Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Rusya gözünden Türkiye’nin Orta Asya politikası

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, 25 Şubat 2022 tarihinde Russian International Affairs Council’de (RIAC) yayımlandı. RIAC, 2010 yılında aralarında Rusya Dışişleri Bakanlığının da bulunduğu bir dizi devlet kurumunun öncülüğünde yaşamına başlayan bir düşünce kuruluşudur. Yani RIAC, doğrudan Kremlin’e bağlı olmasa da devletin merkeziyle güçlü ilişkilere sahiptir. Makale, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından Ankara’nın ilgi odağı olan Orta Asya’daki Türkiye bağlantılı faaliyetlerin Rusya tarafından dikkatle takip edildiğini gösteriyor. Yazarlar, belirli bir ihtiyat payı bırakmakla birlikte, Türkiye’nin bölgedeki etkisinin hâlâ sınırlı olduğunu savunuyorlar. Dahası, Ankara’nın bölgeyle kurduğu ilişkilerde açık ya da örtülü dile getirdiği pantürkist söylemlerin yalnızca Rusya tarafından değil, Çin ile İran’ca da pek hoş karşılanmayacağını ima ediyorlar. Türkiye’nin doğrudan Sovyet sonrası Orta Asya’ya nüfuz etmek için kurduğu TİKA’ya pek az yer ayrılması ise makalenin eksikliği olarak göze çarpıyor. Metindeki bir dipnot makalenin orijinalinde de bulunmaktadır, kalan dipnotlar ve metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.

Türkiye’nin Orta Asya’daki Politikası: İhtiraslar Sağlam Bir Temele mi Dayanıyor?

25 Şubat 2022
Grigory Lukyanov-Nubara Kulieva

Son zamanlarda uluslararası toplumun dikkati Orta Asya’ya[1] odaklandı. Bu, genellikle Orta Asya’yla doğrudan ya da dolaylı bağlantılı olaylar nedeniyledir; Taliban’ın iktidara gelişi, Kazakistan’daki durum, KGAÖ’nün (Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü) artan faaliyetleri, vb. Türkiye, kendisini “Türk dünyası”nın lideri olarak konumlandırarak ve Rusya ve Çin gibi bölge dışı başlıca aktörler kadar olaylara müdahil olmaya çalışarak bu gelişmeler arasında özellikle aktif hale geldi.

Gelgelelim, bu faaliyetin başlangıcı Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle aynı zamana rastladı, ki bu, Türkiye’nin Batı bloğunun ileri karakolu olarak önemini zayıflattı ve Türkiye’nin nüfuzunun yeni kurulan Orta Asya devletlerine yayılması konusunu gündeme getirdi. Laik demokratik siyasi sistem, İslami değerlere saygı, sosyal yönelimli devlet politikaları ve piyasa ekonomisini birleştiren Türk kalkınma modeli bu bağlamda kilit araç olarak görülüyordu. Devletlerin etnik ve mezhepsel yakınlığı faktörü ek bir öneme sahipti ve Türkiye’nin Türkî ülkelerin uluslararası temsilcisi statüsünü geliştirmesi lehine bir argüman olarak kullanıldı. Bununla birlikte bölge devletleri bir başka “hükümdar”ın liderliğinde gelişmelerini sürdürmek istemediler ve Türkiye bu devletlerle ekonomik, kültürel ve insani etkileşimlerle yetinmek zorunda kaldı.

