GÖRÜŞ
Çatışmalı ittifak
Yayınlanma
Yazar
Hazal Yalın
Çatışmanın nedeni, Sovyet sanayisinin, yani iktisadi bağımsızlığın ucuz batı mamulleri karşısında yıkılmış olmasında. Şimdi ya yeniden yapmak zorundalar bütün bunları ya da bağımlılığı koruyup krizin yakın zamanda çözülmesi umuduyla idare-i maslahatçılık yapmak zorundalar.
Rusya’da “mali bloğun” ekonomik dogmatizmine başlıca eleştiriler, birbiriyle büyük ölçüde çakışan iki kutuptan yükselir. İlki, halen Avrasya Ekonomik Komisyonu Makroekonomi ve Entegrasyon Kurulu üyesi olan “millici” Sergey Glazyev. Kremlin üzerindeki etkisi üzerine mütemadiyen spekülasyon yapılan (2012-2019 arasında Putin’in danışmanları arasındaydı), ama 2017 seçimlerinde “Sol Cephe” ile birlikte hareket edecek kadar da sola yakın tutum takınabilen Glazyev daha 20 Nisan’da Merkez Bankası’nı kredi sistemiyle ilgili hiçbir şey bilmemekle ve “az gelişmiş ülkelerin yabancı yatırıma hasret vatandaşlarına güvenerek ortaya konulmuş ilkel IMF dogmalarına göre” hareket etmekle suçlamıştı. Glazyev birçok açıdan yeni bir NEP (Yeni Ekonomi Politikası) vazediyor. İkinci kutup ise Adil Rusya’nın en soldaki vekili Mihail Delyagin ve Komünist Partisi. Bunlar da şu veya bu biçimiyle millileştirmelerden ve yeni bir “Gosplan”dan yanalar.

Sergey Glazyev, Putin’le
Ancak bu iki çakışan kutup sadece kendi aralarında değil, aslında aynı zamanda “mali blokla” da iç içe geçmişlik sergiliyorlar.
“Mali blok” iki merkezden oluşur: Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığı. Hiç değilse Merkez Bankası’nın krizi (elbette kapitalizm içinde) aşmak için benzersiz bir çaba gösterdiği ve üstelik az çok başarılı da olduğu açık. Nitekim Avrupa ve ABD mali kuruluşlarından takdir ve hatta hayranlık dolu övgüler de bunu gösterir. Ama bu övgü ve başarı enflasyonu geleneksel “mali bloğun” parçalanma eğilimine de işaret sayılmalı, zira 24 Şubat öncesinde “düzenleyici” (yani siyaset yapıcı) olan Merkez Bankası artık “tekniker” (yani uygulayıcı) haline geliyor. “Mali bloğun” en gözü pek savunucularından, özellikle iktisat haberlerinde uzmanlaşmış medya holdingi RBK’nın daha haziran başında, rublenin değerini düşürmeyi bir türlü başaramadığı eleştirisiyle Merkez Bankası’na “ekonomistlerin” saldırısının işaret fişeğini çakması, tesadüf değildi.
Bu bloğun dogmatizmi üzerinde sıkça durdum. Gene de dogmatizmin boyutlarını gösteren hiç değilse iki örnek vermek gerek. Örnekleri incelerken iç çatışma dinamikleri ve bunları sınırlayan faktörlerle de karşılaşacağız.
Temerrüt
Birincisi, Rusya’nın temerrüde gitmesi sürecinde, Merkez Bankası değilse bile Maliye Bakanlığı, adeta “temerrüde gitti demesinler” obsesyonuyla, Eurobond tahvillerine döviz ödemelerine devam etmek dâhil her yolu denedi. Üstelik, alacaklının eline para saymanın karşı konulamaz cazibesinden başka çok güçlü bir müttefiki de vardı: PIMCO’ydu bu. PIMCO (Pacific Investment Management Company), Rusya’nın temerrüde düşmeyeceğine o kadar güveniyordu ki, sadece geçen yıl Rusya’ya 1 milyar dolar civarında kredi risk primi (CDS) yatırımı yapmıştı; Tinkoff yatırım danışmanlığının verilerine göre mayıs ortası itibariyle Rusya’nın 3,1 milyar dolarlık dış borç tahvillerine sigorta poliçesi kabilinden CDS satmıştı. (Poliçe veya “türev”, satıcının, tahvili basan ülkenin temerrüde gitmesi durumunda, bu tahvillerin nominal fiyatıyla pazar fiyatı arasındaki farkı alıcıya ödeme taahhüdüdür.) Dolayısıyla PIMCO, olası bir zarardan kurtulmak için “bırakınız ödesinler” kulisi yapmak zorundaydı. Ama olmadı, ne paranın sesi ne PIMCO’nun kulisi başaramadı bunu durdurmayı; ABD Maliye Bakanlığı en nihayet 25 Mayıs’tan itibaren OFAS lisansını iptal edince tahvil ödemeleri mecburen durdu. 24 Haziran’da bir sonraki ödemeler yapılamadı; böylece (Medvedev’in deyişiyle) bir “siyasi temerrüt” durumu ortaya çıkmış oldu.
Ama dünya batmadı; tersine, temerrüt obsesyonunun bütün obsesyonlarda olduğu gibi tamamen saçma bir nedene dayandığı anlaşıldı; nitekim yapılamayan ödemeler bu tarihten sonra artık haber konusu bile olmadı.
Yeri gelmişken, sahnedeki diğer aktörü es geçmeyelim. PIMCO hiç de zarar etmiş sayılmaz. “Türev” veya risk yönetim kuponları vb., finans tanrısına tapan neoliberal çağın alametifarikaları arasındadır, artı-değerin spekülasyon yoluyla sızdırılması aracıdır bunlar ve daha önemlisi, piyasayı kontrol eden güçler kendileri çalıp kendileri oynarlar ve kasa her zaman kazanır. Bir ülkenin temerrüde düşüp düşmediğini, CDS poliçeleri satan dev şirketlerin oluşturduğu CDS komitesi belirler. ABD Maliye Bakanlığı OFAS lisansını iptal edince doğal ki pazar kalmadı, pazar olmayınca pazar fiyatı belirlenemez oldu, pazar fiyatı belirlenemeyince nominal fiyatla arasındaki fark ölçülemez oldu, o zaman ne yapsın zavallı PIMCO, zavallı Golden Sachs! Nereden bilsinler ne ödeyeceklerini? Ve böylece CDS komitesi ABD Maliye Bakanlığı’ndan Rusya’nın devlet tahvilleri için açık artırma izni istedi, aldı ve açık artırmada tahvillerin fiyatı yüzde 48 ile 56 arasında fırladı. Bunların önemli bölümünü de (tesadüfe bakın siz!) PIMCO ve Golden Sachs aldılar.
