Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

ABD’de NATO tartışması: Hint-Pasifik’te Avrupa’nın ağırlığına güvenilmemeli

Yayınlanma

ABD’li stratejist Foreign Policy’de yazdı: Hint-Pasifik’e birkaç Alman firkateyninin gönderilmesi, Almanya’nın orada değişen güvenlik ortamına duyduğu ilgiyi işaret etmenin güzel bir yolu olabilir, ancak bölgesel güç dengesini değiştirmeyecek.

Harvard Üniversitesi Robert ve Renée Belfer Merkezi’nde Uluslararası İlişkiler profesörü olan Amerikalı siyaset bilimci Stephen Martin Walt, Foreign Policy’de yayımlanan makalesinde kuruluşundan bu yana büyük dönüşümler geçiren NATO’nun gelecekte evrilebileceği dört modeli inceledi. Özetle “hayati çıkarlarına doğrudan tehdit olmadığı müddetçe ABD’nin yurt dışında asker konuşlandırmamasını ve Avrupa ve Ortadoğu gibi kritik bölgelere yerel ortak üzerinden müdahaleyi” savunan “kıyıdan dengeleme” stratejisinin mimarlarından Walt, ABD’nin Çin karşısındaki üstünlüğünün çok uzun süre devam etmeyeceğini ve Çin’in ekonomik büyümesi devam ederse bir süre sonra uluslararası politikayı belirleme noktasında daha etkili bir konuma yükseleceğini dolayısıyla ABD’nin de buna göre pozisyon alması gerektiğini savunuyor.

Walt, “Hangi NATO’ya İhtiyacımız Var” başlığını taşıyan makalesinde NATO’nun Avrupa güvenliğine odaklanan mevcut yaklaşımının değişmesi gerektiğini belirtiyor. Walt’a göre Avrupa artık kendi başının çaresine bakmalı ve ABD de esas rakibi Çin’e odaklanmalı. Walt, Çin’e karşı yaklaşımda ABD ve Avrupa çıkarlarının uyuşmadığı görüşünde ve ona göre “…(Amerikalı) hiç kimse Hint-Pasifik terazisinde Avrupa’nın ağırlığına güvenmemeli.”

Stephen Martin Walt’ın yazısını aynen yayınlıyoruz:

Sürekli değişim dünyasında, transatlantik ortaklığın dayanıklılığı öne çıkıyor. NATO benden daha yaşlı ve ben genç bir adam değilim. NATO’nun varlığı, Kraliçe II. Elizabeth’in Britanya tahtına çıkmasından bile önceye dayanıyor. Orjinal mantığı – “Sovyetler Birliği’ni dışarıda, Amerikalıları içeride ve Almanları aşağıda tutmak” – bugün eskisi ile daha az alakalı olsa da (Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına rağmen) yine de Atlantik’in her iki tarafında da refleks olarak saygı görüyor. Eğer Washington, Berlin, Paris, Londra gibi şehirlerde iz bırakmayı uman hevesli bir politika yapıcı iseniz NATO’nun kalıcı meziyetlerini övmek hala akıllıca bir kariyer hamlesi olur.

Bu uzun ömür, NATO’nun kurulması ve “transatlantik topluluk” fikrinin şekillenmeye başlamasından bu yana ne kadar değiştiği düşünüldüğünde özellikle dikkat çekici. Varşova Paktı gitti ve Sovyetler Birliği çöktü. Amerika Birleşik Devletleri, geniş Orta Doğu coğrafyasında masraflı ve başarısız savaşlarda 20’yi aşkın yıl harcadı. Çin, küresel nüfuzu az olan yoksul bir ulustan dünyanın en güçlü ikinci ülkesine yükseldi ve liderleri gelecekte daha da büyük bir küresel rol üstlenmeyi hedefliyor. Avrupa’nın kendisi de derin değişimler yaşadı: değişen demografi, tekrarlanan ekonomik krizler, Balkanlar’daki iç savaşlar ve 2022’de bir süre devam etmesi muhtemel görünen yıkıcı bir savaş.

