DÜNYA BASINI
ABD’de NATO tartışması: Hint-Pasifik’te Avrupa’nın ağırlığına güvenilmemeli
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.tr
ABD’li stratejist Foreign Policy’de yazdı: Hint-Pasifik’e birkaç Alman firkateyninin gönderilmesi, Almanya’nın orada değişen güvenlik ortamına duyduğu ilgiyi işaret etmenin güzel bir yolu olabilir, ancak bölgesel güç dengesini değiştirmeyecek.
Harvard Üniversitesi Robert ve Renée Belfer Merkezi’nde Uluslararası İlişkiler profesörü olan Amerikalı siyaset bilimci Stephen Martin Walt, Foreign Policy’de yayımlanan makalesinde kuruluşundan bu yana büyük dönüşümler geçiren NATO’nun gelecekte evrilebileceği dört modeli inceledi. Özetle “hayati çıkarlarına doğrudan tehdit olmadığı müddetçe ABD’nin yurt dışında asker konuşlandırmamasını ve Avrupa ve Ortadoğu gibi kritik bölgelere yerel ortak üzerinden müdahaleyi” savunan “kıyıdan dengeleme” stratejisinin mimarlarından Walt, ABD’nin Çin karşısındaki üstünlüğünün çok uzun süre devam etmeyeceğini ve Çin’in ekonomik büyümesi devam ederse bir süre sonra uluslararası politikayı belirleme noktasında daha etkili bir konuma yükseleceğini dolayısıyla ABD’nin de buna göre pozisyon alması gerektiğini savunuyor.
Walt, “Hangi NATO’ya İhtiyacımız Var” başlığını taşıyan makalesinde NATO’nun Avrupa güvenliğine odaklanan mevcut yaklaşımının değişmesi gerektiğini belirtiyor. Walt’a göre Avrupa artık kendi başının çaresine bakmalı ve ABD de esas rakibi Çin’e odaklanmalı. Walt, Çin’e karşı yaklaşımda ABD ve Avrupa çıkarlarının uyuşmadığı görüşünde ve ona göre “…(Amerikalı) hiç kimse Hint-Pasifik terazisinde Avrupa’nın ağırlığına güvenmemeli.”
Stephen Martin Walt’ın yazısını aynen yayınlıyoruz:
Sürekli değişim dünyasında, transatlantik ortaklığın dayanıklılığı öne çıkıyor. NATO benden daha yaşlı ve ben genç bir adam değilim. NATO’nun varlığı, Kraliçe II. Elizabeth’in Britanya tahtına çıkmasından bile önceye dayanıyor. Orjinal mantığı – “Sovyetler Birliği’ni dışarıda, Amerikalıları içeride ve Almanları aşağıda tutmak” – bugün eskisi ile daha az alakalı olsa da (Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına rağmen) yine de Atlantik’in her iki tarafında da refleks olarak saygı görüyor. Eğer Washington, Berlin, Paris, Londra gibi şehirlerde iz bırakmayı uman hevesli bir politika yapıcı iseniz NATO’nun kalıcı meziyetlerini övmek hala akıllıca bir kariyer hamlesi olur.
Bu uzun ömür, NATO’nun kurulması ve “transatlantik topluluk” fikrinin şekillenmeye başlamasından bu yana ne kadar değiştiği düşünüldüğünde özellikle dikkat çekici. Varşova Paktı gitti ve Sovyetler Birliği çöktü. Amerika Birleşik Devletleri, geniş Orta Doğu coğrafyasında masraflı ve başarısız savaşlarda 20’yi aşkın yıl harcadı. Çin, küresel nüfuzu az olan yoksul bir ulustan dünyanın en güçlü ikinci ülkesine yükseldi ve liderleri gelecekte daha da büyük bir küresel rol üstlenmeyi hedefliyor. Avrupa’nın kendisi de derin değişimler yaşadı: değişen demografi, tekrarlanan ekonomik krizler, Balkanlar’daki iç savaşlar ve 2022’de bir süre devam etmesi muhtemel görünen yıkıcı bir savaş.
Elbette, “transatlantik ortaklık” tamamen durağan değildi. NATO tarihi boyunca yeni üyeler ekledi, 1952’de Yunanistan ve Türkiye ile başlayarak 1982’de İspanya ardından 1999’dan itibaren eski Sovyet müttefikleri ve en son da İsveç ve Finlandiya. İttifak içindeki yüklerin dağılımı da değişti ve Avrupa’nın çoğu Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra savunma katkılarını önemli ölçüde azalttı. NATO ayrıca bazıları diğerlerinden daha önemli olan çeşitli doktrinsel dönüşümlerden geçti. Bu nedenle, transatlantik ortaklığının gelecekte nasıl şekillenmesi gerektiği sorulmaya değer. Misyonunu nasıl tanımlamalı ve sorumluluklarını nasıl dağıtmalı? Bir yatırım fonunda olduğu gibi, geçmiş başarı gelecekteki performansın garantisi değildir, bu nedenle, en iyi getiriyi arayan akıllı portföy yöneticileri, bir fonun varlıklarını değişen koşullara göre yeniden düzenleyecektir. Önceki değişiklikler, mevcut olaylar ve gelecekteki olası koşullar göz önüne alındığında, var olmaya devam ettiğini varsayarak, transatlantik ortaklığı gelecekte hangi geniş vizyon şekillendirmeli?
İleriye dönük en az dört farklı model düşünebiliyorum:
Model 1: Aynı Tas Aynı Hamam
Bariz yaklaşım ki bürokratik katılık ve politik ihtiyatlılık göz önüne alındığında belki de en muhtemel olanı, mevcut düzenlemeleri üç aşağı beş yukarı aynı tutmak ve mümkün olduğunca az değişmektir. Bu modelde NATO, öncelikli olarak adındaki ‘Kuzey Atlantik’ ifadesinin de ima ettiği gibi Avrupa güvenliğine odaklanmaya devam edecek. ABD, Ukrayna krizi sırasında olduğu gibi Avrupa’nın “ilk müdahalecisi” ve tartışmasız ittifak lideri olarak kalacak.
