Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Çatışmalı ittifak

Yayınlanma

Çatışmanın nedeni, Sovyet sanayisinin, yani iktisadi bağımsızlığın ucuz batı mamulleri karşısında yıkılmış olmasında. Şimdi ya yeniden yapmak zorundalar bütün bunları ya da bağımlılığı koruyup krizin yakın zamanda çözülmesi umuduyla idare-i maslahatçılık yapmak zorundalar.

Rusya’da “mali bloğun” ekonomik dogmatizmine başlıca eleştiriler, birbiriyle büyük ölçüde çakışan iki kutuptan yükselir. İlki, halen Avrasya Ekonomik Komisyonu Makroekonomi ve Entegrasyon Kurulu üyesi olan “millici” Sergey Glazyev. Kremlin üzerindeki etkisi üzerine mütemadiyen spekülasyon yapılan (2012-2019 arasında Putin’in danışmanları arasındaydı), ama 2017 seçimlerinde “Sol Cephe” ile birlikte hareket edecek kadar da sola yakın tutum takınabilen Glazyev daha 20 Nisan’da Merkez Bankası’nı kredi sistemiyle ilgili hiçbir şey bilmemekle ve “az gelişmiş ülkelerin yabancı yatırıma hasret vatandaşlarına güvenerek ortaya konulmuş ilkel IMF dogmalarına göre” hareket etmekle suçlamıştı. Glazyev birçok açıdan yeni bir NEP (Yeni Ekonomi Politikası) vazediyor. İkinci kutup ise Adil Rusya’nın en soldaki vekili Mihail Delyagin ve Komünist Partisi. Bunlar da şu veya bu biçimiyle millileştirmelerden ve yeni bir “Gosplan”dan yanalar.

Sergey Glazyev, Putin’le

Ancak bu iki çakışan kutup sadece kendi aralarında değil, aslında aynı zamanda “mali blokla” da iç içe geçmişlik sergiliyorlar.

“Mali blok” iki merkezden oluşur: Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığı. Hiç değilse Merkez Bankası’nın krizi (elbette kapitalizm içinde) aşmak için benzersiz bir çaba gösterdiği ve üstelik az çok başarılı da olduğu açık. Nitekim Avrupa ve ABD mali kuruluşlarından takdir ve hatta hayranlık dolu övgüler de bunu gösterir. Ama bu övgü ve başarı enflasyonu geleneksel “mali bloğun” parçalanma eğilimine de işaret sayılmalı, zira 24 Şubat öncesinde “düzenleyici” (yani siyaset yapıcı) olan Merkez Bankası artık “tekniker” (yani uygulayıcı) haline geliyor. “Mali bloğun” en gözü pek savunucularından, özellikle iktisat haberlerinde uzmanlaşmış medya holdingi RBK’nın daha haziran başında, rublenin değerini düşürmeyi bir türlü başaramadığı eleştirisiyle Merkez Bankası’na “ekonomistlerin” saldırısının işaret fişeğini çakması, tesadüf değildi.

Bu bloğun dogmatizmi üzerinde sıkça durdum. Gene de dogmatizmin boyutlarını gösteren hiç değilse iki örnek vermek gerek. Örnekleri incelerken iç çatışma dinamikleri ve bunları sınırlayan faktörlerle de karşılaşacağız.

