Bizi Takip Edin

ORTADOĞU

Biden’ın ‘İran’la yakınlaşmaya karşı çatışma’ oyunu

Yayınlanma

ABD ve Bahreyn arasında geçen hafta savunma, güvenlik, teknoloji ve ticaret gibi alanlarda işbirliğini geliştirmeyi amaçlayan Kapsamlı Güvenlik Entegrasyonu ve Refah Anlaşması imzaladı. Anlaşmanın, İsrail’le normalleşme karşılığında Suudi Arabistan’ın ABD’den talep ettiği tavizlerin bir parçası olarak istediği güvenlik garantisine benzediği yorumu yapıldı. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın anlaşmanın diğer bölge ülkeleri için çerçeve niteliğinde olduğunu açıklaması da bu yorumu güçlendirdi.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz, Bahreyn’e sözde güvenlik garantisi veren anlaşmanın gerekçelerinin gerçekçi olmadığını açıklıyor. Analize göre anlaşma “Biden yönetiminin oynadığı çok daha büyük ‘İran’la yakınlaşmaya karşı çatışma’ oyununun sadece bir parçası” ve Körfezdeki gerilimi azaltmaya yönelik girişimleri baltalıyor:

***

Bahreyn ile güvenlik anlaşması ABD’nin çıkarlarına hizmet etmiyor

Suudi Arabistan’la yapılacak benzer bir anlaşmanın provası olarak görülen bu tür düzenlemelerin bölgeyi daha da istikrarsızlaştırması muhtemel.

Paul R. Pillar

ABD’nin uluslararası bir çatışmaya dahil olan başka bir ülkenin yanında yer alacağını önceden taahhüt etmesi, ancak olağanüstü koşullarda haklı görülebilecek olağanüstü bir adımdır.

Korunan ülkeye yönelik inandırıcı bir dış tehdit olması gerekir. Ayrıca ABD ile korunan devlet arasında çıkar ve değerler konusunda yeterince ortaklık olmalı ki korunan devletin saldırıya uğraması veya uğramaması ABD çıkarları için son derece hayati olsun.

Güvenlik taahhütlerinin uygunluğunu ölçmek için olası standart, Kuzey Atlantik Antlaşması kapsamındaki en büyük ABD taahhüdüdür. NATO’nun daha sonraki genişlemesi ve alan dışı faaliyetleri hakkında ne düşünülürse düşünülsün, 1940’ların sonunda ittifak kurulduğunda ABD’nin güvenlik taahhüdünü haklı çıkaran koşullar mevcuttu. Sovyetler Birliği ordusu Doğu Avrupa’yı istila etmiş ve buradaki devletleri uydu komünist diktatörlüklere dönüştürmüştü. Batı Avrupa’nın o zamanki kırılgan demokrasileri de aynı kaderi paylaşsaydı, sonuç ABD çıkarları için felaket olurdu.

Bugün Basra Körfezi bölgesindeki koşulların, bu koşullarla uzaktan yakından benzeyen hiçbir tarafı yok. Hiçbir Kızıl Ordu bölgeyi ele geçirmeye hazır değil. Bölgede hegemon olmaya aday kimse yok. İran kesinlikle değil, çünkü İran yaptırımlarla zayıflatılmış, iç bölünmelerle meşgul ve büyük ölçüde Arap ve Sünni olan bir bölgede etnik ve dini azınlık olarak dezavantajlı bir konumda.

Suudi Arabistan son zamanlarda bölgesel hegemonyaya en çok yaklaşan devletti. Bahreyn’de popüler olmayan bir rejimi desteklemek ve çok daha büyük ölçekte, son derece yıkıcı bir hava savaşı yoluyla Yemen’e iradesini dayatmak için sınırları dışında askeri güç kullandı. Bu girişim başarısız oldu ve Riyad, güvenliğinin hakimiyet arayışından ziyade uzlaşma yoluyla daha iyi sağlanabileceğinin farkına vardı.

Bölgede değerler ve çıkarlar açısından 1940’ların Avrupa’sında Batı demokrasileri ile Sovyet uydusu diktatörlükler arasında var olan farka benzer bir fark da yok. Körfez Arap ülkeleri mutlak monarşiler ve bu devletlerde demokrasiye yakın görünen tek şey Kuveyt’teki çoğunlukla seçilmiş Ulusal Meclis ancak bu organ ne zaman çok gürültülü çıksa ve iktidardaki rejime uymakta zorlansa, Emir onu kolaylıkla feshedilebilir.