Demek ki artık varlıkların sahipleriyle varlıkları sigortalayanlar aynı kişiler. Bu, Rusya “borcum borç” dediği sürece çağdaş simyacıların kazanmaya devam edecekleri anlamına geliyor. Rusya borçlarını silse de kazanacaklar, çünkü 340 milyar dolar rezerv ellerinin altında. Bu durumda temerrüt, tahvili elinde bulundurup üstüne türevini satanlar için baştan çıkarıcı bir fırsat bile olabilir. Hem zaten kaybetseler de dişe tırnağa dokunur bir şey yok; birkaç milyar dolar, sadece PIMCO’nun (2021 sonu verilerine göre) 2,2 trilyon dolarlık işlem hacmi karşısında nedir ki?
Leasing
Leasing meselesi, başka bir örnek; üstelik bu defa Maliye Bakanlığı, hazinenin zararına ödemeleri devam ettirme mücadelesinde kısmen başarı kazandı.
Mesele şuydu: Rusya pazarından çekilen ve böylece üretim, ithalat, bakım ve yedek parça teminini bırakan, dolayısıyla sözleşme yükümlülüklerini yerine getirmeyen yabancı şirketlere Rusya şirketlerinden leasing ödemeleri yapmaya devam etmeli mi (bunların bedeli yıllık 350-400 milyar rubleyi buluyor), yoksa moratoryum mu ilan edilmeli? Ekim ayı sonunda Başbakan Mişustin, bu konuda karar verilmesi için Başbakan Yardımcısı Manturov ile Ulaştırma Bakanı Savelyev’i görevlendirdi. Ulaştırma Bakanlığı “uzman raporuna” dayanarak olumsuz görüş bildirdi, Maliye Bakanlığı da bunun arkasında durdu. Ne var ki raporu düzenleyen “uzman” kurulun üyeleri, Rusya pazarından ayrılan yabancı şirketlerin temsilcileriydiler zaten. O kadar kör gözüm parmağına bir oyundu ki bu, Mişustin müdahale etmek zorunda kaldı ve “problemi” kısmen çözme yoluna gitti, buna göre ödemeler azaltılacak. Ama leasingli araçların bakım ve yedek parça temini sorunu çözülmüş değil; bunun için Türkiye ve en çok da İran üzerinden paralel ihracatla muhkem kanallar açılması gerekiyor. Leasing ödemelerinde ise son söz henüz söylenmedi, onu “ithal ikameci bloğun” temsilcisi, Başbakan Yardımcısı D. Manturov söyleyecek.

Denis Manturov
Bakanlıkların dünya kapitalist sisteminde kalma kararlılığını göstermesi açısından önemli bir örnek bu. Çatışmanın nedeni, Sovyet sanayisinin, yani iktisadi bağımsızlığın ucuz batı mamulleri karşısında yıkılmış olmasında. Şimdi ya yeniden yapmak zorundalar bütün bunları, ya başka ucuzcular bulmak zorundalar (Çin gibi; ama tedarik zincirini kaydırmak kolay iş değil, üstelik kendisi de dünya kapitalist sistemine bağımlı olan Çin bunu yapmakta pek istekli davranamıyor), ya da bağımlılığı koruyup krizin yakın zamanda çözülmesi umuduyla idare-i maslahatçılık yapmak zorundalar.
Üç alternatif
Ancak üç alternatif arasında bıçak sırtı bir farklılık yok. Bu alternatifleri uygulama yolunda aşamalar çakışıyor. Yeniden yapma taraftarlarını en radikaller kabul edersek eğer, bugünden yarına yeniden yapamazlar, ucuzcu bulmak zorundalar bunlar ve bu yüzden “ithal ikameci blokla” aşamalı geçişte ortaklaşıyorlar. Ve tedarik zincirini doğuya kaydırmak isteyen ithal ikameciler de bugünden yarına yapamazlar bunu, o zaman sorun tamamen çözülene kadar emperyalist sistem içinde kalma yanlılarının idare-i maslahatçılığına yaslanmak zorundalar.
Taraflar arasında bu çelişik geçişkenlik, bu kavgalı birliktelik iktisadi hayatın her alanında devam ediyor.
Diyelim ki, dev şirketlerin temettü ödemeleri.
Birinci grup, ister siyasi olarak “sağdan” (askercil) olsun isterse soldan (halkçıl), bu ödemelerin tamamen durdurularak dev devlet şirketlerinin gelirlerinin olduğu gibi bütçe finansmanında kullanılmasını istiyor. Üstelik onların kanısına göre kaçınılmaz bir durum bu, zira petrol ve doğalgaz gelirleri yaptırım terörü altında ister istemez düşecek, bu durumda finansman için ya halka gidecekler, ya burjuvaziye.
İkinci grup da bunun farkında, ama bu şirketlerin sermaye yapısında değişikliği göze alamaz, zira bu grubun siyasi hedefi orta burjuvazinin diğer sınıflar, ama en çok da büyük burjuvazi hesabından yiyerek yükselişi, ama bu ancak kapitalist sistem içinde mümkün, oysa birinci grubun radikal çözümü orta burjuvazinin yükseliş kanallarından birini kapatmak anlamına gelir.
Üçüncü grup bu noktada devreye giriyor: Kapitalist sistemin devam etmesi için borsanın işlemeye devam etmesi gerek; bu da Rusya ekonomisinin kaldıracı olan dev devlet şirketlerinin temettü ödemelerine, yani bunların yerli ve yabancı büyük burjuva kurtçuklarını beslemeye devam etmeden mümkün değil. Böylece çatışmayı sulh sınırları içinde devam ettirecek bir uzlaşmaya varılır: temettü ödemeleri kısmen sınırlanır, ama tamamen kaldırılmaz. Bu öncelikle ikinci grubun işine yarar, ama öyle olunca “kesişen kümeler” sayesinde diğer ikisi de faydalanır.
Denge
Denge öyle bir kurulmuştur ki, orta burjuvazinin önünü açma taraftarları yaptırım şartları altında avantajlı durumdadır. Ama bu diğerlerini umutsuz kılmaz. Neden?
1) Siyasi açıdan sol, orta burjuvazinin yeni bir yükselişine karşı değildir, zira bu, solun asr-ı saadeti olan NEP’e yol açabilir. Neydi NEP? Lenin’in deyişiyle: “Büyük bir sıçrayış için küçük bir ricat.” “Savaş komünizmi” döneminden çıkışın, iktisadi yok oluşun eşiğindeki SSCB’nin yeniden imarının ilk halkası. Büyük burjuvazinin ezildiği şartlarda küçük ve orta burjuvazinin mutlak devlet denetimine dayanan yükselişi. Rusya’nın belki de ta Kiev prensliğinden bu yana gördüğü en demokratik dönem. (Bu sonuncusu, birinci grubun diktatoryal yetkilerden yana “askercil” kanadıyla azami demokrasiden yana “halkçıl” kanadı arasında ikincil bir çelişki yaratır.)
