Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Rusya gözünden Türkiye’nin Orta Asya politikası

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, 25 Şubat 2022 tarihinde Russian International Affairs Council’de (RIAC) yayımlandı. RIAC, 2010 yılında aralarında Rusya Dışişleri Bakanlığının da bulunduğu bir dizi devlet kurumunun öncülüğünde yaşamına başlayan bir düşünce kuruluşudur. Yani RIAC, doğrudan Kremlin’e bağlı olmasa da devletin merkeziyle güçlü ilişkilere sahiptir. Makale, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından Ankara’nın ilgi odağı olan Orta Asya’daki Türkiye bağlantılı faaliyetlerin Rusya tarafından dikkatle takip edildiğini gösteriyor. Yazarlar, belirli bir ihtiyat payı bırakmakla birlikte, Türkiye’nin bölgedeki etkisinin hâlâ sınırlı olduğunu savunuyorlar. Dahası, Ankara’nın bölgeyle kurduğu ilişkilerde açık ya da örtülü dile getirdiği pantürkist söylemlerin yalnızca Rusya tarafından değil, Çin ile İran’ca da pek hoş karşılanmayacağını ima ediyorlar. Türkiye’nin doğrudan Sovyet sonrası Orta Asya’ya nüfuz etmek için kurduğu TİKA’ya pek az yer ayrılması ise makalenin eksikliği olarak göze çarpıyor. Metindeki bir dipnot makalenin orijinalinde de bulunmaktadır, kalan dipnotlar ve metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.

Türkiye’nin Orta Asya’daki Politikası: İhtiraslar Sağlam Bir Temele mi Dayanıyor?

25 Şubat 2022
Grigory Lukyanov-Nubara Kulieva

Son zamanlarda uluslararası toplumun dikkati Orta Asya’ya[1] odaklandı. Bu, genellikle Orta Asya’yla doğrudan ya da dolaylı bağlantılı olaylar nedeniyledir; Taliban’ın iktidara gelişi, Kazakistan’daki durum, KGAÖ’nün (Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü) artan faaliyetleri, vb. Türkiye, kendisini “Türk dünyası”nın lideri olarak konumlandırarak ve Rusya ve Çin gibi bölge dışı başlıca aktörler kadar olaylara müdahil olmaya çalışarak bu gelişmeler arasında özellikle aktif hale geldi.

Gelgelelim, bu faaliyetin başlangıcı Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle aynı zamana rastladı, ki bu, Türkiye’nin Batı bloğunun ileri karakolu olarak önemini zayıflattı ve Türkiye’nin nüfuzunun yeni kurulan Orta Asya devletlerine yayılması konusunu gündeme getirdi. Laik demokratik siyasi sistem, İslami değerlere saygı, sosyal yönelimli devlet politikaları ve piyasa ekonomisini birleştiren Türk kalkınma modeli bu bağlamda kilit araç olarak görülüyordu. Devletlerin etnik ve mezhepsel yakınlığı faktörü ek bir öneme sahipti ve Türkiye’nin Türkî ülkelerin uluslararası temsilcisi statüsünü geliştirmesi lehine bir argüman olarak kullanıldı. Bununla birlikte bölge devletleri bir başka “hükümdar”ın liderliğinde gelişmelerini sürdürmek istemediler ve Türkiye bu devletlerle ekonomik, kültürel ve insani etkileşimlerle yetinmek zorunda kaldı.

Türkiye’nin Orta Asya Ülkeleri ile Başlıca İşbirliği Alanları

İktisadi İşbirliği

Bugün Türkiye’nin bölgesel konumunu güçlendirme girişimleri, Orta Asya devletleriyle ekonomik işbirliğini derinleştirmeye dayanıyor. Ankara, Orta Asya’yı öncelikle ulaştırma altyapısı yatırımlarında gelecek vaat eden bir bölge olarak görüyor. Yeni otoyolların ve ulaşım güzergahlarının oluşturulması, eski Sovyet cumhuriyetlerinin Rusya’ya olan altyapı bağımlılığının aşılmasında etkilidir, bu nedenle bölge ülkeleri bu kadar çok proje önermektedir. Aralık 2018 Türk Konseyi emtia fuarına katılanlar, Orta Asya’daki Türk yatırımlarının 85 milyar doları aştığını kaydetti. Türkiye yakın zamanda Aşkabat’ta uluslararası bir liman inşa etmek ve Türkmenbaşı Uluslararası Limanı’nı yeniden inşa etmek gibi birçok büyük ölçekli projeye yatırım yaptı. Ayrıca 2020 yılında TAV Havalimanları Holding, Kazakistan’ın en büyük şehri Almatı’daki havalimanının yüzde yüz hissesini satın aldı. Diğer planlar da iddialı: Türkiye, Çin ile birlikte, Türk dünyasını birbirine bağlayacak bir ulaşım arteri olan Hazar-ötesi bir ulaşım güzergahını hayata geçirmeyi planlıyor. Bu koridoru inşa ettiğinde Türkiye Orta Asya’ya doğrudan erişimi garantiye alacak, karşılığında sanayi ihracatını ve hammadde ithalatını artıracak. Bölge, Türkiye’nin enerji arzını çeşitlendirmesi açısından da Ankara’yı ilgilendiriyor. Ankara, Güney Gaz Koridoru projesinin bir parçası olan Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattı üzerinden Kazakistan petrolünün dağıtımını ve Trans-Anadolu boru hattı üzerinden Türkmenistan’ın gaz dağıtımını artırmayı hedefliyor. Bu tür planlar, Ankara’nın Rusya, Orta Asya, Azerbaycan ve Doğu Akdeniz’den Avrupa’ya gaz taşıyan bir Avrasya “enerji merkezi” olma niyetini göstermektedir.

Ankara’nın hedeflerine ulaşmak için hatırı sayılır kaynaklara sahip olduğu not edilmelidir: Orta Asya’daki ülkeler ve Türkiye radikal biçimde farklı iktisadi yapılara sahipler, dolayısıyla Türkiye, bu ülkelerin kendilerinin üretemediği metalara yönelik taleplerini karşılayabilir. Gelgelelim iyi gelişmiş bir altyapının olmaması nedeniyle ihracat sınırlıdır. 2010 ve 2020 yılları arasında Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasındaki ticaret hacmi 5,5 milyar dolardan 6,3 milyar dolara yükseldi. Bu rakam, Ankara’nın toplam dış ticaret hacminin yüzde 1,5’inden biraz fazlasını oluşturuyor ve bu da bölgede önemli bir büyüme potansiyeli olduğunu gösteriyor. Türkiye en çok Özbekistan ve Kazakistan’la ticaret yapıyor. Bu devletlerin her biri ile ticaret hacmi 2 milyar doları aşıyor, fakat Türkiye her iki ülkenin de en büyük üç ticaret ortağı arasında bile değil. Türkiye’nin Rusya ve Çin ile rekabet etmesi zor ve Ankara’nın Orta Asya’daki ekonomik varlığını oluşturmadaki başarıları, bu daha önemli aktörlerin elde ettiği başarıların yanında sönük kalıyor.