Elbette, “transatlantik ortaklık” tamamen durağan değildi. NATO tarihi boyunca yeni üyeler ekledi, 1952’de Yunanistan ve Türkiye ile başlayarak 1982’de İspanya ardından 1999’dan itibaren eski Sovyet müttefikleri ve en son da İsveç ve Finlandiya. İttifak içindeki yüklerin dağılımı da değişti ve Avrupa’nın çoğu Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra savunma katkılarını önemli ölçüde azalttı. NATO ayrıca bazıları diğerlerinden daha önemli olan çeşitli doktrinsel dönüşümlerden geçti. Bu nedenle, transatlantik ortaklığının gelecekte nasıl şekillenmesi gerektiği sorulmaya değer. Misyonunu nasıl tanımlamalı ve sorumluluklarını nasıl dağıtmalı? Bir yatırım fonunda olduğu gibi, geçmiş başarı gelecekteki performansın garantisi değildir, bu nedenle, en iyi getiriyi arayan akıllı portföy yöneticileri, bir fonun varlıklarını değişen koşullara göre yeniden düzenleyecektir. Önceki değişiklikler, mevcut olaylar ve gelecekteki olası koşullar göz önüne alındığında, var olmaya devam ettiğini varsayarak, transatlantik ortaklığı gelecekte hangi geniş vizyon şekillendirmeli?

İleriye dönük en az dört farklı model düşünebiliyorum:

Model 1: Aynı Tas Aynı Hamam

Bariz yaklaşım ki bürokratik katılık ve politik ihtiyatlılık göz önüne alındığında belki de en muhtemel olanı, mevcut düzenlemeleri üç aşağı beş yukarı aynı tutmak ve mümkün olduğunca az değişmektir. Bu modelde NATO, öncelikli olarak adındaki ‘Kuzey Atlantik’ ifadesinin de ima ettiği gibi Avrupa güvenliğine odaklanmaya devam edecek. ABD, Ukrayna krizi sırasında olduğu gibi Avrupa’nın “ilk müdahalecisi” ve tartışmasız ittifak lideri olarak kalacak.

Yük paylaşımı yine çarpık olacak: Amerika’nın askeri yetenekleri Avrupa’nın askeri güçlerini gölgelemeye ve ABD’nin nükleer şemsiyesi ittifakın diğer üyelerini kapsamaya devam edecek. NATO’nun Afganistan, Libya ve Balkanlar’daki maceralarının hayal kırıklığı yaratan sonuçları ışığında mantıklı bir karar olan, Avrupa’nın yeniden kendine odaklanması vurguları öne çıkacak, bu da “alan dışı” misyonun önemini azaltacak.

Adil olmak gerekirse, bu modelin bazı belirgin meziyetleri var. Tanıdık ve Avrupa’nın “Amerikan müdahalesini” devam ettiriyor. Sam Amca düdüğü çalmak ve kavgaları ayırmak için hâlâ orada olduğu sürece, Avrupa devletleri, aralarında çıkan çatışmalar konusunda endişelenmek zorunda kalmayacaklar.

Yeniden silahlanma masraflarını karşılamak için zengin refah devletlerinden pay vermek istemeyen Avrupa hükümetleri, Sam Amca’nın yükün orantısız payını üstlenmesine izin vermekten mutlu olacak ve özellikle Rusya’ya en yakın ülkeler güçlü bir ABD güvenlik garantisini arzulayacaklar. Orantısız yeteneklere sahip net bir ittifak lideri, daha hızlı ve tutarlı karar almayı kolaylaştıracaktır, aksi durumda hantal bir koalisyona dönüşebilir. Bu nedenle, birileri bu formülü değiştirmeyi önerdiğinde tutucu Atlantikçilerin alarma geçmesinin haklı nedenleri var.

