de toplanıyordu, ama o sırada bir danışma organı olarak faaliyet gösteriyordu ve gerçek iktidar yetkilerine sahip değildi. Meclis ilk olarak devlet başkanı Aleksandr Lukaşenko’nun inisiyatifiyle 1996’da, iç siyasi kriz ortamında toplanmıştı. Kriz, 1994’te halk tarafından başkan seçilen ve 1991 karşıdevriminden sonra ilk defa bağımsız bir ekonominin inşasına girişen Lukaşenko’nun, emperyalizmin siyasetinin ve neoliberal reformların acentesi olarak hizmet eden Yüksek Sovyet’le karşı karşıya gelmesinin sonucu olarak ortaya çıkmıştı.

İlk Belarus Halk Meclisi, Aleksandr Lukaşenko’ya siyasi-iktisadi çizgisinde (meclisin delegeleri olan) halkın muhtelif sınıf ve kesimlerinin desteğini kazanma fırsatı verdi. Belarus Halk Meclisi 1996’da beş yıllık sosyal-iktisadi kalkınma programını ve anayasa değişikliği yapmak için referanduma gidilmesini onayladı.

Bu referandumun sonucunda Yüksek Sovyet (başında bulunan, emperyalizmin kuklası Şuşkeviç ile birlikte) lağvedildi ve Milli Meclis adıyla çift meclisli bir parlamento kuruldu; ülke de parlamenter başkanlık sisteminden doğrudan başkanlık sistemine geçti. İç siyasi kriz çözülmüş, Aleksandr Lukaşenko’nun siyasi-iktisadi çizgisi zafer kazanmıştı. Emperyalizmin Belarus’u Yüksek Sovyet’teki işbirlikçileri üzerinden sömürgeleştirme girişimi ise çökmüştü.

Belarus Halk Meclisi’nin bundan sonraki beş birleşiminde ülkenin bu birleşimlerden önceki beş yıllık dönemlerde yaşanan gelişmeler özetlendi, bir sonraki beş yıllık dönem için öngörülen sosyal-iktisadi kalkınma programının ana hükümleri onaylandı.

Belarus Halk Meclisi’nin 7’nci birleşimi 2024’te anayasal iktidar organı statüsüyle toplandı. Meclis, yenilenen anayasa gereğince iç ve dış siyasetin başlıca istikametlerini, askeri doktrini, milli güvenlik konseptini, ülkenin sosyal-iktisadi kalkınma programını onaylıyor. Devlet başkanını görevden alma, seçimlerin meşruluğu meselesini değerlendirme hakkına sahip; kanuni düzenlemeleri, devlet organlarının ve yetkilerin milli güvenlikle çelişen kimi kararlarını (yargı organlarının tasarrufları dışında) iptal edebilir, ayrıca başka geniş yetkileri de kullanabilir.

Belarus Halk Meclisi yılda en az bir defa toplanır. Belarus Halk Meclisi prezidyumu bu meclise karşı sorumlu bir heyet olarak daimi faaliyet gösterir.

Prezidyuma 15 kişi seçildi. Prezidyumun faaliyet organı olarak da bir sekreterlik oluşturuldu.

Belarus Halk Meclisi’nin şu anki 7’nci birleşimine 1166 delege katıldı. Şunlar da meclisin re’sen delegesi sayıldı:

— Devlet başkanı,

— Yasama erkinin temsilcileri (Belarus parlamentosunun tüm üyeleri, ani Temsilciler Meclisi vekilleri ve Cumhuriyet Konseyi üyeleri),

— Yürütme erkinin temsilcileri (bakanlar konseyinin bütün üyeleri; oblast, ilçe ve şehir yürütme komitelerinin bütün başkanları),

— Yasama erkinin temsilcileri.