Temerrüt

Birincisi, Rusya’nın temerrüde gitmesi sürecinde, Merkez Bankası değilse bile Maliye Bakanlığı, adeta “temerrüde gitti demesinler” obsesyonuyla, Eurobond tahvillerine döviz ödemelerine devam etmek dâhil her yolu denedi. Üstelik, alacaklının eline para saymanın karşı konulamaz cazibesinden başka çok güçlü bir müttefiki de vardı: PIMCO’ydu bu. PIMCO (Pacific Investment Management Company), Rusya’nın temerrüde düşmeyeceğine o kadar güveniyordu ki, sadece geçen yıl Rusya’ya 1 milyar dolar civarında kredi risk primi (CDS) yatırımı yapmıştı; Tinkoff yatırım danışmanlığının verilerine göre mayıs ortası itibariyle Rusya’nın 3,1 milyar dolarlık dış borç tahvillerine sigorta poliçesi kabilinden CDS satmıştı. (Poliçe veya “türev”, satıcının, tahvili basan ülkenin temerrüde gitmesi durumunda, bu tahvillerin nominal fiyatıyla pazar fiyatı arasındaki farkı alıcıya ödeme taahhüdüdür.) Dolayısıyla PIMCO, olası bir zarardan kurtulmak için “bırakınız ödesinler” kulisi yapmak zorundaydı. Ama olmadı, ne paranın sesi ne PIMCO’nun kulisi başaramadı bunu durdurmayı; ABD Maliye Bakanlığı en nihayet 25 Mayıs’tan itibaren OFAS lisansını iptal edince tahvil ödemeleri mecburen durdu. 24 Haziran’da bir sonraki ödemeler yapılamadı; böylece (Medvedev’in deyişiyle) bir “siyasi temerrüt” durumu ortaya çıkmış oldu.

Ama dünya batmadı; tersine, temerrüt obsesyonunun bütün obsesyonlarda olduğu gibi tamamen saçma bir nedene dayandığı anlaşıldı; nitekim yapılamayan ödemeler bu tarihten sonra artık haber konusu bile olmadı.

Yeri gelmişken, sahnedeki diğer aktörü es geçmeyelim. PIMCO hiç de zarar etmiş sayılmaz. “Türev” veya risk yönetim kuponları vb., finans tanrısına tapan neoliberal çağın alametifarikaları arasındadır, artı-değerin spekülasyon yoluyla sızdırılması aracıdır bunlar ve daha önemlisi, piyasayı kontrol eden güçler kendileri çalıp kendileri oynarlar ve kasa her zaman kazanır. Bir ülkenin temerrüde düşüp düşmediğini, CDS poliçeleri satan dev şirketlerin oluşturduğu CDS komitesi belirler. ABD Maliye Bakanlığı OFAS lisansını iptal edince doğal ki pazar kalmadı, pazar olmayınca pazar fiyatı belirlenemez oldu, pazar fiyatı belirlenemeyince nominal fiyatla arasındaki fark ölçülemez oldu, o zaman ne yapsın zavallı PIMCO, zavallı Golden Sachs! Nereden bilsinler ne ödeyeceklerini? Ve böylece CDS komitesi ABD Maliye Bakanlığı’ndan Rusya’nın devlet tahvilleri için açık artırma izni istedi, aldı ve açık artırmada tahvillerin fiyatı yüzde 48 ile 56 arasında fırladı. Bunların önemli bölümünü de (tesadüfe bakın siz!) PIMCO ve Golden Sachs aldılar.

Demek ki artık varlıkların sahipleriyle varlıkları sigortalayanlar aynı kişiler. Bu, Rusya “borcum borç” dediği sürece çağdaş simyacıların kazanmaya devam edecekleri anlamına geliyor. Rusya borçlarını silse de kazanacaklar, çünkü 340 milyar dolar rezerv ellerinin altında. Bu durumda temerrüt, tahvili elinde bulundurup üstüne türevini satanlar için baştan çıkarıcı bir fırsat bile olabilir. Hem zaten kaybetseler de dişe tırnağa dokunur bir şey yok; birkaç milyar dolar, sadece PIMCO’nun (2021 sonu verilerine göre) 2,2 trilyon dolarlık işlem hacmi karşısında nedir ki?

Leasing

Leasing meselesi, başka bir örnek; üstelik bu defa Maliye Bakanlığı, hazinenin zararına ödemeleri devam ettirme mücadelesinde kısmen başarı kazandı.