Yük paylaşımı yine çarpık olacak: Amerika’nın askeri yetenekleri Avrupa’nın askeri güçlerini gölgelemeye ve ABD’nin nükleer şemsiyesi ittifakın diğer üyelerini kapsamaya devam edecek. NATO’nun Afganistan, Libya ve Balkanlar’daki maceralarının hayal kırıklığı yaratan sonuçları ışığında mantıklı bir karar olan, Avrupa’nın yeniden kendine odaklanması vurguları öne çıkacak, bu da “alan dışı” misyonun önemini azaltacak.
Adil olmak gerekirse, bu modelin bazı belirgin meziyetleri var. Tanıdık ve Avrupa’nın “Amerikan müdahalesini” devam ettiriyor. Sam Amca düdüğü çalmak ve kavgaları ayırmak için hâlâ orada olduğu sürece, Avrupa devletleri, aralarında çıkan çatışmalar konusunda endişelenmek zorunda kalmayacaklar.
Yeniden silahlanma masraflarını karşılamak için zengin refah devletlerinden pay vermek istemeyen Avrupa hükümetleri, Sam Amca’nın yükün orantısız payını üstlenmesine izin vermekten mutlu olacak ve özellikle Rusya’ya en yakın ülkeler güçlü bir ABD güvenlik garantisini arzulayacaklar. Orantısız yeteneklere sahip net bir ittifak lideri, daha hızlı ve tutarlı karar almayı kolaylaştıracaktır, aksi durumda hantal bir koalisyona dönüşebilir. Bu nedenle, birileri bu formülü değiştirmeyi önerdiğinde tutucu Atlantikçilerin alarma geçmesinin haklı nedenleri var.
Yine de, “aynı tas aynı hamam” modelinin de bazı ciddi dezavantajları var. En barizi, fırsat maliyeti: ABD’yi Avrupa’nın ilk müdahalecisi olarak tutmak, Washington’un, güç dengesine yönelik tehditlerin önemli ölçüde daha büyük olduğu ve diplomatik ortamın özellikle karmaşık olduğu Asya’ya yeterli zaman, dikkat ve kaynak ayırmasını zorlaştırıyor.
ABD’nin Avrupa’ya olan güçlü adanmışlığı, bazı olası çatışmaları önleyebilir, ancak 1990’lardaki Balkan savaşlarını engellemedi ve ABD’nin Ukrayna’yı Batı güvenlik yörüngesine sokma çabası mevcut savaşı kışkırtan bir sebep oldu. Batı’da kimsenin amaçladığı şey bu değil elbette, ama önemli olan sonuçtur. Ukrayna’nın savaştaki son başarıları memnuniyet verici ve umarım devam ederler, ancak savaş hiç çıkmasaydı herkes için çok daha iyi olurdu.
Dahası, “aynı tas aynı hamam modeli” Avrupa’yı Avrupa’nın korunmasına bağımlı kalmaya teşvik ediyor ve Avrupa dış politikasının yürütülmesinde rehavete kapılarak gerçeklerden kopmasına neden oluyor.
Sorun başlar başlamaz dünyanın en büyük gücünün sizin tarafınızda olacağından eminseniz, yabancı enerji kaynaklarına aşırı bağımlılığın ve evinize yaklaşan otoriterliğe aşırı hoşgörülü olmanın risklerini gözardı etmek daha kolay olur. Ve neredeyse hiç kimse bunu kabul etmek istemese de, bu model ABD’yi kendi güvenliği ve refahı adına çok da kritik olmayan çatışma bölgelerine sürükleme potansiyeli taşıyor. En azından bu model, artık eleştirmeksizin onaylamamız gereken bir yaklaşım değil.
Model 2: Uluslararası Demokrasi
Transatlantik güvenlik işbirliği için ikinci bir model, çoğu NATO üyesinin demokratik karakterini ve demokrasiler ile otokrasiler (ve özellikle Rusya ve Çin) arasında büyüyen ayrımı vurgulamaktır. Biden yönetiminin ortak demokratik değerleri vurgulama çabası ve demokrasinin küresel sahnede hâlâ otokrasiden daha iyi performans gösterebileceğini kanıtlama arzusunun arkasında bu vizyon yatıyor. Eski NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in Demokrasiler İttifakı Vakfı da benzer bir anlayışı yansıtıyor.
Öncelikle Avrupa güvenliğine odaklanan “aynı tas aynı tamam” modelinin aksine, bu transatlantik ortaklık anlayışı daha geniş bir küresel gündemi kucaklıyor. Bu model, çağdaş dünya siyasetini demokrasi ve otokrasi arasındaki ideolojik bir rekabet tasavvur ediyor ve bu mücadelenin küresel ölçekte verilmesi gerektiğine inanıyor. ABD yönünü Asya’ya “dönüyorsa”, Avrupalı ortaklarının da bunu yapması gerekir, ancak demokratik sistemleri savunmak ve teşvik etmek gibi daha temel bir amaç için. Bu vizyonla tutarlı olarak, Almanya’nın yeni Hint-Pasifik stratejisi, o bölgenin demokrasileriyle bağları güçlendirme çağrısında bulunuyor ve Alman savunma bakanı yakın zamanda, 2024’e doğru bölgedeki donanma gücünü genişleteceğini duyurdu.
Bu vizyonun “Demokrasi iyidir, otokrasi kötü”ye dayanan basitliği en önemli meziyeti, ancak kusurları çok daha ağır basıyor. Öncelikle, böyle bir çerçeve kaçınılmaz olarak ABD ve/veya Avrupa’nın desteklemeyi seçtiği otokrasilerle (Suudi Arabistan ya da diğer Körfez ülkeleri veya Vietnam gibi potansiyel Asya ortakları gibi) ilişkilerini karmaşıklaştıracak ve transatlantik ortaklığı yaygın bir ikiyüzlülük suçlamasına maruz kalacak.