Vekillerin yerel konseyleri kendi bünyelerinden 290 delege daha seçerken sivil toplumun kurumları 400 delege seçtiler. Belarus’ta sivil toplumun kurumları kanunla tanımlanmış beş büyük sosyal birliktir: Belarus Gaziler Birliği, Belarus Cumhuriyeti Gençlik Birliği, Belarus Kadınlar Birliği, “Belaya Rus” birliği ve Belarus Sendikalar Federasyonu. Bu örgütlerin her biri de Belarus Halk Meclisi’ne kendi bünyesinden 80’er delege seçti.

Belarus Halk Meclisi’ne delege olarak seçilenlerin isim listesi incelendiğinde bunların büyük çoğunluğunun devlet organlarının (örgütlerinin) ve devlet işletmelerinin yöneticileri olduğu görülüyor. Seçilen delegelerin geri kalan ve sayıca önemsiz olan kısmı da öğrenciler, işçiler, memurlar ve emekliler. Dolayısıyla, Belarus Halk Meclisi’nin bileşimi incelendiğinde bunun, gerçekte, devlet memurlarının, devlet örgüt ve muhtelif seviyelerdeki devlet işletmelerinin yöneticilerini birleştiren bir organ olduğu sonucuna varmak mümkün.

Belarus Halk Meclisi’nin kadro yapısını incelemek de önemli, zira meclisin siyasi çizgisi ve onun tarafından alınan kararlar pek çok bakımdan buna bağlı.

Meclisin başkanı olarak Belarus devlet başkanı Aleksandr Lukaşenko seçildi. Onun vekili ise deneyimli bir yüksek bürokrat ve Lukaşenko’nun dava arkadaşı olan Aleksandr Kosinets. Dolayısıyla, bizim düşüncemize göre Belarus Halk Meclisi önümüzdeki beş yıl boyunca (meclis delegelerinin ve yönetiminin görev süresi bu kadar) Belarus’un şimdiki yönetiminin siyasetini yürütmeye devam edecek. Bu siyaset, emekçilere güçlü bir sosyal destek ve özel sermaye üzerinde kontrolün uygulandığı kapitalist düzenin devamına ve devletin emperyalistlerden bağımsızlığının güçlendirilmesine yönelik.

Ancak Belarus’ta özel mülkiyet ve ücretli emeğin geri dönmesiyle birlikte, emekçilerin sömürüsünü artırma yolundaki engelleri temizlemeyi ve kârını artırmayı hedefleyen bir burjuvazinin de doğduğunu göz önünde bulundurmak gerek. Bu da kuşkusuz ücretli işçilerin durumunun kötüleşmesine yol açacak.

Özetlersek, şunu söylemek mümkün: Belarus Halk Meclisi bir anayasal iktidar organı olarak Belarus’ta devlet idaresi sistemini güçlendiriyor ve bu sistemin iktidarda kuşak değişimi, keza devlet başkanının değişimi halinde sürdürülebilirliğini artırıyor. Meclis aynı zamanda devlet iktidarının faaliyetini daha açık, kamusal hale getiriyor; bütün devleti ilgilendiren meselelerde alınan kararlara üç erkin temsilcileriyle birlikte ülkenin farklı seviyelerde yöneticilerini de katıyor.

Belarus’ta bu şekilde reforme edilen devlet iktidarı sistemi mevcut düzeni ve sosyal-siyasi çizgiyi en azından orta vadeli bir perspektifte korumayı sağlayacaktır.

Çeviren: Hazal Yalın

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…

Yayınlanma

Yazar

Amerikan seçimleri ‘beklendiği gibi’ Trump’ın galibiyetiyle sonuçlandı. Kamuoyu anketleri çoğu zaman Trump ile Kamala Harris’i kafa kafaya göstererek bir kez daha yanıldılar. Trump hem toplam oylarda hem de ‘salıncak eyaletlerde’ (swing states) başarılı bir performans sergiledi. Bu satırlar yazılırken Temsilciler Meclisi sonuçları kesinleşmemişti. Eğer orada da çoğunluğu alırlarsa Cumhuriyetçiler muazzam bir zafer elde edecekler. Başkana ilaveten Kongre’nin iki kanadı, eyalet başkanlarında ve eyalet parlamentolarında ezici çoğunluk elde etmek ancak ve ancak Trump sayesinde gerçekleşmiş olacak.

