Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Çatışmalı ittifak

Yayınlanma

Çatışmanın nedeni, Sovyet sanayisinin, yani iktisadi bağımsızlığın ucuz batı mamulleri karşısında yıkılmış olmasında. Şimdi ya yeniden yapmak zorundalar bütün bunları ya da bağımlılığı koruyup krizin yakın zamanda çözülmesi umuduyla idare-i maslahatçılık yapmak zorundalar.

Rusya’da “mali bloğun” ekonomik dogmatizmine başlıca eleştiriler, birbiriyle büyük ölçüde çakışan iki kutuptan yükselir. İlki, halen Avrasya Ekonomik Komisyonu Makroekonomi ve Entegrasyon Kurulu üyesi olan “millici” Sergey Glazyev. Kremlin üzerindeki etkisi üzerine mütemadiyen spekülasyon yapılan (2012-2019 arasında Putin’in danışmanları arasındaydı), ama 2017 seçimlerinde “Sol Cephe” ile birlikte hareket edecek kadar da sola yakın tutum takınabilen Glazyev daha 20 Nisan’da Merkez Bankası’nı kredi sistemiyle ilgili hiçbir şey bilmemekle ve “az gelişmiş ülkelerin yabancı yatırıma hasret vatandaşlarına güvenerek ortaya konulmuş ilkel IMF dogmalarına göre” hareket etmekle suçlamıştı. Glazyev birçok açıdan yeni bir NEP (Yeni Ekonomi Politikası) vazediyor. İkinci kutup ise Adil Rusya’nın en soldaki vekili Mihail Delyagin ve Komünist Partisi. Bunlar da şu veya bu biçimiyle millileştirmelerden ve yeni bir “Gosplan”dan yanalar.

Sergey Glazyev, Putin’le

Ancak bu iki çakışan kutup sadece kendi aralarında değil, aslında aynı zamanda “mali blokla” da iç içe geçmişlik sergiliyorlar.

“Mali blok” iki merkezden oluşur: Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığı. Hiç değilse Merkez Bankası’nın krizi (elbette kapitalizm içinde) aşmak için benzersiz bir çaba gösterdiği ve üstelik az çok başarılı da olduğu açık. Nitekim Avrupa ve ABD mali kuruluşlarından takdir ve hatta hayranlık dolu övgüler de bunu gösterir. Ama bu övgü ve başarı enflasyonu geleneksel “mali bloğun” parçalanma eğilimine de işaret sayılmalı, zira 24 Şubat öncesinde “düzenleyici” (yani siyaset yapıcı) olan Merkez Bankası artık “tekniker” (yani uygulayıcı) haline geliyor. “Mali bloğun” en gözü pek savunucularından, özellikle iktisat haberlerinde uzmanlaşmış medya holdingi RBK’nın daha haziran başında, rublenin değerini düşürmeyi bir türlü başaramadığı eleştirisiyle Merkez Bankası’na “ekonomistlerin” saldırısının işaret fişeğini çakması, tesadüf değildi.

Bu bloğun dogmatizmi üzerinde sıkça durdum. Gene de dogmatizmin boyutlarını gösteren hiç değilse iki örnek vermek gerek. Örnekleri incelerken iç çatışma dinamikleri ve bunları sınırlayan faktörlerle de karşılaşacağız.

Temerrüt

Birincisi, Rusya’nın temerrüde gitmesi sürecinde, Merkez Bankası değilse bile Maliye Bakanlığı, adeta “temerrüde gitti demesinler” obsesyonuyla, Eurobond tahvillerine döviz ödemelerine devam etmek dâhil her yolu denedi. Üstelik, alacaklının eline para saymanın karşı konulamaz cazibesinden başka çok güçlü bir müttefiki de vardı: PIMCO’ydu bu. PIMCO (Pacific Investment Management Company), Rusya’nın temerrüde düşmeyeceğine o kadar güveniyordu ki, sadece geçen yıl Rusya’ya 1 milyar dolar civarında kredi risk primi (CDS) yatırımı yapmıştı; Tinkoff yatırım danışmanlığının verilerine göre mayıs ortası itibariyle Rusya’nın 3,1 milyar dolarlık dış borç tahvillerine sigorta poliçesi kabilinden CDS satmıştı. (Poliçe veya “türev”, satıcının, tahvili basan ülkenin temerrüde gitmesi durumunda, bu tahvillerin nominal fiyatıyla pazar fiyatı arasındaki farkı alıcıya ödeme taahhüdüdür.) Dolayısıyla PIMCO, olası bir zarardan kurtulmak için “bırakınız ödesinler” kulisi yapmak zorundaydı. Ama olmadı, ne paranın sesi ne PIMCO’nun kulisi başaramadı bunu durdurmayı; ABD Maliye Bakanlığı en nihayet 25 Mayıs’tan itibaren OFAS lisansını iptal edince tahvil ödemeleri mecburen durdu. 24 Haziran’da bir sonraki ödemeler yapılamadı; böylece (Medvedev’in deyişiyle) bir “siyasi temerrüt” durumu ortaya çıkmış oldu.

Ama dünya batmadı; tersine, temerrüt obsesyonunun bütün obsesyonlarda olduğu gibi tamamen saçma bir nedene dayandığı anlaşıldı; nitekim yapılamayan ödemeler bu tarihten sonra artık haber konusu bile olmadı.

Yeri gelmişken, sahnedeki diğer aktörü es geçmeyelim. PIMCO hiç de zarar etmiş sayılmaz. “Türev” veya risk yönetim kuponları vb., finans tanrısına tapan neoliberal çağın alametifarikaları arasındadır, artı-değerin spekülasyon yoluyla sızdırılması aracıdır bunlar ve daha önemlisi, piyasayı kontrol eden güçler kendileri çalıp kendileri oynarlar ve kasa her zaman kazanır. Bir ülkenin temerrüde düşüp düşmediğini, CDS poliçeleri satan dev şirketlerin oluşturduğu CDS komitesi belirler. ABD Maliye Bakanlığı OFAS lisansını iptal edince doğal ki pazar kalmadı, pazar olmayınca pazar fiyatı belirlenemez oldu, pazar fiyatı belirlenemeyince nominal fiyatla arasındaki fark ölçülemez oldu, o zaman ne yapsın zavallı PIMCO, zavallı Golden Sachs! Nereden bilsinler ne ödeyeceklerini? Ve böylece CDS komitesi ABD Maliye Bakanlığı’ndan Rusya’nın devlet tahvilleri için açık artırma izni istedi, aldı ve açık artırmada tahvillerin fiyatı yüzde 48 ile 56 arasında fırladı. Bunların önemli bölümünü de (tesadüfe bakın siz!) PIMCO ve Golden Sachs aldılar.

Demek ki artık varlıkların sahipleriyle varlıkları sigortalayanlar aynı kişiler. Bu, Rusya “borcum borç” dediği sürece çağdaş simyacıların kazanmaya devam edecekleri anlamına geliyor. Rusya borçlarını silse de kazanacaklar, çünkü 340 milyar dolar rezerv ellerinin altında. Bu durumda temerrüt, tahvili elinde bulundurup üstüne türevini satanlar için baştan çıkarıcı bir fırsat bile olabilir. Hem zaten kaybetseler de dişe tırnağa dokunur bir şey yok; birkaç milyar dolar, sadece PIMCO’nun (2021 sonu verilerine göre) 2,2 trilyon dolarlık işlem hacmi karşısında nedir ki?

Leasing

Leasing meselesi, başka bir örnek; üstelik bu defa Maliye Bakanlığı, hazinenin zararına ödemeleri devam ettirme mücadelesinde kısmen başarı kazandı.