Askeri İşbirliği

İktisadi işbirliğini hızlandırmanın yanı sıra, Türkiye Orta Asya devletleriyle askeri ilişkilerini de güçlendirmeyi arzuluyor. Burada öncelikle bölge ülkeleriyle ikili temaslardan, yakın zamanda yeni bir seviyeye ulaşan temaslardan bahsediyoruz. Günümüzde, bir Turan Ordusu –Türk devletlerinin katıldığı bir askeri blok– kurma fikri kapsamlı şekilde tartışılıyor. 2013 yılında Türkiye, Azerbaycan, Kırgızistan ve Moğolistan’ı içeren Avrasya Askerî Statülü Kolluk Kuvvetleri Teşkilâtı’nın (TAKM) kurulmasının ardından bu yönde ilk adımlar atıldı. Kazakistan da TAKM’ye katılma arzusunu dile getirdi. Örgütün amacı, üye devletlerin askeri kolluk kuvvetleri arasında işbirliğini geliştirmektir. Örgüt, Kafkaslar ve Orta Asya’da organize suç, terör ve kaçakçılıkla mücadele etmeyi amaçlıyor. Bununla birlikte, bölgedeki tüm kolluk kuvvetleri, askeri ve güvenlik kurumları arasında, dümeninin Ankara’da olduğu, Ankara ile iletişim için bir platform olma potansiyeline sahip bir prototip askeri örgüt yaratmaya yönelik ilk girişim olmasına rağmen, TAKM kayda değer bir başarı elde edemedi.

Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasındaki askeri işbirliğinin güçlendirilmesine yönelik görüşmeler, 2020 yılında Dağlık Karabağ ihtilafının kaldığı yerden devam etmesinin ardından başladı. Ekim 2020’de, askeri çatışmaların zirvesinde, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar Kazakistan ve Özbekistan’ı ziyaret etti. Akar’ın ziyareti sırasında Türkiye ile Özbekistan askeri ve askeri-teknik işbirliği anlaşması imzaladı ve bir Türkiye-Kazakistan stratejik ortaklığı da müzakere edildi. Uzmanlar bu küçük turu birleşik bir Türk ordusu kurma projesinin başlangıcı olarak değerlendirdi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Mart 2021’de Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ı ziyaret etmesinin ardından “Turan Ordusu” ile ilgili görüşmeler yeniden alevlendi. Ankara liderliğindeki bir askeri ve siyasi blok oluşturmak, Türkiye’nin bölgesel liderlik yarışındaki konumunu güçlendirebilir. Fakat projenin iddialı doğasına rağmen, Türkiye’nin planlarını raydan çıkarabilecek bir dizi faktör var. Birincisi, Orta Asya’daki diğer etkili güçler (Rusya, Çin ve İran), bir Turan Ordusu’nun oluşturulmasını güvenlikleri için bir tehdit olarak görebilir. İkincisi, Kazakistan ile Kırgızistan KGAÖ üyesiyken Türkiye’nin NATO üyesi olduğu akılda tutulmalıdır. Bu ülkeler yeni bir bloğa katılırlarsa, kaçınılmaz soru ortaya çıkacaktır: geleneksel ittifaklarında statüleri ne olacak ve herhangi bir şekilde statüye sahip olacaklar mı? Son olarak, bir Turan Ordusu oluşturmadan önce Türkiye’nin Orta Asya devletleriyle diğer işbirliği alanlarında daha fazla ilerleme kaydetmesi gerekiyor. Buna ek olarak, geniş anlamda, uygun seviyedeki kaynak eksikliği, askeri entegrasyon için büyük bir engeldir.

Yumuşak Güç

1990’larda Türkiye, Orta Asya’da hem ekonomik manivelalara hem de çok çeşitli yumuşak güç araçlarının kullanımına yaslanıyordu. Örneğin, Türkiye’nin bölgesel politikası büyük ölçüde Türk dilinin, kültürünün ve tarihinin ve daha geniş olarak Türk eğitim sisteminin teşvik edilmesini içeren birkaç temel alanda kurulmuştu. Türkiye’nin yumuşak güç politikası çerçevesinde, (Türkiye’nin liderliğinde) temel olarak Türkçe konuşan ülkelerdeki halkların dünya görüşünü vurgulayan tek bir değerler kompleksi üreten kültürel ve dini ortaklık fikrine dayalı “yeni bir Türk kimliği” geliştirmek gibi bir dizi temel öncelikli hedef bulunmaktadır. Bu, ileriye dönük olarak etkili iktisadi ve siyasi etkileşimler için bir temel olarak hizmet edecektir.[2] Bir diğer önemli vektör, Türkiye’nin çıkarları için sınırlarının ötesinde lobi yapabilecek ve ülkenin uluslararası faaliyetlerini geliştirmek için uygun koşullar yaratabilecek etnik Türklerle bağları sürdürmektir. Bu, iki dilli çocuklar için programlar oluşturarak, ülkenin tarihine ve kültürüne yönelik eğitim etkinlikleri düzenleyerek, eğitim programlarını uygulayarak, Türkiye ve Türk halklarının tarihi, kültürü ve diline ilişkin bilgi ve bilincini koruyarak ve artırarak sağlanır.

Türkiye için, ülkenin –2010’lardan bu yana büyük değişimlerle süregiden– ‘yeni imajını’ yaratma ve muhafaza etme görevi eşit derecede önemlidir. Başlangıçta “Türk modeli” İslami değerlerin, demokratik toplumsal geleneklerin ve gelişen bir piyasa ekonomisinin etkili bir sentezi olarak sergilenirken, 2010’ların başında –bir dizi dış (Arap Baharı) ve iç (iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin siyasetindeki dönüşüm) sayesinde– Türkiye, dünya çapında “Müslümanların ve Türklerin savunucusu” imajını vurgulamaya başladı. Türkiye bu hedeflere ulaşmak için, başta Türk sineması ve bir bütün olarak eğlence sektörü olmak üzere popüler kültürünün ürünlerini de aktif olarak yaygınlaştırmaktadır. Böylece, Türkiye’nin kültürel, tarihi ve dini konumuyla bağlantılı –Türkiye’nin desteklemesi gereken– simgeler bölge ülkelerinde kamuoyunun zihnine aşılanıyor. Bu durum, doğrudan mali ödemeler ve borçların ertelenmesinden ziyade, yukarıda belirtilen alanlarda altyapı ve lojistik projelerini içeren insani yardım faaliyetlerinin yoğunlaşmasıyla yakından ilişkilidir.