İkincisi, dünyayı dost demokrasilere ve düşman diktatörlüklere bölmek, ikinciler arasındaki bağları güçlendirecek ve birincileri “böl-yönet” stratejisinden vazgeçmek zorunda bırakacak. Bu açıdan bakıldığında, o zamanki ABD Başkanı Richard Nixon ve danışmanı Henry Kissinger’in, Maoist Çin ile yakınlaşmalarının Kremlin’e endişelenecek yeni bir baş ağrısı verdiği 1971’de, bu çerçeveyi benimsememiş olmalarına sevinmeliyiz.
Son olarak, demokratik değerleri merkeze almanın, transatlantik ortaklığı mümkün olan her yere demokrasiyi yerleştirmeye çalışan bir haçlı örgütüne dönüştürme riski bulunuyor. Özetle bu hedef ne kadar arzu edilse de, son 30 yıl ittifakın hiçbir üyesinin bunu nasıl yapacağını bilmediğini gösteriyor. Demokrasi ihracı son derece zor ve özellikle dışarıdakiler onu zorla dayattığında başarısız oluyor. NATO’nun şu anki üyelerinden bazılarında demokrasinin vahim durumu göz önüne alındığında, bunu ittifakın temel varlık nedeni olarak benimsemek aşırı derecede tuhaf görünüyor.
Model 3: Çin’e Karşı Küreselleşme
Üçüncü model, ikinci modelin kuzeni, ancak transatlantik ilişkileri demokrasi gibi liberal değerler etrafında organize etmek yerine, Avrupa’yı yükselen Çin’i kontrol altına almayı hedefleyen ABD’nin temel çabasına katmaya çalışıyor. Gerçekte, Amerika’nın çok taraflı Avrupalı ortaklarını Asya’da halihazırda var olan ikili hub-and-spoke anlaşmalarıyla birleştirmeyi ve Avrupa’nın güç potansiyelini ABD’nin uzun yıllar karşı karşıya kalabileceği tek ciddi rakibine karşı konuşlandırmayı amaçlıyor.
İlk bakışta bu cazip bir vizyon gibi görünüyor ve bunun erken bir tezahürü olarak ABD, Birleşik Krallık ve Avustralya arasındaki AUKUS anlaşmasına işaret edilebilir. Rand Corperation’dan Michael Mazarr’ın yakın zamanda gözlemlediği gibi, Avrupa’nın artık Çin’i sadece kazançlı bir pazar ve değerli bir yatırım ortağı olarak görmediğine ve buna karşı “yumuşak bir denge” kurmaya başladığına dair kanıtlar var. Amerikan perspektifinden bakıldığında, Avrupa’nın ekonomik ve askeri potansiyelinin ana rakibine karşı hizaya sokulması son derece arzu edilir.
Ancak bu modelle ilgili iki bariz sorun var. Birincisi, devletler yalnızca güce karşı değil, tehditlere karşı da denge kurar ve coğrafya bu değerlendirmelerde kritik bir rol oynar. Çin hırsını ve gücünü her geçen gün artırabilir, ancak ordusu Asya’yı geçip Avrupa’ya saldırmayacak ve donanması dünyayı dolaşıp Avrupa limanlarını ablukaya almayacak.
Rusya, Çin’den çok daha zayıf ama çok daha yakın ve son zamanlardaki eylemleri, farkında olmadan askeri sınırlılıklarını ortaya çıkarmış olsa bile endişe verici. Bu nedenle, Avrupa’dan Çin’in yeteneklerine karşı ciddi bir çaba göstermesi değil, en ılımlı ‘yumuşak dengeleme’ beklenmelidir. NATO’nun Avrupalı üyeleri Hint-Pasifik’teki güç dengesini önemli ölçüde etkileyecek askeri kapasiteye sahip değiller ve bunu yakın zamanda elde etmeleri mümkün değil. Ukrayna’daki savaş, en nihayetinde Avrupa devletlerini, askeri güçlerini yeniden inşaya sevk edebilir ancak çabalarının çoğu, Rusya’ya karşı savunma ve caydırma amacıyla kara, hava ve istihbarat yeteneklerine odaklanacak.
Bu, Avrupa açısından mantıklı, ancak bu güçlerin çoğu, Çin’e dair herhangi bir çatışmayla ilgisiz olacak. Hint-Pasifik’e birkaç Alman firkateyninin gönderilmesi, Almanya’nın orada değişen güvenlik ortamına duyduğu ilgiyi işaret etmenin güzel bir yolu olabilir, ancak bölgesel güç dengesini değiştirmeyecek veya Çin’in hesaplamalarında önemli bir fark yaratmayacaktır.
Avrupa elbette yabancı askeri güçlerin eğitilmesi, silah satışı, bölgesel güvenlik toplantılarına katılım gibi başka yollarla Çin’i dengelemeye yardımcı olabilir ve ABD bu çabalardan memnun olmalı. Ancak hiç kimse Hint-Pasifik sahnesinde çok sert bir dengeleme yapmak için Avrupa’ya güvenmemelidir. Bu modeli hayata geçirmeye çalışmak, hayal kırıklığının ve artan transatlantik hıncının bir formülü olur.
Model 4: Yeni bir İş Bölümü
Bunun olacağını biliyordunuz: bence doğru olan da bu model. Daha önce de tartıştığım gibi transatlantik ortaklık için gelecekteki en uygun model, Avrupa’nın kendi güvenliğinin ana sorumluluğunu üstlendiği ve ABD’nin Hint-Pasifik bölgesine çok daha fazla önem verdiği yeni bir iş bölümüdür. ABD resmi bir NATO üyesi olarak kalacak, ancak Avrupa’nın ilk müdahalecisi değil son çare müttefiki olacak. Bundan böyle, Birleşik Devletler, yalnızca bölgesel güç dengesi dramatik biçimde değişirse Avrupa’da karaya dönmeyi planlayacak, başka türlü değil.