Bu koşullara rağmen Biden yönetimi, son olarak Bahreyn ile Kapsamlı Güvenlik Entegrasyonu ve Refah Anlaşması imzalayarak Körfez ülkelerine güvenlik garantilerini genişletiyor. Anlaşma, Bahreyn’e karşı “dış saldırı veya dış saldırı tehdidi durumunda” ABD’nin “ek savunma ihtiyaçlarını belirlemek ve ekonomik, askeri ve/veya siyasi alanlar da dahil taraflarca kararlaştırılan uygun savunma ve caydırıcı tepkileri geliştirmek ve uygulamak için üst düzeyde derhal toplanacağını” taahhüt ediyor.

İsmini vermek istemeyen bir yönetim yetkilisi anlaşmanın bir antlaşma olmadığını ve dolayısıyla ABD Senatosu’nun onayına ihtiyaç duymadığını belirtmekle yetindi. Ancak görünüşe bakılırsa her iki tarafı da gözetmek isteyen yetkili, anlaşmanın “yasal olarak bağlayıcı” olduğunu da belirtti.

Tarafların hangi dış saldırıyı düşündüğünü açıklamak için herhangi bir çaba sarf edilmedi. Elbette İran, otomatik olarak sözde tehdit olarak anılan bir devlet. Ancak İran’ın D-Day benzeri amfibi filosu toplayıp (ABD savaş gemileri körfezde olsun ya da olmasın) körfezi geçerek Bahreyn’i işgal etme senaryosu absürt denecek kadar hayal ürünü.

Bahreyn’in en az Körfez İşbirliği Konseyi’nin diğer üyeleri kadar İran’la anlaşmazlıkları olduğu kesin. İlişkilerin tarihsel bagajında İran’ın Bahreyn’i “14. vilayeti” olarak görmesi de var ama son yıllarda İran böyle bir iddiada bulunmadı. Bu durum, Çin’in sürekli olarak kendi parçası olarak gördüğünü dünyaya ilan ettiği ve periyodik olarak işgal olasılığını duyurmak için askeri kılıç salladığı Tayvan’ın durumdan oldukça farklı.

Bahreyn’deki rejime yönelik olası bir güvenlik tehdidi; herhangi bir dış saldırıdan ziyade popüler olmayan Sünni rejimin çoğunluğu Şii olan nüfusu baskılaması nedeniyle iç çekişmeden kaynaklanabilir. Suudi Arabistan’ın 2011 yılında Bahreyn’e yaptığı askeri müdahale, Bahreyn rejiminin Arap Baharı döneminden kalma bir halk ayaklanmasını bastırmasına yardımcı olmayı amaçlıyordu.

Rejimin baskısı ve halkın hoşnutsuzluğu devam ediyor. Bu yıl Bahreynli mahkumlar hapishanedeki ağır koşulları protesto etmek için aylarca süren bir açlık grevi yaptı. Açlık grevi, Veliaht Prens’in yeni güvenlik anlaşmasını imzalamak üzere Washington’a yapacağı ziyaret öncesinde rejimin bazı koşulları hafifletmesi üzerine askıya alındı. Ancak Bahreyn ciddi bir insan hakları ihlalcisi olmaya devam ediyor.

Bahreyn’e yönelik herhangi bir dış saldırı ihtimalinin düşük olması, yeni anlaşmada yer alan ve bu tür bir saldırıya verilecek yanıtı belirleyen maddenin muhtemelen uygulanmayacağı anlamına geliyor. Anlaşmanın dezavantajları esas olarak diğer iki alanda yatıyor. Birincisi, ABD’nin baskıcı bir rejimle ilişkilerini daha da derinleştirmesi ki bu ABD’nin Bahreyn halkı ve genel olarak Şiiler arasındaki imajı açısından sorun yaratır.

Bahreyn’i dışarıdan ve içeriden eleştiren pek çok kişinin anlaşmadan dolayı öfkelendiği ve hayal kırıklığına uğradığı bildiriliyor. İngiltere merkezli Bahreyn Haklar ve Demokrasi Enstitüsü Direktörü, Bahreynli yetkililerin, anlaşmayı siyasi baskıyı artırmak için “yeşil ışık” olarak yorumlayacağını söyledi.