Türkiye’nin Orta Asya Politikasının Kurumsal Temelleri

Türkiye’nin Orta Asya siyasetinin kurumsal bileşeni en tartışmalı unsurlardan biridir. Bir yandan, Türkiye’nin 1990’lardan beri bölgesel iletim hattı olarak aktif olarak kullandığı oldukça görünür ve dallara ayrılmış bir kurumlar ağı var. Öte yandan, bu kurumların temel zayıflıkları –parçalanmış, büyük ölçüde formalite icabı doğası ve düşük verimlilik– yadsınamaz. Bu nedenle, Türkiye’nin bölgesel siyasetlerini ve duruşunu incelerken, bu yönü dikkate almamız ve Türkiye’nin bölgesel siyasetleri çerçevesinde mevcut kurumlar ağındaki çeşitli blokları belirlememiz önemlidir.

Birinci blok Türk Konseyi’ni (2021 yılında Türk Devletleri Teşkilatı olarak yeniden isimlendirildi) ve onun himayesinde çalışan bir örgütler kompleksini kapsamaktadır. Bu, Türkiye’nin şu anda Türk devletleri arasındaki entegrasyon ve etkileşim için merkezi bir buluşma yeri olarak belirlediği örgüttür. Türkiye’nin bu kuruma daha fazla ağırlık verme niyeti, örgütün Kazakistan’daki son olayların çözümüne dahil olmasıyla kanıtlanmaktadır. Bugün örgüt Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkiye ve Özbekistan’ı kapsamaktadır ve Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY), Türk Devletleri Parlamenter Asamblesi, Uluslararası Türk Akademisi ve Türk Kültür Ve Miras Vakfı şubelerine sahiptir. Bu kuruluşlar kültürel bağların yaygınlaştırılması ve güçlendirilmesi, siyasi diyaloğun güçlendirilmesi, Türk dünyası ile ilgili araştırmaların geliştirilmesi ve Türk ülkelerinin kültürel mirasının korunmasına odaklanmaktadır. Bu kurumsal bloğun küresel amacına gelince, Türk dünyası üyeleri arasında kültürel, eğitimsel, toplumsal, siyasi ve iktisadi bağların güçlendirilmesine dayalı olarak etkin entegrasyonun geliştirilmesi amaçlanmaktadır. Bütün bunlar, Türkiye’nin, birleşik bir Türk dünyasının, dolayısıyla bir Türk kimliğinin varlığı konseptine dayanmaktadır.

İkinci kurumsal blok, eğitimsel, daha açık olarak, Türkiye’nin, ülkenin Orta Asya siyasetinin temellerine hizmet eden faaliyetlerinin toplumsal ve kültürel vektörü ile bağlantılıdır. Bu bağlamda, Yunus Emre Kültür Merkezleri adı altında dünya çapında şubeleri bulunan Yunus Emre Vakfı ve onun Yunus Emre Enstitüsünden söz edilmelidir. Merkezlerin şu anda Orta Asya’da ofisleri bulunmamakla birlikte, Vakıf Orta Asya nüfusu için özel olarak tasarlanmış projeler yürütmekte ve etkinlikler düzenlemektedir. Son zamanlarda Maarif Vakfı önemli bir işlev üstlendi: Türk eğitimini teşvik etmek ve bu alanda Türkiye’nin uluslararası bağlantılarını geliştirmek, yurtdışındaki Türk eğitim kurumlarının işleyişini denetlemek ve kısmen yabancılara Türkiye’de eğitim almak için imtiyazlı koşullar sunmakla ilgilenmektedir. Vakfın, FETÖ bağlantılı eğitim kurumlarının geniş ağını yeniden yönlendirmek için faaliyetlerini hızlandırması önemlidir. FETÖ, bazı raporlara göre, 2016’da Türkiye’deki başarısız askeri darbenin düzenlenmesinde doğrudan yer alan örgüttür.[3]

Bir diğer önemli kuruluş ise, hemşehrileriyle çalışmanın ve devlet burs programı “Türkiye Bursları”nı yürütmenin yanı sıra, Türk eğitimini ve Türk dili, tarihi ve kültürünün başta Orta Asya olmak üzere yurtdışında araştırılmasını teşvik eden Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’dır, çünkü örgütün kurumları çoğunlukla bu ülkelere yöneliktir. Yine Diyanet İşleri Başkanlığı (Diyanet) gibi örgütler de destekleyici toplumsal ve kültürel işlevleri yerine getirmektedir. Diyanet 140’tan fazla ülkede faaliyet göstermekte, din eğitimini teşvik etmekte ve okullar, üniversiteler, eğitim kursları vb. aracılığıyla halkı kültürel değerlerle tanıştırmaktadır.

Üçüncüsü, 2000’li yılların başında eski Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından tasarlanan insani siyaseti –küresel bağlamda insanların yaşamlarını iyileştirmeyi amaçlayan insan merkezli bir siyaseti– uygulayan insani yardım örgütü bloğudur. Bu bağlamda, aslında Orta Asya ülkeleri için özel olarak tasarlanan Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı’na (TİKA) özellikle değinmek gerekir.[4] TİKA, Türkiye’nin Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) üyesi olarak sunduğu resmi kalkınma yardımlarını (ODA) sağlamakla uğraşan başlıca kuruluştur. Ajans, Orta Doğu, Afrika, Latin Amerika vb. ülkelerde projeler yürüttüğü için faaliyetlerini Orta Asya’nın çok ötesine genişletti. Türkiye bugün giderek daha aktif bir insani yardım bağışçısı ve bu amaca tahsis edilen GSYİH yüzdesi açısından bu alanda liderlerden biri. Türk insani yardımının başlıca alıcıları, Kırgızistan ve Kazakistan hala ilk 10’da olmasına rağmen, Orta Doğu ve Afrika ülkelerine kayma ile son on yılda önemli ölçüde değişti. Ek olarak, Türkiye’nin genel insani siyaseti için önemli olan Kızılay, AFAD vb. gibi birçok yardımcı kuruluş bulunmaktadır. Gelgelelim bunlar Orta Asya’ya odaklanmamaktadır.