Yine de, “aynı tas aynı hamam” modelinin de bazı ciddi dezavantajları var. En barizi, fırsat maliyeti: ABD’yi Avrupa’nın ilk müdahalecisi olarak tutmak, Washington’un, güç dengesine yönelik tehditlerin önemli ölçüde daha büyük olduğu ve diplomatik ortamın özellikle karmaşık olduğu Asya’ya yeterli zaman, dikkat ve kaynak ayırmasını zorlaştırıyor.

ABD’nin Avrupa’ya olan güçlü adanmışlığı, bazı olası çatışmaları önleyebilir, ancak 1990’lardaki Balkan savaşlarını engellemedi ve ABD’nin Ukrayna’yı Batı güvenlik yörüngesine sokma çabası mevcut savaşı kışkırtan bir sebep oldu. Batı’da kimsenin amaçladığı şey bu değil elbette, ama önemli olan sonuçtur. Ukrayna’nın savaştaki son başarıları memnuniyet verici ve umarım devam ederler, ancak savaş hiç çıkmasaydı herkes için çok daha iyi olurdu.

Dahası, “aynı tas aynı hamam modeli” Avrupa’yı Avrupa’nın korunmasına bağımlı kalmaya teşvik ediyor ve Avrupa dış politikasının yürütülmesinde rehavete kapılarak gerçeklerden kopmasına neden oluyor.

Sorun başlar başlamaz dünyanın en büyük gücünün sizin tarafınızda olacağından eminseniz, yabancı enerji kaynaklarına aşırı bağımlılığın ve evinize yaklaşan otoriterliğe aşırı hoşgörülü olmanın risklerini gözardı etmek daha kolay olur. Ve neredeyse hiç kimse bunu kabul etmek istemese de, bu model ABD’yi kendi güvenliği ve refahı adına çok da kritik olmayan çatışma bölgelerine sürükleme potansiyeli taşıyor. En azından bu model, artık eleştirmeksizin onaylamamız gereken bir yaklaşım değil.

Model 2: Uluslararası Demokrasi

Transatlantik güvenlik işbirliği için ikinci bir model, çoğu NATO üyesinin demokratik karakterini ve demokrasiler ile otokrasiler (ve özellikle Rusya ve Çin) arasında büyüyen ayrımı vurgulamaktır. Biden yönetiminin ortak demokratik değerleri vurgulama çabası ve demokrasinin küresel sahnede hâlâ otokrasiden daha iyi performans gösterebileceğini kanıtlama arzusunun arkasında bu vizyon yatıyor. Eski NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in Demokrasiler İttifakı Vakfı da benzer bir anlayışı yansıtıyor.

Öncelikle Avrupa güvenliğine odaklanan “aynı tas aynı tamam” modelinin aksine, bu transatlantik ortaklık anlayışı daha geniş bir küresel gündemi kucaklıyor. Bu model, çağdaş dünya siyasetini demokrasi ve otokrasi arasındaki ideolojik bir rekabet tasavvur ediyor ve bu mücadelenin küresel ölçekte verilmesi gerektiğine inanıyor. ABD yönünü Asya’ya “dönüyorsa”, Avrupalı ortaklarının da bunu yapması gerekir, ancak demokratik sistemleri savunmak ve teşvik etmek gibi daha temel bir amaç için. Bu vizyonla tutarlı olarak, Almanya’nın yeni Hint-Pasifik stratejisi, o bölgenin demokrasileriyle bağları güçlendirme çağrısında bulunuyor ve Alman savunma bakanı yakın zamanda, 2024’e doğru bölgedeki donanma gücünü genişleteceğini duyurdu.

