GÖRÜŞ

Soğuk Savaş’ın kalıplarını kırmak

Yayınlanma

“Şu anda dünyada iki büyük millet var… Rusları ve Amerikalıları kastediyorum. Amerikalı, doğanın karşısına çıkardığı engellerle mücadele ediyor; Rus’un karşıtlarıysa insanlar. İlki doğa ve yaban hayatla mücadele ediyor, ikincisi bütün silahlarıyla uygarlıkla. İlkinin ana aracı özgürlük, ikincisinin kölelik. Başlangıç noktaları farklı, güzergâhları aynı değil; yine de ilahi bir irade her birinin yeryüzünün yarısına hükmetmesi için onları seçmişe benziyor”
Tocqueville, Amerika’da Demokrasi, 1835

20. yüzyılın düşünsel iklimi önemli ölçüde Soğuk Savaş’ın keskin, düşmanca karşıtlıklarıyla şekillendi. Maalesef, bu süreçte dünyayı iki karşıt kutba bölen liberal Batı düşüncesi, bakış açımızdaki iki temel noktayı gölgelemeyi başararak, insanlığın ufkuna sınır çekebilmiştir.

İlk nokta, bugün neredeyse tüm politik kesimler tarafından artık kanıksanan Amerika ile Rusya arasında hiçbir tarihsel, kültürel, coğrafi benzerliğin olmadığı ön kabulüdür.

İkinci noktaysa, Amerika ile Rusya uzlaşmaz karşıtlık içinde gösterildiği ölçüde, ‘tarihsiz ve vahşi’ Amerika’nın, yaşlı kıta Avrupa’nın kültürel çemberi içine dahil edilerek, tek ve homojen Batı medeniyetinin var olduğu iddiasıdır.

En son yaşanan Ukrayna kriziyle birlikte, Batı medyası ve onun entelektüel kesimi, Rusya karşıtlığı üzerinden insanlığı yeniden Soğuk Savaşın düşünsel çitlerine hapsetmeye çalışmaktadır.

Şüphesiz diriltilen Soğuk Savaş korkusuyla, Batı kapitalizminin yaşadığı derin krize çözüm bulunamaması gözden kaçırılmak istenmektedir. Öte yandan ‘yekpare’ Batı hegemonyasının dağılması sonucu ortaya çıkan Avrupa ile Amerika arasındaki çatışmaların üzerine perde çekilmek istenmektedir.

Bu noktada, jeopolitiğin dar koridorlarından çıkıp, tarihsel bakışın ve edebiyatın zengin kaynaklarına başvurarak, Amerika ile Rusya’nın tarihsel, coğrafi, kültürel benzerliklerinin altı çizilmelidir.

Bunun için alışagelmiş bakışın tersine, Amerika ile Rusya arasındaki nüanslardan ziyade bu ikisinin Avrupa medeniyetinden nasıl köklü biçimde farklı olduğu gösterilmelidir.

Böylelikle çözülen Batı hegemonyasındaki çatlaklar daha görünür hale gelirken hem Avrupa merkezci bakışın hem de bu düşüncenin ürünü olan geleneksel Batı-Doğu karşıtlığının önyargıları aşılabilir.

Bu yüz yıllık paradigma kırıldığı ölçüde, krizin nedenlerinin dışarıdaki ‘kadim düşmanlar’ Rusya ve Çin değil, Batı kapitalizminin kendisi olduğu daha net biçimde görülebilir.

Rusya ve Amerika: Unutulan tarihsel ve coğrafi benzerlik

19. yüzyılın hemen başında, her iki ülke, uçsuz bucaksız coğrafyasında, Avrupa’nın aksine, kesinleşmiş sınırlardan yoksundu. Amerika’da Kızılderililer; Rusya’nın Kafkasya bölgesindeki savaşçı halklar, Kazak ve Don ile Volga üzerinde Eski İnanç taraftarları; her iki ülkenin sınır bölgelerinde sürekli savaşlara neden olmaktaydı. Bundan dolayı Amerika ve Rusya’nın coğrafi birliği istikrarsızdı.

Her iki ülkede de, devletin dayandığı siyasi kurumlar oldukça yeniydi ve kurumsallaşma sürecinde kırılganlıklar gözlenmekteydi.