Bu model bir gecede hayata geçirilemez ve Birleşik Devletler, Avrupalı ortaklarının ihtiyaç duydukları yetenekleri geliştirme ve edinmelerine yardımcı olurken işbirliği ruhu içinde müzakere edilmelidir.
Bu devletlerinin çoğu, Sam Amca’yı kalmaya ikna etmek için ellerinden gelen her şeyi yapacakları için Washington’un, destekleyeceği tek modelin bu olduğunu açıkça belirtmesi gerekecek. NATO’nun Avrupalı üyeleri çoğunlukla kendi başlarına kalacaklarına gerçekten inanmadıkça, gerekli adımları atma kararlılıkları kırılgan kalacaktır ve taahhütlerinden geri adım atmaları da olası.
ABD başkanı olduğu süre boyunca geçerli bir amacı olmaksızın yaptığı küstahlık ve abartılı sözleriyle müttefiklerini kızdıran Donald Trump’ın aksine, Joe Biden bu süreci başlatmak için ideal bir konumda. Kendini adamış bir Atlantikçi olarak haklı bir üne sahip, bu nedenle yeni bir iş bölümü için baskı yapması, kızgınlık veya kızgınlık işareti olarak görülmeyecektir. O ve ekibi, Avrupalı ortaklarımıza bu adımın uzun vadede herkesin çıkarına olduğunu söylemek için eşsiz konumdalar. Biden ve ekibinin bu adımı atmasını beklemiyorum ama yapmalılar.
İlginizi Çekebilir
-
İsveç’ten Soğuk Savaş sonrası en büyük savunma harcaması artışı
-
Meloni, Trump ile Avrupa arasında seçim yapmayı ‘çocukça’ buluyor
-
ABD, Ukrayna’ya ‘sömürge’ anlaşması teklif etti
-
Rusya, Elon Musk’a Mars görevi için küçük boyutlu nükleer santral teklif etti
-
ABD, Beyaz Baretliler’e mali desteği kesti
-
Rümeysa Öztürk’ün ABD vizesi iptal edildi

İsrail’in en yüksek mahkemesi Netanyahu’yu durdurabilir mi?
Bibi’nin iki üst düzey yetkiliyi görevden alma hamlesinin ardından büyük hesaplaşma kapıda.
David E. Rosenberg / FP
Önümüzdeki haftalarda, İsrail demokrasisinin geleceğiyle ilgili büyük bir mücadele yaşanacak. Demokratik normları ve hukukun üstünlüğünü temsil eden tarafın bu mücadeleyi kazanacağının hiçbir garantisi yok.
Bir tarafta, devletin diğer organları zayıflatma ve sadık isimleri öne çıkarma hedefiyle geçen hafta iki kilit İsrailli yetkiliyi görevden almaya çalışan Başbakan Binyamin Netanyahu var. Diğer tarafta ise Yüksek Mahkeme yer alıyor. Teorik olarak Netanyahu’nun gündeminin bazı bölümlerini engelleme gücüne sahip olan mahkeme, pratikte ise kararlarını tanımamaya kararlı ve yetkilerini aşındırmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıya.
Bu anayasal bir çıkmaza dönüşürse, Netanyahu’nun iktidara dönüşünden bu yana İsrail’i sarsan sokak protestoları yeniden alevlenebilir. Ülkeye dair genellikle temkinli açıklamalarda bulunan bazı etkili İsrailliler bile olası bir iç savaş konusunda uyarıyor.
Bu krizi tetikleyen olaylar, hükümetin son günlerde peş peşe aldığı iki karar oldu: İç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ın görevden alınması ve Başsavcı Gali Baharav-Miara’nın görevden alınma sürecinin başlatılması. Netanyahu, Bar’a olan güvenini kaybettiğini ve onu görev için “fazla yumuşak” bulduğunu belirterek kararı savundu. Adalet Bakanı Yariv Levin ise uzun süredir görevden almak istediği Baharav-Miara’yı “uygunsuz davranış” ve hükümetle “önemli ve uzun süredir devam eden görüş ayrılıkları” nedeniyle hedef aldı.
Hem Şin-Bet Direktörü hem de Başsavcı, hükümet tarafından atanan isimler olsa da onları görevden almak basit ve kolay bir prosedür değil.
Normal koşullarda, Şin-Bet Direktörü’nün görevden alınması idari hukuk çerçevesinde ele alınır; kararın gerekçelendirilmesi ve “makul” bulunması gerekir. Başsavcı ise ancak bir danışma komitesi kararıyla görevden alınabilir.
Ancak şu anda koşullar normal değil. Yasal düzenlemeler, hükümetin hem hukuki hem de ahlaki kurallara bağlı kalacağı varsayımıyla hazırlanmıştı. Netanyahu’nun geçmişteki hükümetleri de dahil önceki hükümetler de bu yetkililerle anlaşmazlıklar yaşanmıştı, fakat hiçbir zaman görevden alma yoluna gidilmemişti.
Ancak Netanyahu, tıpkı ABD Başkanı Donald Trump gibi, gücüne sınır koyan bu mekanizmalardan rahatsızlık duyuyor ve siyasi rakiplerini hedef almaktan geri durmuyor. Ve yine Trump gibi Netanyahu da liderlerinin iktidar hırsını kendi toplumlarını yeniden şekillendirmek için kullanan ideologların yardım ve desteğini alıyor.
Baharav-Miara, Yüksek Mahkeme’yi ve yargı organının diğer kurumlarını zayıflatacak “yargı reformu” projesi dahil hükümetin anayasaya aykırı olduğunu düşündüğü eylemlerini ısrarla reddettiği için bir engel olarak görülüyor.