2) İktisadi açıdan sağ, “mali blok”, orta burjuvazinin yeni bir yükselişine karşı değildir, meğerki büyük burjuvazinin menfaatleri korunsun. Zira, eğer bunlar korunursa, büyük burjuvazi diğerlerini zaten yutacaktır; üstelik ikinci grubun öngördüğü imtiyazlar hayata geçerse semirmiş halde yutacaktır ki bu fazladan iştah açıcıdır.
“Süreç, ancak çatışma kavrandığı ölçüde kavranabilir.”
Çatışma ve öngörülebilirlik
Putin 16 Kasım’daki Bakanlar Kurulu toplantısında, Sanayi ve Ticaret Bakanı Denis Manturov’un askeri personel ve kısmi seferberlikte askere alınanlara uygun şartlarda araç kredisi programını genişletme önerisine mutabakatını vermeden önce Maliye Bakanlığı’nın onayı olup olmadığını sordu. Dikkat çekiciydi bu, zira bakanlıkların yetkilerinin kesin sınırlarla bölündüğünü ve aralarındaki ihtilaflarda başkanın da değil ama öncelikle yetkili bakanlığın onayının arandığını gösteriyor. Tekil bir örnek değil, benzerleriyle sıkça karşılaşılır; özellikle de finans ve sanayi arasındaki ve “askeri blokla” diğerleri arasındaki çelişkilerde.
Bu, bugünlerde gene pek moda olmaya başlayan, burjuva siyaset biliminin en anlamsız kavramlarından birinin, “totalitarizmin” aslında hiçbir nesnel temeli olmadığına işaret eder aynı zamanda; zira hiç de “total” bir yetki uygulaması yok, tersine yetki alanları kesin sınırlarla belirlenmiş; özel durumlar dışında başkan da bu bölünmüş yetkilere müdahale etmiyor. Bu sınır çizimi bir grubun oturup optimal “yönetişim” usulünü belirlediği keyfiyetten doğmuyor; sınırlar belli, çünkü farklı siyasi ve sosyal hedeflerin güdüldüğü çatışma devam ediyor ve bu çatışmanın kontrolünü kaybetmemek için kurallar konuluyor.
Bu yüzden, Rusya’nın devlet kararlarını (hangi alanda olursa olsun: militarizmden dış siyasete, ekonomi siyasetinden offshore hesaplarının akıbetine) “total” bir grup karar alıcının anlık, öngörülemez, sürpriz kararlarına bağlama eğilimi bana hep saçmalık olarak görünmüştür, zira siyaset öyle net çizgilerle belirlenmiş ve kurumların yetkileri çatışmanın savaşa varmaması için öyle kalın çizgilerle tayin edilmiştir ki, pek az sürprizle karşılaşılır. Bu yüzden süreç, ancak çatışma kavrandığı ölçüde kavranabilir.
Yetki çatışması ve geçici ricatlar
Taraflar yetkilerini kıskançlıkla korur; birbirlerine müdahaleleri hoş karşılanmaz ve neredeyse gözlerine sokarcasına geri püskürtülür.
“Askeri blok” ile “mali blok” arasında nisan sonunda böyle bir olayla karşılaşılmıştı; Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri “Bay Siloviki” Patruşev, rublenin döviz sepeti ve altına sabitleneceği bir mali sistem üzerinde çalışıldığını söylemiş, ama Merkez Bankası Başkanı Nabiullina bunu kesin, hatta neredeyse protokol dışı bir dille yalanlamıştı.
Bu gerçekten de hayati bir sorundur. Diyelim ki “dost” hatta müttefik ülke olarak Kazakistan’la dış ticaret sözleşmeleri ruble ve tenge üzerinde yapılabilir ve yapılıyor, ama her halükârda, bu ruble veya tenge tutarlarının tartısına vurulacağı bir (kaçınılmaz olarak marksist kavramlara başvurmalıyız) “evrensel eşdeğer” gereklidir. Bu evrensel eşdeğer ne olacak? Uluslararası ticarette “de-dolarizasyon” sadece hoş bir retorik değilse (değil), başka bir şey bulunmalıdır. Patruşev’in önerisi, bunu altın ve döviz sepeti olarak öngörüyordu, ama onun önerisi, bu sırada hâlâ emperyalist sistem içinde kalma yollarını arayan “mali bloğun” duvarına çarptı ve “askeri blok” yetki gaspından kaçınarak geri çekildi. Oysa süreç ister istemez tam da bu noktaya vardı. RBK 19 Kasım’da, mealen şu haberi geçti: “RBK’nın görüştüğü kaynaklardan biri… mesela Kazakistan’la ticaret milli paralar üzerinden yapılsa bile 1 tengeye karşılık kaç ruble düşeceğinin tengenin dolar kuruna göre belirlendiğini söylüyor. Bu yüzden Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığı bankalarla birlikte, çapraz kur hesaplamalarından bir ölçüde çıkılmasına imkân verecek bir inisiyatif üzerinde çalışıyor.”
Anlaşılan o ki, “mali blok” altın (veya petrol) standardına dolaylı olarak bile geçilmesinden inatla imtina ediyor, bunun yerine aslında hibrit bir dolarizasyondan başka anlama gelmeyen “döviz sepeti” oluşturmaya çalışıyor ve bu sürece neoliberalizm çağın kutsal sunağı bankaları da katacağını hiç değilse şimdilik taahhüt ediyor.
Başarılı olur mu? Olur. Dolarizasyonun tasfiyesi anlamına gelir mi? Hayır. Eğer bu konuda kararlılarsa (ve troykanın yaptırım terörü, hiç istemeseler de onları kararlılığa itiyor) yeni bir (bir!) evrensel eşdeğer bulunması kaçınılmazdır; ister “evergreen” altın olsun bu, ister yuan, ister “toprağın yağı” olsun, isterse de koyun postu.