Mesele şuydu: Rusya pazarından çekilen ve böylece üretim, ithalat, bakım ve yedek parça teminini bırakan, dolayısıyla sözleşme yükümlülüklerini yerine getirmeyen yabancı şirketlere Rusya şirketlerinden leasing ödemeleri yapmaya devam etmeli mi (bunların bedeli yıllık 350-400 milyar rubleyi buluyor), yoksa moratoryum mu ilan edilmeli? Ekim ayı sonunda Başbakan Mişustin, bu konuda karar verilmesi için Başbakan Yardımcısı Manturov ile Ulaştırma Bakanı Savelyev’i görevlendirdi. Ulaştırma Bakanlığı “uzman raporuna” dayanarak olumsuz görüş bildirdi, Maliye Bakanlığı da bunun arkasında durdu. Ne var ki raporu düzenleyen “uzman” kurulun üyeleri, Rusya pazarından ayrılan yabancı şirketlerin temsilcileriydiler zaten. O kadar kör gözüm parmağına bir oyundu ki bu, Mişustin müdahale etmek zorunda kaldı ve “problemi” kısmen çözme yoluna gitti, buna göre ödemeler azaltılacak. Ama leasingli araçların bakım ve yedek parça temini sorunu çözülmüş değil; bunun için Türkiye ve en çok da İran üzerinden paralel ihracatla muhkem kanallar açılması gerekiyor. Leasing ödemelerinde ise son söz henüz söylenmedi, onu “ithal ikameci bloğun” temsilcisi, Başbakan Yardımcısı D. Manturov söyleyecek.

Denis Manturov

Bakanlıkların dünya kapitalist sisteminde kalma kararlılığını göstermesi açısından önemli bir örnek bu. Çatışmanın nedeni, Sovyet sanayisinin, yani iktisadi bağımsızlığın ucuz batı mamulleri karşısında yıkılmış olmasında. Şimdi ya yeniden yapmak zorundalar bütün bunları, ya başka ucuzcular bulmak zorundalar (Çin gibi; ama tedarik zincirini kaydırmak kolay iş değil, üstelik kendisi de dünya kapitalist sistemine bağımlı olan Çin bunu yapmakta pek istekli davranamıyor), ya da bağımlılığı koruyup krizin yakın zamanda çözülmesi umuduyla idare-i maslahatçılık yapmak zorundalar.

Üç alternatif

Ancak üç alternatif arasında bıçak sırtı bir farklılık yok. Bu alternatifleri uygulama yolunda aşamalar çakışıyor. Yeniden yapma taraftarlarını en radikaller kabul edersek eğer, bugünden yarına yeniden yapamazlar, ucuzcu bulmak zorundalar bunlar ve bu yüzden “ithal ikameci blokla” aşamalı geçişte ortaklaşıyorlar. Ve tedarik zincirini doğuya kaydırmak isteyen ithal ikameciler de bugünden yarına yapamazlar bunu, o zaman sorun tamamen çözülene kadar emperyalist sistem içinde kalma yanlılarının idare-i maslahatçılığına yaslanmak zorundalar.

Taraflar arasında bu çelişik geçişkenlik, bu kavgalı birliktelik iktisadi hayatın her alanında devam ediyor.

Diyelim ki, dev şirketlerin temettü ödemeleri.

Birinci grup, ister siyasi olarak “sağdan” (askercil) olsun isterse soldan (halkçıl), bu ödemelerin tamamen durdurularak dev devlet şirketlerinin gelirlerinin olduğu gibi bütçe finansmanında kullanılmasını istiyor. Üstelik onların kanısına göre kaçınılmaz bir durum bu, zira petrol ve doğalgaz gelirleri yaptırım terörü altında ister istemez düşecek, bu durumda finansman için ya halka gidecekler, ya burjuvaziye.

İkinci grup da bunun farkında, ama bu şirketlerin sermaye yapısında değişikliği göze alamaz, zira bu grubun siyasi hedefi orta burjuvazinin diğer sınıflar, ama en çok da büyük burjuvazi hesabından yiyerek yükselişi, ama bu ancak kapitalist sistem içinde mümkün, oysa birinci grubun radikal çözümü orta burjuvazinin yükseliş kanallarından birini kapatmak anlamına gelir.

Üçüncü grup bu noktada devreye giriyor: Kapitalist sistemin devam etmesi için borsanın işlemeye devam etmesi gerek; bu da Rusya ekonomisinin kaldıracı olan dev devlet şirketlerinin temettü ödemelerine, yani bunların yerli ve yabancı büyük burjuva kurtçuklarını beslemeye devam etmeden mümkün değil. Böylece çatışmayı sulh sınırları içinde devam ettirecek bir uzlaşmaya varılır: temettü ödemeleri kısmen sınırlanır, ama tamamen kaldırılmaz. Bu öncelikle ikinci grubun işine yarar, ama öyle olunca “kesişen kümeler” sayesinde diğer ikisi de faydalanır.