Mesele şuydu: Rusya pazarından çekilen ve böylece üretim, ithalat, bakım ve yedek parça teminini bırakan, dolayısıyla sözleşme yükümlülüklerini yerine getirmeyen yabancı şirketlere Rusya şirketlerinden leasing ödemeleri yapmaya devam etmeli mi (bunların bedeli yıllık 350-400 milyar rubleyi buluyor), yoksa moratoryum mu ilan edilmeli? Ekim ayı sonunda Başbakan Mişustin, bu konuda karar verilmesi için Başbakan Yardımcısı Manturov ile Ulaştırma Bakanı Savelyev’i görevlendirdi. Ulaştırma Bakanlığı “uzman raporuna” dayanarak olumsuz görüş bildirdi, Maliye Bakanlığı da bunun arkasında durdu. Ne var ki raporu düzenleyen “uzman” kurulun üyeleri, Rusya pazarından ayrılan yabancı şirketlerin temsilcileriydiler zaten. O kadar kör gözüm parmağına bir oyundu ki bu, Mişustin müdahale etmek zorunda kaldı ve “problemi” kısmen çözme yoluna gitti, buna göre ödemeler azaltılacak. Ama leasingli araçların bakım ve yedek parça temini sorunu çözülmüş değil; bunun için Türkiye ve en çok da İran üzerinden paralel ihracatla muhkem kanallar açılması gerekiyor. Leasing ödemelerinde ise son söz henüz söylenmedi, onu “ithal ikameci bloğun” temsilcisi, Başbakan Yardımcısı D. Manturov söyleyecek.

Denis Manturov

Bakanlıkların dünya kapitalist sisteminde kalma kararlılığını göstermesi açısından önemli bir örnek bu. Çatışmanın nedeni, Sovyet sanayisinin, yani iktisadi bağımsızlığın ucuz batı mamulleri karşısında yıkılmış olmasında. Şimdi ya yeniden yapmak zorundalar bütün bunları, ya başka ucuzcular bulmak zorundalar (Çin gibi; ama tedarik zincirini kaydırmak kolay iş değil, üstelik kendisi de dünya kapitalist sistemine bağımlı olan Çin bunu yapmakta pek istekli davranamıyor), ya da bağımlılığı koruyup krizin yakın zamanda çözülmesi umuduyla idare-i maslahatçılık yapmak zorundalar.

Üç alternatif

Ancak üç alternatif arasında bıçak sırtı bir farklılık yok. Bu alternatifleri uygulama yolunda aşamalar çakışıyor. Yeniden yapma taraftarlarını en radikaller kabul edersek eğer, bugünden yarına yeniden yapamazlar, ucuzcu bulmak zorundalar bunlar ve bu yüzden “ithal ikameci blokla” aşamalı geçişte ortaklaşıyorlar. Ve tedarik zincirini doğuya kaydırmak isteyen ithal ikameciler de bugünden yarına yapamazlar bunu, o zaman sorun tamamen çözülene kadar emperyalist sistem içinde kalma yanlılarının idare-i maslahatçılığına yaslanmak zorundalar.

Taraflar arasında bu çelişik geçişkenlik, bu kavgalı birliktelik iktisadi hayatın her alanında devam ediyor.

Diyelim ki, dev şirketlerin temettü ödemeleri.

Birinci grup, ister siyasi olarak “sağdan” (askercil) olsun isterse soldan (halkçıl), bu ödemelerin tamamen durdurularak dev devlet şirketlerinin gelirlerinin olduğu gibi bütçe finansmanında kullanılmasını istiyor. Üstelik onların kanısına göre kaçınılmaz bir durum bu, zira petrol ve doğalgaz gelirleri yaptırım terörü altında ister istemez düşecek, bu durumda finansman için ya halka gidecekler, ya burjuvaziye.

İkinci grup da bunun farkında, ama bu şirketlerin sermaye yapısında değişikliği göze alamaz, zira bu grubun siyasi hedefi orta burjuvazinin diğer sınıflar, ama en çok da büyük burjuvazi hesabından yiyerek yükselişi, ama bu ancak kapitalist sistem içinde mümkün, oysa birinci grubun radikal çözümü orta burjuvazinin yükseliş kanallarından birini kapatmak anlamına gelir.

Üçüncü grup bu noktada devreye giriyor: Kapitalist sistemin devam etmesi için borsanın işlemeye devam etmesi gerek; bu da Rusya ekonomisinin kaldıracı olan dev devlet şirketlerinin temettü ödemelerine, yani bunların yerli ve yabancı büyük burjuva kurtçuklarını beslemeye devam etmeden mümkün değil. Böylece çatışmayı sulh sınırları içinde devam ettirecek bir uzlaşmaya varılır: temettü ödemeleri kısmen sınırlanır, ama tamamen kaldırılmaz. Bu öncelikle ikinci grubun işine yarar, ama öyle olunca “kesişen kümeler” sayesinde diğer ikisi de faydalanır.

Denge

Denge öyle bir kurulmuştur ki, orta burjuvazinin önünü açma taraftarları yaptırım şartları altında avantajlı durumdadır. Ama bu diğerlerini umutsuz kılmaz. Neden?

1) Siyasi açıdan sol, orta burjuvazinin yeni bir yükselişine karşı değildir, zira bu, solun asr-ı saadeti olan NEP’e yol açabilir. Neydi NEP? Lenin’in deyişiyle: “Büyük bir sıçrayış için küçük bir ricat.” “Savaş komünizmi” döneminden çıkışın, iktisadi yok oluşun eşiğindeki SSCB’nin yeniden imarının ilk halkası. Büyük burjuvazinin ezildiği şartlarda küçük ve orta burjuvazinin mutlak devlet denetimine dayanan yükselişi. Rusya’nın belki de ta Kiev prensliğinden bu yana gördüğü en demokratik dönem. (Bu sonuncusu, birinci grubun diktatoryal yetkilerden yana “askercil” kanadıyla azami demokrasiden yana “halkçıl” kanadı arasında ikincil bir çelişki yaratır.)

2) İktisadi açıdan sağ, “mali blok”, orta burjuvazinin yeni bir yükselişine karşı değildir, meğerki büyük burjuvazinin menfaatleri korunsun. Zira, eğer bunlar korunursa, büyük burjuvazi diğerlerini zaten yutacaktır; üstelik ikinci grubun öngördüğü imtiyazlar hayata geçerse semirmiş halde yutacaktır ki bu fazladan iştah açıcıdır.

“Süreç, ancak çatışma kavrandığı ölçüde kavranabilir.”

Çatışma ve öngörülebilirlik

Putin 16 Kasım’daki Bakanlar Kurulu toplantısında, Sanayi ve Ticaret Bakanı Denis Manturov’un askeri personel ve kısmi seferberlikte askere alınanlara uygun şartlarda araç kredisi programını genişletme önerisine mutabakatını vermeden önce Maliye Bakanlığı’nın onayı olup olmadığını sordu. Dikkat çekiciydi bu, zira bakanlıkların yetkilerinin kesin sınırlarla bölündüğünü ve aralarındaki ihtilaflarda başkanın da değil ama öncelikle yetkili bakanlığın onayının arandığını gösteriyor. Tekil bir örnek değil, benzerleriyle sıkça karşılaşılır; özellikle de finans ve sanayi arasındaki ve “askeri blokla” diğerleri arasındaki çelişkilerde.

Bu, bugünlerde gene pek moda olmaya başlayan, burjuva siyaset biliminin en anlamsız kavramlarından birinin, “totalitarizmin” aslında hiçbir nesnel temeli olmadığına işaret eder aynı zamanda; zira hiç de “total” bir yetki uygulaması yok, tersine yetki alanları kesin sınırlarla belirlenmiş; özel durumlar dışında başkan da bu bölünmüş yetkilere müdahale etmiyor. Bu sınır çizimi bir grubun oturup optimal “yönetişim” usulünü belirlediği keyfiyetten doğmuyor; sınırlar belli, çünkü farklı siyasi ve sosyal hedeflerin güdüldüğü çatışma devam ediyor ve bu çatışmanın kontrolünü kaybetmemek için kurallar konuluyor.

Bu yüzden, Rusya’nın devlet kararlarını (hangi alanda olursa olsun: militarizmden dış siyasete, ekonomi siyasetinden offshore hesaplarının akıbetine) “total” bir grup karar alıcının anlık, öngörülemez, sürpriz kararlarına bağlama eğilimi bana hep saçmalık olarak görünmüştür, zira siyaset öyle net çizgilerle belirlenmiş ve kurumların yetkileri çatışmanın savaşa varmaması için öyle kalın çizgilerle tayin edilmiştir ki, pek az sürprizle karşılaşılır. Bu yüzden süreç, ancak çatışma kavrandığı ölçüde kavranabilir.