***

Bugün Türkiye, kendisini “Türk dünyası” da dahil olmak üzere birçok bölgede aynı anda lider olarak konumlandırıyor ve çok kutuplu uluslararası sistemde yükselen bir güç merkezi olarak ülkenin küresel önemini vurguluyor ve Orta Asya’daki siyasetlerini kritik derecede önemli hale getiriyor. Faaliyetine ve ihtiraslarına rağmen bu siyasette muhtelif sınırlayıcı faktörler olduğu unutulmamalıdır. Türkiye’nin Orta Asya’daki güncel eylemleri ile Rusya’nın 2015’te Ortadoğu’ya “geri dönüşü” arasında sık sık paralellikler kurulsa da Türkiye tıpkı 1990’larda olduğu gibi Orta Asya’da ikincil bir bölge dışı aktör olmayı sürdürmektedir. Bu, ülkenin güvenlik alanında ne kadar az manevra alanına sahip olduğu ve öncelikle Rusya’nın kabiliyeti olan krizlerle mücadeleye doğrudan müdahil olamaması ile doğrulanmaktadır.

İşte tam da bu nedenle Türkiye, canlı askeri işbirliği söylemine rağmen diğer aktörlerin etkisinin sınırlı olduğu alanlara vurgu yapıyor. Örneğin bunlar kültür, eğitim, iktisat ve insani bileşenlerdir. Bununla birlikte, dış politikada ortaya çıkan geleneksel olmayan unsurların kendine özgü doğası göz önüne alındığında, bu yönelim kendi başına başarı ve etkililiğin kanıtı değildir. Ayrıca, bölgeyi Türk “liderliği” altına almanın bir sonuca bağlanamaması ve esasen pantürkizm ideolojisine dayalı ikili etkileşimlerin hâkimiyeti de Türkiye’nin eylemlerini sınırlandırıyor gibi görünmektedir. Karşılıklı etkileşim için şu anki kurumsal temellerin gerçek etkililiği düşük olmaya devam ediyor. Son olarak, belki de ana noktalardan biri, Orta Asya’daki diğer bölgesel olmayan aktörlerle (öncelikle Rusya ve Çin) karşılaştırıldığında, Türkiye nesnel olarak yeterli kaynağa (finansal, askeri, teknolojik vb.) değildir. Aynı zamanda, Türkiye çok daha az belirgin olmakla birlikte dış siyasette hâlâ çok taraflı bir yaklaşım sergilemektedir.

Bu gelişmeler, Türkiye’nin Orta Asya’daki siyasi faaliyetlerini hızlandırmasına, ülkenin bölgedeki iddialı planlarına ve bölgedeki etkisini artırma kapsamına rağmen, bu planların uzun vadede büyük ölçüde abartılı ve mantıksız göründüğünü göstermektedir. Fakat bu, üçüncü taraflara (Rusya, Çin vb.) yönelik stratejiler oluşturma açısından Türkiye’nin Orta Asya için artan önemini yadsımıyor. Olayların Türkiye’nin lehine dönmesinin temel koşulunun, bölgedeki diğer ülkelerle ekonomik işbirliğinin güçlendirilmesi olduğuna ve bunun sadece Türkiye’nin kültürel ve insani faaliyetlerini tamamlamakla kalmayıp, aynı zamanda ülkenin bölgedeki nüfuzunun temelini oluşturacağına inanıyoruz.

Çeviren: Erman Çete

Dipnotlar:

[1] Ruslar, bizim Orta Asya dediğimiz bölgeyi iki ayrı terimle adlandırıyor: Merkez Asya ve Orta Asya. Merkez Asya, eski Sovyet cumhuriyetlerini kapsayan ülkelere işaret ederken, Orta Asya bu ülkelere Afganistan ile Doğu Türkistan’ı da ekliyor. (ç.n.)

[2] Sarimsokov, Z. “The Turkic Factor in Turkey’s Soft Power Policy in its Relations with Central Asian States.” Postsovetskye issledovaniya, 7 (2020): 613.

[3] Yazarlar, orijinal metinde “FETO” şeklinde yazıyorlar. (ç.n.)

[4] Yazarlar, TİKA’nın insani yardım ulaştırdığı ülkeler arasında Kırgızistan ve Kazakistan’ın hâlâ ilk 10’da yer aldığına dikkat çekiyor. Gerçekten, AKP iktidarının 2006-2013 arasındaki Ortadoğu açılımı dönemi bir kenara bırakıldığında, resmi istatistiklere göre de TİKA’nın Orta Asya’ya yönelik ilgisi asla kesilmemiştir. Gerçekten de TİKA, 1992 yılında kurulduğunda, Orta Asya’daki ülkeleri piyasa ekonomisine entegre etmek ve bölgedeki Türkiye nüfuzunu artırmak gibi misyonlarla kurulmuştu. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Bir Filistinlinin gözünden Gazze’nin tünelleri ve rehineler

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız Amerika’da yaşayan Filistin asıllı bir foto muhabirinin kaleme aldığı makale, Gazze’deki tüneller ve rehinelere odaklanıyor. Gazze’de doğup büyüyen gazeteci Eman Muhammed, tünellerin sıradan bir Filistinli için ne anlama geldiğini kendi deneyimleri üzerinden açıklamaya çalışıyor:

‘Tüneller’ ve ‘rehineler’ Gazze’de ne anlama geliyor?

Eman Muhammed

İsrail’in yasakladığı temel ihtiyaçların tünellerle sağlandığı ve haksız yere hapsettiği Filistinlilerin rehine olduğu Gazze’de büyüdüm.

Hayatımın çoğunu devasa jiletli bir tel örgüyle çevrili Manhattan’dan daha büyük olmayan bir toprak şeridinde geçirdim. Çoğu zaman, açık hava hapishanesinde yaşadığımızı fark eden tek insanlar biz Gazze sakinleriymişiz gibi hissediyordum.

Gazze’deki yaşamı belgelemek ve dünyanın geri kalanının Gazze’nin kötü durumunu ve dirençli insanlarını anlamasını sağlamak için foto muhabiri olarak kariyer yapmaya başladım. Görece sakin zamanlarda ilham verici ve moral verici hikâyelere odaklandım. Şiddet ve ölüm zamanlarında ise, sonrasını yani bombalar düşmeyi bıraktıktan ve dünya ilgisini yine kaybettikten sonra kalan acı ve yaraları belgelemeye çalıştım.

Artık Gazze’de değilim ama yine de bu küçük, çitlerle çevrili şeritten gelen bir Filistinli olarak son birkaç haftadır suçlayıcı mesaj yağmurundan kurtulamadım. Gelen kutum Hamas hakkında sorular soran mesajlarla dolup taştı. Bu mesajların amacı Hamas’ı ya da 7 Ekim’i neden yaptıklarını anlamak değil. Aksine, benden eylemleri için cevap vermemi istiyorlar.