Türkiye’nin Orta Asya Ülkeleri ile Başlıca İşbirliği Alanları

İktisadi İşbirliği

Bugün Türkiye’nin bölgesel konumunu güçlendirme girişimleri, Orta Asya devletleriyle ekonomik işbirliğini derinleştirmeye dayanıyor. Ankara, Orta Asya’yı öncelikle ulaştırma altyapısı yatırımlarında gelecek vaat eden bir bölge olarak görüyor. Yeni otoyolların ve ulaşım güzergahlarının oluşturulması, eski Sovyet cumhuriyetlerinin Rusya’ya olan altyapı bağımlılığının aşılmasında etkilidir, bu nedenle bölge ülkeleri bu kadar çok proje önermektedir. Aralık 2018 Türk Konseyi emtia fuarına katılanlar, Orta Asya’daki Türk yatırımlarının 85 milyar doları aştığını kaydetti. Türkiye yakın zamanda Aşkabat’ta uluslararası bir liman inşa etmek ve Türkmenbaşı Uluslararası Limanı’nı yeniden inşa etmek gibi birçok büyük ölçekli projeye yatırım yaptı. Ayrıca 2020 yılında TAV Havalimanları Holding, Kazakistan’ın en büyük şehri Almatı’daki havalimanının yüzde yüz hissesini satın aldı. Diğer planlar da iddialı: Türkiye, Çin ile birlikte, Türk dünyasını birbirine bağlayacak bir ulaşım arteri olan Hazar-ötesi bir ulaşım güzergahını hayata geçirmeyi planlıyor. Bu koridoru inşa ettiğinde Türkiye Orta Asya’ya doğrudan erişimi garantiye alacak, karşılığında sanayi ihracatını ve hammadde ithalatını artıracak. Bölge, Türkiye’nin enerji arzını çeşitlendirmesi açısından da Ankara’yı ilgilendiriyor. Ankara, Güney Gaz Koridoru projesinin bir parçası olan Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattı üzerinden Kazakistan petrolünün dağıtımını ve Trans-Anadolu boru hattı üzerinden Türkmenistan’ın gaz dağıtımını artırmayı hedefliyor. Bu tür planlar, Ankara’nın Rusya, Orta Asya, Azerbaycan ve Doğu Akdeniz’den Avrupa’ya gaz taşıyan bir Avrasya “enerji merkezi” olma niyetini göstermektedir.

Ankara’nın hedeflerine ulaşmak için hatırı sayılır kaynaklara sahip olduğu not edilmelidir: Orta Asya’daki ülkeler ve Türkiye radikal biçimde farklı iktisadi yapılara sahipler, dolayısıyla Türkiye, bu ülkelerin kendilerinin üretemediği metalara yönelik taleplerini karşılayabilir. Gelgelelim iyi gelişmiş bir altyapının olmaması nedeniyle ihracat sınırlıdır. 2010 ve 2020 yılları arasında Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasındaki ticaret hacmi 5,5 milyar dolardan 6,3 milyar dolara yükseldi. Bu rakam, Ankara’nın toplam dış ticaret hacminin yüzde 1,5’inden biraz fazlasını oluşturuyor ve bu da bölgede önemli bir büyüme potansiyeli olduğunu gösteriyor. Türkiye en çok Özbekistan ve Kazakistan’la ticaret yapıyor. Bu devletlerin her biri ile ticaret hacmi 2 milyar doları aşıyor, fakat Türkiye her iki ülkenin de en büyük üç ticaret ortağı arasında bile değil. Türkiye’nin Rusya ve Çin ile rekabet etmesi zor ve Ankara’nın Orta Asya’daki ekonomik varlığını oluşturmadaki başarıları, bu daha önemli aktörlerin elde ettiği başarıların yanında sönük kalıyor.

Askeri İşbirliği

İktisadi işbirliğini hızlandırmanın yanı sıra, Türkiye Orta Asya devletleriyle askeri ilişkilerini de güçlendirmeyi arzuluyor. Burada öncelikle bölge ülkeleriyle ikili temaslardan, yakın zamanda yeni bir seviyeye ulaşan temaslardan bahsediyoruz. Günümüzde, bir Turan Ordusu –Türk devletlerinin katıldığı bir askeri blok– kurma fikri kapsamlı şekilde tartışılıyor. 2013 yılında Türkiye, Azerbaycan, Kırgızistan ve Moğolistan’ı içeren Avrasya Askerî Statülü Kolluk Kuvvetleri Teşkilâtı’nın (TAKM) kurulmasının ardından bu yönde ilk adımlar atıldı. Kazakistan da TAKM’ye katılma arzusunu dile getirdi. Örgütün amacı, üye devletlerin askeri kolluk kuvvetleri arasında işbirliğini geliştirmektir. Örgüt, Kafkaslar ve Orta Asya’da organize suç, terör ve kaçakçılıkla mücadele etmeyi amaçlıyor. Bununla birlikte, bölgedeki tüm kolluk kuvvetleri, askeri ve güvenlik kurumları arasında, dümeninin Ankara’da olduğu, Ankara ile iletişim için bir platform olma potansiyeline sahip bir prototip askeri örgüt yaratmaya yönelik ilk girişim olmasına rağmen, TAKM kayda değer bir başarı elde edemedi.

Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasındaki askeri işbirliğinin güçlendirilmesine yönelik görüşmeler, 2020 yılında Dağlık Karabağ ihtilafının kaldığı yerden devam etmesinin ardından başladı. Ekim 2020’de, askeri çatışmaların zirvesinde, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar Kazakistan ve Özbekistan’ı ziyaret etti. Akar’ın ziyareti sırasında Türkiye ile Özbekistan askeri ve askeri-teknik işbirliği anlaşması imzaladı ve bir Türkiye-Kazakistan stratejik ortaklığı da müzakere edildi. Uzmanlar bu küçük turu birleşik bir Türk ordusu kurma projesinin başlangıcı olarak değerlendirdi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Mart 2021’de Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ı ziyaret etmesinin ardından “Turan Ordusu” ile ilgili görüşmeler yeniden alevlendi. Ankara liderliğindeki bir askeri ve siyasi blok oluşturmak, Türkiye’nin bölgesel liderlik yarışındaki konumunu güçlendirebilir. Fakat projenin iddialı doğasına rağmen, Türkiye’nin planlarını raydan çıkarabilecek bir dizi faktör var. Birincisi, Orta Asya’daki diğer etkili güçler (Rusya, Çin ve İran), bir Turan Ordusu’nun oluşturulmasını güvenlikleri için bir tehdit olarak görebilir. İkincisi, Kazakistan ile Kırgızistan KGAÖ üyesiyken Türkiye’nin NATO üyesi olduğu akılda tutulmalıdır. Bu ülkeler yeni bir bloğa katılırlarsa, kaçınılmaz soru ortaya çıkacaktır: geleneksel ittifaklarında statüleri ne olacak ve herhangi bir şekilde statüye sahip olacaklar mı? Son olarak, bir Turan Ordusu oluşturmadan önce Türkiye’nin Orta Asya devletleriyle diğer işbirliği alanlarında daha fazla ilerleme kaydetmesi gerekiyor. Buna ek olarak, geniş anlamda, uygun seviyedeki kaynak eksikliği, askeri entegrasyon için büyük bir engeldir.

Yumuşak Güç

1990’larda Türkiye, Orta Asya’da hem ekonomik manivelalara hem de çok çeşitli yumuşak güç araçlarının kullanımına yaslanıyordu. Örneğin, Türkiye’nin bölgesel politikası büyük ölçüde Türk dilinin, kültürünün ve tarihinin ve daha geniş olarak Türk eğitim sisteminin teşvik edilmesini içeren birkaç temel alanda kurulmuştu. Türkiye’nin yumuşak güç politikası çerçevesinde, (Türkiye’nin liderliğinde) temel olarak Türkçe konuşan ülkelerdeki halkların dünya görüşünü vurgulayan tek bir değerler kompleksi üreten kültürel ve dini ortaklık fikrine dayalı “yeni bir Türk kimliği” geliştirmek gibi bir dizi temel öncelikli hedef bulunmaktadır. Bu, ileriye dönük olarak etkili iktisadi ve siyasi etkileşimler için bir temel olarak hizmet edecektir.[2] Bir diğer önemli vektör, Türkiye’nin çıkarları için sınırlarının ötesinde lobi yapabilecek ve ülkenin uluslararası faaliyetlerini geliştirmek için uygun koşullar yaratabilecek etnik Türklerle bağları sürdürmektir. Bu, iki dilli çocuklar için programlar oluşturarak, ülkenin tarihine ve kültürüne yönelik eğitim etkinlikleri düzenleyerek, eğitim programlarını uygulayarak, Türkiye ve Türk halklarının tarihi, kültürü ve diline ilişkin bilgi ve bilincini koruyarak ve artırarak sağlanır.