Yetki çatışması ve geçici ricatlar

Taraflar yetkilerini kıskançlıkla korur; birbirlerine müdahaleleri hoş karşılanmaz ve neredeyse gözlerine sokarcasına geri püskürtülür.

“Askeri blok” ile “mali blok” arasında nisan sonunda böyle bir olayla karşılaşılmıştı; Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri “Bay Siloviki” Patruşev, rublenin döviz sepeti ve altına sabitleneceği bir mali sistem üzerinde çalışıldığını söylemiş, ama Merkez Bankası Başkanı Nabiullina bunu kesin, hatta neredeyse protokol dışı bir dille yalanlamıştı.

Bu gerçekten de hayati bir sorundur. Diyelim ki “dost” hatta müttefik ülke olarak Kazakistan’la dış ticaret sözleşmeleri ruble ve tenge üzerinde yapılabilir ve yapılıyor, ama her halükârda, bu ruble veya tenge tutarlarının tartısına vurulacağı bir (kaçınılmaz olarak marksist kavramlara başvurmalıyız) “evrensel eşdeğer” gereklidir. Bu evrensel eşdeğer ne olacak? Uluslararası ticarette “de-dolarizasyon” sadece hoş bir retorik değilse (değil), başka bir şey bulunmalıdır. Patruşev’in önerisi, bunu altın ve döviz sepeti olarak öngörüyordu, ama onun önerisi, bu sırada hâlâ emperyalist sistem içinde kalma yollarını arayan “mali bloğun” duvarına çarptı ve “askeri blok” yetki gaspından kaçınarak geri çekildi. Oysa süreç ister istemez tam da bu noktaya vardı. RBK 19 Kasım’da, mealen şu haberi geçti: “RBK’nın görüştüğü kaynaklardan biri… mesela Kazakistan’la ticaret milli paralar üzerinden yapılsa bile 1 tengeye karşılık kaç ruble düşeceğinin tengenin dolar kuruna göre belirlendiğini söylüyor. Bu yüzden Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığı bankalarla birlikte, çapraz kur hesaplamalarından bir ölçüde çıkılmasına imkân verecek bir inisiyatif üzerinde çalışıyor.”

Anlaşılan o ki, “mali blok” altın (veya petrol) standardına dolaylı olarak bile geçilmesinden inatla imtina ediyor, bunun yerine aslında hibrit bir dolarizasyondan başka anlama gelmeyen “döviz sepeti” oluşturmaya çalışıyor ve bu sürece neoliberalizm çağın kutsal sunağı bankaları da katacağını hiç değilse şimdilik taahhüt ediyor.

Başarılı olur mu? Olur. Dolarizasyonun tasfiyesi anlamına gelir mi? Hayır. Eğer bu konuda kararlılarsa (ve troykanın yaptırım terörü, hiç istemeseler de onları kararlılığa itiyor) yeni bir (bir!) evrensel eşdeğer bulunması kaçınılmazdır; ister “evergreen” altın olsun bu, ister yuan, ister “toprağın yağı” olsun, isterse de koyun postu.

“Post-Sovyet Rusya’da özgül bir iktidar yapısı olarak bonapartizm”

Denge kılıcı

İyi ama bütün bunlarda Kremlin nerede? Kremlin, tıpkı askeri-siyasi meselelerde olduğu gibi siyasi iktisat meselelerinde de pragmatist bir tutum takınıyor, ama bu pragmatizm tıpkı ilk grup meselelerde olduğu gibi ikinci grup meselelerde de ilkesiz değil. Birinci grup meselelerde asgari siyasi hedeflerine ulaşana kadar (bu, Kiev rejiminin Rusya için güncel tehlike veya potansiyel tehdit olmaktan şu ya da bu biçimde çıkartılması demek) çatışmayı sürdürme kararlılığı gibi, ikinci grup meselelerde de orta burjuvaziyi büyük burjuvazi hesabından güçlendirmeyi amaçlıyor. Dolayısıyla Kremlin’in güncel tutumu ikinci grupla çakışıyor; bununla birlikte Kremlin kendi suretinde çatışmalı ittifakın ta kendisi zaten, zira tarafların güç dengesi nispetinde pozisyonu değişebilir, ama bunu sulh dairesinde yapmaya devam edecektir.

Bir örnek: Putin, yukarıda sözünü ettiğim 16 Kasım toplantısında “mali bloğun” kutsal sunağı bankalara saldırmaktan da kaçınmadı: “Bankalar kolayca ve keyifle küçük miktarda krediler veriyor… ama sonra bu insanlar ebedi borçlular haline geliyorlar. Bu mali kuruluşlara bütün saygımla birlikte, bankalar mezara kadar insanların kanını emiyorlar. Elbette buna son vermek gerek.”

Kremlin’in tutumu ampirik olarak tamamen saptanabilir, ama teorik bir problem var orta yerde. Daha önce birçok defa değindiğim bir problem bu: post-Sovyet Rusya’da özgül bir iktidar yapısı olarak bonapartizm.

GÖRÜŞ

Batka’nın Belarus’u

Yayınlanma

Yazar

2020’deki neoliberal karşıdevrim girişimi sırasında Belarus üzerine iki hafta arayla, olayları etraflıca incelemeye çalışan iki yazı yazdım. Bunların ilkinde (Belarus’taki gelişmeler üzerine) lümpen proletaryanın neoliberal hareketin milis kuvveti haline geldiğini vurguladım ve işçi hareketinin önderliksiz olmasına rağmen örgütlü olduğunu ve karşıdevrim girişimine karşı çıktığını belirttim. Aynı yazıda 17 Ağustos’ta, yani karşıdevrim girişiminin en kızgın olduğu bir anda Lukaşenko ile Putin arasındaki telefon görüşmesine de değindim. Görüşme Lukaşenko’nun talebiyle yapılmıştı: “… iki lider, eğer zaruret doğarsa Belarus’a yardım konusunda mutabakata vardılar. Açıkça belirtmemekle birlikte bunun askeri yardımı da kapsadığı anlaşılıyor. Lukaşenko… ‘Belarus hükümetinin ilk talebiyle birlikte Belarus Cumhuriyeti’nin güvenliğini temin etmek üzere çok yönlü yardımda bulunacağı’ hususunda Rusya hükümeti ile anlaştıklarını bildirdi.” Başka deyişle Rusya yönetimi Belarus’a, tıpkı bir buçuk yıl sonra Kazakistan’da yapacağı gibi, karşıdevrim girişimini bastırmak için her türlü yardımda bulunacağı teminatında bulunmuştu ve tam da bu, Lukaşenko’nun 1994’ten beri 26 yıldır süren iktidarını bu anda halkın da desteğiyle korumasına yardımcı olmuştu. Kuşkusuz, emekçi halkın desteği sayesinde — ancak bu destek olayların başından itibaren ortaya çıkmış değildi, dahası olayların başında halk henüz tarafsızlığını koruyordu, zira (o yazıda çevirisine yer verdiğim) Belarus işçi kolektifinin açıklamasında ifade edildiği gibi: “Seçimlerdeki hilelerden, güvenlik kuvvetlerinin şiddetinden öfkeye kapıldınız. Kötü çalışma şartları ve düşük ücretlerden, yalanlardan ve adaletsizlikten, kanunsuzluktan ve haksızlıktan yorgun düştünüz.” Açıklamada birçok insanın muhalefete sırf Lukaşenko’dan bıktığı için oy verdiği, ancak karşı tarafın da “emekçi halk için çöküş ve sefalet getirecek olan radikal piyasa reformlarının temsilcisi” olduğu vurgulanıyordu. Halk ancak neoliberal karşıdevrim tehlikesiyle yüzyüze kaldığında Lukaşenko’yu kerhen desteklemişti.