Bu vizyonun “Demokrasi iyidir, otokrasi kötü”ye dayanan basitliği en önemli meziyeti, ancak kusurları çok daha ağır basıyor. Öncelikle, böyle bir çerçeve kaçınılmaz olarak ABD ve/veya Avrupa’nın desteklemeyi seçtiği otokrasilerle (Suudi Arabistan ya da diğer Körfez ülkeleri veya Vietnam gibi potansiyel Asya ortakları gibi) ilişkilerini karmaşıklaştıracak ve transatlantik ortaklığı yaygın bir ikiyüzlülük suçlamasına maruz kalacak.

İkincisi, dünyayı dost demokrasilere ve düşman diktatörlüklere bölmek, ikinciler arasındaki bağları güçlendirecek ve birincileri “böl-yönet” stratejisinden vazgeçmek zorunda bırakacak. Bu açıdan bakıldığında, o zamanki ABD Başkanı Richard Nixon ve danışmanı Henry Kissinger’in, Maoist Çin ile yakınlaşmalarının Kremlin’e endişelenecek yeni bir baş ağrısı verdiği 1971’de, bu çerçeveyi benimsememiş olmalarına sevinmeliyiz.

Son olarak, demokratik değerleri merkeze almanın, transatlantik ortaklığı mümkün olan her yere demokrasiyi yerleştirmeye çalışan bir haçlı örgütüne dönüştürme riski bulunuyor. Özetle bu hedef ne kadar arzu edilse de, son 30 yıl ittifakın hiçbir üyesinin bunu nasıl yapacağını bilmediğini gösteriyor. Demokrasi ihracı son derece zor ve özellikle dışarıdakiler onu zorla dayattığında başarısız oluyor. NATO’nun şu anki üyelerinden bazılarında demokrasinin vahim durumu göz önüne alındığında, bunu ittifakın temel varlık nedeni olarak benimsemek aşırı derecede tuhaf görünüyor.

Model 3: Çin’e Karşı Küreselleşme

Üçüncü model, ikinci modelin kuzeni, ancak transatlantik ilişkileri demokrasi gibi liberal değerler etrafında organize etmek yerine, Avrupa’yı yükselen Çin’i kontrol altına almayı hedefleyen ABD’nin temel çabasına katmaya çalışıyor. Gerçekte, Amerika’nın çok taraflı Avrupalı ortaklarını Asya’da halihazırda var olan ikili hub-and-spoke anlaşmalarıyla birleştirmeyi ve Avrupa’nın güç potansiyelini ABD’nin uzun yıllar karşı karşıya kalabileceği tek ciddi rakibine karşı konuşlandırmayı amaçlıyor.

İlk bakışta bu cazip bir vizyon gibi görünüyor ve bunun erken bir tezahürü olarak ABD, Birleşik Krallık ve Avustralya arasındaki AUKUS anlaşmasına işaret edilebilir. Rand Corperation’dan Michael Mazarr’ın yakın zamanda gözlemlediği gibi, Avrupa’nın artık Çin’i sadece kazançlı bir pazar ve değerli bir yatırım ortağı olarak görmediğine ve buna karşı “yumuşak bir denge” kurmaya başladığına dair kanıtlar var. Amerikan perspektifinden bakıldığında, Avrupa’nın ekonomik ve askeri potansiyelinin ana rakibine karşı hizaya sokulması son derece arzu edilir.

Ancak bu modelle ilgili iki bariz sorun var. Birincisi, devletler yalnızca güce karşı değil, tehditlere karşı da denge kurar ve coğrafya bu değerlendirmelerde kritik bir rol oynar. Çin hırsını ve gücünü her geçen gün artırabilir, ancak ordusu Asya’yı geçip Avrupa’ya saldırmayacak ve donanması dünyayı dolaşıp Avrupa limanlarını ablukaya almayacak.

