GÖRÜŞ
Ankara’nın denge ve dikkat özeni
Yayınlanma
Yazar
Hasan Ünal
Özellikle son zamanlarda uluslararası uzmanlar ve analistlerle katıldığım programlarda Ukrayna savaşında izlediği dikkatli/dengeli politikadan hareketle Türkiye’ye övgüler içeren sözleri oldukça sıklıkla duymaya başladım. Sürekli olarak Türkiye karşıtlığı yapanları bir tarafa bırakacak olursak, Amerikan basınının bile önemli bir kısmı Türkiye eleştirilerine ya belirli ölçülerde son/ara vermiş durumda ya da bu tavrını hatırı sayılır oranda azaltmış görünüyor. Veya eleştirilerinin içinde Türkiye’nin izlediği kendine özgü politikadan ve bunun hem Türkiye hem de Batı dünyası için sağladığı faydalardan bahsetmek zorunda kalıyorlar.
Bir yandan NATO ve Batılı ‘müttefikleri’ ile ilişkilerini istikrarlı bir şekilde sürdürürken öte yandan da bu ülkelerin Rusya’ya karşı uyguladıkları yaptırımlara katılmaması, Tahıl Anlaşması ve daha da önemlisi Amerikan ve Rusya dış istihbarat şeflerinin Ankara’da görüşmesine ortam hazırlaması gibi pek çok sonuç alıcı girişim Türkiye’nin politikasının başarısına işaret ediyor. Ukrayna savaşına giden haftalarda ve aylarda Ankara’nın geliştirdiği bu dikkatli ve dengeli politikanın esası ulusal çıkar temelli ve pragmatik karakterli olmasıdır. Her iki tarafa da eşit mesafede olmayı amaçlayan bu politika aslında güçlü taraf olan Moskova’ya daha fazla avantaj sağlıyor; ancak Batı dünyası ve özellikle NATO içerisinde alınan kararlarda Rusya’nın Ukrayna topraklarında yaptıklarını kınamaktan, Kiev’e kritik askeri malzeme temin etmeye ve Tahıl Anlaşması ile Ukrayna’nın hububatını satmasını sağlamaya kadar geniş bir yelpazede Ankara’nın yaptığı girişimler iki tarafı da memnun ediyor. Öyle ki, Rusya ile Ukrayna arasında giderek Amerika ve AB ülkelerinin de istediği bir uzlaşı arayışında Ankara’nın öncülük yapması ve başlangıçta sadece ‘kolaylaştırıcı’ olarak düşünülen bu rolün belki de taraflara barış planları sunmaya kadar gidecek bir ‘arabuluculuk’ şekline dönüşmesi bile oldukça muhtemel.
Türkiye bu politikadan her devlet gibi belirli oranlarda olumsuz etkilense de ciddi avantajlar temin etmiş durumda ve öyle görünüyor ki, bu pragmatik politika sayesinde daha fazla fayda temin edilmesi mümkün olacak. Örneğin şu ana kadar Rusya’dan alınan göreceli ucuz enerji sayesinde Türkiye’de sanayinin çarkları dönmeye devam ediyor. Özellikle Avrupa’da Rus petrol ve doğalgazını tüketmemek adına Amerika’dan ithal edilen oldukça pahalı LPG ve diğer ülkelerden alınan petrol yüzünden sanayi tesisleri ciddi alarm vermeye başladı. Hatta bazı sektörlerde üretim yapamayan tesisler ve markaların Türkiye’deki firmalarla fason üretim anlaşmaları yapma arayışı içinde olduklarını biliyoruz. Söz konusu ülkelerdeki sanayinin tasfiyesine kadar gidebilecek bu süreç dikkatle yönetilir ve cazip bir ortam sağlanırsa Avrupa’nın özellikle İtalya, Almanya, Fransa gibi ülkelerinden ciddi oranda sanayi yatırımının Türkiye’ye çekilmesi mümkün olabilir. Rusya ile uzlaşılan enerji merkezi projesinin belki de hububat konularında da genişletilmesi ve Türkiye’nin bu alanlarda sadece güzergâh ve alıcı/satıcı olmasının ötesinde daha kapsamlı ekonomik ve ticari roller üslenmesi olağanüstü yeni avantajlar sağlayabilir. Tüm bunlara, iki ülke arasında savunma sanayiinde de gelecek yıllarda yapılacak işbirliğini eklersek muazzam kazanımlardan söz etmek mümkün.
Türkiye’nin stratejik kazanımları da oldukça kapsamlı görünüyor. Örneğin Rusya ile yaşanan yakınlaşma ve Türkiye’nin yükselen profili sayesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) Türk Devletleri Teşkilatı’na anayasal ismiyle gözlemci üye olarak alınması ilerde, Kıbrıs mücadelesi tarihinin dönüm noktalarından birisi olarak değerlendirilecektir. Rusya’nın bile KKTC’yi tanımaya eğilim gösterdiğinin ayrıca altını çizmekte yarar olduğuna şüphe yok. Türkiye ile yakınlaşırken, Amerika’nın uzak karakolu haline gelen Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi ile ilişkileri kökten bozulan Moskova’nın Kıbrıs sorununda bugüne kadar izlediği tek devletli Birleşik Kıbrıs politikasından uzaklaşarak iki devletli çözüm formülüne yaklaştığı pek çok açıdan gözlemlenebiliyor.
