DÜNYA BASINI

Ukrayna’daki savaşın tarihsel ve ideolojik kökenleri

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik askeri müdahalesinin gerekçeleri hakkında Batı basının yorumları son derece sığ kaldı. Çoğu yorumcu ve uzman, ihtilafın kökenlerini değil geçen yüzyılda aramayı, son 8 yılda yaşananları bile hesaba katmayı tercih etmedi. Daha önce Dünya Bankası’nda görev yapan Sırp asıllı Amerikalı ekonomist Branko Milanovic, kişisel blog sayfasında iki parça halinde yayımladığı makalede, Ukrayna’da devam eden savaşın Batı ana akım medyasındaki ele alınışında yapılan hataları değerlendiriyor.


Ukrayna’da devam eden savaşın kökeni hakkında dört tarihsel-ideolojik teori

Branko Milanovic
26 Aralık 2022

Birinci ve en popüler teori, savaşı demokrasi ve otokrasi arasındaki bir savaş olarak kavrıyor. Rusya’nın bir diktatör tarafından yönetildiği ve Ukrayna’nın halk tarafından seçilen bir devlet başkanı tarafından yönetildiği önermesine dayanıyor. Fakat bu görüş, Ukrayna’da 2004’teki iktidar değişikliğinin hileli seçimlere dönük toplumsal bir isyanın sonucu olduğu, 2014’teki değişikliğin ise meşru olarak seçilmiş bir hükümete karşı darbe olduğu gibi bir dizi gerçeği göz ardı ediyor.

Üstelik Ukrayna, savaştan önce ve hatta 2014’ten önce, Sovyetler Birliği sonrasının en başarısız devletiydi. Sadece yolsuzluk düzeyi son derece yüksek değildi, parlamento büyük ölçüde işlevsizdi, Zelenskiy’in iktidara gelmesine yardım edenler de dahil olmak üzere çeşitli oligarklar zincirlerini kırdı ve kontrol edilemez hale geldi, ancak Ukrayna’nın ekonomik performansı Sovyetler Birliği sonrasının tüm ülkeleri arasında muhtemelen en kötüsüydü. 1990’da Rusya ve Ukrayna’nın kişi başına düşen GSYİH’si epey birbirine yakınken işgalin arifesinde Rusya’nın kişi başına düşen GSYİH’si Ukrayna’nın iki katından fazlaydı. Ukrayna’nın bir şekilde Rusların bakış açısına göre otokrasiye karşı alternatifi temsil ediyor veya etmiş olduğu görüşünü hakikatler yalancı çıkarıyor, nüfus hareketliliği “tam aksi” yönde: Ukraynalılar Rusya’ya taşındı ve Rusya’da çalıştı zira Rusya’daki ücretler, Ukrayna’ya taşınan Ruslarınkinin yaklaşık üç katıydı.

Bu naif teori, komünizmin halefi bölgede yaşanan tüm savaşların, etnik temelli cumhuriyetçi sınırlar boyunca dağılmış eski federe devletlerde meydana geldiği gerçeğini göz ardı ediyor. Ve bu savaşların 12’sinden 11’i, toprak kontrolüne yönelik çağ dışı savaşlardı. Demokrasi veya otokrasi ile hiçbir ilgileri yoktu. Bu naif teori, otokratik devletlerin aynı safta yer almadıkları gerçeğini de göz ardı ediyor: Rusya ile müttefik olan Belarus’lara karşılık, Ukrayna ile ittifak halinde olan, eşit derecede otokratik bir Azerbaycan var.

Bu naif teori, her şeyden evvel basitliği hasebiyle popüler. Ne Rusya ne de Ukrayna hakkında tarih bilgisi gerektirir, komünizm hakkında herhangi bir bilgi gerektirmiyor, hatta komünist federasyonların dağılma sebepleri hakkında herhangi bir görüş [hatta uzmanlık] de gerektirmiyor. Cehalete yaslanan ve cehaletten beslenen bir teori. İkincisi bu naif teori, Batı’daki, mevcut savaşı ABD ile Çin’i karşı karşıya getirecek çok daha büyük bir savaşın habercisi olarak gören savaşperver liberal ve sağcı çevrelere hizmet ediyor. Bu potansiyel savaş, jeopolitik üstünlüğe dair bir savaş olarak değil de bir değerler çatışması olarak görülürse çok daha kabul edilebilir hale geliyor.