Karşıdevrim girişiminin gücünü kaybettiği sırada yazdığım ikinci yazımda (Belarus ve renkli “devrim”e dair) Belarus işçi hareketinin “dağınıklık ve örgütsüzlüğüne rağmen etkili bir muhalefet yürüttüğünü” vurguladım. Burada bir kez daha karşıdevrim girişiminin bastırılmasında Rusya’nın rolü üzerinde durdum ve Putin’in 27 Ağustos açıklamasına yer verdim. Rusya devlet başkanı bu açıklamada Lukaşenko’nun kendisinden Rusya silahlı kuvvetlerinden bir ihtiyat kuvveti oluşturulmasını ve bu kuvvetin Belarus’ta olayların kontrolden çıkması halinde kullanılmasını istediğini söylüyordu. Aynı yerde, 29 Ağustos’ta yapılan Belarus Yurtsever Güçlerinin 2020 Seçimlerinden Sonra Ülkedeki Durumla İlgili Konferansı sonuç bildirgesini de özellikle inceledim. Ülkenin bütün sol güçlerini bir araya toplayan Konferans, demokratik bir anayasa, emekçilerden yana bir iktisat siyaseti ve Rusya ile birlik (“Birlik Devleti”) için halkoylamasını savunuyordu. Bu sonuncusu özellikle dikkat çekicidir, zira Lukaşenko, Birlik devleti anlaşmalarına rağmen ısrarla ağırdan alıyordu.

* * *

Batka, halk dilinde babalık anlamına gelen bir kelime. Papazlara da öyle derler. Sıfatı olduğu kişinin aile büyüğü gibi itibar sahibi olduğunu gösterir. Lukaşenko’nun lakabı aynı zamanda.

Batka’nın siyaseti çok uzun bir süre içeride sosyal devlet dışarıda Rusya ve batı arasında Rusya’dan yana bir denge siyasetiydi. Bu siyaset esas itibariyle 1996’da Lukaşenko’nun batı yanlısı Yüksek Sovyet’e karşı iktidar mücadelesi sırasında şekillenmişti. Ancak 2020’de karşıdevrime doğru kimi dalgalanmalarla birlikte dışarıda batıcılık ve içeride kapitalist “reformlar” ağır basmaya başlamıştı. Halkın “kötü çalışma şartları ve düşük ücretlerden, yalanlardan ve adaletsizlikten, kanunsuzluktan ve haksızlıktan yorgun düşmesinin” nedeni buydu.

Karşıdevrim girişimi bunu bir süreliğine tersine çevirdi. Ne var ki en azından bu yılın ortalarından beri içeride başkanlık seçimleri yaklaşırken yeni ittifak arayışları, dışarıda “çokvektörlülük” arayışı, ve en az bunlar kadar önemlisi, ihracata dayalı Belarus ekonomisinin yaptırımlar yüzünden alarm sinyali vermesi, bana öyle geliyor ki, Batka’nın siyasetinde yeni bir dalgalanma yaratıyor.

Belarus’ta 26 Ocak’ta başkanlık seçimleri yapılacak. Lukaşenko elbette yedinci dönem adaylığını koyacak. Birkaç gün önce Belarus Yüksek Seçim Komisyonu, Batka’dan başka altı adayın daha seçimlerde yarışacağını açıkladı. Bir şansları olduğundan değil. Birincisi, Batka yeterince güçlü bir liderdir ve Belarus’ta hiç kimsenin Lukaşenko karşısında elle tutulur bir şansı olamaz; ama ikincisi, seçimler meşruiyet vasıtasıdır ve bu adaylar fiilen ancak Lukaşenko’nun yeni bir seçim zaferinin meşruiyetine hizmet edecek.

Her ülkenin siyasi kültürü farklı, Belarus da fazlasıyla nevi şahsına münhasır. Yani sorun seçimlerin bu şekilde cereyan edecek olması değil. Sorun şu: Lukaşenko “milleti birleştirmek” (veya, bu siyasi kavramın yerli karşılığını kullanırsak, “milli mutabakat”) sağlama adına bütün siyasi kesimleri kapsayacak yeni bir ortam hazırlamaya çalışıyor.

Siyasette kavramlar nesnel durumu değil siyasi tercihleri yansıtır. Milli mutabakat da öyle. Eğer 2020’de karşıdevrim girişiminin halk tarafından bastırılmasının halkın birliğini sağladığını söylerseniz bunun anlamı emekçilerin yönetime katılmasını, örgütlenmesini, taleplerinin karşılık görmesini, kamu sektörünün güçlenmesini hedefliyorsunuz demektir. Yok eğer 2020 karşıdevrim girişiminin milli birliği parçaladığını söylüyorsanız bu tamamen başka bir anlam taşır.

“Milli mutabakat” daima ve her yerde milli birliğin parçalanmış olduğu kabulüne dayanır; bunun gerçek anlamı ise daima ve her yerde siyasi mekanizmalar üzerindeki nüfuzu zayıflayan burjuvaziyi tekrar tayin edici güç haline getirmektir. Yani milli mutabakat daima ve her yerde emekçi halk kitlelerinin birliğini değil burjuvazinin sarsılan hegemonyasını pekiştirmeyi ve emekçi halkı bu projeye yedeklemeyi hedefler. Belarus’ta da, öyle görünüyor ki, durum bu; siyasi stratejisi ABD ve AB tarafından hazırlanan, taktik yönetimi ise Polonya tarafından yapılan 2020 karşıdevrim girişimiyle milli birliğin bozulmuş olduğu varsayılıyor. Bunun da iki sonucu var: birincisi, Belarus siyasi jargonunda batı yanlısı muhalifler için kullanılan milliyetçi “zmar”lara alan açılması, ikincisi de “çokvektörlülük” adına bütün sandalyelerde birden oturma siyasetinin güç kazanması.

2020, Lukaşenko’nun “çokyönlülüğünün” hemen ardından patlak vermişti. Bunun anlamı Rusya ile ilişkilerin batı lehine rölantiye alınmasıydı. Oysa Belarus’un bağımsız (ve başarılı) kalkınma siyasetinin teminatı Rusya ile iyi ilişkilerdi. Karşıdevrim bastırıldıktan sonra toplanan Belarus Yurtsever Güçlerinin Konferansı da bunun altını çiziyordu.

Ama Lukaşenko yönetimi şimdi bir kez daha ağır ağır aynı noktaya dönüyor.

Son bir yıldır dikkat çekici bir dizi gelişme var.

İçeride: 2020 karşıdevriminin başlıca manivelası olan Polonya merkezli Nexta adlı telegram kanalının elebaşısı, BÇB milliyetçisi (karşıdevrimin bayrağı beyaz-kırmızı-beyaz olduğu için bu kelimelerin Belarusçasının baş harfleriyle öyle denir) Roman Protaseviç “pişmanlık getirdiği” gerekçesiyle serbest bırakıldı. Protaseviç yeni rolüne pek hevesle uyum sağlamış olmalıydı ki BAE’ye gitmesine ve orada, Rusya’daki liberal muhalefetin tanınmış isimlerinden Kseniya Sobçak’la röportaj yapmasına da izin verildi. Bu yılın başından beri “birlik devleti” ve Rusya yanlılarına karşı bir dizi tutuklama ve yasaklama, bu eski hükümlü yeni gözdenin Belarus liberal muhalefetiyle “milli mutabakat” inşa çalışmasında rol aldığına işaret ediyor.

Rusya ile ilişkilerde: Lukaşenko Kiev kuvvetlerinin Kursk oblastine saldırısından kısa bir süre önce Ukrayna sınırındaki kıtalara çekilme emri verdi. Bu emir Belarus sınırında Kiev’in elinin rahatlamasına yardımcı oldu. Lukaşenko ancak ekim ortasında, Kiev rejiminin Belarus sınırına sevkiyatlarını gerekçe göstererek sınıra birlik sevk edileceğini açıkladı. Ağustos ortasında Ukrayna’da artık “nazi filan olmadığını” söyledi: “Orada artık bu nazilerden yok. Ukrayna denazifike oldu. Orada kalan birkaç kuduz nazi var ama onlar da artık moda değil.” Eğer öyleyse Rusya’nın Ukrayna harekatının deklare edilmiş üç temel talebinden biri olan denazifikasyon tamamlanmış demektir. Bu da Kremlin’e “artık bitirin” demenin başka bir yoludur. Üçüncüsü, Lukaşenko eylül ortasında Donetsk Halk Cumhuriyeti başkanı Puşilin ile görüşmesinde muhatabına “Ukrayna’yla da Donetsk cumhuriyetiyle aynı ilkeler üzerinde işbirliğine hazır olduğunu” söyleyiverdi.