TRUMP NE YAPACAK VE NASIL YAPACAK?

Amerikan seçimlerini bu defa Rusya’nın Soçi şehrinde her yıl düzenlenen Valdai Tartışma Kulübü’nün yıllık forumunda takip ettim. Dünyanın hemen hemen her tarafından gelen akademisyen, düşünce kuruluşu mensubu ve uzmanlardan oluşan yaklaşık elli ila altmış kişilik bir grup ile Rusya’dan katılan yaklaşık yirmi ila otuz uzmanın oluşturduğu yıllık foruma her zaman olduğu gibi Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov (ikinci günü) ve Rusya Devlet başkanı Putin de katıldı (son gün kapanış oturumu). Ayrıca Başbakan Yardımcısı Novak ve Kremlin’in Personel Başkanı Oreşkin de Forum’a katılarak epeyce konuşan ve sorulara cevap verenler arasındaydılar. Geçen sene olduğu gibi, bu yıl da Putin giriş konuşması ve daha sonra sorulara verdiği cevaplarla dört saatten fazla kaldı. İnanılmaz berrak bir içerik ve üslupla lafı eveleyip gevelemeden konuştu.

İkinci defa katıldığım (4-7 Kasım) Forum’un bu defa en dikkat çeken taraflarından birisi katılımcıların hepsinin büyük bir ilgiyle Amerikan seçimlerini takip etmesiydi. Trump’ın kazanmasının kesinleşmesinin ardından katılımcılar arasında hangi ülkeden geldiklerine göre farklı yorumlara rastlamak mümkündü. Örneğin Trump’ın gelişini Rusya’dan katılanlar ve diğerleri Ukrayna savaşında şimdiye kadar Kolektif Batı’nın izlediği politikalara son vereceği beklentisiyle olumlu karşılarken, Çin’den gelen misafirler ve/veya Çin üzerine yoğunlaşanlar Vaşington ile Beijing arasında sert rüzgarlar esebileceğini düşünüyorlardı.

Orta Doğu ülkelerinden gelenler arasında da benzer görüş ayrılıkları ilk anda dikkat çekiyordu. Örneğin Orta Doğulu katılımcılardan bazıları Trump döneminde Amerika’nın Suriye ve Irak’tan çekilmesinin ciddi ihtimal olduğunu söyleyerek bir manada olumlu görüşler ileri sürerken İran’lı katılımcılar İsrail’e tam destek vermesi muhtemel bir Trump yönetimi ile İran arasında savaş ihtimalinden söz ediyorlardı.

Öte yandan Batılı katılımcılar (İngiltere, Kanada vd.) Trump’ın gelişini neoliberal ekonomik düzenin sonunun başlangıcı olarak görme eğilimindeydiler. Zengin-fakir uçurumunu feci şekilde derinleştiren ve demokrasilerin temeli sayılan orta sınıfı neredeyse ortadan kaldırmak üzere olan neoliberal ekonomi modelleri zaten Valdai toplantılarına katılan uzmanlar tarafından sert bir şekilde eleştiriliyor.