Anlaşmanın bir diğer kötü sonucu ise Basra Körfezi bölgesindeki uluslararası gerilimi azaltmaya yönelik faydalı bir eğilime ters düşmesi ve bu eğilimi baltalaması. Diğer KİK üyelerinin hepsi İran’la daha sıcak ve daha az çatışmacı ilişkilere doğru ilerliyor. Kuveyt ve Umman’ın uzun zamandır Tahran’la ticari ilişkileri var ve zaman zaman diğerleri için diplomatik arabuluculuk yaptılar. Aynı şekilde İran’la büyük bir gaz sahasını paylaşan Katar’la da.

Bu arada Birleşik Arap Emirlikleri Tahran’la ilişkilerini geliştiriyor ve Suudi Arabistan ve İran, bu yılın başlarında diplomatik ilişkileri yeniden tesis etmek üzere vardıkları anlaşmanın bir uygulaması olarak bu ay büyükelçilerini atadılar.

Bahreyn anlaşması, Biden yönetiminin oynadığı çok daha büyük “İran’la yakınlaşmaya karşı çatışma” oyununun sadece bir parçası. Dışişleri Bakanı Antony Blinken imza töreni sırasında şunları söyledi: “Bu anlaşmayı bölgesel istikrarı, ekonomik işbirliğini ve teknolojik yenilikleri güçlendirmede bize katılmak isteyebilecek başka ülkeler için de bir çerçeve olarak kullanmak istiyoruz.”

Yönetimin açıkça en çok aklında olan diğer ülke ise, İsrail ile zaten önemli olan ilişkisini tam diplomatik ilişkilere yükseltme karşılığında talep ettiği bedelin bir parçası olarak ABD ile bir güvenlik anlaşması talep eden Suudi Arabistan’dır. Belli ki yönetim Bahreyn’le yapılan anlaşmanın Suudi talebini karşılayacak ve aynı zamanda Capitol Hill’deki olası muhalefeti bertaraf edecek türden bir anlaşma için model olabileceğini umuyor.

Yönetimin İsrail ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkileri geliştirecek bir anlaşmaya aracılık etmek için harcadığı çabaya rağmen, böyle bir anlaşmanın ABD çıkarlarına ya da Orta Doğu’da barış ve istikrar davasına nasıl hizmet edeceğini hâlâ açıklamış değil. Aslında hiçbirine hizmet etmeyeceği gibi bölgedeki çatışma ve istikrarsızlığı uzatmaktan ve hatta artırmaktan başka bir işe yaramayacak. Bunun nedenini anlamak için, İsrail’in savaş halinde olmadığı Basra Körfezi Arap ülkeleriyle büyükelçilik ve elçi düzeyinde ilişki arayışındaki temel hedeflerine dikkat edin.

Amaçlardan biri, İran’la çatışmayı, İran’dan duyulan korkuyu ve nefreti yoğunlaştırmak ve kurumsallaştırmak, böylece İran’ı bölgedeki tüm sorunların müsebbibi bir baş belası olarak göstermek ve uluslararası dikkati İsrail’in davranışıyla ilgili her türlü sorundan uzaklaştırmak. Bu da Basra Körfezi bölgesinde daha az değil daha fazla gerilim ve tırmanma riski anlamına geliyor. Üstelik bu, Suudi rejiminin İsraillilerle ilişkilerini geliştirmek için daha fazla sınırsız silah satışı ve Suudi nükleer programına yardım da dahil daha fazla bedel talep etmeden önce geçerliydi.

İsrail’in bir diğer hedefi ise Filistinlilerin yaşadığı topraklardaki işgalini sürdürürken bölge ülkeleriyle normal ilişkilere sahip olabileceğini göstermek. Bir “barış” anlaşması olmaktan çok uzak olan Suudi Arabistan ile ilişkilerin iyileştirilmesi -daha önce Bahreyn, Fas ve BAE ile yapılan iyileştirmeler gibi- İsrail’in Filistinlilerle barış yapmaması anlamına gelecektir.

İsrail hükümetinin aşırı sağcı yapısı, koalisyonunu sağlam ve kendisini yolsuzluktan yargılanmaktan uzak tutmaya kararlı bir başbakan tarafından yönetildiği göz önüne alındığında, Riyad ve Washington’un İsrail’den koparabileceği Filistinlilere yönelik herhangi bir taviz, jestten öte gitmeyecek. Mevcut İsrail hükümetinin Filistin devletini ya da İsrail-Filistin çatışmasının başka herhangi bir çözümüne doğru bir adım atacağı düşünülemez.