Altı hafta içinde 50 iş arkadaşımı kaybetmiş olmam ya da komşularımın ve ailelerinin İsrail’in yönlendirdiği güneye kaçtıktan sonra bir İsrail hava saldırısında öldürülmüş olmaları önemli değil.

Her gün Gazze’de kalan ailemin hayatından endişe etmem ve onları her aramaya çalıştığımda cevap alamayınca küçük bir panik atak geçirmem de önemli değil.

İlk soru her zaman Hamas’ı kınayıp kınamadığım oluyor. Sanki sempati kazanmak için seçmelere katılmam isteniyormuş gibi hissediyorum.

Her gün medyada çıkan haberlerde ya da “terör örgütünü” kınayan konuşmalarda “tüneller” ve “rehineler” kelimelerinin geçtiğini duyuyorum.

Ancak bu kelimelerin benim için çok farklı bir çağrışımı var.

Benim ve Gazze’deki Filistinliler için tüneller vazgeçilmez bir altyapı haline geldi. 2007 yılında Gazze’ye yıkıcı bir kuşatma uygulayan İsrail, işgalci bir güç olarak Refah’taki Mısır sınır kapısı da dahil sınır kapılarından nelerin geçebileceğini kontrol etmeye başladı.

Geçen 16 yıl boyunca İsrail makamları, halka yönelik toplu cezalandırmanın bir başka biçimi olarak keyfi bir şekilde bazı malların Gazze Şeridi’ne girişini yasaklamaya karar verdi. Örneğin 2009’da Gazze’ye hiçbir makarnanın giremeyeceğine karar verdiler. Evet, makarna.

Bunun üzerine Filistinliler tüneller kazarak makarna ve İsrail’in rastgele yasaklayacağı diğer temel maddeleri kaçırmaya çalıştı.

Gıda, ilaç ve yakıt, “Metro” olarak bilinen ve muhtemelen Washington DC’nin metro sisteminden daha fazla durağı olan ve biraz daha güvenli olduğunu zannettiğim yerden akmaya başladı.

2011’de ilk kızım doğduğunda, 0-3 ay arası için kolik bebek mamasına ihtiyacım vardı ve bu mama yerel mağazalarda bulunmuyordu. “Metro” sayesinde birkaç kutu bulabildiğim için çok rahatlamıştım.

Tüneller hayatımızın o kadar değişmez bir parçası haline gelmişti ki bazen tünellerden Kentucky Fried Chicken sipariş etmekle ilgili şakalar yapardık, çünkü bu Gazze’de sahip olmadığımız bir “lüks”tü.

Ancak ablukanın bizi mahrum bıraktığı ve tünellerin sağlayamadığı şeyler de vardı.

İçilebilir suyun düzgün bir şekilde sağlanması bunlardan biriydi. Su karneye bağlandığı için istediğimiz zaman duş alamıyorduk. Sonuç olarak, su kesildiğinde deniz suyu kullanmak zorunda kalmamak için küveti dolu tutmaya çalışırdık.

Elektrik de sık sık mahrum kaldığımız bir başka lükstü. Günde ortalama sadece 4-6 saat elektriğe erişimimiz vardı.

Hareket özgürlüğü, tünellerin yardımcı olamayacağı bir başka “ayrıcalıktı”. Hamas var olmadan çok önce bile Gazze’ye gidip gelmek çoğu insan için mümkün değildi.

Ben 17 yaşındayken annemin Mısır’daki ailesini ziyaret etmeyi planlamıştık. Ayrılmamıza izin verilmeden önce Refah sınır kapısında üç gün bekledik. Taksi şoförümüz kapıdan geçerken İsrail askerleri aniden ateş açtı. Şoför dehşet içinde arkasını döndü ve durmaları için bağırdı.

Sonradan öğrendik ki öğle yemeği molasıymış ve geçmemize izin verilmesi gerektiği halde rahatsız edilmek istememişler. Böylece yaz planlarımız bir anda iptal oldu.

“Rehineler” benim zihnimde farklı bir anlamla çınlayan bir başka kelime.

Birçok kişi ateşkes düşünülmeden önce tüm İsrailli rehinelerin serbest bırakılmasını talep ediyor. Gerçekten de buna yürekten katılıyorum: Tüm sivil rehineler koşulsuz olarak ülkelerine geri gönderilmeli. Ancak buna Filistinli rehineler de dahil edilmeli.

Şu anda İsrail hapishanelerinde herhangi bir suçlama olmaksızın süresiz olarak “idari gözaltında” tutulan 2 binden fazla Filistinli var. Bunların çoğu çocuk, bazıları 12 yaşından küçük.

Gerçekten suçlananlar, mahkûmiyet oranının genellikle yüzde 95’i aştığı bir askeri mahkeme tarafından yargılanıyor; bu da mahkumların muhtemelen yasal sürece temel erişimden veya haklarındaki “gizli kanıtları” inceleme olanağından bile yoksun olduklarını gösteriyor.

İsrail, dünyada çocukları düzenli olarak askeri mahkemede yargılayan tek ülke. En yaygın suç? Taş atmak. Bu “mahkumlar”, onları aniden ve acımasızca ailelerinden koparan işgalci bir ordu tarafından esir tutulan çocuklar.

Ne yazık ki kimse onların isimlerini ve yüzlerini New York ya da Londra’daki posterlerde görmüyor. İnsanlar herhangi bir suçlama olmaksızın hapsedildiklerinde ve yargı sürecine erişimleri olmadığında, işte tam olarak bu durumdalar: rehineler.

Gazze’de foto muhabiri oldum çünkü oradaki yaşamın gerçekliğini, çoğunluğun görmediği gerçekliği belgelemenin önemli olduğuna inandım.

Ve artık orada yaşamıyor olsam da Filistinlilerin 7 Ekim’de tel örgüleri aşmasından çok daha önce bizim gerçekliğimizin ne olduğunu size anlatmaya çalışmazsam, bırakın bir Filistinli olmayı, bir gazeteci olarak bile görevimi yerine getirmemiş olurum.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İran’ın Gazze savaşına doğrudan dahil olmamasının 7 nedeni

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İran’ın Hamas’ın yanında İsrail’e karşı neden savaşa doğrudan dahil olmadığının nedenlerine odaklanıyor. Yazar, İran’ın gerekçelerini madde madde açıkladıktan sonra analizini, “Tahran boş durmaktansa, çatışmayı tam ölçekli bir bölgesel savaşa dönüştürmeden, Hizbullah ve Irak ve Suriye’deki Şii vekilleri aracılığıyla hem İsrail hem de ABD üzerinde baskı uygulamaya devam edecek” diye bitiriyor:

İran’ın Hamas İçin Savaşmamasının 7 Nedeni

Tahran’ın Gazze’deki savaşı tırmandırma konusundaki düşüncelerine yakından bir bakış.