“Post-Sovyet Rusya’da özgül bir iktidar yapısı olarak bonapartizm”
Denge kılıcı
İyi ama bütün bunlarda Kremlin nerede? Kremlin, tıpkı askeri-siyasi meselelerde olduğu gibi siyasi iktisat meselelerinde de pragmatist bir tutum takınıyor, ama bu pragmatizm tıpkı ilk grup meselelerde olduğu gibi ikinci grup meselelerde de ilkesiz değil. Birinci grup meselelerde asgari siyasi hedeflerine ulaşana kadar (bu, Kiev rejiminin Rusya için güncel tehlike veya potansiyel tehdit olmaktan şu ya da bu biçimde çıkartılması demek) çatışmayı sürdürme kararlılığı gibi, ikinci grup meselelerde de orta burjuvaziyi büyük burjuvazi hesabından güçlendirmeyi amaçlıyor. Dolayısıyla Kremlin’in güncel tutumu ikinci grupla çakışıyor; bununla birlikte Kremlin kendi suretinde çatışmalı ittifakın ta kendisi zaten, zira tarafların güç dengesi nispetinde pozisyonu değişebilir, ama bunu sulh dairesinde yapmaya devam edecektir.
Bir örnek: Putin, yukarıda sözünü ettiğim 16 Kasım toplantısında “mali bloğun” kutsal sunağı bankalara saldırmaktan da kaçınmadı: “Bankalar kolayca ve keyifle küçük miktarda krediler veriyor… ama sonra bu insanlar ebedi borçlular haline geliyorlar. Bu mali kuruluşlara bütün saygımla birlikte, bankalar mezara kadar insanların kanını emiyorlar. Elbette buna son vermek gerek.”
Kremlin’in tutumu ampirik olarak tamamen saptanabilir, ama teorik bir problem var orta yerde. Daha önce birçok defa değindiğim bir problem bu: post-Sovyet Rusya’da özgül bir iktidar yapısı olarak bonapartizm.
İlginizi Çekebilir
-
Putin adaylığını duyurdu, Reuters ‘Batı yaptırımlarının başarısızlığına’ bağladı
-
ÇKP liderleri 2024’te iç talebi ve ekonomik toparlanmayı teşvik etme sözü verdi
-
Avrupalı enerji şirketleri gaz depolamak için Ukrayna’ya yöneliyor
-
Kazakistan Rusya’dan uzaklaşacak mı?
-
Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler
-
Moody’s Çin’deki personeline evden çalışmalarını tavsiye etmiş
GÖRÜŞ
Çin akademisinde ŞİÖ’nün genişlemesi üzerine perspektifler
Yayınlanma
21 saat önce10/12/2023
Yazar
Serdar Yurtçiçek
Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), temmuz ayında gerçekleşen zirvede İran’ın da katılımıyla üye sayısını dokuza yükseltti. Bu önemli gelişme, örgütün bölgesel ve küresel önemini daha da artırdı. Şu anki üye ülkeler şunlardır: Çin, Hindistan, Pakistan, Rusya, İran, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan. Belarus ve Moğolistan gözlemci statüsünde bulunurken, Ermenistan, Azerbaycan, Bahrain, Kamboçya, Mısır, Kuveyt, Maldivler, Myanmar, Katar, Nepal, Suudi Arabistan, Sri Lanka, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri diyalog partneri olarak katılım göstermektedirler. İran’ın ŞİÖ’ya katılımı ve Rusya-Ukrayna savaşının getirdiği jeopolitik dinamikler, Çin akademik ve politik çevrelerinde ŞİÖ’nun geleceğine dair çeşitli tartışmalara ve farklı görüşlere yol açmıştır. Bu tartışmaların ana başlıklarını şu şekilde özetleyebiliriz:
- Rusya-Ukrayna Savaşı
Çin akademik çevresi, Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan çatışmanın, uluslararası arenada derin izler bırakan Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile Soğuk Savaş’ın ardından dördüncü büyük sistemik değişimi temsil ettiği konusunda genel bir uzlaşıya sahiptir. Bu çerçevede, Rusya’nın sadece Ukrayna’ya karşı değil, aslında geniş anlamda Batı’ya karşı bir pozisyon aldığına dikkat çekilmektedir. Çin’in, Rusya’nın uluslararası arenada zayıflamasına göz yummasının beklenmediği, ancak bu durumun doğru bir şekilde değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Bu bağlamda, iki temel perspektif öne çıkmaktadır:
Rusya’nın Küresel Güç Olarak Zayıflığı: Bu görüşe göre, Rusya’nın küresel bir güç olarak etkinliği sınırlıdır ve sahadaki mevcut durumda ciddi zorluklarla karşı karşıyadır. Savaşın sonucunda, Rusya’nın elde etmek istediği sonuçları alsa dahi, çatışma öncesinde sahip olduğu güçlü konumuna dönemeyeceği belirtilmektedir. Rusya’nın bu müdahalesi, Çin’i uluslararası alanda zor bir pozisyona sokmuş ve stratejik kararlar alma noktasında zorlamıştır.
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) Yayılmacı Politikaları: Diğer bir perspektife göre, yaşanan savaşın temel nedeni Rusya’nın eylemleri değil, NATO’nun yayılmacı politikalarıdır. Bu yaklaşıma göre, Rusya, bu politikalar nedeniyle savaşa zorlanmıştır. Ayrıca, ABD’nin Çin’e yönelik artan talepleri göz önünde bulundurulduğunda, Rusya’nın bu müdahalesi, dolaylı olarak Çin’in savunma stratejilerine de katkıda bulunmaktadır.
- Avrupa’nın ŞİÖ’nun Genişlemesi ve NATO Dinamikleri Karşısındaki Algısı:
Çin Akademik Perspektifinden Bir Değerlendirme
ŞİÖ’nun genişlemesi ve NATO ile olan ilişkisi, uluslararası ilişkiler ve güvenlik politikaları bağlamında önemli bir tartışma konusudur. Bu tartışma, özellikle Çin akademik çevresinde, Avrupa’nın bu iki örgüt arasındaki dinamiklere dair algısına yönelik iki temel perspektif ile şekillenmektedir:
Avrupa Birliği’nin (AB) Bağımsız Karar Alma Kapasitesinin Sınırlılığı: Bu yaklaşıma göre, AB uluslararası arenada bağımsız kararlar alamamaktadır. AB’nin, kendi çıkarlarına aykırı olmasına rağmen ABD’nin dış politikasını takip ederek Rusya’ya uyguladığı ambargolar, Rusya-Ukrayna savaşında savaşın tarafı olması ve büyük ekonomik kayıplarına rağmen Rusya karşıtlığında ısrar etmesi, bu iddianın temel dayanaklarındandır. Özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” şeklindeki ifadesine rağmen, NATO’nun etrafında birleşen bir AB görüntüsü, bu örgütün bağımsızlık kapasitesinin sınırlı olduğunu göstermektedir. Bu perspektife göre, AB’yi ikna etme çabaları, stratejik bir perspektiften boşa harcanan enerji olarak değerlendirilmektedir.