Mevcut savaşın ikinci izahı, savaşın Rus emperyalizminin neticesi olduğu savını sunuyor. Bu teoriye göre Putin rejimi, Romanya’dan (Moldova) Polonya’ya, Baltıklardan Finlandiya’ya kadar Rusya’nın çevresindeki toprakları kendi boyunduruğuna ve kontrolüne almaya çalışan Çarlık rejiminin varisi. Bu teori, büyük ölçüde Putin’in savaştan hemen önce yaptığı ve kendine gerekçe bulma maksatlı açıklamalarıyla destekleniyor. Putin’e göre Rusya, tarihsel topraklarının [Büyük Katerina tarafından fethedilen ve bugün Putin’in resmen geri aldığı Novorusya dahil] komünistler tarafından çar çur edildiği bir “ihanetler yüzyılı” yaşadı. Böylelikle Putin, önce Donbass’ı Ukrayna’ya verdiği için Lenin’e, sonra Polonya’nın doğusunu Ukrayna’ya verdiği için Stalin’e ve son olarak da Kırım’ı Rusya’dan Ukrayna’ya devrettiği için Hruşçov’a saldırıyor. Genellikle milliyetçi Büyük Rusyacı yazarlar tarafından yapılan ima, komünist rejimin, Rusya’nın geleneksel/tarihsel topraklarını sağa ve sola dağıtan ve Büyük Rus şovenizmine karşı kin duygularını yatıştırmak için diğer milletlere veren Rus düşmanı bir “komplo” olduğu.

Dolayısıyla bu teori, ilginç bir şekilde Rus emperyalizminin bir anlamda Rusların fıtratında olduğunu iddia edenlerle Putin’in propagandacılarını ortaklaştırıyor. Bu teorinin gerçeklikle bir ilişkisi var, fakat sorun şu ki, mevcut Rus milliyetçiliği ve emperyalizm dalgasının kökenini ele almıyor. Bu, 19. yüzyıl Rus milliyetçiliğini açıklayabilir, ancak kökleri 1917’den beri yaşananlarla çok daha makul bir şekilde açıklanan günümüz Rus milliyetçiliğini açıklayamaz.

Savaşın kökenlerine dair üçüncü görüş, mevcut milliyetçiliğin köklerine bakıyor. 1989–1992’in komünizmin çöküşüne yol açan tarihsel hadiselerinden başlıyor. Komünizmin çöküşünün sebebi, Batı’daki popüler anlatıda sıklıkla iddia edildiği gibi demokratik devrimler değildi. Bunlar gerçekte Sovyetler Birliği’nin dolaylı hakimiyetindeki ulusal kurtuluş devrimleriydi. 1989’da kendi kaderini tayin etmenin nüfusun birçok kesiminde yaygın olarak kabul görmesi nedeniyle görünürde demokratik bir biçim aldılar. Böylece milliyetçilik ve demokrasi kaynaştı ve bunları birbirinden ayırmak zorlaştı. Bu, özellikle Polonya veya Macaristan gibi etnik anlamda homojen olan ülkelerde böyleydi: Milliyetçilik ve demokrasi aynıydı ve hem yerli devrimcilerin hem de Batılı gözlemcilerin ikincisini vurgulamayı ve birincisini [milliyetçiliği] hafife almayı tercih etmeleri anlaşılabilir. Bu ikisini ancak çok etnikli federasyonlarda yaşananlara baktığımızda ayırt edebiliyoruz.