İLK DEĞERLENDİRMELER

Öncelikle Batılı katılımcıların üzerinde durduğu konu neoliberal ekonomi politikaları açısından sonun başlangıcıydı. Öyle anlaşılıyor ki, neoliberal ekonomi politikaları anavatanı Amerika’da reddedilmiş durumda. Özellikle 1980’lerden itibaren Amerika’nın sadece uygulamakla kalmadığı, aynı zamanda dünyanın hemen hemen her tarafında zorladığı neoliberal ekonomi politikaları, kamucu ve planlı kalkınma modelleri uygulayan başta Çin olmak üzere Vietnam gibi ülkeler kendi hızlı kalkınmaları için fırsata dönüştürürken başta Amerika olmak üzere gelişmiş ülkelerin çoğunda bu politikalar toplumlarda büyük kırılmalara sebep olmuştu. Bizdeki sonuçları belki de dünyanın en kötüleri arasında…

Amerika’nın bütün sistemi aşırı derecede parasallaştırması, sanayi üretiminden büyük ölçüde çıkması ve ekonomi büyürken bunun toplumun büyük bir kısmının hayatı üzerinde hiçbir olumlu etkide bulunmaması gibi sebepler Trump’ın çıkışının temel gerekçesiydi. Şimdilerde beklenen, Trump’ın söylediklerinin ne kadarını politikaya ve eyleme dönüştürüp dönüştürmeyeceği… Örneğin onlarca yıldır önce Çin ve diğer Uzak Doğu ülkelerine ve Meksika’ya sanayi ve ileri teknoloji yatırımları yapan şirketleri tekrardan Amerika’ya gelip yatırıma zorlamak mümkün olacak mı? Olmazsa Trump, kampanya sırasında söylediği gibi, başta Çin olmak üzere Amerika’ya çok büyük miktarda ihracat yapan ülkelerin mallarına yüksek gümrük vergileri koyabilecek mi? Ve bu tür tedbirlere başvururken toplumun desteğini almayı sürdürebilecek mi?

Öte yandan vergileri indirme sözü veren Trump bunu yaptığı takdirde, hızla artan bütçe açığıyla ve 35 trilyon doları geçmiş bulunan ve yıllık çevrilme faizi bir trilyon dolar civarındaki (bu miktar muhtemelen artmaya devam edecek) kamu borçlanması ile nasıl baş edecek? Acaba seçimleri kazanamaması için kendisiyle adeta bir meydan savaşına tutuşmuş olan ve kısaca Derin Devlet olarak tarif ettiğimiz yapının en önemli bileşeni olan silah şirketlerine rağmen ülkenin savunma harcamalarını ciddi ölçüde azaltma yoluna gidebilir mi? Belki… Hatta belki de yapmak zorunda…

DIŞ POLİTİKA SEÇENEKLERİ

Trump Ukrayna savaşı konusunda kendisini bağlamış durumda. ‘Başkan olsaydım bu savaşın çıkmasına izin vermezdim, yeniden seçilirsem birkaç telefon konuşmasıyla bu işi bitiririm’ sözleri hafızalarımıza kazınan Trump’ın kuzeyimizdeki savaşı sonlandırmak için ciddi adımlar atacağına şüphe yok. Karşısındaki muhalefet ise Amerikan Derin Devleti’nin başta silah şirketleri olmak üzere bütün bileşenleri ve Avrupa’daki hükümetler olacak. Derin Devlet ile kapsamlı bir mücadeleye bu defa daha hazırlıklı görünen Trump suikasta uğramaz ve iktidarını sağlamlaştırırsa Ukrayna savaşı ile ilgili söylediklerini politika haline dönüştürebilir.

Ukrayna savaşı ile ilgili olarak karşılaşacağı ikinci muhalefet Avrupa’daki çapsız hükümetler olacak gibi görünüyorlar. Rusya’nın Ukrayna’da stratejik bir yenilgiye uğratılmasını ve ardından bu koca ülkenin paramparça edilmesini isteyen Baltık ülkeleri ile eski Doğu Avrupa’nın tarihsel karın ağrılarını kendi Rusya politikaları haline çevirmiş olan Avrupa devletleri için Trump’ın seçilmiş olması kelimenin tam anlamıyla bir felaket.