AB’nin Bağımsızlık Kapasitesinin Artışı: Diğer bir perspektife göre ise, AB’nin bağımsız kararlar alamadığı iddiası tamamen doğru değildir. AB’nin ABD’ye olan en büyük bağımlılığı savunma sanayi alanında olup, Rusya-Ukrayna savaşının başlamasından sonra AB’nin kendi savunma sanayisini kurma çabaları bu bağımlılığı azaltma potansiyeline sahiptir. Askeri açıdan bağımsız bir AB’nin, ABD dış politikasını tümüyle takip etmekten ziyade daha bağımsız kararlar alabileceği savunulmaktadır. AB’nin gelecekte daha bağımsız kararlar alabilmesine olanak sağlayacak bir savunma sanayisi geliştirmesinin gerekçesinin Ukrayna-Rusya savaşı ile ortaya çıktığı, ancak ABD’den tepki görmemek için Rusya’ya ambargolar koyarak büyük bedeller ödeyerek kendi takvimini takip ettiği ifade edilmektedir. Bu durumun uzun dönemde ABD’nin çıkarlarına aykırı, ŞİÖ’nun çıkarıyla uyumlu olacağı ön görülmektedir. Bu görüşü savunan akademisyenler, AB’nin tarihinde hiç olmadığı kadar birlik görüntüsü verdiğini iddia etmektedirler.
- Orta Asya’da ŞİÖ’nun Genişlemesinin Algılanışı ve Çin-ABD Dinamikleri Üzerine Etkileri
Son yıllarda, uluslararası ilişkilerde Çin ve ABD arasındaki gerilimlerin artması, özellikle Orta Asya bölgesindeki ülkelerin dış politika tercihlerini ve stratejik önceliklerini etkilemektedir. Bu bağlamda, ŞİÖ genişlemesi ve bu genişlemenin bölge üzerindeki etkileri, akademik çevrelerde yoğun bir şekilde tartışılmaktadır.
ABD’nin Trump döneminde Çin mallarına ek vergi uygulaması ve Tayvan’a yönelik diplomatik ve askeri adımları, Çin-ABD ilişkilerini tarihsel bir gerilim noktasına taşımıştır. Bu gerilim, Orta Asya ülkelerinin, özellikle enerji politikaları ve bölgesel güvenlik konularında, dış politika tercihlerini yeniden değerlendirmelerine neden olmuştur.
Orta Asya’da dominant bir aktör olarak görülen Rusya’nın etkisinden bağımsızlaşma arayışı içinde olan bu ülkeler, enerji kaynaklarını daha geniş bir pazar yelpazesine sunarak dış politika esnekliğini artırmayı hedeflemektedir. Orta Asya ülkeleri, enerji kaynaklarını Rusya’ya bağımlı olmadan Çin’e ve Türkiye üzerinden Batı’ya satarak bağımsız karar alma yeteneklerini artırmak istemektedirler. Bu bağlamda, Çin ile kurulan ilişkiler stratejik bir öneme sahip olup, Çin’in Xi’an kentinde düzenlediği toplantı bu stratejik ilişkinin bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir.
Ancak, Çin’in ABD ile artan gerilimi ve Rusya-Ukrayna savaşında sergilediği Rusya yanlısı tutum, özellikle Kazakistan gibi ülkelerde endişelere neden olmaktadır. İran’ın ŞİÖ’ya üyeliği, bu endişeleri daha da derinleştirmekte ve bölgesel dengelerin nasıl şekilleneceği konusunda soru işaretleri yaratmaktadır.
Orta Asya ülkeleri, bölgesel ve küresel krizlerden kaçınma eğiliminde olup, bu krizlere neden olan aktörlere karşı mesafeli bir tutum sergilemektedirler. Bu nedenle, Çin’in bölgedeki etkinliğini sürdürebilmesi için bu ülkelerin endişelerini dikkate alması ve bu endişeleri giderici politikalar geliştirmesi gerekmektedir. Bu, hem bölgesel istikrarın korunması hem de Çin’in bölgedeki stratejik çıkarlarının sürdürülebilirliği açısından kritik bir öneme sahiptir.
- ŞİÖ İçerisinde Hindistan’ın Pozisyonu ve Çin-Hindistan Dinamikleri Üzerine Bir Değerlendirme
ŞİÖ içerisinde Hindistan’ın konumu, son yıllarda uluslararası ilişkiler literatüründe ve özellikle Çinli akademisyenler arasında yoğun bir şekilde tartışılan bir konu haline gelmiştir. 2017 yılında Pakistan ile birlikte ŞİÖ’ya katılan Hindistan’ın sergilediği tutum, bölgesel dinamikleri ve özellikle Çin-Hindistan ilişkilerini etkileyen önemli bir faktördür.
Çinli uzmanlar, genel olarak Hindistan’ın ŞİÖ’ya tam anlamıyla entegre olmadığı ve örgüt içerisinde tam üye gibi hareket etmediği konusunda bir konsensüse varmış durumdadırlar. Bu durum, özellikle Hindistan’ın Rusya ile olan yakın ilişkileri göz önüne alındığında dikkat çekicidir. Bazı analistler, Hindistan’ın Rusya’nın davetiyle ŞİÖ’ya katıldığını, ancak Rusya-Ukrayna savaşı sonrası Rusya’nın bölgedeki nüfuzunun azalmasını fırsat bilerek ABD ile daha yakın ilişkiler kurma eğiliminde olduğunu belirtmektedirler.
Çin-Hindistan ilişkileri bağlamında, Çin’in Hindistan’la herhangi bir diplomatik sorunu olmadığına dair inancı, bu iki büyük Asya gücü arasındaki ilişkilerin temelini oluşturmaktadır. Ancak, Hindistan’ın ŞİÖ içerisindeki tutumu ve özellikle G-20 zirvesinde ileri sürdüğü “tek dünya, tek aile, tek gelecek” yaklaşımı, Çinli uzmanlar tarafından eleştirilmektedir. Bu yaklaşımın, Çin’in “İnsanlığın Ortak Kader Topluluğu” politikasıyla uyumlu olduğu kabul edilse de, Doğu-Batı arasındaki sorunların temelinde ABD’nin bölgedeki kışkırtıcı politikalarının yattığına dikkat çekilmektedir.
Sonuç olarak, ŞİÖ içerisinde Hindistan’ın konumu ve bu konumun Çin-Hindistan ilişkileri üzerindeki etkileri, bölgesel dengeler ve uluslararası ilişkiler açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu bağlamda, iki ülke arasındaki ilişkilerin geleceği, hem bölgesel hem de küresel dinamikleri şekillendirecek bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
GÖRÜŞ
Neo-Trumpizm, Trump’ı da yutacak: Amerikalı muhafazakârın İsrail sorunu
Yayınlanma
4 gün önce07/12/2023
Yazar
Sarp Sinan Hacır
Trump iktidarıyla birlikte Amerikan muhafazakârları ağır bir değişim geçirdi. Bush dönemlerinden aşina olduğumuz şahin Amerikan milliyetçileri, yerini izolasyoncu Amerikan milliyetçilerine bıraktı. “Önce Amerika” sloganı Trump iktidarının belki de en belirgin yapıtaşıydı. Donald Trump, on yıllar boyu devam eden ve Amerikan halkına gram faydası olmayan okyanus aşırı maceraların yarattığı rahatsızlığı oya çevirmeyi başarmıştı.
