12 Şubat 2024’te Münih Güvenlik Konferansı, ‘kaybet-kaybet’ temasında yansıtılan mevcut küresel ilişkilerin kasvetli bir resmini çizen yıllık raporunu yayımladı. Bu rapor, Soğuk Savaş sonrası dönemin işbirliğine dayalı iyimserliğinin sıfır toplamlı bir oyuna dönüştüğünü, büyük küresel aktörlerin giderek daha fazla memnuniyetsizlik duyduğunu ve işbirliğine dayalı angajmanlardan çekildiğini öne sürüyor. Mevcut dünya sisteminin giderek daha fazla belirsizlikle karşı karşıya olduğu doğru olmakla birlikte, sistemsel bir kaybet-kaybet senaryosu ilan etmek için erken. Mevcut jeopolitik gerilimleri orantısız bir şekilde vurgulayan rapor, özellikle karşılıklı fayda sağlayan işbirliği fırsatlarının hala mevcut olduğu Küresel Güney’deki ilerleme alanlarını gölgede bırakıyor.
Raporun ilk kısmı, Avrupa’nın azalan ‘liberal demokratik düzen’ konusundaki endişesini simgeleyen Ukrayna krizine odaklanıyor. Fakat bu bakış açısı, özellikle 6 milyardan fazla insana ev sahipliği yapan Küresel Güney’de evrensel olarak paylaşılmıyor. Burada, Batı’nın Afrika ve Orta Doğu gibi bölgelerde uzun süredir devam eden çatışmalarda acı çekenlere göre kendisine öncelik tanıdığına dair yaygın bir kanaat var. Bu bakış açısı, başka bölgelerdeki trajedilere yönelik ilgisizlikle tezat oluşturacak şekilde, Batı’daki krizlere dönük önemli yardımların gözlemlenmesinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla Avrupa, Ukrayna krizini sözüm ona kurallara dayalı sisteme yönelik bir tehdit olarak algılayabilirken, Küresel Güney bu iddialara şüpheyle yaklaşıyor ve bunun yerine gıda güvensizliğinden borç sürdürülebilirliğine kadar uzanan kalıcı ekonomik sorunlara odaklanıyor.
Münih Güvenlik Konferansı’nın 2024 raporu, Asya-Pasifik bölgesinde Çin ile ABD arasında tırmanan gerilime odaklanıyor. Ancak bu bakış açısı daha karmaşık bir hakikati basitleştiriyor. Çin ile ABD arasındaki gerilimlere ve ABD’nin bazı ülkeleri taraf seçmeye zorlama ve ikna etme çabalarına rağmen, Asya-Pasifik ülkeleri ve Çin arasındaki işbirliği hala anlaşmazlıklardan daha ağır basıyor. Asyalı liderlerin Uluslararası İşbirliği için Kuşak ve Yol Forumu’na önemli ölçüde katılması, güçlü bölgesel bağlara ve işbirliğine dayalı çıkarlara işaret ediyor. 2023 yılında, Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) 15 üye ülke arasında tamamen uygulanarak bölgesel iktisadi entegrasyonda önemli bir kilometre taşına işaret etmişti. Özellikle Çin’in diğer 14 RCEP üyesi ile ticareti 1,8 trilyon dolara ulaşarak Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’ni (ASEAN) Çin’in en büyük ticaret ortağı haline getirdi. Çin-ABD gerilimlerine rağmen bu bölgedeki ülkeler Çin ile bağlarını koruma ve güçlendirme konusunda derin iktisadi ilişkilerine ve ASEAN gibi yerleşik kurumsal çerçevelerine sırtını yaslamaya devam ediyor. Bu kalıcı ilişkiler, raporda tasvir edilen kaybet-kaybet senaryosundan çok daha işbirlikçi ve birbirine bağlı bir bölgesel manzaraya işaret ediyor.
Çin-ABD ilişkileriyle ilgili olarak rapor, haklı olarak, tırmanan gerilimin küresel çevre girişimlerini olumsuz etkileyebileceği endişesini dile getiriyor. Bu endişeler geçerli olmakla birlikte, her iki ülkenin de bu rekabeti yönetmeye ve kontrol altına almaya çalıştığına dair işaretler de ortaya çıkıyor. Örneğin ‘başıboş balonlar’ hadisesi, iki ülkenin 2023 yılında San Francisco’daki APEC toplantısında liderleri arasında bir zirve toplantısı düzenlemesini engellememişti. Ülkeler, bu toplantı sırasında 20’den fazla farklı alanda uzlaşmaya vararak, daha geniş çaplı gerilimlere rağmen ortak bir zemin bulma isteğini göstermişlerdi.
Özellikle iklim değişikliği alanında kaydedilen ilerleme kayda değer. Çin ve ABD’nin iklim diyaloğu ve işbirliğini artırmayı taahhüt eden Sunnylands Bildirisini imzalaması olumlu bir gelişme. İklim alanındaki bu artan işbirliği potansiyel olarak ilişkilerin diğer boyutlarında da faydalı etkilere yol açabilir ve gelecekteki ikili zorluklara karşı bir denge unsuru olabilir. Bununla beraber ihtiyatlı bir iyimserlik içinde olmak önemli. Çin-ABD dinamiğinin karmaşıklığı, bir alandaki ilerlemenin otomatik olarak ilişkilerin genel manada iyileşmesi anlamına gelmeyeceğini gösteriyor. Her iki ülkenin de riskleri yönetme ve bu karmaşıklıkların üstesinden gelme becerileri oldukça önemli olacaktır.
Başlıca jeopolitik arenalarda vurgulanan gerilimlerin aksine Küresel Güney, pozitif toplamlı işbirliğinin gelişmekte olduğunu gösteriyor. Çin ile Latin Amerika ülkeleri arasında derinleşen iktisadi ve ticari ilişkiler bunun bir örneği. Son yirmi yılda bu ortaklık güçlü bir iktisadi işbirliğine dönüştü ve ikili ticaret 2010 yılında 180 milyar dolardan yaklaşık 450 milyar dolara yükseldi. Bu rakamın 2035 yılına kadar 700 milyar doları aşması öngörülüyor ki bu da artan ekonomik faaliyet ve karşılıklı refah için ortak bir kararlılık anlamına geliyor. Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne 21 Latin Amerika ülkesinin katılmış olması, kalkınma ve ekonomik büyüme konusundaki ortak vizyonla uyumlu olarak bu eğilimin altını daha da çiziyor. Pazar talepleri ve karşılıklı kalkınma hedeflerindeki tamamlayıcılığa dayanan bu ilişki, geleneksel güç politikalarında sıkça görülen sıfır toplamlı yaklaşımların aksine gelişiyor. Uluslararası ilişkilerde işbirliği, karşılıklı fayda ve ortak kalkınma hedeflerinin Küresel Güney’deki etkileşimleri yönlendirdiği yeni bir paradigmayı örnekliyor ve küresel ekonomik etkileşimler için olumlu bir örnek oluşturuyor.