Bar ise normalde hükümetin hedefi olmayacak bir güvenlik bürokratıydı. Ancak Şin-Bet’in görevleri arasında İsrail demokrasisini korumak ve ulusal güvenliğe yönelik tehditleri araştırmak da bulunuyor. Bu görevler onu hükümetle karşı karşıya getirdi.
İsrail’de “devlete sızma” tartışması: “Dün vatan haini ilan ettiniz yarın idam edersiniz”
Netanyahu hükümetinin demokratik normlara karşı açtığı savaş, Baharav-Miara ve Bar’ı görevden alma girişiminden çok önce başlamıştı. İlk adım, 2022 sonunda hükümetin kurulmasının hemen ardından Levin’in yargıyı siyasetin kontrolüne almayı hedefleyen kapsamlı “yargı reformu” planını açıklamasıyla atıldı. Bu reform girişimi, geniş çaplı sokak protestoları, Yüksek Mahkeme’nin iptal kararları ve 2023 Ekim’inde yaşanan Hamas saldırısıyla birlikte rafa kalktı.
Ancak hükümetin yargı reformunu yeniden gündeme getirmeyi beklediği açıktı. Levin uzun süredir yargıyı “yozlaşmış ve solcu” olmakla suçluyor. Hükümetin aşırı sağcı ve dindar ortakları ise Yüksek Mahkeme’yi, İsrail’i daha dindar ve muhafazakâr bir topluma dönüştürme çabalarının önündeki en büyük engel olarak görüyor.
Netanyahu bu görüşleri paylaşmasa da yargı reformu sayesinde hakkında devam eden yolsuzluk davalarından sıyrılma ihtimali vardı. Protestolar, davalar ve savaşın baskısıyla, zamanla o da aşırı sağın bürokratları düşman olarak gören önermesini yavaş yavaş kabul etmeye başladı. Netanyahu eskiden “derin devletin” kendisini yıkmaya çalıştığına dair iddiaları sosyal medyadaki destekçilerine bırakırdı şimdi artık bu ifadeleri bizzat kendisi de kullanıyor.
Netanyahu, Trump’ın izinde: Yargıya ‘derin devlet’ suçlaması
Yargı reformunu yeniden başlatmak için uygun zaman geçen sonbaharda geldi. Hamas, Hizbullah ve İran’a karşı savaşlarda İsrail üstün görünse de savaş atmosferi sokak protestolarını bastırmak için yeterince yoğun bir ortam sağladı. Ayrıca Trump’ın yeniden iktidara gelişiyle birlikte, Beyaz Saray artık demokratik olmayan adımlara ses çıkarmayacaktı.
Ancak bu kez hükümet, yeni protestolara yol açma olasılığı daha düşük olan kademeli bir yaklaşımı tercih etti. Bu ay başında, Meclis yargıçları disiplin altına alan kurulun kontrolünü koalisyon milletvekillerine devreden bir yasayı onayladı. Yargıç atamalarını siyasallaştıracak bir başka yasa tasarısı da şu an Meclis’te. Son adımlar ise Şin-Bet Direktörü ve Başsavcının görevden alınması oldu.
Bu siyasi mücadele, Yüksek Mahkeme’de görülecek görevden alma davalarının arka planını oluşturacak. Ancak davaların içeriği, teknik olarak “çıkar çatışması” olup olmadığı sorusu etrafında şekillenecek.
Bar yönetimindeki Şin-Bet, Netanyahu’nun ofisinden sızdırıldığı iddia edilen gizli belgeler ile Katar’dan Netanyahu’ya yakın kişilere yapılan ödemeleri araştırıyordu. Ayrıca polis teşkilatına aşırı sağcı örgütlerin sızmasını da araştırdığı ortaya çıktı. Muhalifler, Netanyahu’nun Bar’ı görevden almasının yasal açıdan gerekçelendirilebilir görünse de asıl amacının bu soruşturmaları durduracak bir ismi atamak olduğunu savunuyor. Bu nedenle yargı müdahale etmeli.
Aynı durum başsavcı Baharav-Miara için de geçerli. Kendisi, Netanyahu’nun yolsuzluk, rüşvet ve güveni kötüye kullanma suçlamalarıyla yargılandığı davanın başsavcısı. Şu sıralar Netanyahu haftada iki kez Tel Aviv’deki mahkemede ifade veriyor. En azından teoride, sadık bir kişinin bu pozisyonda olması İsrail liderinin mahkumiyetten kaçmasını kolaylaştırabilir.
Yüksek Mahkeme, şimdiden Bar’ın görevden alınmasını durduran geçici bir tedbir kararı aldı ve konuyla ilgili temyiz başvurularını 8 Nisan’da dinleyecek. Mahkeme dört farklı karar verebilir: Temyiz başvurularını tamamen reddedebilir, hükümete kararını yasal çerçeveye uygun şekilde yeniden düzenlemesini emredebilir, Bar’ın birkaç ay içinde istifa etmesini öngören bir uzlaşma önerebilir ya da görevden alma kararını tamamen iptal edebilir. Sonuncusu olursa, büyük bir çatışma başlayacak demektir.
Yüksek Mahkeme Baharav-Miara’nın görevden alınmasına müdahale etmese bile süreç normalde aylar sürecek. Önce hükümetin oluşturduğu bir komitenin karar vermesi gerekiyor. Ancak hükümet, bu süreci hızlandırmak istiyor. Levin, Baharav-Miara’ya istifa etmesi yönünde baskı yapıyor ve son iki yıldır ona yönelik yıpratma kampanyasını sürdürüyor.