Rusya ile ilişkiler meselesi ve birlik devleti projesi neoliberal muhalefetle halk güçleri arasındaki çatışmanın en belirgin şekilde ortaya çıktığı alan. Bunun başlıca nedeni, neoliberal muhalefetin programının Rusya ile bütün ilişkileri koparmaya dayanıyor olması. Bu muhalefetin karşıdevrim girişiminin arifesinde yayınladığı “Belarus İçin Reanimasyon Reform Paketi” başlıklı belge fiyat liberalizasyonu ve özelleştirmelerden başka Rusya’yla tam bir kopuşu da vazediyordu. Bunlar bütün eski Sovyet ülkelerinde neoliberal karşıdevrim girişimlerinin hiç şaşmaz iki halkasıdır. Belarus solu ise tam bu nedenle Rusya ile ilişkilerin güçlendirilmesinden ve birlik devletinden yanadır. Yukarıda değindiğim Konferansın sonuç bildirgesinden başka Belarus Komünist Partisi XIV’üncü kongre MK raporunda da vurgulanmıştı bu ve hiç de KP’nin “Kremlin’e angaje” olduğu anlamına gelmiyordu.

Belaruslu gazeteci Nadejda Sablina, Harici’de geçen hafta yayınlanan ve Belarus Halk Meclisi’ni incelediği yazısında ülkesi için “istikrarlı bir kalkınma ve öngörülebilir bir gelecek döneminin sona erdiğini”, ülkesinin emperyalizmin saldırganlığı yahut ABD ve NATO’nun Rusya’ya karşı savaşının içine çekilmesi tehdidiyle karşı karşıya olduğunu, ihracata dayalı ekonominin de yaptırımlardan olumsuz etkilendiğini vurgulamıştı. Sablina’ya göre bütün bunlar iktidarın merkezde toplanma eğilimini güçlendiriyor.

Bu şartlarda siyasi önderliğin tutumu daha tayin edici hale gelir. Batka’nın 2020 karşıdevriminin arifesinde olduğu gibi hem içeride hem dışarıda bütün sandalyelerde birden oturma siyaseti 2020’dekinden farklı bir sonuç üretir mi, bilmiyorum.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hindistan ile Kanada arasındaki diplomatik drama zirvede

Yayınlanma

Hindistan-Kanada draması son perdede Haziran 2023’te Khalistan yanlısı figür Hardeep Singh Nijjar’ın Kanada’da öldürüldüğü dönemde başlıyor. Khalistan hareketi Hindistan’da ayrı bir Sih vatanının kurulmasını talep ediyor. Hindistan’da kanlı ve şiddetli bir geçmişi var. Şu anda Khalistan’ın birçok destekçisi Kanada’da yaşıyor. Hindistan Kanada’dan Khalistan hareketine karşı sert önlemler almasını istiyor, ancak Kanada bunu yapmıyor ve bu da büyük bir gerginlik noktası. Geçtiğimiz yıl bu gerginlikler patlak verdi. Eylül 2023’te Kanada Başbakanı Justin Trudeau şok edici bir kamuoyu açıklaması yaptı. Sih topluluğu lideri Hardeep Nijjar’ın ölümünde Hindistan hükümet ajanlarının parmağı olduğunu iddia etti. Hindistan Khalistanlı gruplara karşı çıkıyor ve onlarla savaşıyor VE Kanada gibi ülkelerin bunlarla etkili bir şekilde başa çıkmadığına inanıyor ANCAK Hindistan’ı alenen bir suikast ile suçlamak çok ileri bir adımdı.

Hindistan Trudeau’nun “saçma” olarak nitelediği iddialarını öfkeyle reddetti. Bu durum Hindistan ve Kanada arasında büyük bir diplomatik dramaya yol açtı. Her iki ülke de birbirlerinin diplomatlarını sınır dışı etti ve genel olarak son bir yıldır iki ülkenin birbirlerine karşı öfkesi zirve yapıyor. Ve 14 Ekim’de işler iyice çığırından çıktı. Kanada Hindistan’a, Kanada’da Khalistanlılara yönelik saldırılar ile ilgili davalarda birkaç Hint diplomatın soruşturulduğunu bildirdi. Kanada’nın söyledikleri: Hint diplomatlar ve istihbarat yetkilileri yurtdışındaki Khalistanlıları öldürmek için gangster Lawrence Bishnoi ile birlikte çalışıyor. Dahası Kanada, Hindistan İçişleri Bakanı Amit Shah gibi üst düzey politikacıların Khalistanlılara yönelik şiddete izin verdiğini söylüyor. Ve bu kanıtı Hindistan’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Ajit Doval’a sunduğunu iddia ediyor. Hindistan, Kanada’nın hala gerçek bir kanıt sunmadığına inanıyor. 14 Ekim’de Yüksek Komiseri Sanjay Verma (Kanada’daki en yüksek Hint diplomatı) olmak üzere Kanada’dan birkaç diplomatı geri çekti. Hindistan’ın bu hamlesi Kanada’nın Hint diplomatların Hardeep Nijjar suikastı davasına ilişkin bağlantıları nedeni ile soruşturulduğunu belirtmesinin ardından geldi. Kanada hükümetini Hint diplomatları koruyamamakla suçladı. Hindistan ayrıca Kanada’yı açıkça ayrılıkçı Khalistan hareketlerini desteklemekle suçladı. Ayrıca Hindistan’ın küresel itibarını karalama girişimleri nedeni ile Başbakan Justin Trudeau’yu doğrudan eleştirdi. Dahası üst düzey Kanadalı diplomatları da Hindistan’dan sınırdışı etmesi ile İlişki artık fiilen öldü…

Anlatılar savaşı böyle tırmanmaya devam ettikçe söz konusu olan bu drama Hindistan ve Kanada arasındaki ticaretten göçe kadar her şeyin ciddi şekilde etkilenebileceği anlamına geliyor. Kanada için yaptırımlar gibi ilave önlemler de masada. Hindistan da çıkarlarını korumak için gerekeni yapacağını söyledi. İki ülke arasında durum gerçekten kritik bir noktada. Kanada şu anda çoktan diplomatik atağa geçmiş durumda. Başbakan Trudeau, konu ile ilgili İngiltere Başbakanı Keir Starmer ile görüştü. Dışişleri Bakanı üst düzey Amerikalı ve Batılı yetkililer ile temas halinde. Kuşkusuz Hindistan da kendi anlatısının geçerliliğini sağlamak için çalışacaktır AMA Ayrıca, Kanada artık Hindistan’ı bir “siber tehdit düşmanı” olarak görüyor Kİ bu da muhtemelen diplomatik baskıyı artırma girişimi: Ekim sonlarında Kanada hükümetinin yayımladığı Ulusal Siber Tehdit Değerlendirme raporu Hindistan’dan gelen siber tehditlere dikkati çekmiş; Hindistan’ı Rusya, Çin ve İran ile birlikte düşman olarak listelemişti…

Hindistan ile Kanada arasındaki diplomatik gerginlik ciddileşti ancak bu durum birdenbire kötüleşmedi. Krizin 10 yıllık bir arka planı var. 2015’ten başlayalım. Trudeau’nun Kanada Başbakanı olduğu dönem bu. 2015 yılında Başbakan Modi’nin başarılı ziyaretinin ardından göreve geldi. Geçtiğimiz on yıl boyunca Kanada Başbakanı Stephen Harper, Hindistan ile daha güçlü bir ilişki kurulması yönünde çaba sarf etmişti. 2010 yılında Harper, Serbest Ticaret Anlaşması müzakerelerinin başlatılmasına yardımcı oldu. Ayrıca 2015 yılında Hindistan ile Kanada’nın uranyum satmayı kabul ettiği bir nükleer anlaşma imzaladı. Harper ayrıca 2011’i Kanada’da “Hindistan Yılı” ilan etti. Dolayısıyla Trudeau’nun güçlü bir ikili ilişki devraldığını söylemek yerinde olur.

