Geleneksel marksist siyaset yazımında “sol” tırnak içinde yazılır, sağ ise tırnaksız. Bu, marksizme göre “sol” veya sağ demek elbette; ilkinin tırnak içinde olması, gerçekte pek çok açıdan ikincisi ile çakıştığını göstermek içindir. Bense her ikisini de tırnak içine almayı tercih ettim: Avrupa’da “sol” (büyük bölümüyle), gerçekte soldan başka her şeydir, “sağ” ise parçalanmıştır ve açıkçası bir bölüğü sola “soldan” daha yakındır.
Avrupa’da “solun” (büyük bölümünün) çürümesinin pek çok nedeni var; en temelde yatan neden, neoliberal küresel diktatörlüğün yol açtığı sınıfsızlaştırma (sendikal, kültürel, örgütsel vb.), sınıf ilişkilerinin yerine kültürel, etnik, cinsel “kimliklerin” geçirilmesi, solun parçalanmışlığı, halk ve sınıf örgütlerinin tasfiyesine karşı dayanışma eksikliği ve yokluğu. Ne var ki nesnellik, “solun” çürümesini meşrulaştırmaz; tersine, “solun” organik yapısında zaten ters giden bir şeyler olduğunu ve bu nedenle “radikal demokrasi”, blaircilik, liberal müdahalecilik, yeşilcilik gibi, aslında doğrudan emperyalizmle işbirliğini temsil eden farklı ideolojik akımların “solu” kolaylıkla ele geçirebildiğini gösterir.
Bunlar bilinmeyen şeyler değil, ama bir önceki yazımda başka bir vesileyle söylediğim gibi, bazen hakikat öylesine çırılçıplaktır ki, bizatihi bu çıplaklık onu fark etmenin önünde engel olur.
Böylece en çok karartılmış kavramlardan biriyle karşı karşıya geliriz. Hakikaten, nedir bu “sol” ve “sağ”; nedir bunların ölçüsü, hangi teraziye vurarak “sağın” sağ, “solun” sol olduğuna karar veririz?
Kararı veren biz değiliz de kimin kendi hakkında ne dediğine mi bakacağız; ve böylece, sözgelimi Avrupa’nın en büyük savaş kışkırtıcısı partisi ve küresel mali oligarşinin organik bileşeni olarak Alman mali oligarşisinin sadık temsilcisi, savaş sanayisinin can simidi Yeşilleri solcu mu sayacağız; veya Amerikan liberalizmi, liberal müdahaleciliğin teorisyeni Kouchner, NATO’nun genişlemesini savunan Žižek, hatta Blair, CHP, vb. kendilerini “solcu” ilan ettikleri için solcu mu diyeceğiz? O zaman solculuğun hiçbir objektif ölçüsü yok demektir, öyleyse sağcılığın da yoktur, öyleyse bu kavramlar gerçekten de anlamsızdır ve “artık sol sağ kalmadı…” diyenler düpedüz haklıdır.[1]
Yahut kimin solcu olduğu, ideolojik-siyasi ilkelerine, tutumuna değil de “soldaki” kitlelerin desteğine mi bağlıdır; mesela Britanya İşçi Partisi, Yeşiller, Alman sosyal-demokratları vb. geleneksel olarak “solcu” bir seçmen kitlesine sahip oldukları için mi solculardır? Ama bu da yeni sorular doğurur: kendini solda tanımlayanlar neye göre soldadır da bu durum onların desteğini alanlara kendini “sol” ilan etme hakkı veriyor?
Özel mülkiyet karşısındaki tutum mudur terazi? Peki ama Alman hükümeti Gazprom’a, yani başka bir ülkeye ait şirketlere el koyduğu için “solcu” mu sayılmalı; veya (sözgelimi) Vietnam, yabancı sermayeyi teşvik ettiği için “sağcı” mı diyeceğiz? Hatta daha da ileriye gidelim; ne demişti Marx? “… sizin bugünkü toplumunuzda özel mülkiyet onun üyelerinin onda dokuzu için ortadan kaldırılmıştır zaten; tam da onda dokuz için mevcut olmadığından mevcuttur o.” Demek ki genel bir “özel mülkiyetin kaldırılması” arzusu solculuğun amacı, ilkesi olamaz; eğer mesele komünistlerse, onlar zaten özel mülkiyete sahip olmayan (burada üretim araçlarıdır söz konusu olan) onda dokuzun değil, onda birin, yani burjuvazinin özel mülkiyetini kaldırmayı isterler: “Evet, gerçekten de bunu yapmak istiyoruz.” Oysa bugünkü burjuva toplumu, bütün zamanların burjuva toplumları gibi, toplumun gitgide daha büyük bir kesimini mülksüzleştirmeyi amaçlıyor, ve başarıyor bunu.
