DÜNYA BASINI

Yeni bir refah devleti mümkün mü?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Prabhat Patnaik imzasıyla People’s Democracy’de yayınlandı. Hindistan’ın dünyaya armağan ettiği en önemli iktisatçılardan olan Patnaik, Hindistan Komünist Partisi (Marksist) bağlantılı Marxist dergisinin de katkıcılarından. Makalede Patnaik’in aklında Hindistan’ın olduğu göz önüne alınmalıdır; Narendra Modi liderliğindeki BJP hükümetleri, Türkiye’den aşina olduğumuz şekilde, ne olursa olsun iktisadi büyümeyi ön plana alıyor. Hintli marksist, ne olursa olsun iktisadi büyümenin emekçi halkı kendiliğinden refaha kavuşturacağı fikrine itiraz etmektedir, ki tekrar olacak, buna yine Türkiye’den aşinayız. Patnaik, neoliberalizmin ana sütunlarından olan “devletin maliye politikaları uygulamaması” ve yalnızca merkez bankalarının para politikalarıyla ilgilenmesi fikrinin yerine kamu harcamalarını ön plana alan bir maliye politikası önermektedir. Patnaik’in önerisi, toplam talebi artırmayı hedefleme anlamında bir miktar “Keynesçi” bulunabilir; bununla birlikte Patnaik, refah devleti politikaları için dahi sınıflar mücadelesine, işçi sınıfının örgütlülüğüne işaret etmektedir. Ona göre kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki sözde Altın Çağ’ı, kapitalizmin sosyalizme ve işçi sınıfına verdiği ve 1980’li yıllarda tersine çevirdiği bir ödünden ibarettir. Kapitalizmin, yaratılan zenginliği “kendiliğinden” emekçi halka aktaracağı düşüncesi bir illüzyondur. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Refah Devleti İçin Fiskal[1] Zorunluluk

Prabhat Patnaik
4 Aralık 2022

İkinci dünya savaşı sonrası dönemde, gelişmiş kapitalist ülkelerde, özellikle de Avrupa’da, Sovyetler Birliği’nin yarattığı etkiyi taklit eden bir dizi refah devleti önlemi görüldü. Kapitalizm, düşmanlığına rağmen bu önlemleri kabul etmek zorunda kaldı, çünkü varoluşsal bir krizin ortasındaydı, savaşla zayıflamıştı, işçi sınıfının öfkesinin kabarmasıyla sarsılmıştı ve sosyalizmin Doğu Avrupa’da yayılmasından dehşete düşmüştü. Bununla birlikte, müteakiben konumunun sağlamlaşmasıyla birlikte, refah devleti önlemlerine karşı düşmanlığı kendini açıkça gösterdi. Bu önlemleri geriletmeye çalıştı, fakat işçilerin direnişi sayesinde arzu ettiği başarıyı elde edemedi; Margaret Thatcher gibi biri bile Britanya’daki Ulusal Sağlık Hizmetini ilga etmeyi başaramadı. Aynı zamanda, ironik bir şekilde, kapitalizm, yağmacı olmaktan uzak, gerçekten de insanların refahını garanti eden bir sistem olduğu iddiasıyla refah devletinden bir dereceye kadar meşruiyet sağladı.

Bununla birlikte, refah devletinin sürdürülmesi, Avrupa ülkelerinde daha önceki döneme kıyasla ve aynı zamanda refah sağlama konusunda eli sıkı davranan ülkeler için mevcut rakamlara kıyasla önemli ölçüde daha yüksek bir vergi-GSYİH oranı anlamına geliyordu. 2020 yılı için azalan vergi-GSYİH oranına göre düzenlenmiş ülkeler listesinde, ilk 30 ülkenin 29’u Batı ve Doğu Avrupa’dan, yani Komünist veya Sosyal Demokrat bir yönetim mirasına sahip olan ülkelerden; Avrupalı ​​olmayan tek ülke, yine yalnızca komünist yönetim altında olmakla kalmayıp, refah devleti önlemleri tüm dünyada hayranlık uyandıran Küba’dır.

Komünist hükümetlerin refah devleti önlemlerini benimsemesi ve bunun için gerekli olan kaynakları yüksek vergilendirme yoluyla sağlaması ve bu düzenlemenin komünizmin çöküşünden sonra da devam etmesi şaşırtıcı olmamalı; fakat çarpıcı olan, Batı Avrupa Sosyal Demokrasisinin de refah devleti imkânlarını finanse etmek için yüksek bir vergi-GSYİH oranını korumuş olmasıdır. Fransa yüzde 46,2’lik vergi-GSYİH oranıyla listenin başında yer alırken, onu Danimarka (46,0), Belçika (44,6), İsveç (44,0), Finlandiya (43,3), İtalya (42,4) ve Avusturya (41,8) izliyor. Ortaya çıkan kaçınılmaz sonuç, bir refah devletinin sürdürülmesinin ağır vergilendirmeyi, yani piyasa tarafından kendiliğinden üretilen gelir dağılımı modeline devletin ağır müdahalesini gerektirdiğidir.