Arash Reisinezhad

Başlangıcından bu yana Gazze’deki savaşın İran ile İsrail arasında doğrudan bir çatışmanın habercisi olabileceği düşünülüyor. Hizbullah savaşta yeni bir cephe açma tehdidini sürdürürken İranlı şahinler de ülkelerinin doğrudan müdahalesini memnuniyetle karşılıyor. Geçen ay İran’ın eski Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, şahin yetkililer tarafından İran’ın dini liderine yazılan ve onu Hamas adına İsrail’le çatışmaya girmeye ikna etmeye çalışan bir mektuptan bahsetti.

Ancak geniş çaplı bölgesel bir savaş olasılığı düşük. İranlı şahinler tarafından yinelenen sloganlara rağmen, İran’ın stratejik düşüncesinin gerçekliği daha ihtiyatlı. Tahran’ın Hamas adına İsrail ile bir savaş başlatmaktan kaçınmasının en az yedi nedeni var.

Birincisi, İran İslam Cumhuriyeti 1980’lerde Irak’la savaş sırasında yaptığı gibi toplumu yeni bir savaş için bir araya getiremez. Irak ordusuna direnen ve Bağdat’ı İran topraklarından çekilmeye zorlayan, diğer faktörlerin yanı sıra insan dalgalarının durmaksızın harekete geçirilmesiydi. Ancak onlarca yıl sonra toplumun siyasi sisteme verdiği destek önemli ölçüde azaldı. Geçen yılki protestoların ardından, kısmen ABD öncülüğündeki yaptırımların neden olduğu ekonomik krizle birlikte, gençler ve kentli orta sınıf arasındaki hoşnutsuzluk arttı.

İkinci olarak, İran hükümetindeki ılımlı grup, İran’ın savaşa doğrudan müdahalesine karşı uyarılarda bulunuyor. Gerçekten de Gazze’deki savaş Tahran’daki siyasi ayrılıkları derinleştirdi. İranlı şahinlerin tehdit değerlendirmesinde Hamas’ın yok edilmesi otomatik olarak Hizbullah’ın çöküşü ve nihayetinde İran’a yönelik askeri bir saldırı ile ilişkilendiriliyor. Bu nedenle İran’ın Şii vekillerinin Irak ve Suriye’deki Amerikan üslerini hedef almasını destekliyorlar. Bu görüş, İran’ın ABD ile olası bir savaşa girmesinin yıkıcı sonuçları konusunda sürekli uyarılarda bulunan Zarif başta olmak üzere ılımlı yetkililerin görüşleriyle tam bir tezat oluşturuyor. Zarif’e göre İran Gazze konusunda daha radikal bir tutum takınırsa ABD ile ölümcül bir çatışmayı tetikleyebilir ve bu da İsrail’in hoşuna gider. İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi hükümeti tarafından kenara itilmesine rağmen Zarif, İslam Cumhuriyeti’nin siyasi elitleri ve hatta toplumu üzerinde hâlâ etkili bir isim.

Üçüncüsü, İsrail’in Hamas’ın 7 Ekim saldırısını caydırmadaki başarısızlığı Tahran’ın İsrail’e yönelik stratejik hesaplarını değiştirmiyor. Demir Kubbe füze savunma sistemi gibi yüksek teknolojili savunma sistemlerine güvenen İsrail’e karşı Hamas, önemli bir askeri ve istihbarat darbesi indirerek İsrail’in caydırıcılık politikasını yerle bir etti. Ancak bu durum İran’ın İsrail’e bakış açısını ya da bölgedeki güç dinamiklerini değiştirmedi. Hamas operasyonu İsrail’in uzun süredir devam eden inandırıcı caydırıcılık stratejisini sarsmış olsa da İran’a füze gücünü kullanarak İsrail’e meydan okuma fırsatı vermedi. Tersine İran, İsrail’in caydırıcılığı yeniden tesis etmenin olağanüstü askeri veya siyasi riskler almaya değecek varoluşsal bir öncelik olduğunu düşündüğüne inanıyor olabilir.

Dördüncü olarak, genel kanının aksine ne Hamas ne de Hizbullah İran’ın vekili; onları İran’ın devlet dışı müttefikleri olarak düşünmek daha doğru olacaktır. Tahran ile Hamas arasında yukarıdan aşağıya bir ilişki yok. Hamas eylemlerini İran’la uyumlu hale getirse bile yaklaşımları farklılaşabilir, tıpkı Suriye iç savaşında Hamas’ın Sünni Esad karşıtı isyancıları desteklediği dönemde olduğu gibi. Amerikan ve İsrail istihbaratı İran’ın üst düzey yetkililerinin Hamas operasyonundan haberdar olmadığını öne sürdü. Kasım ayı ortasında Reuters, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in Hamas lideri İsmail Haniye’ye İsrail’e yönelik saldırı konusunda İran hükümetinin uyarılmadığı için Filistinli grup adına savaşa girmeyeceğini söylediğini iddia etti.

Beşinci olarak, İran’ın Moskova ve Pekin’deki stratejik ortakları Hamas’a tam desteklerini açıklamadılar. İran, “Doğu’ya Bakış” politikası kapsamında Çin ve Rusya ile yakınlaşmaya çalışıyor ve bu ülkelerle ilişkilerini bozmak istemeyecektir. Aslında Tahran, iki yıl önce Kabil’in Taliban tarafından ele geçirilmesinde Çin-Rusya’nın bekle-gör yaklaşımını gözlemledikten sonra benimsediği politikanın bir benzerini Gazze’de izliyor. İran’ın amacı büyük uluslararası krizlerde izole edilmekten kaçınmak.

Altıncı olarak, İran’daki etkili karar alıcılar arasında Basra Körfezi’ndeki Arap şeyhliklerinin İran ve İsrail arasında büyük çaplı bir savaşı memnuniyetle karşılayacağına dair derin bir inanç var. İran, Arap ülkelerinin daha geniş çaplı bir savaş sonucunda İsrail ile bağlarını koparacağını umabilir ancak bu pek olası değil. Arap kamuoyu, ülkelerinin dış politikaları üzerinde çok etkili değil. Ve Arap liderler uzun zamandır Hamas’ı İsrail’in tamamen ortadan kaldırdığını görmekten mutlu olacakları yıkıcı bir İran vekili olarak algılıyorlar.