Çok kutupluluk
Bütün bunları mümkün kılan şeyin giderek şekillenen çok kutuplu dünya düzeni olduğuna şüphe yok. Amerika’nın liderliğindeki tek kutuplu dünya düzenine Rusya ve Çin’in yıllardır artan dozda yaptıkları itirazlar Ukrayna savaşı ile birlikte önlenemez yeni bir dönemin kapılarını açtı. Bir yandan Ukrayna’daki çatışmalar ve öte yandan medyada başlayan büyük enformasyon savaşı ile bir anda dünyayı çok kutupluluğa dönüştürmek isteyen başta Çin olmak üzere küresel güç yansıtma kabiliyetine sahip büyük güçler ve orta büyüklükteki devletlerle ABD merkezli tek kutupluluğu sürdürmek isteyenler arasındaki mücadele kıyasıya devam ediyor. Görünen o ki, artık çok kutuplu dünya düzenini engellemek pek mümkün değil. Savaşın başında Rusya’nın ekonomik yaptırımlarla dize getirileceğini zanneden ABD ve Avrupa’nın giderek müzakereler yoluyla soruna bir çare bulunmasından yana tavır almaları ve Zelenski’yi Putin ile görüşmeye – muhtemelen ön şartsız – teşvik ettiklerine dair Amerikan basınına sızan bilgiler bir manada çok kutupluluğun dolaylı olarak kabul edilmesi olarak yorumlanabilir. Her ne kadar Ukrayna’daki savaş henüz sona ermemiş ve savaşın şiddetinin artması ihtimali hala yüksek olsa da önemli olan buradaki askeri çatışmaların Amerika ve Kolektif Batı’nın istediği doğrultuda bitmesi ihtimalinin neredeyse olmadığı gerçeğidir.
Bu gerçek bir şekilde Rusya’nın güvenlik endişelerinin Kolektif Batı tarafından bir noktadan itibaren değerlendirilmek zorunda olduğunu da ortaya koyuyor. Öte yandan Amerika ve müttefiklerinin Tayvan üzerinden Çin ile bir vekalet savaşına girişmeleri her zaman mümkün gibi görünmekle birlikte bunun nasıl ve ne zaman başlatılacağı kolayca planlanamayacak kadar karmaşık görünüyor. Tayvan halkının Çin ile belirli bir statü içerisinde birleşmek veya bağımsızlık için Pekin’e karşı savaşmak seçeneklerinden hangisine yatkın olduğunu tahmin etmek ve yıllar içinde bunun nasıl evrileceğini öngörmek pek kolay değil. Örneğin geçtiğimiz günlerde yapılan yerel seçimler bağımsızlık yanlısı siyasal parti ve liderin ciddi kayıplara uğradığını gösterdi. Ayrıca ABD ile Avrupa arasında bugünlerde fitili ateşlenen ticaret savaşlarının ABD’nin Amerika’da üretilen mallara uygulamaya başlayacağı sübvansiyonlar, vergi indirimleri ve diğer teşviklerle hızlanmasının kaçınılmaz bir şekilde şiddetleneceği söylenebilir. Dolayısıyla müttefiklerini yanında tutmakta zorlanan özellikle de Almanya, Fransa, İtalya gibi sanayi devleri ile Amerika her konuda uzun soluklu dayanışmadan uzaklaşabilirler. Kaldı ki, Kolektif Batı birlikteliğini ağır aksak da olsa sürdürse bile dünyanın çok kutuplu hale dönüşmesini engelleyemez durumda.
Türkiye ve çok kutupluluk
Çok kutuplu dünya düzeni iyi yönetildiği takdirde Türkiye’ye geniş çaplı avantajlar sağlayacaktır. Ukrayna savaşından bu yana izlenen politika sürdürüldüğü takdirde Türkiye’nin hem NATO üyeliği üzerinden Batı ile ilişkilerini ‘çok kutuplu düzene uygun bir normal’ üzerinden sürdürmesi hem de Rusya ve Çin başta olmak üzere geniş Asya ile çok kapsamlı ekonomik/ticari ve hatta savunma sanayi ilişkileri geliştirmesi mümkün görünüyor. Türkiye’nin coğrafyasının ve devlet aklının sağladığı avantajlar bütün bunların mümkün olabileceğini özellikle son bir yıl içerisinde göstermiş durumda. Bu arada 2020 yılının sonlarından itibaren bölge ülkeleriyle ilişkilerde ciddi sorunlara yol açan ideolojik/duygusal içeriklerin dış politikadan arındırılarak yerine ulusal çıkar esaslı pragmatizmin getirilmesinin Ankara’ya ilave fırsatlar sağladığına da hiç şüphe yok. İsrail ile normalleşmenin ardından Mısır ve Suriye nezdinde atılan benzeri adımlar Türkiye’yi hem İsrail hem İran veya hem Rusya hem de Batı dünyası ile çıkara dayalı yakın ilişkiler kurabilen bir ülke haline getirmiştir.
Dünya siyasi ve askeri tarihi açısından en yaygın olarak gördüğümüz çok kutupluluk – iki kutupluluk ve tek kutupluluk istisnai dönemler -her ne kadar muazzam faydalar getirecek gibi görünse de bu sürecin büyük gerginlikler hatta geniş çaplı çatışmalar ve vekalet savaşları yaşanmadan şekillenmesi de pek mümkün olmayabilir. Türkiye tıpkı Ukrayna savaşında olduğu gibi gerginliklerin ve çatışmaların doğrudan tarafı olmadan ekonomik, askeri ve ticari avantajlar elde etmeye çalışan dengeli ve dikkatli bir politika izler ve savunma sanayi atılımlarını sürdürürse bu sancılı dönemde oldukça büyük kazanımlar elde ederek çok kutuplu dünyanın orta büyüklükte ve birden fazla bölgede güç yansıtma potansiyeli olan bir gücü olarak yerini alabilir.