Seçim kampanyası sırasında Trudeau’nun Liberal Partisi Hindistan ile daha yakın ticari ilişkiler kurulması çağrısında bulunuyor ancak onun Hindistan politikası hakkında fazla bir şey bilinmiyordu Kİ Trudeau’nun Harper’ın oluşturduğu ivmeyi değerlendiremediği yönünde bir algı oluştu. 2016 yılında Kanada Yüksek Komiseri Nadir Patel, ilişkinin “otomatik pilota” alınıp alınmadığı konusunda sorulara maruz kalıyordu. Otopilot ilişkide görünürde bir ilişki var ancak bağlantı eksikliği yaşayan daha az öncelikli bir ilişki bu. Bunun nedeni yorumcuların Trudeau’nun başbakan olarak ilk yılında Hindistan’ı ihmal ettiğini düşünmesiydi. Hint medyasına göre serbest ticaret anlaşmasına ilişkin müzakereler de yavaşlamıştı.

Trudeau’nun 2018’deki Hindistan ziyareti, 2017’deki ziyareti sırasında Çin ile ticaret anlaşması yapma çabalarının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından geldi. Daha önce de belirtildiği gibi yorumcular arasındaki spekülasyonların bir kısmı Trudeau’nun Çin’e odaklandığı, Hindistan’ın ise nispeten düşük bir önceliğe sahip olduğu yönündeydi. 2018 yılında Trudeau ilişkiyi ileriye taşımak amacı ile Hindistan’a gitti ancak bu en hafif deyiş ile tartışmalı bir ziyaretti Kİ 1986’da bir Hindistan Kabine bakanını öldürmeye çalışmaktan suçlu bulunan Jaspal Atwal, Kanada Yüksek Komiserliği’nden bir akşam yemeği daveti almıştı. Atwal, Khalistan yanlısı hareketin bir parçasıydı. Davet hemen iptal edildi ancak Hindistan’da çoktan büyük bir kamuoyu öfkesine yol açmıştı. Hindistan ve Kanada yeni yatırımlar ve terörle mücadele konusunda ortak bir işbirliği çerçevesi açıklarken bu olay ziyareti gölgede bıraktı. Kanada, terörle ilgili ortak çerçevede ilk kez Babbar Khalsa International gibi Khalistan yanlısı terör gruplarından söz etti. Bu, Kanada’nın “Khalistan terörüne karşı yumuşak imajını” değiştirmeye çalıştığı umudunu doğurdu. Bu olmayacaktı…

Hint medyası 2018’de Kanada’nın Khalistan aşırıcılığını kamu güvenliğine yönelik bir tehdit olarak tanımlayan bir rapor yayımladığını bildirdi. ANCAK siyasi olarak aktif olan ve Liberal Parti’nin büyük destekçileri olan bu gruplardan baskı geldi Kİ Trudeau hükümeti bu baskıya boyun eğdi. Raporun bir sonraki versiyonunda Khalistan/Sih aşırıcılığına ilişkin tüm ifadeler kaldırıldı. Hint yetkililer bu geri adımdan dolayı büyük hayal kırıklığına uğradı. 2020’de devam eden çiftçi yasası protestoları hakkında Trudeau’nun yaptığı yorumlar ile işler daha da kötüleşti. Hindistan bu müdahaleye karşı çıktı.

Trudeau’nun partisi 2021’de parlamentodaki çoğunluğunu kaybetti. Yeni Demokrat Parti lideri Jagmeet Singh ile koalisyon kurdu. Singh, Khalistan yanlısı bir mitingde konuştu ve 1984 isyanlarını “soykırım” olarak nitelendirdi. Kİ kendisi Hindistan’a kuşku ile yaklaşan önemli bir isim olarak tanınıyor. Savunma ve ticaret alanındaki ilişkiler büyümeye devam ederken siyasi gerginlikler de derinleşiyordu. 2023’te aşırılık yanlısı Amritpal Singh’e yönelik insan avı, yetkililerin interneti kapatmasına yol açtı. Jagmeet Singh, gerginliği artıran “acımasız” önlemleri kınadı. Baskılar, Kanada’daki Hindistan Yüksek Komiserliği’ne karşı protestolara ve iddia edilen sis bombalarının kullanılmasına yol açtı. Khalistan yanlısı gruplar da saldırıyı yücelten propaganda yayınladılar. Ayrıca Hardeep Singh Nijjar’ın ölümü ile ilgili olarak belirli Hint diplomatlara saldıran belirli propaganda da yayınladılar. Diplomatlarına yönelik bu saldırılar Delhi’yi kızdırdı. Kanadalı yetkililerin harekete geçmemesine öfkelenen Hindistan Dışişleri Bakanı S Jaishankar, Kanada’yı “oy bankası siyaseti” uygulamakla suçladı. Ancak Kanada hükümeti Nijjar’ın ölümü ile ilgili iddiaların doğru olduğunu düşünüyordu.

Eylül 2023’te Kanada Başbakanı Justin Trudeau kamuoyu önünde Hint hükümet yetkililerini Nijjar’ı öldürme planına dahil olmakla açıkça suçladı. Ancak Hindistan’a iddialarına ilişkin belirli bir kanıt sunmadı. Bu durum gerginliğe ve birkaç Kanadalı diplomatın Hindistan’dan çekilmesine yol açtı. Ticaretten göçe kadar Hindistan-Kanada ilişkisinin neredeyse tamamı durma noktasına geldi. Hindistan, Kanada’yı Khalistan yanlısı gruplara göz yummakla suçladı. Kanada, Hindistan’ın bu dava ile ilgili harekete geçmesini talep etti. Yani şu sıralar yaşananlar zaten istikrarsız olan ilişkiyi altüst etti.

Kanada’nın Hindistan’ın ayrılıkçılık ve terörizm konusundaki kırmızı çizgilerine karşı kasıtlı körlüğü, doğal bir partner pahasına diaspora siyasetine öncelik verdiğini ortaya koyuyor Kİ Sih diasporası ve Sih ayrılıkçı hareketi yani Khalistan hareketi Kanada’da ve Kanada siyasetinde ciddi ölçüde etkin ve etkili. Ve 2025 yılı sonlarında da Kanada seçimleri var. Bu demek oluyor ki bu drama bir süre daha zirvelerde gezinecektir. Ancak Hindistan artık jeopolitikada “nominal bir oyuncu” değil. Gerekirse Kanada ile ilişkisinin dağılmasına dahi izin verecektir…

Bir de madalyonun başka yüzü var:

Hindistan’ın Kanada takıntısı “odadaki büyük fili” görmezden geliyor. İlk iddianame Amerika’da bildirildi. Büyük olasılıkla Kanada’yı uyaran Amerika’ydı. Beş Göz ülkelerinin hepsi Kanada’ya desteklerini ifade ettiler. Kanada’daki çekişme daha kamuoyuna açık, ancak Amerika’daki suçlamalar daha ciddi. Hindistan’ın sertliğini gösterebileceğini iddia eden herkes için şu rahatsız edici soru var: Kanada’ya karşı sert konuşmalar acaba konu gerçek büyük güçler ile başa çıkmaya geldiğinde yüksek perdeden ses yükseltme dozunun azaltıldığı gerçeğinden yalnızca bir dikkat dağıtma mı?..

Amerika da bir Hint istihbarat yetkilisinin geçen yıl Amerika-Kanada çifte vatandaşı Sih ayrılıkçı Gurpatwant Singh Pannun’a yönelik (başarısız) suikast planlarını yönettiğini iddia etmiş, kısa süre önce açıklanan iddianamede Amerika Hindistan’ın dış istihbarat servisi Araştırma ve Analiz Kanadı (R&AW) eski çalışanı Vikash Yadav’ı New York’ta Sih ayrılıkçıya karşı düzenlenen komployu yönetmek suçundan hukuki işlem başlatmıştı. Ve Amerika’daki iddianame Kanada ve Hindistan arasındaki gerginliğin tekrar tırmandığı bir döneme denk geliyordu…

Amerika’daki durum nasıl gelişmişti?