Yüksek Mahkeme harekete geçecek mi? Mahkeme Başkanı Isaac Amit kararlı bir isim ve Bar davasına bakan üç kişilik heyet hükümet aleyhine karar verme ihtimali yüksek olan daha liberal yargıçlardan oluşuyor. Öte yandan, Netanyahu, Levin ve hükümet üyeleri uzun süredir mahkemeyi itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Onlara göre mahkeme tarafsız olmadığı gibi hükümeti yargılama hakkına da sahip değil. Levin, Amit’in ocak ayında mahkeme başkanı olarak atanmasına karşı çıktı ve o zamandan beri onu boykot ediyor.
Normal şartlarda, Yüksek Mahkeme’nin kararı, ne kadar tatsız olsa da hükümet için bağlayıcı. Ancak bu kez hükümet kararları tanımama sinyalleri veriyor. Geçici tedbir kararının ardından bazı bakanlar, nihai kararın da tanınmayabileceğini açıkladı. Mahkemeyi ya geri adım atmaya zorlayacaklar ya da müdahil olmaktan caydıracaklar.
Bu durumda, hükümet ile yargı arasındaki güç dengesi İsrail halkı tarafından belirlenecek. Eğer anketler doğruysa, halk “derin devlet” argümanına inanmıyor. Yüksek Mahkeme’ye hükümetten daha fazla güveniyor. Geçen hafta sonu ülke genelinde 100 binden fazla kişi Bar’ın görevden alınmasına karşı protesto gösterileri düzenledi.
Ancak bu protestoların etkili olması için çok daha büyük ve uzun süreli olması gerekiyor. Bu da garanti değil. Gazze’deki savaşın yeniden alevlenmesi, aşırı sağcı Itamar Ben-Gvir’in hükümete dönüşü ve protestolara karşı sert polis müdahaleleri, 2023’teki gibi kitlesel protestoların tekrarını zorlaştırabilir. Aylar süren savaşlar ve krizlerin ardından, halk artık yorgun olabilir. Netanyahu’nun umudu da tam olarak bu.
DÜNYA BASINI
Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri
Yayınlanma
4 gün önce24/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Batı medyası ve siyasetinden ardı ardına değerlendirmeler geliyor.
Medyadaki değerlendirmeler, büyük oranda “jeopolitik dönüşümlerin” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a açtığı fırsat pencereleri ile ilgili.
Örneğin Politico’da ‘Erdoğan demokratik muhalefeti bastırmak için jeopolitik bir fırsat yakaladı’ başlıklı haberde, “Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yıllarını demokrasiyi aşındırmak, muhalefeti bastırmak ve ülkenin ordu ve kamu hizmetlerini tasfiye etmekle geçirdi. Şimdi de Türkiye Cumhuriyeti’nin laik kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasını gömmek için bu jeopolitik anı seçmiş gibi görünüyor,” deniyor.
Analizde, Donald Trump’ın özel temsilcisi Steve Witkoff’un Tucker Carlson’a verdiği mülakatta söylediklerine referans veriliyor. Witkoff, geçen hafta Carlson’a verdiği beyanda, iki lider arasında kısa süre önce gerçekleşen telefon görüşmesini “harika” ve “dönüm noktası niteliğinde” olarak nitelendirmişti.
Bloomberg: Erdoğan, NATO’nun Türkiye’ye olan ihtiyacı nedeniyle tutuklamaya ses çıkmayacağına güveniyor
Bloomberg’de yer alan ‘Erdoğan dünyanın Türkiye’deki kargaşayı görmezden geleceğine güveniyor’ başlıklı değerlendirmede ise, İmamoğlu’nun hapse atılmasının ardından Erdoğan’ın, “NATO müttefiklerinin Türkiye’ye, demokrasi kavgasından daha fazla ihtiyaç duyduklarına güvendiğini” öne sürüyor.
Analizde, “Türkiye Cumhurbaşkanı ve NATO’nun en büyük ikinci ordusunun komutanı, dünyanın kendisine, ülkenin demokrasisi için verilen mücadeleye katılma ihtiyacından daha fazla ihtiyaç duyduğuna güveniyor. ABD ve Avrupa güvenlik sorunlarıyla meşgulken, Erdoğan kendisini Ukrayna’dan Orta Doğu ve Afrika’daki çatışma bölgelerine kadar kilit bir güç simsarı olarak konumlandırdı,” deniyor.
Bloomberg, Avrupa başkentlerinden gelen birkaç itiraz dışında, İmamoğlu’nun tutuklamasının ardından uluslararası tepkinin yokluğunun dikkat çekici olduğuna işaret ediyor.
Yazıda, “Erdoğan muhtemelen Türkiye’nin artan stratejik öneminin demokratik eksikliklerinden daha ağır bastığını hesapladı. Yatırımcılar Türk varlıklarını terk ederken ve yabancı parayı ülkeye geri getirme yolunda son dönemde kaydedilen ilerlemeyi geri alma riskini taşırken bile, bu şimdiye kadar siyasi olarak karşılığını veren bir bahis,” ifadeleri kullanıldı.
Ekonomi yayını, özellikle Ukrayna’daki savaşın Avrupa’yı, Türkiye’ye giderek daha fazla bağımlı hale getirdiğini ileri sürüyor.
Economist: Geriye otokrasiye yakın bir yönetim kaldı
Ünlü ekonomi dergisi Economist ise İmamoğlu’nun tutuklanmasını ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan rakibini hapse attı ve Türkiye’nin demokrasisini tehlikeye attı’ başlığıyla verdi.
“Türkiye geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşıyor,” iddiasında bulunan dergi, her şeye rağmen Türkiye’deki seçimlerin ‘çoğunlukla serbest’ kaldığını, ama İmamoğlu’nun tutuklanması ile birlikte “geriye çıplak otokrasiye yakın bir yönetim kaldığını” öne sürdü.
Tutuklamaların Türkiye’nin on yılı aşkın bir süredir gördüğü en büyük protestolara yol açtığına işaret eden Economist, protestolardaki gözaltıları ve polis şiddetini de sayfalarına taşıdı.