Rusya, Çin’den çok daha zayıf ama çok daha yakın ve son zamanlardaki eylemleri, farkında olmadan askeri sınırlılıklarını ortaya çıkarmış olsa bile endişe verici. Bu nedenle, Avrupa’dan Çin’in yeteneklerine karşı ciddi bir çaba göstermesi değil,  en ılımlı ‘yumuşak dengeleme’  beklenmelidir. NATO’nun Avrupalı üyeleri Hint-Pasifik’teki güç dengesini önemli ölçüde etkileyecek askeri kapasiteye sahip değiller ve bunu yakın zamanda elde etmeleri mümkün değil. Ukrayna’daki savaş, en nihayetinde Avrupa devletlerini, askeri güçlerini yeniden inşaya sevk edebilir ancak çabalarının çoğu, Rusya’ya karşı savunma ve caydırma amacıyla kara, hava ve istihbarat yeteneklerine odaklanacak.

Bu, Avrupa açısından mantıklı, ancak bu güçlerin çoğu, Çin’e dair herhangi bir çatışmayla ilgisiz olacak. Hint-Pasifik’e birkaç Alman firkateyninin gönderilmesi, Almanya’nın orada değişen güvenlik ortamına duyduğu ilgiyi işaret etmenin güzel bir yolu olabilir, ancak bölgesel güç dengesini değiştirmeyecek veya Çin’in hesaplamalarında önemli bir fark yaratmayacaktır.

Avrupa elbette yabancı askeri güçlerin eğitilmesi, silah satışı, bölgesel güvenlik toplantılarına katılım gibi başka yollarla Çin’i dengelemeye yardımcı olabilir ve ABD bu çabalardan memnun olmalı. Ancak hiç kimse Hint-Pasifik sahnesinde çok sert bir dengeleme yapmak için Avrupa’ya güvenmemelidir. Bu modeli hayata geçirmeye çalışmak, hayal kırıklığının ve artan transatlantik hıncının bir formülü olur.

Model 4: Yeni bir İş Bölümü

Bunun olacağını biliyordunuz: bence doğru olan da bu model. Daha önce de tartıştığım gibi transatlantik ortaklık için gelecekteki en uygun model, Avrupa’nın kendi güvenliğinin ana sorumluluğunu üstlendiği ve ABD’nin Hint-Pasifik bölgesine çok daha fazla önem verdiği yeni bir iş bölümüdür. ABD resmi bir NATO üyesi olarak kalacak, ancak Avrupa’nın ilk müdahalecisi değil son çare müttefiki olacak. Bundan böyle, Birleşik Devletler, yalnızca bölgesel güç dengesi dramatik biçimde değişirse Avrupa’da karaya dönmeyi planlayacak, başka türlü değil.

Bu model bir gecede hayata geçirilemez ve Birleşik Devletler, Avrupalı ortaklarının ihtiyaç duydukları yetenekleri geliştirme ve edinmelerine yardımcı olurken işbirliği ruhu içinde müzakere edilmelidir.

Bu devletlerinin çoğu, Sam Amca’yı kalmaya ikna etmek için ellerinden gelen her şeyi yapacakları için Washington’un, destekleyeceği tek modelin bu olduğunu açıkça belirtmesi gerekecek. NATO’nun Avrupalı üyeleri çoğunlukla kendi başlarına kalacaklarına gerçekten inanmadıkça, gerekli adımları atma kararlılıkları kırılgan kalacaktır ve taahhütlerinden geri adım atmaları da olası.

ABD başkanı olduğu süre boyunca geçerli bir amacı olmaksızın yaptığı küstahlık ve abartılı sözleriyle müttefiklerini kızdıran Donald Trump’ın aksine, Joe Biden bu süreci başlatmak için ideal bir konumda. Kendini adamış bir Atlantikçi olarak haklı bir üne sahip, bu nedenle yeni bir iş bölümü için baskı yapması, kızgınlık veya kızgınlık işareti olarak görülmeyecektir. O ve ekibi, Avrupalı ortaklarımıza bu adımın uzun vadede herkesin çıkarına olduğunu söylemek için eşsiz konumdalar. Biden ve ekibinin bu adımı atmasını beklemiyorum ama yapmalılar.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English