Prof. Dr. Hasan Ünal, Maltepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesidir.
İlginizi Çekebilir
-
‘Atina’da masada KKTC olsaydı bu olumlu hava yaratılamazdı’
-
Çin akademisinde ŞİÖ’nün genişlemesi üzerine perspektifler
-
Putin adaylığını duyurdu, Reuters ‘Batı yaptırımlarının başarısızlığına’ bağladı
-
ÇKP liderleri 2024’te iç talebi ve ekonomik toparlanmayı teşvik etme sözü verdi
-
Avrupalı enerji şirketleri gaz depolamak için Ukrayna’ya yöneliyor
-
“Nükleer Savaş Tehlikesi ABD’den Geliyor”
GÖRÜŞ
Çin akademisinde ŞİÖ’nün genişlemesi üzerine perspektifler
Yayınlanma
22 saat önce10/12/2023
Yazar
Serdar Yurtçiçek
Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), temmuz ayında gerçekleşen zirvede İran’ın da katılımıyla üye sayısını dokuza yükseltti. Bu önemli gelişme, örgütün bölgesel ve küresel önemini daha da artırdı. Şu anki üye ülkeler şunlardır: Çin, Hindistan, Pakistan, Rusya, İran, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan. Belarus ve Moğolistan gözlemci statüsünde bulunurken, Ermenistan, Azerbaycan, Bahrain, Kamboçya, Mısır, Kuveyt, Maldivler, Myanmar, Katar, Nepal, Suudi Arabistan, Sri Lanka, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri diyalog partneri olarak katılım göstermektedirler. İran’ın ŞİÖ’ya katılımı ve Rusya-Ukrayna savaşının getirdiği jeopolitik dinamikler, Çin akademik ve politik çevrelerinde ŞİÖ’nun geleceğine dair çeşitli tartışmalara ve farklı görüşlere yol açmıştır. Bu tartışmaların ana başlıklarını şu şekilde özetleyebiliriz:
- Rusya-Ukrayna Savaşı
Çin akademik çevresi, Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan çatışmanın, uluslararası arenada derin izler bırakan Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile Soğuk Savaş’ın ardından dördüncü büyük sistemik değişimi temsil ettiği konusunda genel bir uzlaşıya sahiptir. Bu çerçevede, Rusya’nın sadece Ukrayna’ya karşı değil, aslında geniş anlamda Batı’ya karşı bir pozisyon aldığına dikkat çekilmektedir. Çin’in, Rusya’nın uluslararası arenada zayıflamasına göz yummasının beklenmediği, ancak bu durumun doğru bir şekilde değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Bu bağlamda, iki temel perspektif öne çıkmaktadır:
Rusya’nın Küresel Güç Olarak Zayıflığı: Bu görüşe göre, Rusya’nın küresel bir güç olarak etkinliği sınırlıdır ve sahadaki mevcut durumda ciddi zorluklarla karşı karşıyadır. Savaşın sonucunda, Rusya’nın elde etmek istediği sonuçları alsa dahi, çatışma öncesinde sahip olduğu güçlü konumuna dönemeyeceği belirtilmektedir. Rusya’nın bu müdahalesi, Çin’i uluslararası alanda zor bir pozisyona sokmuş ve stratejik kararlar alma noktasında zorlamıştır.
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) Yayılmacı Politikaları: Diğer bir perspektife göre, yaşanan savaşın temel nedeni Rusya’nın eylemleri değil, NATO’nun yayılmacı politikalarıdır. Bu yaklaşıma göre, Rusya, bu politikalar nedeniyle savaşa zorlanmıştır. Ayrıca, ABD’nin Çin’e yönelik artan talepleri göz önünde bulundurulduğunda, Rusya’nın bu müdahalesi, dolaylı olarak Çin’in savunma stratejilerine de katkıda bulunmaktadır.
- Avrupa’nın ŞİÖ’nun Genişlemesi ve NATO Dinamikleri Karşısındaki Algısı:
Çin Akademik Perspektifinden Bir Değerlendirme
ŞİÖ’nun genişlemesi ve NATO ile olan ilişkisi, uluslararası ilişkiler ve güvenlik politikaları bağlamında önemli bir tartışma konusudur. Bu tartışma, özellikle Çin akademik çevresinde, Avrupa’nın bu iki örgüt arasındaki dinamiklere dair algısına yönelik iki temel perspektif ile şekillenmektedir:
Avrupa Birliği’nin (AB) Bağımsız Karar Alma Kapasitesinin Sınırlılığı: Bu yaklaşıma göre, AB uluslararası arenada bağımsız kararlar alamamaktadır. AB’nin, kendi çıkarlarına aykırı olmasına rağmen ABD’nin dış politikasını takip ederek Rusya’ya uyguladığı ambargolar, Rusya-Ukrayna savaşında savaşın tarafı olması ve büyük ekonomik kayıplarına rağmen Rusya karşıtlığında ısrar etmesi, bu iddianın temel dayanaklarındandır. Özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” şeklindeki ifadesine rağmen, NATO’nun etrafında birleşen bir AB görüntüsü, bu örgütün bağımsızlık kapasitesinin sınırlı olduğunu göstermektedir. Bu perspektife göre, AB’yi ikna etme çabaları, stratejik bir perspektiften boşa harcanan enerji olarak değerlendirilmektedir.