İran’ın savaşa girme konusundaki görünürdeki isteksizliğini etkileyen son ve en önemli faktör ise Hamaney’in bölgesel çatışmalara yönelik özel bakış açısı. Batı’daki ana akım görüşün aksine, İran’ın dini lideri bölgesel çatışmalara ideolojik değil realist bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Irak’la yaşanan yıkıcı savaş sırasında İslam Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olarak görev yapmış olan Dini Lider, savaşın, özellikle de ABD ile yaşanan savaşın sonuçlarının son derece farkında. Bu farkındalık, Devrim Muhafızları Kudüs Gücü’nün eski lideri General Kasım Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesinin ardından İran’ın nispeten ölçülü bir tepki vermesine yol açtı. Bu tür bir davranış, bölgesel krizleri ele alma konusundaki genel stratejisiyle uyumlu. Yirmi yıldan daha uzun bir süre önce, Afganistan’ın kuzeyindeki İranlı diplomatlar ilk Taliban emirliği tarafından öldürüldüğünde ve İran’da kamuoyu büyük bir müdahaleye meylettiğinde, Hamaney ve dönemin Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Başkanı Hasan Ruhani gerilimin tırmanmasını önlemeye yardımcı oldular.

Birbiriyle bağlantılı bu yedi neden, İslam Cumhuriyeti’nin Hamas adına savaşa müdahil olma konusundaki isteksizliğini açıklıyor. Ancak Gazze’deki savaş, İran’ın nükleer programını hızlandırabilir. İran’da, ağırlıklı olarak şahin kampta yer alan güçlü sesler, ülkenin Hamas’ın yok edilmesini önleyecek en önemli aracının nükleer yeteneklerini tam olarak geliştirme kararına bağlı olduğunu savunuyor. İran’ın elindeki kozun nükleer silah geliştirme tehdidinde yattığına ve bu sayede müttefiklerine hayati bir destek sunabileceğine inanıyorlar- tıpkı geçmişte Suriye’deki Esad hükümetine verdiği desteğe benzer şekilde. Bu mantık, İsrailli aşırı milliyetçi Miras Bakanı Amichai Eliyahu’nun Gazze Şeridi’ne “herkesi öldürmek için bir tür atom bombası” atılmasını “bir seçenek” olarak savunmasıyla büyük bir ivme kazandı.

Bunların hiçbiri İran’ın Gazze’deki stratejik varlığı olan Hamas’ı terk etmeye istekli olduğu anlamına gelmiyor. Tahran boş durmaktansa, çatışmayı tam ölçekli bir bölgesel savaşa dönüştürmeden, Hizbullah ve Irak ve Suriye’deki Şii vekilleri aracılığıyla hem İsrail hem de ABD üzerinde baskı uygulamaya devam edecektir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

‘Almanya’da AfD İslamı ve Erdoğancıları keşfediyor’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: İslam eleştirmeni Ali Utlu’nun Almanya için Alternatif’e (AfD) katılma talebi henüz parti tarafından kabul edilmedi ve bu isteğin kabul edilip edilmeyeceği merak konusu. Till-Reimer Stoldt’un Welt am Sonntag‘da kaleme aldığı yazıda AfD’nin son zamanlarda İslam’a karşı ılımlaşan stratejisi ve hatta AfD’nin bazı kesimleri tarafından Türklerin ve Müslümanların oylarını almak için yaptıkları anlatılıyor. Stoldt, Ali Utlu’nun normalde AfD’yle birçok ortak noktası varken partinin Utlu’yu kabul etmeme ihtimalinin nedenlerini açıklıyor.

Çeviri: Gülçin Akkoç


AfD’nin giderek İslamlaşması

AfD’nin bir kısmı, seçmen olarak Müslümanları ve Erdoğancıları keşfetti. Ve şimdi eleştirel parti üyelerinin şikayet ettiği gibi, Alman milliyetçisi ‘İslam kucaklayıcılarına’ dönüşüyorlar. Ve İslam eleştirmeni Ali Utlu’yu kabul etmede tereddüt yaşıyorlar. AfD’nin İslamlaşması ilerliyor. Kuşkusuz, bu kulağa abartılı geliyor ama kesin olan bir şey var: Partinin bir kısmı Türk ve Müslüman kökenli muhafazakâr seçmenleri cezbetme eğilimlerini giderek daha fazla gösteriyorlar. Bunu yaparken de uzun zamandır kutsal kabul edilen pozisyonları veya en azından kutsal kabul edilen tonları terk ediyorlar ve bu, Almanya’nın bugüne kadarki İslam’ı en çok eleştiren partisi için biraz şaşırtıcı.

Bu durum AfD’ye üye olmak isteyen tanınmış bir blog yazarı hakkındaki tartışmalarla örnekleniyor: Köln’den eşcinsel İslam eleştirmeni Ali Utlu. AfD’nin bu istekten memnun olacağı düşünülebilir. Ne de olsa Utlu, partinin uzun süredir devam eden ‘geleneksel İslam’ın yayılmasının liberal toplumumuzun kazanımlarını tehlikeye attığı’ yönündeki söylemlerine mükemmel şekilde uyuyor, ister hukukun üstünlüğü, ister kadınlar için eşit haklar isterse de eşcinsel olma özgürlüğü konusunda olsun.

Mücadeleci İslam eleştirmenlerine yer yok mu?

AfD kendisini her zaman Batı’nın özgürlüğüne yönelik İslami tehdide karşı bir kale olarak gösterdiğinden, Utlu bu açıdan gerçek bir destekleyici güç olacaktır: Türk kökenli Alman, İslam’a tövbe etti. Utlu, Müslüman çevrelerin maçoluğuna ve homofobisine karşı düzenli olarak uyarılarda bulunuyor, Erdoğancı cami organizasyonu DİTİB’in yasaklanması konusunda çağrılarda bulunuyor. Ayrıca eşcinsel olduğunu ama kuir olmadığını vurguluyor. Bu da demek oluyor ki hissedilen cinsiyetler ve akışkan cinsiyet kimlikleri hakkında fazla düşünmüyor. Bu da onu partiyle aynı çizgiye getiriyor, çünkü AfD başkanı Alice Weidel gibi AfD’li eşcinseller de eşcinsel olduklarını ama kuir olmadıklarını vurgulamaktan hoşlanıyorlar.