Kısacası, yönetimin İsrail ile Arap ilişkilerini geliştirme projesi haklı çıkarılamaz. Dolayısıyla bu projenin bir parçası olan Bahreyn ile yapılan anlaşma da haklı değil.

ORTADOĞU

BM Özel Komitesinden “Gazze” raporu: Soykırım tanımıyla uyuşuyor

Yayınlanma

Birleşmiş Milletler (BM) Özel Komitesi’nin yayımladığı raporda, İsrail’in Gazze’ye saldırılarının “soykırım tanımıyla uyuştuğu” belirtildi. Hamas da İsrail’in Gazze’nin kuzeyinde 41 günde 2 bin Filistinliyi öldürdüğünü duyurdu.

İsrail’in, işgali altındaki topraklarda, Filistinli ve diğer Arap halklarına yönelik insan haklarını etkileyen uygulamaları araştıran BM Özel Komitesi raporu yayımlandı.

Ekim 2023-Temmuz 2024 döneminde yapılan incelemelere dayanan raporda, Gazze’deki kitlesel sivil kayıplar ve Filistinlilere “kasıtlı” olarak dayatılan yaşamı tehdit eden koşullara dikkat çekildi. Raporda, söz konusu koşullar göz önüne alındığında İsrail’in Gazze’ye saldırılarının “soykırım tanımıyla uyuştuğu” kaydedildi.

İsrailli yetkililerin, Filistinlileri, yiyecek ve su gibi yaşamsal ihtiyaçlardan mahrum bırakan politikaları “açıkça” desteklediği belirtilerek şu ifade kullanıldı: “İnsani yardımın sistematik ve hukuksuz şekilde engellenmesi, İsrail’in, yardımları siyasi ve askeri kazanımlar için araçsallaştırma niyetini açıkça ortaya koymaktadır.”

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) bağlayıcı kararlarına rağmen insani yardımların engellendiğinin belirtildiği raporda, “İsrail kasıtlı olarak ölüme ve açlığa neden olmakta, açlığı bir savaş yöntemi olarak kullanmakta ve Filistin halkını toplu olarak cezalandırmaktadır” değerlendirmesi yer aldı.

İsrail’in hedefindeki UCM Başsavcısı’na “cinsel taciz” soruşturması

Raporda ayrıca, İsrail’in “kapsamlı bombalama” saldırılarının, Gazze’deki temel hizmetleri “yok ettiği” ve insan sağlığına kalıcı etkileri olacak “çevre felaketine” neden olduğu kaydedildi.

İsrail’in yapay zekâ destekli hedef sistemlerine ilişkin endişelerin de yer aldığı raporda, “(Bu durum), İsrail’in sivil ayrımı yapma ve sivil ölümlerini önlemek için yeterli önlemleri alma yükümlülüğünü göz ardı ettiğini göstermektedir” denildi.

İsrail’in 7 Ekim’den bu yana Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda yaklaşık 17 bin 210’u çocuk, 11 bin 742’si kadın olmak üzere 43 bin 736 Filistinli öldü, 103 bin 370 kişi yaralandı.

Enkaz altında hala binlerce ölü olduğu bildirilirken, halkın sığındığı hastane ve eğitim kurumları hedef alınarak sivil altyapı da tahrip ediliyor.

“Generallerin Planı” kapsamında 41 günde 2 bin kişi katledildi

Öte yandan Hamas’tan yapılan açıklamada, İsrail ordusunun 41 gündür Gazze Şeridi’nin kuzey bölgesi olan Cibaliya, Beyt Hanun ve Beyt Lahiya’ya sürdürdüğü kuşatmasına ilişkin bilgi verildi.

İsrail’in 41 gündür kuşatma uygulayıp kara ve hava saldırıları düzenlediği Gazze’nin kuzeyinde, 2 bin Filistinlinin yaşamını yitirdiği, 6 bin kişinin yaralandığı ve yüzlerce kişinin enkaz altında kaldığı bildirildi.

Gazze’nin kuzeyinde yaşayan 80 bin Filistinlinin kuşatma altında mahsur kaldığına dikkat çekilen açıklamada, İsrail’in bölgede soykırım ve etnik temizlik gerçekleştirdiği kaydedildi.