Aynı şekilde iki ülke geçmişin mirasını biriktirip kamusal bilinci yaratacak köklü şehirlerden de yoksundu. Baltimore ve Petersburg, kuruluşu her iki halk tarafından hatırlanacak kadar yeni, her iki ülkenin sanatçısını tiksindirecek ölçüde yapay ve kimliksizdi.

İki ülkenin benzerlikleri, tarihlerindeki trajik kırılma anlarında da paralellik göstermiştir. 19 Şubat 1861 tarihinde Rusya’da serfliğin kaldırılmasıyla başlayan reform hareketleri ülkeyi derin siyasi krizlere sürüklerken; Nisan 1861’de patlak veren İç Savaş Amerika’yı derin siyasi ve toplumsal krizlere sürüklemişti.

Diğer yandan, Amerika ile Rusya’nın Avrupa kültüründen ayrıldığını en açık şekilde iki ülkenin sanatçıları dile getirmiştir.

Klasik Avrupa kültürünü mihenk taşı kabul eden Henry James bile “Amerikalı olmak çok karmaşık bir durum, insanın üzerine yüklediği sorumluluklardan biri Avrupa’nın akıldışı bir şekilde yüceltilmesine karşı savaşmayı gerektiriyor” sözleriyle Amerikalı sanatçıların Avrupa’nın kültürüyle yaşadığı gerilimli ilişkiyi dile getirmiştir.

Dostoyevski’ye göre, ölçü ve dengeyi referans alan klasik Avrupa kültürü, Rusya’nın özgün karakterini yansıtan farklı ve klasik kalıpları yıkan sanatsal formlarını anlamaktan uzaktır: “… Öncelikle ulusal olan her şeyimizi (bu demektir ki gerçekten sanatsal olan her şeyimizi) bence Avrupalı kavrayamaz.”

Dostoyevski’ye göre bu durumun sebebi Avrupa’nın ‘akıldışı’ şekilde kendisini üstün görmesidir: “Avrupalılar, hala Rusya’yı geniş boyutta öğrenme gereksinimi duymadıkları için Rusya’yı, Rus yaşamını az bilirler. Gerçekten de Avrupa’da bizi ayrıntılı öğrenmeye özel gereksinim asla duyulmamıştır.” 

Avrupa’nın düşünsel ataleti

Dostoyevski’nin yerinde eleştirisine rağmen, Amerika ve Rusya 19. yüzyıl Avrupalı düşünürlerinin hayal gücünü tahrik eden, karşı konulmayacak ölçüde cezbedici, Avrupa’dan uzakta devasa büyüklükte gizemli iki ülkeyi simgelemekteydi.

Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısındaki farklı politik tutumlarına rağmen, önsezileri güçlü düşünürler yükselmekte olan bu iki ülkeyi daha iyi tanımak için bu ülkeleri bizzat ziyaret ettiler ya da iki ülkeye dair her bilgiyi detaylı şekilde incelediler.

Astolphe de Custine, Alexis de Tocqueville, Matthew Arnold, Henry Adams gibi düşünürlerin gündeminde bu iki ülkeyi Avrupa’dan ayıran benzerlikler vardı.

Fransız aristokrat ve yazar Astolphe de Custine, 1839’da Rusya’yı ziyaret etmiş ve geziye dair incelikli gözlemlerini 1843 yılında yayımlanan ‘La Russie en 1839’ kitabında aktarmıştır.

Tocqueville, Mayıs 1831-Şubat 1832 arasında, Amerikan cezaevi sistemini incelemek üzere Amerika’ya gitmişti. Amerika’da bulunduğu süre içinde not aldığı gözlemler ‘Amerikan Yabanında’ ismiyle yayımlanır.

Amerika’dan dönüşü sonrası kaleme aldığı ‘Amerika’da Demokrasi’ kitabinin ilk cildi 1835 yılında, ikinci cildi ise 1840 yılında yayımlayan Tocqueville, Amerika’nın toplumsal yapısını ayrıntılı şekilde inceler; geleneklerin, alışkanlıkların yasaların ortaya çıkmasındaki rolünü araştırır.

Tocqueville, Amerika’daki ‘devlet-sivil toplum’ ilişkisinin Kıta Avrupası’ndan farkının, Amerika’da bambaşka hukuki sistemin ve yönetim kurumlarının doğmasına yol açtığını dile getirmişti.