Ancak Kuzey Ren-Vestfalya (NRW) eyaletindeki AfD’nin tepkisi şaşırtıcı derecede ölçülüydü. Eyalet meclis grubu ‘militan özgürlük savaşçısını’ (takipçileri bazen Utlu’ya böyle hitap ediyor) önümüzdeki hafta için davet etti. Parlamento grubu ve eyalet başkanı Martin Vincentz ise WELT‘e verdiği demeçte değişimi merak ettiğini ve Utlu’nun çok ilginç bir internet kişiliği olduğunu söyledi. Bu sıcak bir karşılama değildi, sevinç gösterisi hiç değildi. Buna ne sebep oldu?

Alman milliyetçisi ‘İslam Kucaklayıcıları’

Bunun sebebi üstte bahsedilen ve biraz abartılı olarak AfD’nin İslamlaşması olarak adlandırılabilecek süreçtir. AfD’nin daha radikal kesimleri (en başta doğu Almanya) son zamanlarda Müslümanlara ve Türklere gösterişli şekilde yakınlaşmaktadır. Ve bu eğilim o kadar etkili ki, daha ılımlı olan Kuzey Ren-Vestfalya eyaletindeki (NRW) AfD üyeleri bile onları dikkate almak zorunda kalıyor. ‘İslam kucaklayıcıları’ olarak adlandırılan grubun parti içinde ne kadar güçlü olduğunu tahmin etmek zor. Partiden ayrılan eski NRW eyalet başkanı Marcus Pretzell, ülke çapındaki üyelerin yaklaşık %60’ının bu gruba mensup olduğunu tahmin ederken öte yandan NRW parlamento grubu ‘kucaklayıcıların’ ülke çapında yalnızca bir azınlık olduğunu iddia ediyor.

Ancak AfD’nin Avrupa seçimlerindeki baş adayı ve Björn Höcke’nin yardımcısı Maximilian Krah’ın sürekli olarak ‘Türklerin AfD’ye oy vermesi gerektiğini’ söylemesi dikkat çekiyor. Krah aynı zamanda Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da övüyor: “Erdoğan düşman değil, sicili etkileyici.” Ve İslam’ı eleştirip İslamcılar tarafından zulmedilen yazar Salman Rüşdi’nin kısa süre önce Alman Kitap Yayımcıları Birliği tarafından Barış Ödülü ile onurlandırılmasına karşı çıkıyor. ‘Sol-liberal sosyetenin, İslam dünyasını aşağılamak istediğini’ iddia ediyor.

‘Diğer Ali’ler’ hoş karşılanıyor

Saksonya-Anhalt eyaleti parlamento grubunun başkan yardımcısı Hans-Thomas Tillschneider, İslamcı bir YouTube programına bile konuk oldu. Tillschneider, AfD’nin önceki yıllardaki İslam’a yönelik eleştirilerini reddetti, bazı Müslümanların AfD’ye yakınlık duyduğunu vurguladı ve ‘Alman İslamı’nın mümkün olduğunu ilan etti.

AfD gençlik örgütünün başkan yardımcısı Nils Hartwig ve eski lideri Marvin Neumann gibi ruhen aynı fikirde olanlar, bu İslam dostu rotayı doğrudan Utlu’dan yola çıkarak yorumluyorlar. Hartwig X’te, ‘AfD’nin kuir bir Türk’ün evi olmadığını’ yazdı. Neumann ise ‘AfD’ye zaten oy veren Ali’ler olduğunu ve onların Utlu’nun her gün karşı çıktığı insanlar olduğunu’ ifade etti. Görünüşe göre bunun arkasında, İslam’ı ve Erdoğan’ı eleştiren ve Batılı değerler için mücadele eden bir eşcinselin Türk milliyetçisi ve geleneksel Müslüman seçmenleri korkutabileceği endişesi yatıyor. Şimdiye kadar İslam’ı bu kadar eleştiren bir partiden böyle bir kaygıyı kim beklerdi?

Batı aşıklarından direniş

Ancak NRW ya da Hamburg gibi eyaletlerde AfD içinde Enxhi Seli-Zacharias gibi Batılı özgürlük aşığı gelenekçiler de var. NRW Eyalet Parlamentosu’nun Arnavut kökenli grup başkanvekili, Krah ile açıkça ters düşerek ‘Rüşdi’nin onlarca yıldır İslamcılar tarafından zulüm ve saldırıya uğradığını ve ifade özgürlüğü için verdiği mücadeleden dolayı onurlandırılmayı hak ettiğini’ vurgulamış, hatta “AfD İslam’ı eleştirmeyi bırakırsa ben de istifa ederim,” tehdidinde bulunmuştu. Ancak Seli-Zacharias yalnız değil, NRW eyalet başkanı Vincentz tarafından destekleniyor ve o da federal başkan Alice Weidel tarafından destekleniyor. Müslüman seçmenlerle nasıl başa çıkılacağı konusunda parti içinde tartışmalar hala sürüyor.

Sonuç olarak tam bir rota değişikliği söz konusu değildir. Bunu başka bir olgu daha kanıtlamaktadır: Partinin özellikle daha radikal kesimleri, Almanya’daki Müslümanların sayısını önemli ölçüde azaltma planlarına sadık kalmaya devam ediyor ve bu genellikle ‘milyonlarca yeniden göç’ olarak adlandırılıyor. Bu geniş çapta belgelenen hedeften vazgeçtiklerini gösteren şimdiye kadar hiçbir şey yok.

Almanya’da ‘Bozkurtlar ve Erdoğan destekçileriyle’ omuz omuza olmak mı?

İslam eleştirmeni, AfD destekçisi, Alman-Yezidi ve blog yazarı Ronai Chaker’in korktuğu gibi pratikte gerçekten ‘Erdoğan destekçileri ve Bozkurtlarla güçlerini birleştirmeye çalıştıkları’ da henüz kanıtlanmadı. Bu, AfD’nin İslam ve Türkiye yanlısı duruşunun şimdilik daha çok seçimlerde birkaç oy daha kazanmak için bir sahne olarak sınıflandırılması gerektiği anlamına geliyor.

Ancak akılda kalıcı ‘Batı ve geleneksel İslam’ ikileminin terk edilmesi, var olan seçmenin oylarına mal olabilir. AfD’nin önemli bir kısmının söylemini Müslüman-Türk azınlık seçmenlere bu kadar güçlü bir şekilde uyarlaması gerçek AfD terminolojisinde, en azından partinin halkla ilişkilerinde kademeli bir İslamlaşma olarak tanımlanabilir.

Ali Utlu’nun üyelik başvurusu reddedilirse, pek çok kişi Erdoğan’ın beşinci kolunun etkili olup olmadığını sorgulayacak. Höcke’ler, Krah’lar ve Hartwig’ler bunu gerçekten istiyor mu?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English