AB’nin Bağımsızlık Kapasitesinin Artışı: Diğer bir perspektife göre ise, AB’nin bağımsız kararlar alamadığı iddiası tamamen doğru değildir. AB’nin ABD’ye olan en büyük bağımlılığı savunma sanayi alanında olup, Rusya-Ukrayna savaşının başlamasından sonra AB’nin kendi savunma sanayisini kurma çabaları bu bağımlılığı azaltma potansiyeline sahiptir. Askeri açıdan bağımsız bir AB’nin, ABD dış politikasını tümüyle takip etmekten ziyade daha bağımsız kararlar alabileceği savunulmaktadır. AB’nin gelecekte daha bağımsız kararlar alabilmesine olanak sağlayacak bir savunma sanayisi geliştirmesinin gerekçesinin Ukrayna-Rusya savaşı ile ortaya çıktığı, ancak ABD’den tepki görmemek için Rusya’ya ambargolar koyarak büyük bedeller ödeyerek kendi takvimini takip ettiği ifade edilmektedir. Bu durumun uzun dönemde ABD’nin çıkarlarına aykırı, ŞİÖ’nun çıkarıyla uyumlu olacağı ön görülmektedir. Bu görüşü savunan akademisyenler, AB’nin tarihinde hiç olmadığı kadar birlik görüntüsü verdiğini iddia etmektedirler.
- Orta Asya’da ŞİÖ’nun Genişlemesinin Algılanışı ve Çin-ABD Dinamikleri Üzerine Etkileri
Son yıllarda, uluslararası ilişkilerde Çin ve ABD arasındaki gerilimlerin artması, özellikle Orta Asya bölgesindeki ülkelerin dış politika tercihlerini ve stratejik önceliklerini etkilemektedir. Bu bağlamda, ŞİÖ genişlemesi ve bu genişlemenin bölge üzerindeki etkileri, akademik çevrelerde yoğun bir şekilde tartışılmaktadır.
ABD’nin Trump döneminde Çin mallarına ek vergi uygulaması ve Tayvan’a yönelik diplomatik ve askeri adımları, Çin-ABD ilişkilerini tarihsel bir gerilim noktasına taşımıştır. Bu gerilim, Orta Asya ülkelerinin, özellikle enerji politikaları ve bölgesel güvenlik konularında, dış politika tercihlerini yeniden değerlendirmelerine neden olmuştur.
Orta Asya’da dominant bir aktör olarak görülen Rusya’nın etkisinden bağımsızlaşma arayışı içinde olan bu ülkeler, enerji kaynaklarını daha geniş bir pazar yelpazesine sunarak dış politika esnekliğini artırmayı hedeflemektedir. Orta Asya ülkeleri, enerji kaynaklarını Rusya’ya bağımlı olmadan Çin’e ve Türkiye üzerinden Batı’ya satarak bağımsız karar alma yeteneklerini artırmak istemektedirler. Bu bağlamda, Çin ile kurulan ilişkiler stratejik bir öneme sahip olup, Çin’in Xi’an kentinde düzenlediği toplantı bu stratejik ilişkinin bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir.
Ancak, Çin’in ABD ile artan gerilimi ve Rusya-Ukrayna savaşında sergilediği Rusya yanlısı tutum, özellikle Kazakistan gibi ülkelerde endişelere neden olmaktadır. İran’ın ŞİÖ’ya üyeliği, bu endişeleri daha da derinleştirmekte ve bölgesel dengelerin nasıl şekilleneceği konusunda soru işaretleri yaratmaktadır.
Orta Asya ülkeleri, bölgesel ve küresel krizlerden kaçınma eğiliminde olup, bu krizlere neden olan aktörlere karşı mesafeli bir tutum sergilemektedirler. Bu nedenle, Çin’in bölgedeki etkinliğini sürdürebilmesi için bu ülkelerin endişelerini dikkate alması ve bu endişeleri giderici politikalar geliştirmesi gerekmektedir. Bu, hem bölgesel istikrarın korunması hem de Çin’in bölgedeki stratejik çıkarlarının sürdürülebilirliği açısından kritik bir öneme sahiptir.
- ŞİÖ İçerisinde Hindistan’ın Pozisyonu ve Çin-Hindistan Dinamikleri Üzerine Bir Değerlendirme
ŞİÖ içerisinde Hindistan’ın konumu, son yıllarda uluslararası ilişkiler literatüründe ve özellikle Çinli akademisyenler arasında yoğun bir şekilde tartışılan bir konu haline gelmiştir. 2017 yılında Pakistan ile birlikte ŞİÖ’ya katılan Hindistan’ın sergilediği tutum, bölgesel dinamikleri ve özellikle Çin-Hindistan ilişkilerini etkileyen önemli bir faktördür.
Çinli uzmanlar, genel olarak Hindistan’ın ŞİÖ’ya tam anlamıyla entegre olmadığı ve örgüt içerisinde tam üye gibi hareket etmediği konusunda bir konsensüse varmış durumdadırlar. Bu durum, özellikle Hindistan’ın Rusya ile olan yakın ilişkileri göz önüne alındığında dikkat çekicidir. Bazı analistler, Hindistan’ın Rusya’nın davetiyle ŞİÖ’ya katıldığını, ancak Rusya-Ukrayna savaşı sonrası Rusya’nın bölgedeki nüfuzunun azalmasını fırsat bilerek ABD ile daha yakın ilişkiler kurma eğiliminde olduğunu belirtmektedirler.