Trump’a ‘Ukrayna savaşını aynen sürdürelim, sen silah-para yardımlarına devam et, biz de sana Çin politikalarında tam destek verelim hatta istersen Tayvan’ı bağımsız devlet olarak tanımaya kadar vardırabiliriz işi’ diyebilirler. Hatta demeye hazırlandıklarına dair haberler sızmaya başladı bile… Ancak böyle bir politika Trump’ın bugüne kadar söylediği her şeyin – özellikle Ukrayna konusunda – tersini yapması anlamına gelir. Öte yandan Trump Çin ile belki bir ticaret savaşına hazırlanmakta olsa da Tayvan üzerinden bir sıcak savaş daha doğrusu vekalet savaşı çıkartmak istediğine dair fazlaca bir şey bilmiyoruz.

Amerika’da toplumun çok büyük bir bölümünün gözünde adeta nefret kavramı haline gelen deniz aşırı ülkelere karşı Amerika’nın giriştiği ve çok büyük maliyetlere sebep olan savaşlara Trump’ın toptan karşı olduğunu söylemeye bile gerek yok. Dolayısıyla Trump’ın Ukrayna’daki savaşı durdurmaya odaklanırken Çin ile ticaret savaşlarına girişebileceğini ama bunun ötesinde bütün dünyayı ateşe atma riski bulunan bir vekalet savaşından uzak durma ihtimalinin daha yüksek olduğunu söyleyebiliriz.

ORTA DOĞU SENARYOLARI

Trump’ın Suriye ve Irak’tan birinci döneminde de çekilmek istediğini; ancak Derin Devlet unsurlarının pek çok manevra ile bunu engellediğini hatta Suriye örneğinde Amerika’nın 2019 ve sonrasında Özel Temsilcisi olan Büyükelçi James Jeffrey’nin Trump’ın seçimleri kaybetmesinden sonra yaptığı açıklamada, Suriye’den çekilmiş gibi yaparak Başkan’ı aldattıklarını söylediğini biliyoruz. Trump’ın bu konudaki kararlılığından bahsetmek bile mümkün. Hatta aynı kararlılığın Irak için de söz konusu olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bütün bunlar Türkiye açısından fevkalade önemli fırsatlar yaratabilir ki, bunlara önümüzdeki haftalarda gerek yazılarımızda gerekse Stratejik Pusula programlarında değineceğiz.

Trump ve İsrail konusu da şüphesiz kapsamlı analizler yapılmasını gerektiriyor. Fena halde İsrail yanlısı olacağı, İran’ın üzerine yürüyeceği veya İsrail’i İran’ın üzerine salacağı gibi tezlerin epeyce doğru tarafları olduğuna hiç şüphe yok. Öte yandan Orta Doğu’da yeni savaş çıkarmayacağını sürekli dile getiren Trump’ın İsrail’e veya pek de sevmediği Netanyahu’ya açık çek vereceğini beklemek yanıltıcı olabilir.

Çünkü özellikle birinci döneminde Derin Devlet ile giriştiği mücadelede yardım ve desteğine ihtiyaç duyduğu İsrail lobisini mutlu etmek için İran ile daha önceki dönemde yapılmış bulunan Nükleer Antlaşmadan tek taraflı olarak çekilerek anlaşmaya kadük hale getirdiğini, İran’a karşı maksimum baskı politikasına yöneldiğini biliyoruz. Ancak bütün bunlar İran ile şimdi bir savaş çıkaracağı anlamına gelmeyebilir, özellikle de çok kutuplu dünya düzeninde… Sonuçta İran ile başlatacağı bir savaşı Amerika ve/veya İsrail’in kazanma ihtimali düşük olduğuna ve İran kolay lokma olmayacağına göre Trump’ın İsrail desteğinin belirli sınırlamalara tabi tutulacağını düşünebiliriz. Bütün bunlar çok olağanüstü bir dönemin başlangıcında olduğumuzu/olacağımızı gösteriyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English