Trump’ın 4 yılı, diğer başkanlara nazaran sakin olsa da tamamen “izolasyonda” geçmedi. İranlı General Kasım Süleymani Trump yönetimi altında öldürülürken Kudüs ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanındı. Ancak Trump’ın kitlesi “Önce Amerika” cümlesini o kadar fazla duymuştu ki karnı yeni maceralara toktu, kalkışan kişi çok sevdikleri Trump olsa bile…
İşte bugün Trump’ın yarattığı izolasyoncu muhafazakâr canavarını konuşacağız. Bu kitleye canavar diyorum çünkü artık Trump’ın kontrolünde değiller. Kahramanları İsrail yanlısı olarak tanınsa bile İsrail’i desteklemek istemiyorlar. Bu kırılmayı ABD’nin bazı meşhur muhafazakâr figürleri fark ettiler ve doyasıya üzerine oynuyorlar. Peki, kim bu figürler?
Muhafazakâr medyada İsrail kavgası
Hikâye doğal olarak 7 Ekim’de başladı. Hamas’ın Aksa Tufanı saldırısı sonrası Demokrat Parti’de kıyamet kopuyordu. Malum, Müslüman oylarına ihtiyacı olan Demokratlar, İsrail’den yana tavır alırken kırk takla atıyorlardı. Ancak Cumhuriyetçiler için böyle bir sorun yoktu. Partinin her kesimi İsrail destekçisiydi. Değil mi?
Pek sayılmaz. Evet, Trump’ından Mitch McConnell’ına partinin tüm demirbaşları kayıtsız şartsız destek açıklıyor, Biden’a caydırıcı olmadığı için eleştiride bulunuyorlardı. Ama bir sorun vardı. Kitlede aykırı sesler çıkmaya başlamıştı. Sonuç olarak 1 buçuk yıldır Ukrayna üzerinden kendilerine anlatılan politikaların tam tersi yapılıyordu. Bazıları sordu; “neden İsrail’e para harcıyoruz? Kendi altyapımız bu kadar zayıfken, sınır güvenliğimiz delik deşik olmuşken, gençlerimiz uyuşturucu bağımlılığından sokaklarda sürünürken neden başka ülkelerin sorunlarına odaklanıyoruz ki?”
Bu rahatsızlığı medyada birileri yakalamayı başardı; Tucker Carlson ve Candace Owens. Tucker Carlson’ın ABD’de bir efsane olduğunu söylesek yanlış olmaz. Fox News’da yıllardır yaptığı anchormanlikten ayrılan gazeteci Carlson, yıllar içinde ABD’li liberalin nefret objesine, muhafazakârın ise idolüne dönüştü. Carlson, Trump tipi (ancak Trump’ı sevmeyen) bir muhafazakârdı. ABD’nin çoğu dış politika hamlesini hatalı buluyor, ABD müesses nizamıyla doğrudan kavga ediyordu. FBI’ın Carlson’u takip ettirdiği bile ortaya çıkmıştı.
Carlson, Fox’ta çalıştığı dönemde sadece müesses nizamı eleştirmekle kalmadı, daha ağır konuşan sol merkezli figürleri de ekrana çıkarmaya başladı. Bu size pek şaşırtıcı gelmeyebilir ancak Fox’un muhafazakârların en çok izlediği kanal olduğu düşünüldüğünde sol figürleri orada görmek devrim niteliğinde bir olaydı.
Tucker Carlson ve temsil ettiği fikirler sol-sağ fark etmeksizin müesses nizam nefretinde birleşmişti. Carlson, Fox’tan ayrıldıktan sonra Elon Musk’ın X’inde program yapmaya başladı. Musk’ın da reklamını yaptığı şov izlenme rekorları kırdı. İşte bu Carlson, ufak ufak İsrail desteğine dokundurmaya başladı. “İsraillileri çok severim çünkü kendilerini düşünürler. Biz neden kendimizi düşünmüyoruz?” diyerek ilk kurşunu sıktı. Carlson, ABD’nin onca sorunu arasında başka ülkeleri korumak gibi bir misyonunun olmadığını söylüyordu.
Bu cümleler halkta karşılık bulmuştu. Carlson muhafazakâr camiada tabu bir konuya giriyordu. ABD’nin İsrail’e milyarlarca dolar destek vermesi tartışmaya açık bir konu değildi. Ancak artık pandoranın kutusu açıldı. Hani “Önce Amerika’ydı?”
Asıl kavga ise siyasi yorumcu Candace Owens ile başladı. Owens, İsrail’e muhalefeti bir adım daha ileri taşıdı. Carlson’ın pragmatik bakış açısının ötesinde İsrail’i doğrudan soykırımla suçladı. Konuyla ilgili yaptığı paylaşımda “hiçbir şey bir devlete soykırım yapma hakkı tanımaz” dedi.
Owens, İngilizce Youtube izleyicilerinin “Shapiro feminist üniversitelilere haddini bildiriyor #83” başlıklı videolardan tanıyacağı muhafazakâr fikir önderi Ben Shapiro tarafından topa tutulacaktı. Shapiro, Owens ile aynı kanalda yani Daily Wire’da çalışıyordu. Kendisi bir Yahudi ve açık İsrail destekçisi olan Shapiro, Owens’ın 7 Ekim sonrası yaptığı yorumları “utanç verici” olarak nitelendirdi. Bunun üzerine Owens da Tucker Carlson’ın programına çıkıp Shapiro’ya “duygusal ve kontrolden çıkmış biri” diyerek cevap verdi. Shapiro’nun “Gerçekler, duygularınızı umursamaz” isminde bir kitap yazdığı ve bu cümleyi tüm münazaralarında kullandığı düşünüldüğünde kendisine duygusal denmesi herhangi bir hakaretten daha ağır sayılabilir.
Kitlelerde izolasyonculuğun karşılığı
Candace Owens ve Tucker Carlson gibi popülist karakterlerin böyle politikaları benimsemeleri muhafazakâr kitlelerde bunun bir karşılığı olduğunu gösteriyor. Bu figürler, Trump’ın başlattığı “Önce Amerika’yı” bir adım daha ileri taşıdılar. Trump sonrası muhafazakâr siyaset için örnek oluşturdular. Hemen hemen benzer düşüncelerdeki Elon Musk’ın X’inde kendilerine yer buldular. Bu “Neo-Trumpizm’in” bayrağını kim taşıyacak henüz bilmiyoruz.