Çin-Hindistan ilişkileri bağlamında, Çin’in Hindistan’la herhangi bir diplomatik sorunu olmadığına dair inancı, bu iki büyük Asya gücü arasındaki ilişkilerin temelini oluşturmaktadır. Ancak, Hindistan’ın ŞİÖ içerisindeki tutumu ve özellikle G-20 zirvesinde ileri sürdüğü “tek dünya, tek aile, tek gelecek” yaklaşımı, Çinli uzmanlar tarafından eleştirilmektedir. Bu yaklaşımın, Çin’in “İnsanlığın Ortak Kader Topluluğu” politikasıyla uyumlu olduğu kabul edilse de, Doğu-Batı arasındaki sorunların temelinde ABD’nin bölgedeki kışkırtıcı politikalarının yattığına dikkat çekilmektedir.
Sonuç olarak, ŞİÖ içerisinde Hindistan’ın konumu ve bu konumun Çin-Hindistan ilişkileri üzerindeki etkileri, bölgesel dengeler ve uluslararası ilişkiler açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu bağlamda, iki ülke arasındaki ilişkilerin geleceği, hem bölgesel hem de küresel dinamikleri şekillendirecek bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
GÖRÜŞ
Neo-Trumpizm, Trump’ı da yutacak: Amerikalı muhafazakârın İsrail sorunu
Yayınlanma
4 gün önce07/12/2023
Yazar
Sarp Sinan Hacır
Trump iktidarıyla birlikte Amerikan muhafazakârları ağır bir değişim geçirdi. Bush dönemlerinden aşina olduğumuz şahin Amerikan milliyetçileri, yerini izolasyoncu Amerikan milliyetçilerine bıraktı. “Önce Amerika” sloganı Trump iktidarının belki de en belirgin yapıtaşıydı. Donald Trump, on yıllar boyu devam eden ve Amerikan halkına gram faydası olmayan okyanus aşırı maceraların yarattığı rahatsızlığı oya çevirmeyi başarmıştı.
Trump’ın 4 yılı, diğer başkanlara nazaran sakin olsa da tamamen “izolasyonda” geçmedi. İranlı General Kasım Süleymani Trump yönetimi altında öldürülürken Kudüs ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanındı. Ancak Trump’ın kitlesi “Önce Amerika” cümlesini o kadar fazla duymuştu ki karnı yeni maceralara toktu, kalkışan kişi çok sevdikleri Trump olsa bile…
İşte bugün Trump’ın yarattığı izolasyoncu muhafazakâr canavarını konuşacağız. Bu kitleye canavar diyorum çünkü artık Trump’ın kontrolünde değiller. Kahramanları İsrail yanlısı olarak tanınsa bile İsrail’i desteklemek istemiyorlar. Bu kırılmayı ABD’nin bazı meşhur muhafazakâr figürleri fark ettiler ve doyasıya üzerine oynuyorlar. Peki, kim bu figürler?
Muhafazakâr medyada İsrail kavgası
Hikâye doğal olarak 7 Ekim’de başladı. Hamas’ın Aksa Tufanı saldırısı sonrası Demokrat Parti’de kıyamet kopuyordu. Malum, Müslüman oylarına ihtiyacı olan Demokratlar, İsrail’den yana tavır alırken kırk takla atıyorlardı. Ancak Cumhuriyetçiler için böyle bir sorun yoktu. Partinin her kesimi İsrail destekçisiydi. Değil mi?
Pek sayılmaz. Evet, Trump’ından Mitch McConnell’ına partinin tüm demirbaşları kayıtsız şartsız destek açıklıyor, Biden’a caydırıcı olmadığı için eleştiride bulunuyorlardı. Ama bir sorun vardı. Kitlede aykırı sesler çıkmaya başlamıştı. Sonuç olarak 1 buçuk yıldır Ukrayna üzerinden kendilerine anlatılan politikaların tam tersi yapılıyordu. Bazıları sordu; “neden İsrail’e para harcıyoruz? Kendi altyapımız bu kadar zayıfken, sınır güvenliğimiz delik deşik olmuşken, gençlerimiz uyuşturucu bağımlılığından sokaklarda sürünürken neden başka ülkelerin sorunlarına odaklanıyoruz ki?”
Bu rahatsızlığı medyada birileri yakalamayı başardı; Tucker Carlson ve Candace Owens. Tucker Carlson’ın ABD’de bir efsane olduğunu söylesek yanlış olmaz. Fox News’da yıllardır yaptığı anchormanlikten ayrılan gazeteci Carlson, yıllar içinde ABD’li liberalin nefret objesine, muhafazakârın ise idolüne dönüştü. Carlson, Trump tipi (ancak Trump’ı sevmeyen) bir muhafazakârdı. ABD’nin çoğu dış politika hamlesini hatalı buluyor, ABD müesses nizamıyla doğrudan kavga ediyordu. FBI’ın Carlson’u takip ettirdiği bile ortaya çıkmıştı.
Carlson, Fox’ta çalıştığı dönemde sadece müesses nizamı eleştirmekle kalmadı, daha ağır konuşan sol merkezli figürleri de ekrana çıkarmaya başladı. Bu size pek şaşırtıcı gelmeyebilir ancak Fox’un muhafazakârların en çok izlediği kanal olduğu düşünüldüğünde sol figürleri orada görmek devrim niteliğinde bir olaydı.