Euractiv: Erdoğan jeopolitik değişimi değerlendirerek zamanını iyi seçti
Euractiv’de yer alan değerlendirmede de, “İç siyasi çalkantılara rağmen, Ankara’nın AB ile daha yakın ilişkiler kurması ve bloğun savunma fonlarına erişim kazanması için daha iyi bir zamanlama olamazdı,” deniyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘zamanını iyi seçtiğini’ savunan Euractiv, ‘içeride demokratik muhalefeti bastırmak ve dışarıda jeopolitik puan toplamak için jeopolitik değişimi değerlendirdiğini’ yazıyor.
Bir süredir AB-Türkiye ilişkilerinin gergin seyrettiğini hatırlatan Euractiv, ABD’nin Kıta’dan çekilme işaretleri vermesi ve Rusya ile ilişkileri düzeltmek istemesi birlikte büyük bir silahlanma hamlesi başlatan Avrupa’da Türkiye’ye bakışın değişmeye başladığına işaret ediyor.
Bazı AB diplomatlarına göre ABD Başkanı Donald Trump’ın dönüşü ve jeopolitik değişimler Kıta’da Ankara ile daha yakın ilişkilere bakış açısını değiştirdi.
‘Brüksel’de Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu söyleniyor’
Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin, Avrupa’daki güvenlik zirvelerine giderek daha fazla katılmaya başladığını ve üst düzey yetkililerin de bu konuya ilgi duyduklarını açıkça ifade ettiğini vurgulayan Euractiv, “Brüksel’deki iktidar koridorlarında tekrarlanan bir söylem, Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu ve uzun vadeli güvenlik çıkarlarının birkaç kişinin kısa vadeli çıkarlarının önüne geçmesi gerektiği yönünde,” diye yazıyor.
Ankara’nın, Avrupa’nın savunma planları için kendisine ihtiyaç olduğunu çok iyi anladığını savunan yayın, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin de Erdoğan ile daha yakın işbirliği için AB nezdinde lobi yaptığını aktarıyor.
Yazıda şunlar söyleniyor:
“Türkiye’nin stratejik coğrafi konumu, Karadeniz’den Akdeniz’e ulaşımı sağlayan önemli bir nakliye ve ticaret yolu olan ve savaşın ilk günlerinde Rus savaş gemilerine kapatmakta tereddüt etmediği İstanbul Boğazı’nın kontrolünde kilit rol oynuyor. Gelecekte Avrupa savaş gemilerinin Karadeniz’e erişimine ihtiyaç duyulması halinde, anahtar Ankara’nın elinde olacak. Yerli Kırım Tatarlarının Osmanlı İmparatorluğu ile bir dizi tarihi bağı olan Kırım Yarımadası’nda kalıcı bir Rus varlığı Ankara’nın çıkarına olmayabilir.”
Euractiv’e konuşan AB yetkililerine göre Türk askeri teçhizatı, blok dışından temin edilebilecek en ucuz seçenekler arasında yer alıyor ve Ukrayna ve Azerbaycan da dahil olmak üzere savaş bölgelerinde sahada test edildi.
‘AB, Türk askerine Ukrayna’da güveniyor’
Yine habere göre, Gelecekte Ukrayna’da yapılacak bir barış anlaşmasında Avrupalı barış gücü askerlerinin ateşkesi sağlaması halinde Türkiye’nin askeri gücü de işe yarayabilir.
AB savunma fonlarına erişim konusunda, giderek artan sayıda AB diplomatı, Avrupa’nın ‘gerçekleri görmesi’ ve ABD’ye bağımlılığının yerini alacak ortak tabanını genişletmesinin sadece bir zaman meselesi olduğuna inanıyor.
Bir AB diplomatı, AB’nin “bir noktada, hızlı bir şekilde yeniden silahlanma konusunda ciddiysek bu ülkelere ve endüstrilerine ihtiyacımız olduğu konusunda pragmatik bir durum değerlendirmesine varması gerektiğini” söyledi. Euractiv’e göre bu görüşler Brüksel’de giderek daha fazla yankı buluyor.
Bir AB yetkilisi, Fransa’nın savunma konusundaki ‘Avrupalı Satın Al’ rağmen, savunma konusunda Türkiye gibi tüm bu ülkelere yaklaştıklarını söyledi.
Avrupa’nın yeni silahlanma fonuna AB dışından katılım için, üçüncü ülkelerin AB ile savunma anlaşması imzalaması gerekiyor. Öte yandan böyle bir savunma anlaşması için ‘nitelikli çoğunluk’ yeterli olduğundan, Kıbrıs ve Yunanistan’ın itirazlarına rağmen Brüksel ile Ankara arasında böyle bir anlaşmanın imzalanmasının önünde engel yok.
Bu hafta başında masaya yatırılan ve üye devletler tarafından şartları daha da sıkılaştırmak ya da gevşetmek üzere değiştirilebilecek olan taslak metne göre, ikinci anlaşma doğrudan üçüncü ülke ile Avrupa Komisyonu arasında imzalanacak.
Bazı AB diplomatlarına göre, Türkiye’de dengeler değişirse, Polonya’nın AB dönem başkanlığı daha hızlı bir anlaşma için oybirliği arayışından vazgeçebilir.
Yine Euractiv’e göre, Türkiye’nin Rusya’ya karşı Batı’yla aynı safta yer almak arasında ince bir ipte yürümesi ikinci derecede önemli bir mesele gibi görünüyor.
Scholz’un İmamoğlu tepkisine rağmen Berlin, Ankara ile yakın savunma işbirliği istiyor
Dolayısıyla, özellikle Almanya’dan gelen bazı tepkilere rağmen, İmamoğlu’nun tutuklanmasına yönelik Kıta’dan gelecek tepkilerin genellikle “görmezden gelmek” olacağına vurgu yapılıyor.