“Generallerin Planı”nın mimarı: Ya teslim olacak ya açlıktan ölecekler

Açıklamada, “İsrail ordusu tüm barınma merkezlerini ve hastaneleri hedef aldı, sağlık personelini alıkoydu, ambulansları imha etti, tıbbi ve insani yardımların girişini engelledi” ifadesi kullanıldı.

Gazze Şeridi’nin kuzey bölgesi olarak bilinen Beyt Lahiya, Beyt Hanun ve Cibaliya’nın nüfusu 200 bin olarak tahmin edilirken, bunların yarısından fazlasının Gazze kentine göçe zorlandığı biliniyor.

Bu adımın, daha önce İsrail basınına yansıyan ve “Generaller Planı” olarak bilinen, İsrailliler için yerleşim yeri hazırlığı yapmak amacıyla Filistinlilerin Gazze’nin kuzeyinden tahliye edilmesi adına atıldığı düşünülüyor.

Okumaya Devam Et

ORTADOĞU

Trump’a “hediye” mi sahadaki gerçek mi?

Yayınlanma

Netanyahu’nun, Trump’a erken dış politika “hediyesi” olarak Lübnan’da ateşkes önerisi sunmaya hazırladığı iddia edildi. İsrail’in ateşkes arayışının arka planında ise Lübnan’ın güneyinde verdiği ağır kayıplar ve ordunun savaşmak istememesi yer alıyor.

İsrail Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer’in, ABD Başkanı seçilen Donald Trump ve damadı Jared Kushner’e Lübnan’da ateşkes anlaşmasını ilerletmek istediklerini ilettiği öne sürüldü.

The Washington Post gazetesinin üç mevcut ve eski İsrailli yetkiliye dayandırılan haberinde İsrail’in, Trump’a “erken bir dış politika zaferi kazandırmak amacıyla” Lübnan’da ateşkes anlaşmasını hızlandırmak istediği iddia edildi.

İsrail’in ateşkes isteğinin arka planında ise karadan işgal etmeye çalıştığı Lübnan’ın güneyinde ağır kayıplar vermesi ve ordunun Lübnan’da savaşmak istememesi yer alıyor. Washington Post haberinde ise İsrail’i ateşkes isteğine iten sahadaki bu gerçeklere değinilmedi.

İsrail ordusu Lübnan’da savaşmak istemiyor

Haberde İsrailli Bakan Dermer’in, ABD’de Trump ve damadı Kushner ile pazar günü Lübnan’da ateşkese ilişkin teklifi görüştüğü, akabinde ise Beyaz Saray’a giderek Biden yönetimi yetkilileriyle Lübnan ile ilgili mevcut görüşmeleri ele aldığı kaydedildi.

İsrailli bir yetkilinin, “İsrail’in Trump’a ocak ayında Lübnan konusunda bir hediye vereceğine ilişkin anlayış olduğu” yorumuna yer verilen haberde, bir başka İsrailli yetkiliye göre “Trump ile görüşmeler, Batı ve Rusya işbirliğini içeren İsrail’in Lübnan’da ateşkes önerisine” odaklandı.

Haberde, İsrailli yetkililere göre ateşkes teklifinin şartlarından birinin, Hizbullah’ın Litani Nehri’nin ötesine çekilmesi olduğu belirtilirken, İsrailli bir askeri yetkili ise ateşkes görüşmelerinin başarısızlığa uğraması halinde Lübnan’da kara saldırılarını artırmak için planların oluşturulduğunu söyledi.

Hizbullah’a yakın bir kaynağa göre “Hizbullah’ın geçici ateşkes kapsamında Litani Nehri’nin kuzeyine çekilmeye hazır olduğu” iddiasına yer verilen haberde, İsrailli bir yetkiliye dayandırılarak “Lübnan ordusunun, ABD ve İngiltere’nin gözetiminde, ilk 60 gün boyunca sınır bölgesinin kontrolünü sağlayacağı” ileri sürüldü.

Yedioth Ahronot gazetesi geçen hafta ismini açıklamayan ABD’li yetkililere dayandırdığı haberinde Trump’ın Biden yönetimine İsrail ile Hizbullah arasında ateşkese varılmasına ilişkin mesaj yolladığı ileri sürülmüştü.