Siyasi kararlarını hayata geçirmedeki radikalizm midir yoksa ölçü? Bu durumda en “jakoben” olanın en solcu olması gerekmez mi; veya hadi açıkça tartışalım: Avrupa’da faşist hareket, veya Rusya’da liberal haydut şebekesinden başka bir şey olmayan Yabloko vb. radikal diye solcu sayılacak da Sovyet sosyalizmi gelenekçi diye sağcı mı sayılacak? Radikalizm ideolojinin kendisi değil ideolojik bir bileşendir sadece, kesip biçerek her bedene (faşizm, sosyalizm, anarşizm, burjuva demokrasisi, vb.) oturtabilirsiniz.
Veya enternasyonalizm ve milliyetçilikle mi eşitleyeceğiz solculuk ve sağcılığı? Ama, birincisi, 20’nci yüzyıl tarihi emperyalizme karşı milli kurtuluş savaşlarının ve zaferlerinin tarihidir ve öyle diye hiç de sağcı değildir bunlar, dahası onları desteklemek enternasyonal görevdi zaten; ve ikincisi, enternasyonalizm soyut bir dayanışma ruhundan ibaret değil (ruhun soyutluğu o ruhla girişilen eylemin soyut olmasını gerektirmez), her şeyden önce enternasyonalist örgütlerin (her renkten “ilerici” hareketlerin) varlığını öngörür. İyi ama tam da budur zaten eksik olan halka; bu yüzden mevcut durumda enternasyonalizm güçlü bir devrimci dürtü değil korunması gereken devrimci bir tutku ve reflekstir sadece. Dahası, bu eksik halka, neoliberalist burjuvaziye globalizmin gerçek enternasyonalizm olduğunu ileri sürme imkânı da verir; istediğiniz kadar bunun aslında enternasyonalizm değil kozmopolitizm olduğunu söyleyin sonuçta gerçekten de “enternasyonal” bir olgudur emperyalist kapitalizm.
“Eşitlik” ve “hürriyet” fikri? Evet, bir dereceye kadar doğru olmalı bu; başta iktisadi olmak üzere sosyal, siyasi, milli, kültürel eşitliği savunmak, solculuğun ölçülerindendir. Demek ki ister istemez sosyalizmle yakınlaşır solculuk; çünkü iktisadi, sosyal, siyasi, milli, kültürel eşitsizliği (sınıf eşitsizliğini) bir veri olarak alır ve buna karşı mücadeleyi öne çıkarır. Ama gene de “eşitlik” çok yuvarlak bir kelimedir. Lenin’in sözlerini hatırlayalım: “Eşitlik derken sınıfların yok edilmesi anlaşılmıyorsa eşitlik boş bir laftır. Biz sınıfları yok etmek istiyoruz, bu meyanda eşitlikten yanayız. Ama bütün insanları birbiriyle eşit kılacağımızı iddia etmek bomboş bir laftır.” Hürriyet için de aynı şey geçerli: siyasi hürriyetlerin genişletilmesi solun mücadelesinin temel alanlarındandır, ama hürriyet, seni sömürenin sömürme hürriyetini daraltmadıktan sonra zincirden başka bir anlama gelmez. Lenin’in sözlerini hatırlayalım: “Hürriyet büyük bir sözdür, ama sanayi hürriyeti bayrağı altında en yağmacı savaşlar yapıldı, emek hürriyeti bayrağı altında emekçileri soydular.” Demek ki bir siyasi hareket her şeyin altında yatan antagonizmayı, yani sınıfları yok sayıyorsa eşitlik adına yağmayı, hürriyet adına zinciri gösteriyor olabilir; o zaman her iki slogan da kolaylıkla boş bir laf yığını haline gelebilir.
Tek bir gerçek terazi vardır solculuğu ve sağcılığı tartmak için: antiemperyalizm ve antifaşizm. Tanım gereği eğer bir ve aynı siyasi hareketin emperyalizm ve faşizm (faşizmler) karşısındaki tutumu değişirse bulunduğu yer de değişir; siyasi hareketler iktidar ilişkileriyle karşıtına dönüşebilir. Ama zaten gerçek hayatta tam da böyle olur: bir “solculuk” veya “sağcılık” sabiti yoktur; bunlar yer değiştirebilir ve değiştirir. Muhafazakâr, jakoben, reformist, “liberal”, “islamcı” (kurtuluş teolojisinin sünni veya şii biçimleri hatırlayalım: Bin Bella kendisini “islamcı” sayardı; Ali Şeriati gibi düpedüz komünist[2] islamcılar da vardır) vb. olabilirsiniz, ama bunlar muhtevanın kendisi değil şeklidir; bunlar varken antiemperyalist ve antifaşist (solcu) olabilirsiniz veya emperyalizmden ve (veya) faşizmden yana (sağcı) olabilirsiniz.
[1] Žižek, bu pop pseudo-marksist, geçen yıl 21 Haziran’da The Guardian’da şöyle yazmıştı: “Ukrayna’ya en azından tam bir destek borçluyuz ve bunun için de NATO’yu güçlendirmemiz zaruridir.”
[2] Marx: “… komünistler, teorilerini tek bir tezle ifade edebilirler: özel mülkiyetin kaldırılması.”