Dahası, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un sert eleştirilerine rağmen, Alman yetkililer Berlin’in daha yakın bir savunma işbirliğinin önünde durmayacağını vurgulamakta gecikmedi. Fransız Elysee yetkilileri ise kamuoyu önünde yorum yapmaktan kaçındı.
Üst düzey AB yetkilileri Türk yetkilileri demokratik standartlara uymaya çağırırken, “temel haklara saygı ve hukukun üstünlüğünün AB’ye katılım süreci için elzem” olduğunu belirttiler fakat AB liderlerinin çoğunluğu sessiz kaldı.
Bazı AB diplomatları, stratejik gereklilikler lehine konuyu görmezden gelebileceğine inanıyor. Fakat diğer alanlarda AB-Türkiye ilişkilerinin yakınlaşması konusunda yaşanan siyasi tıkanıklık farklı görünüyor.
Görüşmeler hakkında bilgi sahibi olan kişiler, Ankara’nın yıllardır iki temel talebi olan AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin modernizasyonu ve vize serbestisinin, ‘reform eksikliği’ nedeniyle ilerleme ihtimalinin çok düşük olduğunu söylüyor.
DÜNYA BASINI
İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında yankı buldu
Yayınlanma
5 gün önce23/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında geniş yankı buldu. Pek çok Batılı yayın kuruluşu, tutuklamanın Türkiye’deki ‘demokrasi ilkeleri üzerindeki endişeleri artırdığını’ ve siyasi motivasyon taşıdığını ileri sürdü. Batı basını, Türkiye genelinde İmamoğlu’na destek gösterilerini ve uluslararası kuruluşların tepkisini de haberleştirdi.
Batı basını, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına geniş yer ayırarak, Türkiye’nin “demokratik ilkelerine dair endişeleri ve tutuklamanın potansiyel siyasi nedenlerini” ele aldı
The Times (Birleşik Krallık): Gazetenin bir köşe yazısında, İmamoğlu’nun tutuklanması ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1999’daki hapis cezası alması arasında paralellikler kuruldu. Yazıda, Erdoğan’ın önde gelen siyasi rakibi İmamoğlu’na karşı mevcut eylemlerinin, Erdoğan’ın daha önceki demokratik vaatlerinden uzaklaşmayı yansıttığı öne sürüldü.
The Guardian (Birleşik Krallık): The Guardian, İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Türkiye genelinde yayılan geniş çaplı protestoları haberleştirdi. Gösterilerin “demokrasi, hukuk devleti ve eşit haklar için daha geniş bir harekete dönüştüğünü” yazdı. Makale, Birleşmiş Milletler (BM) ve ABD gibi kuruluşlardan gelen cılız tepkilerle uluslararası yanıtın sınırlı kaldığına da dikkat çekti.
Associated Press (ABD): Associated Press, İmamoğlu’nun yolsuzluk suçlamalarıyla tutuklanmasına yol açan hukuki süreci ele aldı. Tutuklamanın yaklaşan seçimler öncesinde gerçekleştiği zamanlamasına ve Türkiye’nin siyasi ortamı üzerindeki potansiyel etkisine dikkat çekti. Haber, muhalefet figürlerinden ve uluslararası kuruluşlardan gelen tutuklamanın siyasi çıkarımlarını eleştiren yorumlara da yer verdi.
Euronews (Avrupa): Euronews, İstanbul ve diğer şehirlerdeki kitlesel protestoları detaylı bir şekilde aktardı. Protestocuların gösteri yasaklarına ve yol kapatmalara karşı gelmesini vurguladı. Haber, “protestocular arasında tutuklamanın Erdoğan’ın ana rakibini saf dışı bırakmak için siyasi amaçlı olduğu” algısının yaygın olduğunu belirtti.
El País (İspanya): El País, İmamoğlu’nun geçici tutukluluğuna yol açan yargı sürecini haberleştirdi. Muhalefetin tutuklamayı 2028 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bir rakibi ortadan kaldırma amaçlı siyasi bir girişim olarak gördüğünü kaydetti.
Die Welt (Almanya): Die Welt, mahkemenin İmamoğlu’nu tutuklama kararını ve ardından başlayan kitlesel protestoları haberleştirdi. İmamoğlu’nun asılsız ve iftira niteliğinde olduğunu ifade ederek reddettiği teröre destek iddialarına da değindi.
Diğer yandan Avrupa Komisyonu: Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, İmamoğlu’nun tutuklanmasından derin endişe duyduğunu ifade etti.
Von der Leyen, Ankara’ya özellikle seçilmiş yetkililerin hakları olmak üzere “demokratik değerleri koruma yükümlülüğünü” hatırlattı.
İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) ise kararı “adaletin trajedisi” ve demokratik sürece yönelik bir saldırı olarak kınadı.
Kuruluş, tutuklamanın “İstanbul seçmenlerinin seçtikleri temsilciden mahrum bırakılarak haklarının ihlal edildiğini” savundu.

Fransa, savunma sanayisi için 450 milyon avroluk fon kuruyor

Tutuklanmasına rağmen Filipinler’deki ara seçimlerde yarışacak olan Duterte’ye destek artıyor

Güney Koreli şirketler Rusya’ya dönmek istiyor

İsveç’ten Soğuk Savaş sonrası en büyük savunma harcaması artışı

İsrail, ateşkesten sonra ilk kez Beyrut’u vurdu
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye federasyona mı gidiyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Avrupa’nın ABD ile ilişkileri stratejik bağımlılıktan stratejik özerkliğe dönüşüyor
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
İngiltere, Ukrayna’ya binlerce asker göndermeye hazırlanıyor
-
AVRUPA2 hafta önce
Alman partilerinin ‘savaş’ anlaşması borsayı uçurdu
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Witkoff’un yeni ateşkes önerisine Hamas’tan itiraz
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde
-
AMERİKA2 hafta önce
BlackRock Avrupalı şirketlerin hisselerini topluyor