Bildiğimiz bir şey var ki Amerikan muhafazakârının kafası karışık. Önceden tamamen İsrail yanlısı bilinen bu kitlede İsrail’e silah verilmesine karşı olanların sayısı yüzde 43’ü buldu. Bu sayı tarih boyu İsrail desteklemiş bir parti için çok yüksektir. Bundan sonra Cumhuriyetçi siyasetçiler ne kadar Yahudi lobi gruplarının desteğini isterlerse istesinler, bu kitleyi görmezden gelerek siyaset yapamazlar. Bunu hisseden siyasetçilerden biri genç başkan adayı Vivek Ramaswamy oldu. Kendisi Trump tipi popülist politikalarla ön seçimlerde Trump’ın arkasında ikinciliğe yerleşti. Ancak bu bayrağı devralabilecek kadar tutunabilecek mi onu göreceğiz. Cumhuriyetçilerin yeni yıldızı olarak parlatılan Ron DeSantis de kısa süre içinde unutuldu gitti.
Tabii bunları düşünmek için çok erken. Hala tahtta oturan bir kral var ve o kral 2024’te zafer ilan etmeye niyetli. Eğer Trump, 2024’te başarısız olursa hemen şimdi, kazandığı takdirde ise 2028’de bu değişimi daha net göreceğiz. Trump 2024 için başkan yardımcısı olarak “Tucker Carlson’ı isterim” demişti. Olur mu olmaz mı bilinmez ancak Carlson ismini bundan sonraki seçimlerde daha sık duymaya hazır olun. Her şekilde Neo-Trumpizm, her savaş başladığında biraz daha büyümeye devam ediyor. Bu da bize gelecekte Trump’ın aksine yarım yamalak olmayan ve gerçekten izolasyoncu politikalar güden bir akımın güçleneceğini söylüyor. Neyse, hele bir 2. Trump devrini görelim, Neo-Trumpizmi o zaman düşünürüz.

Dünyanın en etkili ve en tartışmalı diplomatlarından, uluslararası ilişkilerin ve diplomasinin ileri gelen isimlerinden biri olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger 30 Kasım 2023 tarihinde 100 yaşında hayatını kaybetti. Kissinger, 1969-1977 yılları arasında ABD’nin Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Başkan Richard Nixon yönetimindeki Dışişleri Bakanı olarak oynadığı rol ile tanınıyor. Aynı zamanda 1970’li yıllardaki ABD-Çin yakınlaşmasının mimarı olarak biliniyor. Ancak kaleme aldığım bu değerlendirme için Kissinger konusunun bizi ilgilendiren kısmı, Bangladeş’in Kurtuluş Savaşı olarak tarihe geçen 1971 savaşında Pakistan’ı desteklemesi ve Çin’i Hindistan’a saldırmaya teşvik etmesi.
Yani, Henry Kissinger’ın mirası Hintler için toksik. Öyle ki Hintler için onun 1971 savaşındaki rolü, onu son derece tartışmalı bir isim hâline getirdi. Öncelikle biraz arka plana ihtiyacımız var. 1971 savaşı Pakistan’daki iç gerilimlerden kaynaklandı. İngilizlerin alt kıtadan çekilmesi ile Hindistan için söz konusu olan 1947’deki Hindistan ve Pakistan olarak yaşanan bölünmeden sonra Pakistan coğrafi olarak iki ayrı kanattan oluşuyordu: Batı Pakistan (Punjab, Sind, vs.) ve (1971’den itibaren Bangladeş olarak bağımsız bir ülke olan) Doğu Pakistan (Bengal). Ancak Pakistan, Batı Pakistan’dan gelen elitlerin hâkimiyetindeydi. Pakistan vatandaşlarının çoğunluğunun Doğu Pakistan’da yaşamasına karşın Pakistan halkı ayrımcılığa uğradığını ve güçlerinin kesildiğini hissediyordu. Pakistan’ın 1970’teki ilk demokratik seçiminde, Doğu Pakistan’daki hoşnutsuzluk dalgası Awami Birliği’ne ezici bir zafer kazandırdı. Sheikh Mujibur Rehman liderliğindeki Awami Birliği, Doğu Pakistan’a daha fazla özerklik verilmesini savundu. 1970’teki ezici zaferi ona ulusal mecliste çoğunluğu sağladı. Ancak Pakistan, iktidarı devretmeyi reddeden ordusu tarafından yönetiliyordu. Bu durum politik krizi beraberinde getirdi. Doğu Pakistan protestolarla çalkalandı. Krizi çözmeye yönelik görüşmelerde uzun bir çıkmazın ardından Pakistan Ordusu Mart 1971’de Doğu Pakistan’da ölümcül bir baskı başlattı. Dhaka’daki Amerikalı diplomatların “soykırım” olarak nitelendirdiği bu baskı politik aktivistleri ve azınlıkları hedef alıyordu. Tarihe “Searchlight Operasyonu” olarak geçen bu askeri baskıda yüzbinlerce kişi öldürüldü. Awami Birliği’nin lideri Sheikh Mujib, Bangladeş’in kurulması adına bir Bağımsızlık Bildirgesi imzaladı. Bu, milyonlarca kişinin mülteci olarak Hindistan’a kaçmasına neden olan bir iç savaşı tetikledi. Ve bu da bizi yol açtığı 1971 savaşına getiriyor ki işte, Henry Kissinger’ın devreye girdiği yer de burası.
Kissinger ve Nixon’ın rolü
Bu kısa arka planın ardından, konunun hızla Kissinger’ın rol aldığı kısmına geçelim. Kriz patlak verdiğinde Kissinger ve Başkan Nixon Pakistan Ordusu’nu desteklemeye istekliydi. Bunun en temel nedeni, ABD’nin 1970-71 yılları arasında komünist Çin ile ilişkilerin önünü açmak için Pakistan’ın askeri yöneticisi Yahya Khan’ı kullanmasıydı. Bu “arka kanal” stratejisinin Çin açısından önemi dikkate alındığında ABD, birlikleri Doğu Pakistan’da binlerce kişiyi öldüren Yahya Khan’a “herhangi bir baskıda bulunmamak” konusunda istekliydi. Dhaka’daki Amerikan diplomatların Washington’ın şiddeti durdurmak için müdahale etmesini talep etmelerine karşın Nixon ve Kissinger çok az şey yaptı. Ve Kissinger, Pakistan Ordusu’na yardımda kilit rol oynadı. ABD’nin önde gelen yayıncılarından New York Times 1971 yılı boyunca, ordunun cinayetleri başladıktan sonra dahi ABD’nin Pakistan’a silah sevkiyatı yaptığını bildiriyordu. Bu, ABD’nin 1965’teki Hindistan-Pakistan savaşından sonra Pakistan’a uyguladığı silah ambargosunu da ihlâl ettiği anlamına geliyordu. Başkan Nixon ayrıca iç savaşın olumsuz etkileri nedeniyle Pakistan’a ekonomik yardım sağlamak için de çalıştı. Bu, Amerikan Kongresi’nin Pakistan’da işlenen zulümler dikkate alındığında yabancı yardımı durdurma yönünde oy kullanmasına karşın gerçekleşti. Ama zaten Nixon bunu “amaca zararlı” olarak eleştirmişti.