Tucker Carlson ve temsil ettiği fikirler sol-sağ fark etmeksizin müesses nizam nefretinde birleşmişti. Carlson, Fox’tan ayrıldıktan sonra Elon Musk’ın X’inde program yapmaya başladı. Musk’ın da reklamını yaptığı şov izlenme rekorları kırdı. İşte bu Carlson, ufak ufak İsrail desteğine dokundurmaya başladı. “İsraillileri çok severim çünkü kendilerini düşünürler. Biz neden kendimizi düşünmüyoruz?” diyerek ilk kurşunu sıktı. Carlson, ABD’nin onca sorunu arasında başka ülkeleri korumak gibi bir misyonunun olmadığını söylüyordu.
Bu cümleler halkta karşılık bulmuştu. Carlson muhafazakâr camiada tabu bir konuya giriyordu. ABD’nin İsrail’e milyarlarca dolar destek vermesi tartışmaya açık bir konu değildi. Ancak artık pandoranın kutusu açıldı. Hani “Önce Amerika’ydı?”
Asıl kavga ise siyasi yorumcu Candace Owens ile başladı. Owens, İsrail’e muhalefeti bir adım daha ileri taşıdı. Carlson’ın pragmatik bakış açısının ötesinde İsrail’i doğrudan soykırımla suçladı. Konuyla ilgili yaptığı paylaşımda “hiçbir şey bir devlete soykırım yapma hakkı tanımaz” dedi.
Owens, İngilizce Youtube izleyicilerinin “Shapiro feminist üniversitelilere haddini bildiriyor #83” başlıklı videolardan tanıyacağı muhafazakâr fikir önderi Ben Shapiro tarafından topa tutulacaktı. Shapiro, Owens ile aynı kanalda yani Daily Wire’da çalışıyordu. Kendisi bir Yahudi ve açık İsrail destekçisi olan Shapiro, Owens’ın 7 Ekim sonrası yaptığı yorumları “utanç verici” olarak nitelendirdi. Bunun üzerine Owens da Tucker Carlson’ın programına çıkıp Shapiro’ya “duygusal ve kontrolden çıkmış biri” diyerek cevap verdi. Shapiro’nun “Gerçekler, duygularınızı umursamaz” isminde bir kitap yazdığı ve bu cümleyi tüm münazaralarında kullandığı düşünüldüğünde kendisine duygusal denmesi herhangi bir hakaretten daha ağır sayılabilir.
Kitlelerde izolasyonculuğun karşılığı
Candace Owens ve Tucker Carlson gibi popülist karakterlerin böyle politikaları benimsemeleri muhafazakâr kitlelerde bunun bir karşılığı olduğunu gösteriyor. Bu figürler, Trump’ın başlattığı “Önce Amerika’yı” bir adım daha ileri taşıdılar. Trump sonrası muhafazakâr siyaset için örnek oluşturdular. Hemen hemen benzer düşüncelerdeki Elon Musk’ın X’inde kendilerine yer buldular. Bu “Neo-Trumpizm’in” bayrağını kim taşıyacak henüz bilmiyoruz.
Bildiğimiz bir şey var ki Amerikan muhafazakârının kafası karışık. Önceden tamamen İsrail yanlısı bilinen bu kitlede İsrail’e silah verilmesine karşı olanların sayısı yüzde 43’ü buldu. Bu sayı tarih boyu İsrail desteklemiş bir parti için çok yüksektir. Bundan sonra Cumhuriyetçi siyasetçiler ne kadar Yahudi lobi gruplarının desteğini isterlerse istesinler, bu kitleyi görmezden gelerek siyaset yapamazlar. Bunu hisseden siyasetçilerden biri genç başkan adayı Vivek Ramaswamy oldu. Kendisi Trump tipi popülist politikalarla ön seçimlerde Trump’ın arkasında ikinciliğe yerleşti. Ancak bu bayrağı devralabilecek kadar tutunabilecek mi onu göreceğiz. Cumhuriyetçilerin yeni yıldızı olarak parlatılan Ron DeSantis de kısa süre içinde unutuldu gitti.
Tabii bunları düşünmek için çok erken. Hala tahtta oturan bir kral var ve o kral 2024’te zafer ilan etmeye niyetli. Eğer Trump, 2024’te başarısız olursa hemen şimdi, kazandığı takdirde ise 2028’de bu değişimi daha net göreceğiz. Trump 2024 için başkan yardımcısı olarak “Tucker Carlson’ı isterim” demişti. Olur mu olmaz mı bilinmez ancak Carlson ismini bundan sonraki seçimlerde daha sık duymaya hazır olun. Her şekilde Neo-Trumpizm, her savaş başladığında biraz daha büyümeye devam ediyor. Bu da bize gelecekte Trump’ın aksine yarım yamalak olmayan ve gerçekten izolasyoncu politikalar güden bir akımın güçleneceğini söylüyor. Neyse, hele bir 2. Trump devrini görelim, Neo-Trumpizmi o zaman düşünürüz.