Demokrasiyi 1989 devrimlerinin ilham kaynağı olarak gören teoriler, tüm komünist etnik federasyonların nasıl dağıldığını açıklayamıyor. Zira eğer demokrasi devrimcilerin temel kaygısıysa, bu tür federasyonların demokratikleştikten sonra dağılmaları için hiçbir neden yoktu. Üstelik parçalanma, demokrasiye ilave olarak [hatta demokrasinin bir parçası olarak] çokkültürlülüğü bir gereklilik olarak kabul eden kapsamlı liberal anlatı dahilinde de hiç mantıklı değil. Eğer demokrasi ve çokkültürlülük 1989 devrimlerinin ilham kaynağı olsaydı, Sovyetler Birliği, Çekoslovakya ve Yugoslavya federasyonları ayakta kalmalıydı. Bunların olmaması, devrimin arkasındaki öncü güçlerin milliyetçilik ve kendi kaderini tayin etme talebindeki güçler olduğu açıkça gösteriyor.

Dahası, söz ettiğim gibi 1989 devrimlerinin demokratik özü olduğu teorisi, neden tüm çatışmaların ve savaşların dağılmış komünist federasyonlarda meydana geldiğini ve Ukrayna’daki mevcut savaş da dahil olmak üzere 12’sinden 11’inin sınırlarla alakalı etnik çatışmalar olduğunu açıklayamıyor. Bu tür çatışmaların iç siyasi aranjman veya devlet yapısıyla [demokrasiye karşı otokrasi] hiçbir ilgisi yok, daha ziyade toprak fethi, milliyetçilik ve “yanlış” devletlerde bulunan azınlıkların kendi devletlerine sahip olma veya komşu bir devlete katılma arzusuyla ilgileri var. Bu temel gerçeklerden ana akım hikâye anlatımında neredeyse hiç bahsedilmez. Bunun iyi bir nedeni var: Basite indirgeyen “demokratik anlatıya” karşı çıkıyorlar.

Dördüncü teori, çıkış noktasını üçüncü teoriden alıyor, ancak bir adım daha ileri gidiyor. Diğer tüm teoriler tarafından göz ardı edilen o can alıcı soruyu soruyor: Etnik federasyonların dağılmasına yol açan milliyetçilik nereden geldi? Yanıt, komünist federasyonların anayasal yapılanmasında ve ekonomide aranmalı. Bilindiği gibi komünistler, yalnızca kapitalizmle alakalı ekonomik sorunları değil, aynı zamanda birkaç yüzyıldır Doğu Avrupa’yı alt üst eden etnik sorunu da çözmeye çalıştılar. Geniş anlamda özerkliği savunmaktan ulusal kendi kaderini tayin hakkını savunmaya doğru evrilen Austro-Marksist yaklaşımı izlediler. Bu nedenle Sovyetler Birliği etnik temelli devletlerden oluşan bir federasyon olarak yaratıldı. Sovyetler Birliği, her etnisiteye kendi cumhuriyetini, anayurdunu vererek etnik meseleyi aşmalıydı. Bu bakış açısına göre Sovyetler Birliği, gelecekte aynı anda iki işlevi — mensuplarının ulusal güvenliğinin sağlanması ve kapitalizmin ortadan kaldırılması sayesinde hızlı ekonomik kalkınma — yerine getirecek ulusal tabanlı devletlerden oluşacak bir küresel federal devletin planını hazırladı. Aynı yaklaşım diğer iki etnik federasyon — Çekoslovakya ve Yugoslavya —  tarafından da benimsendi.

Bu yaklaşım kağıt üzerinde çok mantıklıydı ve komünizm hızlı ekonomik büyüme vaadini yerine getirmiş olsaydı muhtemelen etnik sorunu da çözebilirdi.