Bangladeş askeri direnişi büyüdükçe Hindistan’ın devreye girdiğini görüyoruz. Hindistan da Bangladeş’in bu büyüyen askeri direnişine yardım etmeye başladı ki milyonlarca mültecinin Hindistan’a akın edişi Hint hükümetini zaten alarma geçirmişti. Hindistan ayrıca Doğu Pakistan sınırına da asker yığdı. Ve bundan öfkeye kapılan Kissinger, Hintlerden “gayrimeşrular” diye söz ediyordu ki o dönemde Kissinger’ın en büyük önceliği Çin’di ve Pakistan da bunun anahtarıydı. Temmuz 1971’de Kissinger, Çin’e tarihi bir ziyarette bulundu ve bu ziyaret, “iki eski düşman” arasında diplomatik bağların yolunu açtı. Daha sonra Amerikan politikası hızla “açıktan” Pakistan yanlısı bir politikaya dönüştü ki Kissinger ve Nixon, kriz büyüdükçe ABD’nin Pakistan’ın arkasında durması gerektiğine inanıyordu. Pakistan, 1950’lerden beri Soğuk Savaş’ta Komünizme karşı mücadelede Washington’ın sıkı bir müttefikiydi. Dolayısıyla Washington’ın “güvenilirliğini” korumak için müttefiki desteklemek gerekiyordu. Amerikan inancı bu yöndeydi. Kissinger, eğer ABD Pakistan’ı desteklemeseydi Çin gibi ülkelerin onu zayıf göreceğine inanıyordu. Bu, yeni Çin-ABD ilişkisini riske atmak olurdu. Bu iki isim ayrıca Hindistan’ın, Soğuk Savaş’ta ABD’nin müttefiki olan Pakistan’ı küçük düşürmek için Sovyetler Birliği ile birlikte çalıştığına da inanıyordu.
Kasım 1971’de kriz tırmanırken Hindistan Başbakanı Indira Gandhi Washington’da Nixon ve Kissinger ile zor bir görüşme gerçekleştirdi. Bu çok zorlu bir görüşmeydi. Amerikalılar Hindistan’ı Pakistan’a baskı yapmaması konusunda uyarıyordu. Ama bu zorlu görüşme her iki tarafın konumunu değiştirmek adına pek de etkili olmadı. 3 Aralık 1971’de Pakistan Hindistan’a saldırdı ve savaş başladı. Hindistan ve Bangladeş direniş güçleri Pakistan ordusunu yenilgiye uğratmaya başlayınca Nixon ve Kissinger hasar kontrolüne geçti. Kissinger açıkça yetkililere Nixon’ın Pakistan’a destek çıkmak istediğini söyledi. Hindistan’a ekonomik yardımlar kesildi, Pakistan’a silah göndermeye başlandı, İran gibi Ortadoğu’daki üçüncü ülkeler Pakistan’a askeri destek göndermeye yönlendirildi. Ayrıca ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) ateşkes kararı verilmesi için baskı yaptı. Bu, Hindistan girişimini durdurabilirdi. Ancak Sovyetler Birliği bu öneriyi engelledi. Ama Nixon ve Kissinger daha sonra Sovyetler’i Hindistan’a baskı yapmaya ve savaşı durdurmaya ikna etmeye çalıştı.
Toksik miras
Ve dahası, Çin’e de yaklaştılar ve Pekin’in Yeni Delhi’yi tehdit etmek için Çin-Hindistan sınırına asker göndermeyi düşünüp düşünmeyeceğini sordular. Burada Kissinger’ın niyeti Nixon’a söylediği ifadelerden açıkça anlaşılıyordu: “Şimdi Hintleri ikna etmeliyiz, onları Batı Pakistan’a saldırı yapmamaları için korkutmalıyız.” Ancak Çin bunu yapmayı reddetti. Bunun üzerine Nixon ve Kissinger, uçak gemisi USS Enterprise başkanlığındaki bir görev gücünü derhâl Hint Okyanusu’na gönderme kararı aldı. Bu, Hint stratejistleri savaşı hızla bitirmeye itti. Hindistan güçleri zafere yaklaşırken ABD, 13 Aralık’ta BMGK Kararı yoluyla çatışmayı durdurmak için başka bir çaba gösterdi. Ancak karar veto edildi ve yalnızca üç gün sonra Doğu Pakistan’daki Pakistan güçleri Hindistan’a teslim oldu.
Politikalarının başarısız olmasına karşın hem Nixon hem de Kissinger, Batı Pakistan’ı Hindistan egemenliğinden kurtarmaya yardım ettiklerini iddia etti. Ayrıca Kissinger, yeni Hindistan-ABD ortaklığının son yıllardaki gücünden de övgüyle söz ediyordu. Ancak tarihte hiç olmadığı kadar gelişen bu Hint-Amerikan ortaklığına, Henry Kissinger’ın Hintler üzerinde bıraktığı bu toksik mirasına karşın tanıklık ediliyor.

‘Atina’da masada KKTC olsaydı bu olumlu hava yaratılamazdı’

Çin akademisinde ŞİÖ’nün genişlemesi üzerine perspektifler

‘Gazze’yi Batı Şeria ile buluşturan başkenti Kudüs olan bir çözüm, tek geçerli çözümdür’

Uzmanlar yanıtlıyor: Savaş nasıl bitecek? Bir sonraki nasıl önlenebilir?

Putin adaylığını duyurdu, Reuters ‘Batı yaptırımlarının başarısızlığına’ bağladı
Çok Okunanlar
-
AMERİKA2 hafta önce
Kısa Kissinger portresi: Akıllı, gerçekçi, gaddar
-
DÜNYA BASINI7 gün önce
İran’ın Gazze savaşına doğrudan dahil olmamasının 7 nedeni
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Batı aklının ‘büyülü kurbanı’ Ukrayna
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Filistin’in geleceği – 3
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
‘Gazze’deki çatışma Batı medeniyetinin gerçek yüzünü gösterdi’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Napoléon Efsanesi