Trudeau’nun Kanada Parlamentosu’nda Hindistan’a yönelik iddialarından yalnızca iki ay sonra Amerikalı yetkililer Nikhil Gupta isimli bir Hint vatandaşına Amerika topraklarında bir Amerikan vatandaşını öldürmesi için bir katil tutmaya çalıştığı iddiası ile dava açmıştı. Başkan Biden’dan kamuoyuna açık bir yorum duyulmadı ancak Amerika Federal Mahkemesi’nde açılan iddianame oldukça suçlayıcıydı. Hindistan —Kanada’nın benzer suçlamalarına verdiği yanıta tezat oluşturacak bir biçimde— Amerika’nın kaygılarını “saçma” olarak görmedi ve anlamlı bir eylemde bulunma sözü verdi. Ve Amerika’nın Hindistan ile paylaştığı bilgileri araştırmak için üst düzey bir soruşturma başlattığını duyurdu. Dolayısıyla Amerika tarafında —Kanada’dakinin aksine— dava herhangi bir diplomatik drama olmadan ilerledi. Son olarak Amerika yetkilileri FBI tarafından engellenen kiralık katil komplosundaki rolü nedeni ile eski bir Hint istihbarat görevlisi Vikash Yadav’a karşı suçlamalarda bulunurken Amerika sözcüleri her fırsatta hem Hindistan’ın Kanada soruşturmasında işbirliği yapması gerektiğinde hem de Amerika’nın anlamlı bir hesap verebilirlik görmek istediğinde ısrar ediyorlar. Dahası, hedef olan Gurpatwant Pannu Hindistan hükümetine karşı bir hukuk davası açtı ve Ajit Doval’ı onu öldürme planının arkasındaki kişilerden biri olarak suçlarken Modi hükümetinin soruşturma için kurduğu üst düzey ekip yakın zamanda Amerika’yı ziyaret ediyor ve Hindistan Parlamentosu veya Hindistan halkı ile paylaşmadığı soruşturma bulgularını paylaşıyordu ANCAK Amerika’dan “Amerika Birleşik Devletleri bu soruşturmadan anlamlı bir hesap verebilirlik çıkana kadar kesinlikle tatmin olmayacak” yanıtını aldı.

Aynı konu hakkında Kanada ve Amerika’dan gelen iki ayrı suçlama ve bunlara Hindistan’dan giden iki farklı yanıt: Birine “kavgacı” bir duruş benimserken diğerine çok daha sakin ve işbirlikçi…

Peki Neden?

Birincisi Hindistan sistemde yani dünya politikasında kendinin Kanada’dan çok daha güçlü ve etkili olduğuna inanıyor.

İkincisi Hindistan Kanada’ya kıyasla Amerika’yı çok daha güçlü bir devlet ve çok daha fazla ihtiyaç duyulan bir ortak olarak görüyor.

Üçüncüsü Batılı ülkelerin Kanada için Hindistan ile büyüyen ilişkilerini baltalamayacağını varsayıyor.

Dördüncüsü Kanada’nın Hindistan’a çok fazla ekonomik zarar veremeyeceğini düşünüyor.

Ayrıca Amerika’nın Nikhil Gupta’ya yönelik  kolayca reddedilemeyecek yasal süreçleri başlatarak Hindistan’ı köşeye sıkıştırması da Hindistan’dan gelen tepkilerdeki farklılıkta önemli bir faktör. Kİ buna karşı diğer tarafta ise kamuya açık alanda hiçbir kanıt sunulmayan basit suçlamalara eşdeğer Kanada’nın çabaları var.

ANCAK Amerika tarafındaki gelişmeler ile paralel olarak dikkate alınırsa, Hindistan’ın Kanada’ya yönelik inkarları inandırıcılığından ödün veriyor. Dolayısıyla Hindistan’ın Kanada’ya karşı “kavgacı” duruşu onun Batılı politika seçkinleri arasındaki sempatikliğini zayıflatırken Amerika’ya karşı “işbirlikçi” duruşu ise onu ancak Küresel Güney’in gözünde zayıf göstermeye yarıyor…

***

Bu arada, Hardeep Singh Nijjar ayrılıkçı Sih örgütü Khalistan Kaplan Gücü’nün (KTF) —Hindistan’ın iddiasına göre— beyni-lideri iken Gurpatwant Singh Pannun bir diğer bağımsız Khalistan fikrini savunan Adalet için Sihler (SJF) isimli örgütün kurucusu ve lideri. Bunlar Hindistan’da yasaklı örgütler ve her iki isim de Hindistan hükümeti tarafından terörist olarak niteleniyor.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

İsveç’te halka ‘savaşa hazırlık’ broşürü dağıtıldı: Sivillere ne öğretiliyor?

Yayınlanma

Yazar

İsveç’te beş milyondan fazla aileye, ‘Krizin veya Savaşın Gelmesi Durumunda’ başlıklı bir broşür gönderilecek. 

Broşür, İsveç Sivil Acil Durum Ajansı (MSB) tarafından hazırlandı ve dağıtımına dün (18 Kasım) başlandı. 

Halkı savaş ya da kriz durumlarına hazırlamak amacıyla dağıtılan ve en başında “Bu broşür İsveç’teki tüm evlere gönderilmektedir” ifadelerinin yer aldığı bu broşür aslında yeni değil, içeriği güncellenmiş bir broşür.

İsveç, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana benzer broşürler dağıtıyor. En son 2018 yılında, 57 yıllık bir aranın ardından dağıtılmıştı. 

Dağıtımına dün başlanan son broşürün içeriğinin ise 3’te 1 oranında artırıldığı belirtiliyor. 

32 sayfalık broşürde savaş, doğal afetler veya siber saldırılar gibi olağanüstü durumlara nasıl hazırlık yapılacağına dair talimatlar yer alıyor.

Broşürün giriş sayfasında şu ifadeler yer alıyor:

“İsveç Halkına

Zor bir dönemde yaşıyoruz. Çevremizde savaşlar sürüyor. Terör, siber saldırılar ve yanıltıcı bilgiler bizi zarar vermek ve etkilemek için kullanılıyor.

Tehditlere karşı koymak için birlik olmamız ve ülkemizin sorumluluğunu üstlenmemiz gerekiyor. Saldırıya uğrarsak, İsveç’in bağımsızlığını ve demokrasisini savunmak için hep birlikte mücadele etmeliyiz.

Dayanıklılık, her gün ailemiz, iş arkadaşlarımız, dostlarımız ve komşularımızla birlikte inşa ettiğimiz bir güçtür.

Bu broşürde, kendinizi nasıl hazırlayabileceğinizi ve kriz ya da savaş durumunda ne yapmanız gerektiğini öğreneceksiniz.

Siz, İsveç’in hazırlık gücünün bir parçasısınız.”

Broşür, İsveç’in savaş hazırlıkları ve halkın yapması gerekenler 21 alt başlığa ayrılmış. Bu başlıklar savunma, hazırlık seviyesi, savunma yükümlülükleri, uyarı sistemleri, hava saldırıları, evde hazırlık, tahliye, sığınaklar, psikolojik savunma, dijital güvenlik, terör saldırısı, hava koşulları, bulaşıcı hastalıklar, ekstra desteğe ihtiyaç duyanlar, evcil hayvanı bulunanlar, çocuklar ve önemli telefon numaraları gibi maddelerden oluşuyor.

“Belirsiz bir dünya hazırlık gerektirir” ifadeleriyle başlayan yönergede, “İsveç’e yönelik askeri tehdit arttı ve en kötüsüne, silahlı saldırıya hazırlıklı olmalıyız” ifadelerine yer veriliyor. 

‘Kar amacı gütmeyen kuruluşlar ve dini topluluklar’

Halka savaş durumunda ‘direnişin olmadığına dair haberlere inanmamaları’ salık verilirken, insanlardan ‘savunma kapsamında misyonları olan örgütlere’ katılmaları tavsiye ediliyor. Bu bağlamda, ‘kar amacı gütmeyen kuruluşlarla dini toplulukların da önemli katkılarda bulundukları’ vurgulanıyor.

İsveç’in savunma stratejisinin tarif edildiği bölümde ise, önceki bildirilerden farklı olarak ‘NATO üyesi ülke’ vurgusu yapılıyor ve “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” sloganına yer veriliyor. 

Herhangi bir saldırı durumunda, hangi sinyalin ne anlama geldiği detaylı bir şekilde aktarılan broşürde, hava saldırısı ve benzeri durumlarda halkın sığınak, barınak, tünel, metro istasyonu gibi yerlere sığınabileceği aktarılıyor. 