Dünyanın en etkili ve en tartışmalı diplomatlarından, uluslararası ilişkilerin ve diplomasinin ileri gelen isimlerinden biri olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger 30 Kasım 2023 tarihinde 100 yaşında hayatını kaybetti. Kissinger, 1969-1977 yılları arasında ABD’nin Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Başkan Richard Nixon yönetimindeki Dışişleri Bakanı olarak oynadığı rol ile tanınıyor. Aynı zamanda 1970’li yıllardaki ABD-Çin yakınlaşmasının mimarı olarak biliniyor. Ancak kaleme aldığım bu değerlendirme için Kissinger konusunun bizi ilgilendiren kısmı, Bangladeş’in Kurtuluş Savaşı olarak tarihe geçen 1971 savaşında Pakistan’ı desteklemesi ve Çin’i Hindistan’a saldırmaya teşvik etmesi.
Yani, Henry Kissinger’ın mirası Hintler için toksik. Öyle ki Hintler için onun 1971 savaşındaki rolü, onu son derece tartışmalı bir isim hâline getirdi. Öncelikle biraz arka plana ihtiyacımız var. 1971 savaşı Pakistan’daki iç gerilimlerden kaynaklandı. İngilizlerin alt kıtadan çekilmesi ile Hindistan için söz konusu olan 1947’deki Hindistan ve Pakistan olarak yaşanan bölünmeden sonra Pakistan coğrafi olarak iki ayrı kanattan oluşuyordu: Batı Pakistan (Punjab, Sind, vs.) ve (1971’den itibaren Bangladeş olarak bağımsız bir ülke olan) Doğu Pakistan (Bengal). Ancak Pakistan, Batı Pakistan’dan gelen elitlerin hâkimiyetindeydi. Pakistan vatandaşlarının çoğunluğunun Doğu Pakistan’da yaşamasına karşın Pakistan halkı ayrımcılığa uğradığını ve güçlerinin kesildiğini hissediyordu. Pakistan’ın 1970’teki ilk demokratik seçiminde, Doğu Pakistan’daki hoşnutsuzluk dalgası Awami Birliği’ne ezici bir zafer kazandırdı. Sheikh Mujibur Rehman liderliğindeki Awami Birliği, Doğu Pakistan’a daha fazla özerklik verilmesini savundu. 1970’teki ezici zaferi ona ulusal mecliste çoğunluğu sağladı. Ancak Pakistan, iktidarı devretmeyi reddeden ordusu tarafından yönetiliyordu. Bu durum politik krizi beraberinde getirdi. Doğu Pakistan protestolarla çalkalandı. Krizi çözmeye yönelik görüşmelerde uzun bir çıkmazın ardından Pakistan Ordusu Mart 1971’de Doğu Pakistan’da ölümcül bir baskı başlattı. Dhaka’daki Amerikalı diplomatların “soykırım” olarak nitelendirdiği bu baskı politik aktivistleri ve azınlıkları hedef alıyordu. Tarihe “Searchlight Operasyonu” olarak geçen bu askeri baskıda yüzbinlerce kişi öldürüldü. Awami Birliği’nin lideri Sheikh Mujib, Bangladeş’in kurulması adına bir Bağımsızlık Bildirgesi imzaladı. Bu, milyonlarca kişinin mülteci olarak Hindistan’a kaçmasına neden olan bir iç savaşı tetikledi. Ve bu da bizi yol açtığı 1971 savaşına getiriyor ki işte, Henry Kissinger’ın devreye girdiği yer de burası.
Kissinger ve Nixon’ın rolü
Bu kısa arka planın ardından, konunun hızla Kissinger’ın rol aldığı kısmına geçelim. Kriz patlak verdiğinde Kissinger ve Başkan Nixon Pakistan Ordusu’nu desteklemeye istekliydi. Bunun en temel nedeni, ABD’nin 1970-71 yılları arasında komünist Çin ile ilişkilerin önünü açmak için Pakistan’ın askeri yöneticisi Yahya Khan’ı kullanmasıydı. Bu “arka kanal” stratejisinin Çin açısından önemi dikkate alındığında ABD, birlikleri Doğu Pakistan’da binlerce kişiyi öldüren Yahya Khan’a “herhangi bir baskıda bulunmamak” konusunda istekliydi. Dhaka’daki Amerikan diplomatların Washington’ın şiddeti durdurmak için müdahale etmesini talep etmelerine karşın Nixon ve Kissinger çok az şey yaptı. Ve Kissinger, Pakistan Ordusu’na yardımda kilit rol oynadı. ABD’nin önde gelen yayıncılarından New York Times 1971 yılı boyunca, ordunun cinayetleri başladıktan sonra dahi ABD’nin Pakistan’a silah sevkiyatı yaptığını bildiriyordu. Bu, ABD’nin 1965’teki Hindistan-Pakistan savaşından sonra Pakistan’a uyguladığı silah ambargosunu da ihlâl ettiği anlamına geliyordu. Başkan Nixon ayrıca iç savaşın olumsuz etkileri nedeniyle Pakistan’a ekonomik yardım sağlamak için de çalıştı. Bu, Amerikan Kongresi’nin Pakistan’da işlenen zulümler dikkate alındığında yabancı yardımı durdurma yönünde oy kullanmasına karşın gerçekleşti. Ama zaten Nixon bunu “amaca zararlı” olarak eleştirmişti.