Komünist federasyonların etnik sorunu çözememesinin nedeni 1970’lerde çok daha iyi anlaşıldı. Bunun başlıca nedeni, gelişmiş Batı’yı yakalayamayan ekonomik başarısızlıktı. Bu başarısızlık daha belirgin hale geldikçe, tek parti sistemi koşullarında farklı Komünist parti elitlerinin edinebilecekleri tek meşruiyet, kendilerini kendi cumhuriyetlerinin ulusal çıkarlarının doğal hamilleri olarak sunmaktı. Piyasa ilişkilerinin yokluğunda ve keyfi fiyatlandırmanın olduğu yerde, her cumhuriyet diğerleri tarafından sömürüldüğünü iddia edebilirdi. Özerk seçkinler, yurt içinde [kendi cumhuriyetlerinde] daha popüler olmak ve seçimlerin olmadığı durumlarda bir miktar meşruiyet kazanmak için buna bel bağladılar. Özerk siyasi yapıların tek parti devleti içinde meşru yapılar olarak görülmeleri onlara yardımcı oldu. Böylece özerk seçkinler, meşruiyet ve halk desteği kisvesini elde etmek için [onları baskıdan sorumlu kılacak olan] mevcut siyasi sistemin dışına çıkmak zorunda kalmadılar. İronik bir şekilde, bu özerk yapılar var olmasaydı, yani çokuluslu devletler basit üniter devletler olsaydı, yerel komünist seçkinler diğer seçkinlere meydan okuyacak ve kendilerini ulusal çıkarların savunucuları olarak yansıtacak araçlara veya siyasi dayanağa sahip olmayacaktı. Ancak bunu yaparak, nihayetinde ülkeleri parçalayan milliyetçi ideolojilerin yayılması ve kabul görmesi için de temel oluşturdular.

Bu nedenle mevcut savaşı daha iyi anlamak açısından tarihe dönüp bakmak önemli. Bugün gözlemlediğimiz şeye iki faktör neden oluyor: Birincisi, eski komünist ülkelerin başarısız iktisadi kalkınması ve ikincisi, özerk seçkinlerin kendi seçmenlerinin milliyetçi çıkarlarını savunarak ekonomik başarısızlığı örtbas etmelerini sağlayan yapısal siyasi düzen. İkincisi hem kolay bir çözümdü hem de rejimin örgütlenme biçimi buna olanak sağladı. Biri kapitalizme dönüşü savunursa, muhtemelen işinden atılacak ya da hapse girecekti. Ancak, cumhuriyetine eşit olmayan bir şekilde davranıldığını iddia ederse, muhtemelen iktidar basamaklarını tırmanacaktı.

Ulusal çıkarların bu şekilde meşrulaştırılması, o zamanlar milliyetçi ideolojilerin, nihayetinde ulusal bağımsızlık arzusunun ve 1989’daki devrimleri motive eden ve devam ettiren milliyetçilik dalgasının meşrulaştırılmasını sağladı. Bu devrimlerin itici gücü hem etnik olarak homojen hem de etnik olarak heterojen ülkelerde aynıydı: Milliyetçilikti. Fakat ilk gruptaki ülkelerde milliyetçilik demokrasiyle birleşti ve ikinci gruptaki ülkelerde çözümlenmemiş toprak sorunları nedeniyle milliyetçilik savaşlara yol açtı. Rusya güçlü bir milliyetçi tavra geçmekte yavaş kaldı ve tepkisinin gecikmiş olduğu görülebilir. Ancak hacmi, büyük nüfusu ve muazzam ordusu nedeniyle milliyetçilik hakim olduğunda barış için çok daha büyük bir tehdit oluşturuyor. Açık konuşmak gerekirse aynı milliyetçi ideolojiye sahip çok küçük bir devlet, dünya barışı için 6 bin nükleer füzeye sahip bir devletten çok daha az tehdit oluşturuyor.

Mevcut savaşın köklerinin tarihsel olduğunu ve komünist federasyonların ilk kuruluşunda ve komünist kalkınma modelinin başarısızlığında yattığını görmeden, mevcut çatışmayı, diğer tüm çözümsüz kalanları ve hatta belki henüz gelmemiş olanları anlamamız pek mümkün değil.

Çok Okunanlar

Exit mobile version