Türkiye için, ülkenin –2010’lardan bu yana büyük değişimlerle süregiden– ‘yeni imajını’ yaratma ve muhafaza etme görevi eşit derecede önemlidir. Başlangıçta “Türk modeli” İslami değerlerin, demokratik toplumsal geleneklerin ve gelişen bir piyasa ekonomisinin etkili bir sentezi olarak sergilenirken, 2010’ların başında –bir dizi dış (Arap Baharı) ve iç (iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin siyasetindeki dönüşüm) sayesinde– Türkiye, dünya çapında “Müslümanların ve Türklerin savunucusu” imajını vurgulamaya başladı. Türkiye bu hedeflere ulaşmak için, başta Türk sineması ve bir bütün olarak eğlence sektörü olmak üzere popüler kültürünün ürünlerini de aktif olarak yaygınlaştırmaktadır. Böylece, Türkiye’nin kültürel, tarihi ve dini konumuyla bağlantılı –Türkiye’nin desteklemesi gereken– simgeler bölge ülkelerinde kamuoyunun zihnine aşılanıyor. Bu durum, doğrudan mali ödemeler ve borçların ertelenmesinden ziyade, yukarıda belirtilen alanlarda altyapı ve lojistik projelerini içeren insani yardım faaliyetlerinin yoğunlaşmasıyla yakından ilişkilidir.

Türkiye’nin Orta Asya Politikasının Kurumsal Temelleri

Türkiye’nin Orta Asya siyasetinin kurumsal bileşeni en tartışmalı unsurlardan biridir. Bir yandan, Türkiye’nin 1990’lardan beri bölgesel iletim hattı olarak aktif olarak kullandığı oldukça görünür ve dallara ayrılmış bir kurumlar ağı var. Öte yandan, bu kurumların temel zayıflıkları –parçalanmış, büyük ölçüde formalite icabı doğası ve düşük verimlilik– yadsınamaz. Bu nedenle, Türkiye’nin bölgesel siyasetlerini ve duruşunu incelerken, bu yönü dikkate almamız ve Türkiye’nin bölgesel siyasetleri çerçevesinde mevcut kurumlar ağındaki çeşitli blokları belirlememiz önemlidir.

Birinci blok Türk Konseyi’ni (2021 yılında Türk Devletleri Teşkilatı olarak yeniden isimlendirildi) ve onun himayesinde çalışan bir örgütler kompleksini kapsamaktadır. Bu, Türkiye’nin şu anda Türk devletleri arasındaki entegrasyon ve etkileşim için merkezi bir buluşma yeri olarak belirlediği örgüttür. Türkiye’nin bu kuruma daha fazla ağırlık verme niyeti, örgütün Kazakistan’daki son olayların çözümüne dahil olmasıyla kanıtlanmaktadır. Bugün örgüt Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkiye ve Özbekistan’ı kapsamaktadır ve Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY), Türk Devletleri Parlamenter Asamblesi, Uluslararası Türk Akademisi ve Türk Kültür Ve Miras Vakfı şubelerine sahiptir. Bu kuruluşlar kültürel bağların yaygınlaştırılması ve güçlendirilmesi, siyasi diyaloğun güçlendirilmesi, Türk dünyası ile ilgili araştırmaların geliştirilmesi ve Türk ülkelerinin kültürel mirasının korunmasına odaklanmaktadır. Bu kurumsal bloğun küresel amacına gelince, Türk dünyası üyeleri arasında kültürel, eğitimsel, toplumsal, siyasi ve iktisadi bağların güçlendirilmesine dayalı olarak etkin entegrasyonun geliştirilmesi amaçlanmaktadır. Bütün bunlar, Türkiye’nin, birleşik bir Türk dünyasının, dolayısıyla bir Türk kimliğinin varlığı konseptine dayanmaktadır.