WSJ: Hizbullah’ın direnişi İsrail için eziyete dönüşebilir

Lübnan’a karadan işgal etmeye çalışan İsrail ordusu, ağır kayıplar vermeye devam ediyor. Daha dün tek bir çatışmada 6 İsrail askeri öldürüldü. Üstelik Lübnan’a yönelik saldırılarının gerekçesi olan İsrail’in kuzeyindeki toplulukların evlerine dönmeleri sağlanamadığı gibi durum, İsrail açısından daha da kötüleşti. Lübnan’dan İsrail’e atılan füzeler ve İHA saldırıları İsrail’in iç kesimlerine yayıldı ve bu saldırılar her gün İsrail’in kuzeyi başta olmak üzere onlarca yerleşim yerinde sirenlerin çalması ve insanların sığınakları koşmasına neden oluyor.

Sahadaki bu durum karşısında son haftalarda İsrail ordusu, basına “Lübnan’da hedeflerin çoğuna ulaşıldığına” yönelik haberler servis etmeye başladı. Sızdırılan bu açıklamaların savaşın devamına karar verecek İsrail ordusuna bir mesaj olduğu tahmin ediliyor. İsrail ordusunun, Gazze cephesinde savaş devam ederken Lübnan’a kara operasyonu düzenlemesine itiraz ettiği de biliniyordu. İsrail’in ilan ettiği savaş hedeflerine ulaşılmasının imkansızlığı, ordunun “gönülsüzlüğü” ve verilen ağır kayıplarla birleşince İsrail hükümeti diplomasiyi yeniden öne almak zorunda kaldı.

Okumaya Devam Et

ORTADOĞU

Katz’ın “Hizbullah” açıklaması Halevi’yi bile şaşırttı

Yayınlanma

Katz-Halevi

Netanyahu tarafından görevden alınan Yoav Gallant’ın yerine atanan İsrail’in yeni Savunma Bakanı Israel Katz’ın İsrail’in hedeflerinden birinin Hizbullah’ın silahsızlandırılması olduğunu açıklarken Genelkurmay Başkanı Herzi Halevi şaşkınlığını gizleyemedi.

İsrail Lübnan’ın güneyinde karadan ilerlemeye çalışırken Washington ve Beyrut’ta İsrail ve Hizbullah arasındaki çatışmaların müzakere yoluyla sona erdirilmesine yönelik müzakereler sürüyor. Ancak İsrail’in yeni Savunma Bakanı Israel Katz, İsrail’in tüm hedeflerine ulaşana kadar savaşmaya devam edeceğini söyledi.

Genelkurmay Başkanı Korgeneral Herzi Halevi ile birlikte Kuzey Komutanlığı’nı ziyaret eden Katz, “Ateşkes yapmayacağız, ayağımızı gazdan çekmeyeceğiz ve savaşın hedeflerine ulaşılmasını içermeyen hiçbir düzenlemeye izin vermeyeceğiz” dedi.

Katz bu hedefleri “Hizbullah’ı silahsızlandırmak, Litani Nehri’nin ötesine itmek ve kuzey İsrail sakinlerinin güvenli bir şekilde evlerine dönmelerini sağlamak” olarak sıraladı.

Açıklamasının videosunda Halevi’nin Katz’ın Hizbullah’ı silahsızlandırmayı savaşın hedeflerinden biri olarak söylemesine şaşkınlıkla tepki verdiği görüldü, zira İsrail hükümetinin resmi olarak açıkladığı böyle bir hedefi bulunmuyor.

Katz, İsrail’in “[herhangi bir anlaşmayı] kendi başına uygulama ve her türlü terörist faaliyet ve örgüte karşı harekete geçme hakkı” konusunda ısrarcı olmaya devam edeceğini vurguladı ve “Şimdi tüm gücümüzle Hizbullah’ı vurmaya devam etmeliyiz” dedi.

6 İsrail askeri öldürüldü

Öte yandan Lübnan’ın güneyinde karadan işgalini ilerletmeye çalışan İsrail, Hizbullah’la girdiği çatışmada 6 askerini daha kaybetti. Çatışma, İsrail’in güney Lübnan’daki kara operasyonunu daha da genişleteceğini açıkladığı sırada, meydana geldi ve Lübnan’da kara işgalinin başlamasından bu yana İsrail’in tek günde verdiği en ağır kayıplardan biri oldu.

İsrail ordusundan yapılan açıklamada askerlerin Golani Tugayı’nın 51. Taburunda görev yaptıkları belirtildi. Ordunun soruşturmasına göre askerler Lübnan’ın güneyindeki bir köyde bir binanın içinde en az dört Hizbullah militanıyla girdikleri çatışmada öldürüldü.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English