Bu Avrupa ülkelerinin hiçbiri, savaş sonrası yıllarda kapitalizmin sözde Altın Çağı’nın en parlak döneminde bile, günümüzün hızlı büyüyen ekonomilerininki kadar etkileyici GSYİH büyüme oranları ile karakterize edilmemiştir; GSYİH büyüme oranları, 2008’de konut balonunun çökmesinden sonraki dönemde daha da düşük seviyelere indi. Hindistan ise, aksine, yetkilileri sözde hızlı büyüyen bir ekonomi olduğu için birbirlerinin sırtlarını sıvazlamaya devam ederken, berbat refah devleti önlemlerine ve şaşırtıcı olmayan bir şekilde, ölçeğin alt seviyelerine doğru giden bir vergi-GSYİH oranına (yüzde 18.08) sahip.

Bu bulgulardan üç önerme çıkar. İlk olarak, GSYİH büyümesinin “damlama” etkisi tamamen anlamsız bir kavramdır. Dizginsiz kapitalizmin işleyişinin sonucu, emekçi halk kitlesinin refah düzeyini yükseltmeyi asla kendiliğinden başaramaz. Bunun nedeni, kapitalizmin, ana işlevlerinden biri, toplumsal çıktıdaki artığın payının artması için, kapitalistlere ve onların “dalkavuklarına” daha büyük tüketime neden olacak şekilde,  emek üretkenliği artmaya devam ederken bile ücretleri düşük tutmak olan yedek bir emek ordusu olmadan asla işleyememesidir. İşçiler, kapitalizmin hükmü altında ekonomik büyümenin nimetlerinden otomatik olarak yararlanamaz. Doğru, eğer örgütlenirlerse, daha iyi yaşam koşulları için savaşabilir ve hatta onu elde edebilirler; fakat böyle bir durumda, devleti, aynı zamanda kendilerine daha yüksek bir toplumsal ücret sağlamak için vergi-GSYİH oranını artırmaya da zorlayacaklardır. Diğer bir deyişle, belirleyici olan, faydalarının “damlayacağı” varsayılan ekonomik büyümenin hızı değil, etkin bir şekilde mücadele etme kapasiteleridir.

Aynı şey, düşük vergilendirme seviyelerine rağmen, yüksek bir GSYİH büyüme oranının, hükümetin emekçi halkın refahını artırmak için yeterli miktarları harcayabileceği kadar çok kaynağı otomatik olarak eline vereceği inancı için de söylenebilir. Bu tamamen yanlış bir inançtır: refah devletine geçiş hiçbir zaman gizlice veya sözde hayırsever önlemlerin küçük artışlarıyla gerçekleşmez; bu geçiş, vergi-GSYİH oranında önemli bir artış yoluyla gerekli kaynakların seferber edilmesinin dışavurduğu bir kırılma olarak gerçekleşir.

İkinci önerme aşağıdaki gibidir. GSYİH büyümesi tek başına [per se] bir refah devletine yol açmaz, fakat aslında, GSYİH büyümesini fetişleştirmek, refah devletine doğru herhangi bir geçişi önlemenin, refah devletinin yaratılması için kendilerine yönelik transferlerde ısrar etmektense, daha büyük yatırımlar üstlenebilmeleri ve böylece daha büyük GSYİH büyümesine yol açabilmeleri için kapitalistlere kaynak transferine izin vererek emekçi halkın aslında daha iyi durumda olacağına dair yanlış bir anlatı yaratmanın bir yolu haline gelir. Hatta ikinci pozisyon, aşağılayıcı bir şekilde “popülizm” olarak adlandırılır ve sözde “avantaların” dağıtımını gerektirdiği için savurgan ve dar görüşlü olarak madara edilir. GSYİH büyümesinin bu fetişleştirilmesi, vergi-GSYİH oranını düşük tutmak için argüman olarak kullanılır, çünkü tipik olarak kapitalistlerin vergilendirilmesini gerektirecek herhangi bir artışın sözde onların “işletmelerini” ve dolayısıyla yatırım yapma güdülerini yok edeceği ve o suretle GSYİH büyümesine zarar vereceği varsayılır.