Henry Adams ise 1880’de kaleme aldığı ancak ölümünden sonra 1918 yılında yayımlanan politik romanı Democracy: An American Novel’ adlı eserinde, derin bir öngörüyle bu iki yeni gücün zayıflamış Avrupa üzerinden birbirleriyle mücadeleye giriştikleri zaman, uygarlığın kaderinin ne olacağını tartışmıştı.

Amerika’ya dair en kapsamlı çalışmayı ortaya koymasına rağmen Tocqueville, yaşanacak iç savaşa ihtimal vermemişti. Tocqueville’in Rusya’ya dair fikirleriyse gezginlerin gözlemlerinden öteye ulaşamamıştır.

Her iki ülkenin Avrupa tarihinden farklılığını, tarihsel bakış ve iktisadi verilerle detaylı ve ciddi biçimde inceleyen ilk kişi şüphesiz Karl Marx’dır.

Uzun bir dönem New York Tribune gazetesine düzenli makaleler yazan Marx, Amerika’da kapitalizmin hızlı ve özgün gelişimini yakından takip etmekteydi. Marx, bu yeni coğrafyadaki sermaye birikimi sürecinin seyrini analiz etmeden Kapital’in diğer ciltlerini yazmak istememişti.

Aynı şekilde Marx, neredeyse son on yılındaki önemli bölümünü Rusya’daki ‘obşçina’ denilen Köy Komünlerini araştırarak geçirmiştir. Başta Çernişevski olmak üzere Rus radikal demokratların, Rusya’nın bu köy komünlerini temel alarak kapitalizm durağına uğramadan, sosyalizme geçme tezinin ne derece somut imkânları olduğunu Marx derinlemesine araştırarak incelemişti.

Birincil kaynakları doğrudan okuyabilmek için Rusça öğrenen Marx, ‘o tarihsel anda’ Rusya’nın Batı Avrupa’daki tarihsel gelişimden farklı bir yol izleme ihtimalini, temkinli bir şekilde olsa da, dile getirmişti.

19. yüzyıl boyunca çarpıcı benzerlikler gösteren bu iki ülkenin dünya savaşının arifesinde, çok farklı toplumsal sistemlere doğru yol ayrımına gittiğini yine Marx en somut biçimde tahlil etmişti.

Yeni perspektiflerin yakıcı ihtiyacı

Avrupalı düşünürlerin kendi uygarlıklarına dair sarsılmaz güveni, onların kendi uygarlıklarının açmazlarını, toplumsal sistemlerindeki krizlerin derinliğini görmeyi engellemişti. Yine bu kibirli güvenden dolayı, Avrupa’dan farklı tarihsel bir yol izleyerek yükselen iki gücün yükselişi de doğru değerlendirilememişti.

20. yüzyıl boyunca da Tocqueville’den hareketle ‘özgür Amerika’, ‘totaliter Rusya’ söylemini tekrarlayan, Avrupa’nın muhafazakar-liberal hatta sol kesimi, bugün de yükselen Çin’i aynı dar bakış açısıyla okumaktadır.

Bu bakış açışında hareketle bir kesim, Çin ‘demokrasinin olmadığı otoriter rejimin disiplini’ sayesinde büyüdüğünü iddia ederken; diğer kesim Çin’in ‘sosyalizmden vazgeçip kapitalist ilişkileri tesis ederek’ yükseldiğini dile getirmektedir. Özetle her iki kesim de Avrupa’nın liberal-kapitalist sisteminden referansla dünyayı açıklama hatasını sürdürmektedir.

Soğuk Savaş’ın retorik diline hapsolanlar, yeni dünyayı şekillendiren dinamikleri ve çelişkileri anlamaktan uzaktır.

İçinde bulunduğumuz dünya Gramsci’nin ‘interregnum’ dediği, eskinin ölmekte olduğu, yeninin henüz doğmadığı durumdadır.

Bu geçiş döneminde, eski dünyayla radikal şekilde hesaplaşabilmek ve şekillenen yeni dünyayı berrak biçimde kavrayabilmek için, eski düşünsel kalıpları kırarak yeni perspektiflerin açığa çıkarılması gerekmektedir.

Yaşadığımız son on yılların gösterdiği gibi, bu yeni perspektiflerin Batı dünyasından çıkma ihtimali oldukça zayıftır.

Çok Okunanlar

Exit mobile version