İkinci kurumsal blok, eğitimsel, daha açık olarak, Türkiye’nin, ülkenin Orta Asya siyasetinin temellerine hizmet eden faaliyetlerinin toplumsal ve kültürel vektörü ile bağlantılıdır. Bu bağlamda, Yunus Emre Kültür Merkezleri adı altında dünya çapında şubeleri bulunan Yunus Emre Vakfı ve onun Yunus Emre Enstitüsünden söz edilmelidir. Merkezlerin şu anda Orta Asya’da ofisleri bulunmamakla birlikte, Vakıf Orta Asya nüfusu için özel olarak tasarlanmış projeler yürütmekte ve etkinlikler düzenlemektedir. Son zamanlarda Maarif Vakfı önemli bir işlev üstlendi: Türk eğitimini teşvik etmek ve bu alanda Türkiye’nin uluslararası bağlantılarını geliştirmek, yurtdışındaki Türk eğitim kurumlarının işleyişini denetlemek ve kısmen yabancılara Türkiye’de eğitim almak için imtiyazlı koşullar sunmakla ilgilenmektedir. Vakfın, FETÖ bağlantılı eğitim kurumlarının geniş ağını yeniden yönlendirmek için faaliyetlerini hızlandırması önemlidir. FETÖ, bazı raporlara göre, 2016’da Türkiye’deki başarısız askeri darbenin düzenlenmesinde doğrudan yer alan örgüttür.[3]

Bir diğer önemli kuruluş ise, hemşehrileriyle çalışmanın ve devlet burs programı “Türkiye Bursları”nı yürütmenin yanı sıra, Türk eğitimini ve Türk dili, tarihi ve kültürünün başta Orta Asya olmak üzere yurtdışında araştırılmasını teşvik eden Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’dır, çünkü örgütün kurumları çoğunlukla bu ülkelere yöneliktir. Yine Diyanet İşleri Başkanlığı (Diyanet) gibi örgütler de destekleyici toplumsal ve kültürel işlevleri yerine getirmektedir. Diyanet 140’tan fazla ülkede faaliyet göstermekte, din eğitimini teşvik etmekte ve okullar, üniversiteler, eğitim kursları vb. aracılığıyla halkı kültürel değerlerle tanıştırmaktadır.

Üçüncüsü, 2000’li yılların başında eski Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından tasarlanan insani siyaseti –küresel bağlamda insanların yaşamlarını iyileştirmeyi amaçlayan insan merkezli bir siyaseti– uygulayan insani yardım örgütü bloğudur. Bu bağlamda, aslında Orta Asya ülkeleri için özel olarak tasarlanan Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı’na (TİKA) özellikle değinmek gerekir.[4] TİKA, Türkiye’nin Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) üyesi olarak sunduğu resmi kalkınma yardımlarını (ODA) sağlamakla uğraşan başlıca kuruluştur. Ajans, Orta Doğu, Afrika, Latin Amerika vb. ülkelerde projeler yürüttüğü için faaliyetlerini Orta Asya’nın çok ötesine genişletti. Türkiye bugün giderek daha aktif bir insani yardım bağışçısı ve bu amaca tahsis edilen GSYİH yüzdesi açısından bu alanda liderlerden biri. Türk insani yardımının başlıca alıcıları, Kırgızistan ve Kazakistan hala ilk 10’da olmasına rağmen, Orta Doğu ve Afrika ülkelerine kayma ile son on yılda önemli ölçüde değişti. Ek olarak, Türkiye’nin genel insani siyaseti için önemli olan Kızılay, AFAD vb. gibi birçok yardımcı kuruluş bulunmaktadır. Gelgelelim bunlar Orta Asya’ya odaklanmamaktadır.

***

Bugün Türkiye, kendisini “Türk dünyası” da dahil olmak üzere birçok bölgede aynı anda lider olarak konumlandırıyor ve çok kutuplu uluslararası sistemde yükselen bir güç merkezi olarak ülkenin küresel önemini vurguluyor ve Orta Asya’daki siyasetlerini kritik derecede önemli hale getiriyor. Faaliyetine ve ihtiraslarına rağmen bu siyasette muhtelif sınırlayıcı faktörler olduğu unutulmamalıdır. Türkiye’nin Orta Asya’daki güncel eylemleri ile Rusya’nın 2015’te Ortadoğu’ya “geri dönüşü” arasında sık sık paralellikler kurulsa da Türkiye tıpkı 1990’larda olduğu gibi Orta Asya’da ikincil bir bölge dışı aktör olmayı sürdürmektedir. Bu, ülkenin güvenlik alanında ne kadar az manevra alanına sahip olduğu ve öncelikle Rusya’nın kabiliyeti olan krizlerle mücadeleye doğrudan müdahil olamaması ile doğrulanmaktadır.