Buradaki mantık elbette analitik olarak yanlıştır: kapitalistler, sırf kullanımlarında daha geniş kaynaklar var diye daha fazla yatırım yapmazlar; yatırım kararları, pazarın beklenen büyümesi tarafından yönetilir ve bu nedenle, transferler yoluyla kendilerine daha fazla kaynak verildiği için artmaz. Fakat bu analitik olarak hatalı argüman bile, refah devleti talebini itibarsızlaştırmak ve ona yönelik herhangi bir hareketi alt üst etmek için kullanılıyor. Bununla birlikte, dünya çapındaki refah devletleri deneyiminin gösterdiği şey, böyle bir duruma ulaşmak için vergi-GSYİH oranının büyük ölçüde artırılması gerektiğidir; bu, kapitalistlerin önemli ölçüde artan vergilendirmesini içerir ve onun büyüme beklentilerine vereceği zarar hakkındaki tartışmayı tamamen göz ardı eder. Başka bir deyişle, refah devleti talebi, resmi burjuva müdafacılığının bir parçası olan GSYİH büyümesinin fetişleştirilmesinin üstesinden gelmelidir.

Üçüncü önerme, dışlamanın diyalektiği ile ilgilidir. GSYİH büyümesini teşvik etmek için hükümet bütçesinden kapitalistlere kaynak transferleri yapıldığından ve tipik olarak neo-liberal kapitalizmin akıbetini [denouement] oluşturan resesyon ve durgunluğun başlamasıyla birlikte transferlerin göreli büyüklüğü arttıkça, bütçeden daha önce yapılan önemsiz refah harcamaları için bile daha az kaynak kalır. Bu, eğitim, sağlık ve diğer temel hizmetlerin özelleştirilmesiyle sonuçlanır, bu da emekçi halkın tüm bu hizmetlerden daha fazla dışlanmasına yol açar. Kapitalistlere yapılan transferler, yatırımda herhangi bir artışa neden olmadığı ve hatta tüketimlerinde çok hızlı bir artış yaratmadığı için, bu transferlere karşılık gelen refah harcamalarındaki azalma, tüm toplam talebi azaltma sonucuna sahiptir. Bunun GSYİH büyüme oranını düşürme sonucu vardır, öyle ki büyüme oranını bu şekilde yükseltme çabası paradoksal olarak tam tersi bir etkiye sahiptir, fakat bu, kapitalistlere yapılan transferlerde daha fazla artış için bir bahane haline gelir ve bu da büyüme oranını daha da azaltma anlamına gelir. Bu tür transferlerin tersi refah harcamalarında bir azalma olduğu için, bu tür harcamaların ölçeği giderek küçülür. Kısacası, refah devletine doğru ilerlemek yerine ondan giderek daha da uzaklaşırız.

Bizler Hindistan’da bugünlerde bu türden bir diyalektiğin ortasındayız. Hem düşük vergi-GSYİH oranı hem de yatırımı ve GSYİH büyümesini teşvik etme gibi yanlış bir fikir altında kapitalistlere yapılan transferlerin artan ölçeği nedeniyle fiskal kaynaklar üzerinde öyle bir baskı var ki, merkezi hükümet, daha önce kırsal kesimdeki yoksullar için bir cankurtaran halatı görevi gören Mahatma Gandhi Ulusal Kırsal İstihdam Garantisi[2] programını bile tasfiye ediyor.

Açıklığa kavuşturmak ve özetlemek gerekirse, mevcut neo-liberal kapitalizm çağında yayılan GSYİH büyümesi fetişizmiyle ilgili iki ayrı sorun vardır: birincisi, kapitalistlere daha büyük transferler yapmanın daha yüksek yatırıma ve dolayısıyla büyümeye yol açtığı iddiasının altında yatan analitik hata; ve ikincisi, vergi-GSYİH oranı küçük olsa bile, daha yüksek GSYİH büyümesinin halk için daha fazla refaha yol açtığı iddiası. Dünyanın her yerindeki deneyim, refah devleti kurmanın fiskal çabada büyük bir artış gerektirdiğini gösteriyor.

Dipnotlar:

[1] İng. fiscal: Türkçeye “mali” olarak da çevrilen bu sözcük, iktisatta daha çok devletin maliye araçlarıyla aracılığıyla izlediği ekonomi politikalarıdır. Merkez bankalarını merkeze alan neoliberal amentünün en önemli kaidelerinden biri, fiskal politikalardan uzak durmak, yalnızca merkez bankalarının faiz haddi ve para arzı politikalarıyla ekonomiyi yönetmektir. Fiskal yöntemler, devlet harcamaları ile vergi politikalarına işaret eder. (ç.n.)

[2] Mahatma Gandhi Ulusal Kırsal İstihdam Garantisi Yasası (NREGA), 2005 yılında Birleşik İlerici İttifak (UPA) hükümeti döneminde çıkarılan ve kırsalda “çalışma hakkı”nı garanti altına alan yasa. Modi yönetimi, programın yoksul eyaletlere değil de zengin eyaletlere kaynak aktardığına ileri sürerek yasayı değiştirmek istiyor. (ç.n.)

Çeviren: Erman Çete

Çok Okunanlar

Exit mobile version