Bangladeş askeri direnişi büyüdükçe Hindistan’ın devreye girdiğini görüyoruz. Hindistan da Bangladeş’in bu büyüyen askeri direnişine yardım etmeye başladı ki milyonlarca mültecinin Hindistan’a akın edişi Hint hükümetini zaten alarma geçirmişti. Hindistan ayrıca Doğu Pakistan sınırına da asker yığdı. Ve bundan öfkeye kapılan Kissinger, Hintlerden “gayrimeşrular” diye söz ediyordu ki o dönemde Kissinger’ın en büyük önceliği Çin’di ve Pakistan da bunun anahtarıydı. Temmuz 1971’de Kissinger, Çin’e tarihi bir ziyarette bulundu ve bu ziyaret, “iki eski düşman” arasında diplomatik bağların yolunu açtı. Daha sonra Amerikan politikası hızla “açıktan” Pakistan yanlısı bir politikaya dönüştü ki Kissinger ve Nixon, kriz büyüdükçe ABD’nin Pakistan’ın arkasında durması gerektiğine inanıyordu. Pakistan, 1950’lerden beri Soğuk Savaş’ta Komünizme karşı mücadelede Washington’ın sıkı bir müttefikiydi. Dolayısıyla Washington’ın “güvenilirliğini” korumak için müttefiki desteklemek gerekiyordu. Amerikan inancı bu yöndeydi. Kissinger, eğer ABD Pakistan’ı desteklemeseydi Çin gibi ülkelerin onu zayıf göreceğine inanıyordu. Bu, yeni Çin-ABD ilişkisini riske atmak olurdu. Bu iki isim ayrıca Hindistan’ın, Soğuk Savaş’ta ABD’nin müttefiki olan Pakistan’ı küçük düşürmek için Sovyetler Birliği ile birlikte çalıştığına da inanıyordu.
Kasım 1971’de kriz tırmanırken Hindistan Başbakanı Indira Gandhi Washington’da Nixon ve Kissinger ile zor bir görüşme gerçekleştirdi. Bu çok zorlu bir görüşmeydi. Amerikalılar Hindistan’ı Pakistan’a baskı yapmaması konusunda uyarıyordu. Ama bu zorlu görüşme her iki tarafın konumunu değiştirmek adına pek de etkili olmadı. 3 Aralık 1971’de Pakistan Hindistan’a saldırdı ve savaş başladı. Hindistan ve Bangladeş direniş güçleri Pakistan ordusunu yenilgiye uğratmaya başlayınca Nixon ve Kissinger hasar kontrolüne geçti. Kissinger açıkça yetkililere Nixon’ın Pakistan’a destek çıkmak istediğini söyledi. Hindistan’a ekonomik yardımlar kesildi, Pakistan’a silah göndermeye başlandı, İran gibi Ortadoğu’daki üçüncü ülkeler Pakistan’a askeri destek göndermeye yönlendirildi. Ayrıca ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) ateşkes kararı verilmesi için baskı yaptı. Bu, Hindistan girişimini durdurabilirdi. Ancak Sovyetler Birliği bu öneriyi engelledi. Ama Nixon ve Kissinger daha sonra Sovyetler’i Hindistan’a baskı yapmaya ve savaşı durdurmaya ikna etmeye çalıştı.
Toksik miras
Ve dahası, Çin’e de yaklaştılar ve Pekin’in Yeni Delhi’yi tehdit etmek için Çin-Hindistan sınırına asker göndermeyi düşünüp düşünmeyeceğini sordular. Burada Kissinger’ın niyeti Nixon’a söylediği ifadelerden açıkça anlaşılıyordu: “Şimdi Hintleri ikna etmeliyiz, onları Batı Pakistan’a saldırı yapmamaları için korkutmalıyız.” Ancak Çin bunu yapmayı reddetti. Bunun üzerine Nixon ve Kissinger, uçak gemisi USS Enterprise başkanlığındaki bir görev gücünü derhâl Hint Okyanusu’na gönderme kararı aldı. Bu, Hint stratejistleri savaşı hızla bitirmeye itti. Hindistan güçleri zafere yaklaşırken ABD, 13 Aralık’ta BMGK Kararı yoluyla çatışmayı durdurmak için başka bir çaba gösterdi. Ancak karar veto edildi ve yalnızca üç gün sonra Doğu Pakistan’daki Pakistan güçleri Hindistan’a teslim oldu.
Politikalarının başarısız olmasına karşın hem Nixon hem de Kissinger, Batı Pakistan’ı Hindistan egemenliğinden kurtarmaya yardım ettiklerini iddia etti. Ayrıca Kissinger, yeni Hindistan-ABD ortaklığının son yıllardaki gücünden de övgüyle söz ediyordu. Ancak tarihte hiç olmadığı kadar gelişen bu Hint-Amerikan ortaklığına, Henry Kissinger’ın Hintler üzerinde bıraktığı bu toksik mirasına karşın tanıklık ediliyor.

WP: ABD kendi yasalarını gözetmeden İsrail’e on binlerce ton bomba verdi

‘Atina’da masada KKTC olsaydı bu olumlu hava yaratılamazdı’

Çin akademisinde ŞİÖ’nün genişlemesi üzerine perspektifler

‘Gazze’yi Batı Şeria ile buluşturan başkenti Kudüs olan bir çözüm, tek geçerli çözümdür’

Uzmanlar yanıtlıyor: Savaş nasıl bitecek? Bir sonraki nasıl önlenebilir?
Çok Okunanlar
-
AMERİKA2 hafta önce
Kısa Kissinger portresi: Akıllı, gerçekçi, gaddar
-
DÜNYA BASINI7 gün önce
İran’ın Gazze savaşına doğrudan dahil olmamasının 7 nedeni
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Batı aklının ‘büyülü kurbanı’ Ukrayna
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Filistin’in geleceği – 3
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
‘Gazze’deki çatışma Batı medeniyetinin gerçek yüzünü gösterdi’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Napoléon Efsanesi