İşte tam da bu nedenle Türkiye, canlı askeri işbirliği söylemine rağmen diğer aktörlerin etkisinin sınırlı olduğu alanlara vurgu yapıyor. Örneğin bunlar kültür, eğitim, iktisat ve insani bileşenlerdir. Bununla birlikte, dış politikada ortaya çıkan geleneksel olmayan unsurların kendine özgü doğası göz önüne alındığında, bu yönelim kendi başına başarı ve etkililiğin kanıtı değildir. Ayrıca, bölgeyi Türk “liderliği” altına almanın bir sonuca bağlanamaması ve esasen pantürkizm ideolojisine dayalı ikili etkileşimlerin hâkimiyeti de Türkiye’nin eylemlerini sınırlandırıyor gibi görünmektedir. Karşılıklı etkileşim için şu anki kurumsal temellerin gerçek etkililiği düşük olmaya devam ediyor. Son olarak, belki de ana noktalardan biri, Orta Asya’daki diğer bölgesel olmayan aktörlerle (öncelikle Rusya ve Çin) karşılaştırıldığında, Türkiye nesnel olarak yeterli kaynağa (finansal, askeri, teknolojik vb.) değildir. Aynı zamanda, Türkiye çok daha az belirgin olmakla birlikte dış siyasette hâlâ çok taraflı bir yaklaşım sergilemektedir.

Bu gelişmeler, Türkiye’nin Orta Asya’daki siyasi faaliyetlerini hızlandırmasına, ülkenin bölgedeki iddialı planlarına ve bölgedeki etkisini artırma kapsamına rağmen, bu planların uzun vadede büyük ölçüde abartılı ve mantıksız göründüğünü göstermektedir. Fakat bu, üçüncü taraflara (Rusya, Çin vb.) yönelik stratejiler oluşturma açısından Türkiye’nin Orta Asya için artan önemini yadsımıyor. Olayların Türkiye’nin lehine dönmesinin temel koşulunun, bölgedeki diğer ülkelerle ekonomik işbirliğinin güçlendirilmesi olduğuna ve bunun sadece Türkiye’nin kültürel ve insani faaliyetlerini tamamlamakla kalmayıp, aynı zamanda ülkenin bölgedeki nüfuzunun temelini oluşturacağına inanıyoruz.

Çeviren: Erman Çete

Dipnotlar:

[1] Ruslar, bizim Orta Asya dediğimiz bölgeyi iki ayrı terimle adlandırıyor: Merkez Asya ve Orta Asya. Merkez Asya, eski Sovyet cumhuriyetlerini kapsayan ülkelere işaret ederken, Orta Asya bu ülkelere Afganistan ile Doğu Türkistan’ı da ekliyor. (ç.n.)

[2] Sarimsokov, Z. “The Turkic Factor in Turkey’s Soft Power Policy in its Relations with Central Asian States.” Postsovetskye issledovaniya, 7 (2020): 613.

[3] Yazarlar, orijinal metinde “FETO” şeklinde yazıyorlar. (ç.n.)

[4] Yazarlar, TİKA’nın insani yardım ulaştırdığı ülkeler arasında Kırgızistan ve Kazakistan’ın hâlâ ilk 10’da yer aldığına dikkat çekiyor. Gerçekten, AKP iktidarının 2006-2013 arasındaki Ortadoğu açılımı dönemi bir kenara bırakıldığında, resmi istatistiklere göre de TİKA’nın Orta Asya’ya yönelik ilgisi asla kesilmemiştir. Gerçekten de TİKA, 1992 yılında kurulduğunda, Orta Asya’daki ülkeleri piyasa ekonomisine entegre etmek ve bölgedeki Türkiye nüfuzunu artırmak gibi misyonlarla kurulmuştu. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English