Broşürde ayrıca, halktan savaş durumunda kullanılmak üzere gerekli su ve erzağı biriktirmeleri söyleniyor ve insanların bunları idareli kullanabilmesine yönelik yönergeler yer alıyor. Aynı şekilde, insanların iletişim kurabilecekleri ve güncel haberleri alabilecekleri elektronik gereçlerin çalışması için detaylı bir tarif yapılıyor. 

Savaş durumunda yaşama dair detaylı bilgi aktarılan broşürde ‘tuvalet eğitimi’ bile var. “Sular kesildiğinde hijyeninize dikkat edin” ifadelerinin yer aldığı broşürde, “Sifonunu çekemesen bile tuvalete işeyebilirsin” ifadelerine yer veriliyor.

MSB ayrıca, halkın sığınabilecekleri barınakların mavi üçgenli turuncu bir kareye sahip bir işarete sahip olduğu bilgisini veriyor.

 

Psikolojik savunma

Broşürün dikkat çekici bir diğer başlığı ise, ‘Psikolojik Savunma’ bölümü. Bu bölümde MSB, ‘yabancı güçlerin’ sosyal medyada dezenformasyon yaptığını öne sürerek şu açıklamaya yer veriyor:

“Yabancı güçler ve İsveç dışındaki diğer aktörler bizi etkilemek için dezenformasyon, yanıltıcı ve propaganda kullanıyor. Etkileme girişimleri günlük olarak, çoğunlukla çevrimiçi ortamda ve sosyal medyada gerçekleşiyor. Amaç güvensizlik yaratıp kendimizi savunma irademizi kırmak.”

Aynı bölümde yer alan “Yalnızca güvenilir kaynaklardan geldiğini bildiğiniz bilgileri paylaşın ve yetkililerden teyit edilmiş bilgi isteyin” notu ise, hazırlıkların sıcak savaştan da önce, şimdiden başladığını gösterir nitelikte. 

Uzun şifreler ve ulusal güvenlik

‘Dijital güvenlik’ bölümündeyse, “Bilgilerinizi hem evde hem de işte güvenli bir şekilde ele alarak İsveç’in dayanıklılığının güçlendirilmesine katkıda bulunursunuz” notuyla, vatandaşlardan uzun şifreler oluşturmaları ve bilgilerini USB belleklerde yedeklemeleri isteniyor. 

Broşürde yer almayanlar

Söz konusu broşür sivillere yönelik olsa da, İsveç’in savaş hazırlıkları sığınak ve önemli numaralar listesinden çok daha fazlası. 

İsveç, NATO’ya resmen katıldığı Mart 2024’ten bu yana hem doğal olarak, hem de İsveç siyasetinin politik yönelimi gereği Atlantik güvenlik stratejisinin hızlı ve istekli bir paydaşı oldu. 

Son olarak, İsveç ve Birleşik Krallık arasında CV90 zırhlı araçlarının bilişim teknolojisi modernizasyonuna yönelik, bütçesi 24 milyon euro’ya varan bir anlaşma yapıldı. İsveçli MilDef şirketi, dayanıklı BT ekipmanlarının temini için BAE Systems ile bir sözleşme imzalayarak savaş koşullarında iletişim ve yönetim güvenilirliğini artırmayı hedefliyor.

Bir zamanlar ‘tamamen tarafsız politikalarıyla’ tanınan İskandinav ülkelerinin ‘barış yanlısı’ söylemleri, keskin bir şekilde saldırgan ve hatta savaşçı bir söylemle değiştiriliyor. 

Bu yıl içerisinde, İsveç Sivil Savunma Bakanı Carl-Oskar Bolin, 8 Ocak’ta Sälen’de düzenlenen yıllık güvenlik konferansında yaptığı konuşmada, ‘savaşın İsveç’e yarın gibi erken bir tarihte gelebileceğini’ söylemişti. İsveçlileri aktif bir şekilde hazırlanmaya ve her an saldırı beklemeye çağıran Bolin’e, Silahlı Kuvvetler Başkomutanı Mikael Büden de destek vererek, “Doğu Avrupa’da olup bitenlerin sadece bir başlangıç olduğunu” söylemişti. 

Devam eden enformasyon savaşı nedeniyle çok gündeme gelmese de, Washington, 2024 yılını Kuzey Avrupa’nın neredeyse tüm ülkeleriyle yeni ikili anlaşmalar imzalayarak, mevcut anlaşmaları yenileyerek, yerel askeri üsleri ve hava alanlarını kullanma ve buralara silah yerleştirme fırsatı elde ederek tamamlıyor. 

Örneğin, 5-14 Mart tarihleri arasında düzenlenen Nordic Response-24 tatbikatı başta ABD olmak üzere ittifak birliklerinin bölgede konuşlanmasını ve Norveç, İsveç ve Finlandiya’da ortak bir operasyonu içeriyordu. 

Bir NATO üyesi olarak İsveç de, savunma harcamalarını GSYİH’sinin yüzde 2’sine çıkarma hedefini çoktan önüne koydu. Ancak ülkenin askerileşmesi bununla sınırlı değil. 

İsveç, NATO’ya resmen katılımından birkaç ay önce, 5 Aralık 2023 tarihinde ABD ile önemli bir savunma işbirliği anlaşması imzaladı. 

ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin ve İsveç Savunma Bakanı Pal Jonson tarafından imzalanan anlaşma Amerikan kuvvetlerine İsveç’te belirli konuşlanma bölgelerine erişim ve ekipman konumlandırılması imkanı tanıyor. 

Ayrıca, ülkenin güneybatı kesiminde bulunan Göteborg deniz üssü ve İsveç’in tek hava savunma alayının konuşlandığı Halmstad kenti de kritik bir konumda. Burada, tatbikatların bir parçası olarak, Kuzey Denizi’nden Baltık Denizi’ne uzanan ve Danimarka takımadalarından geçen önemli ulaşım yollarının korunması tatbik edildi. Bu adımlar, Norveç’e artık sığmayan ABD askeri askeri stoklarının bir kısmının İsveç’e, bir kısmının da Finlandiya’ya aktarılması anlamına geliyor.

İsveç neden önemli?

İsveç’in kuzeyindeki Lulea’da büyük bir hava üssü bulunuyor. Vidsel yakınlarında İsveç Hava Kuvvetleri’ne ait 2.300 metre uzunluğunda bir piste sahip 5 bin kilometrekarelik bir askeri havacılık test alanı, Vidsel füze alanı ve savunma şirketi Enator Miltest’in füze alanı bulunuyor. Bu pist aynı zamanda nükleer silah taşıma kapasitesine sahip ABD F-35 savaş uçaklarını barındırabilecek kapasitede. 

Ayrıca, İsveç’in en kuzeyinde, yani Kuzey Kutup Dairesi’nde bulunan Kiruna kasabasında da bir sivil ‘uzay limanı’ (Esrange Uzay Merkezi) var ve burası da ABD’nin yetki alanına devredilen nesneler listesinde yer alıyor. Ülkenin orta kesiminde bulunan Östersund şehri de dikkat çekici özelliklere sahip. Bu bölge, büyük olasılıkla, askeri teçhizatın, yakıt ve yağlayıcıların depolanması için kullanılacak.

İsveç’in dönüşümü ne anlama geliyor?

İsveç’in ‘savaşçı’ dönüşümü yalnızca İsveç’le ilgili değil. 

Yalnızca son bir yılda askeri alanda yaşanan bu gelişmeleri alt alta koyduğumuzda, karşımıza ABD’nin Doğu Avrupa ve İskandinavya bölgesini Rusya ile savaşa hazırladığı gerçeği ortaya çıkıyor. 

Böyle bir hazırlığın en önemli ayağı, kamuoyunun hazırlanması. Yalnızca iki ay önce, Litvanya da aynı İsveç gibi, vatandaşlarına savaş durumuna hazırlık broşürü dağıtmıştı.

İttifakların genişlediği, askeri harcamaların ve ikili anlaşmaların arttığı, bölgenin hızla sıcak savaşa sürüklendiği bu tabloda, Avrupa halklarına ise ellerine tutuşturulan broşürlerle nasıl saklanacağını öğrenmek düşüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English