Denge

Denge öyle bir kurulmuştur ki, orta burjuvazinin önünü açma taraftarları yaptırım şartları altında avantajlı durumdadır. Ama bu diğerlerini umutsuz kılmaz. Neden?

1) Siyasi açıdan sol, orta burjuvazinin yeni bir yükselişine karşı değildir, zira bu, solun asr-ı saadeti olan NEP’e yol açabilir. Neydi NEP? Lenin’in deyişiyle: “Büyük bir sıçrayış için küçük bir ricat.” “Savaş komünizmi” döneminden çıkışın, iktisadi yok oluşun eşiğindeki SSCB’nin yeniden imarının ilk halkası. Büyük burjuvazinin ezildiği şartlarda küçük ve orta burjuvazinin mutlak devlet denetimine dayanan yükselişi. Rusya’nın belki de ta Kiev prensliğinden bu yana gördüğü en demokratik dönem. (Bu sonuncusu, birinci grubun diktatoryal yetkilerden yana “askercil” kanadıyla azami demokrasiden yana “halkçıl” kanadı arasında ikincil bir çelişki yaratır.)

2) İktisadi açıdan sağ, “mali blok”, orta burjuvazinin yeni bir yükselişine karşı değildir, meğerki büyük burjuvazinin menfaatleri korunsun. Zira, eğer bunlar korunursa, büyük burjuvazi diğerlerini zaten yutacaktır; üstelik ikinci grubun öngördüğü imtiyazlar hayata geçerse semirmiş halde yutacaktır ki bu fazladan iştah açıcıdır.

“Süreç, ancak çatışma kavrandığı ölçüde kavranabilir.”

Çatışma ve öngörülebilirlik

Putin 16 Kasım’daki Bakanlar Kurulu toplantısında, Sanayi ve Ticaret Bakanı Denis Manturov’un askeri personel ve kısmi seferberlikte askere alınanlara uygun şartlarda araç kredisi programını genişletme önerisine mutabakatını vermeden önce Maliye Bakanlığı’nın onayı olup olmadığını sordu. Dikkat çekiciydi bu, zira bakanlıkların yetkilerinin kesin sınırlarla bölündüğünü ve aralarındaki ihtilaflarda başkanın da değil ama öncelikle yetkili bakanlığın onayının arandığını gösteriyor. Tekil bir örnek değil, benzerleriyle sıkça karşılaşılır; özellikle de finans ve sanayi arasındaki ve “askeri blokla” diğerleri arasındaki çelişkilerde.

Bu, bugünlerde gene pek moda olmaya başlayan, burjuva siyaset biliminin en anlamsız kavramlarından birinin, “totalitarizmin” aslında hiçbir nesnel temeli olmadığına işaret eder aynı zamanda; zira hiç de “total” bir yetki uygulaması yok, tersine yetki alanları kesin sınırlarla belirlenmiş; özel durumlar dışında başkan da bu bölünmüş yetkilere müdahale etmiyor. Bu sınır çizimi bir grubun oturup optimal “yönetişim” usulünü belirlediği keyfiyetten doğmuyor; sınırlar belli, çünkü farklı siyasi ve sosyal hedeflerin güdüldüğü çatışma devam ediyor ve bu çatışmanın kontrolünü kaybetmemek için kurallar konuluyor.

Bu yüzden, Rusya’nın devlet kararlarını (hangi alanda olursa olsun: militarizmden dış siyasete, ekonomi siyasetinden offshore hesaplarının akıbetine) “total” bir grup karar alıcının anlık, öngörülemez, sürpriz kararlarına bağlama eğilimi bana hep saçmalık olarak görünmüştür, zira siyaset öyle net çizgilerle belirlenmiş ve kurumların yetkileri çatışmanın savaşa varmaması için öyle kalın çizgilerle tayin edilmiştir ki, pek az sürprizle karşılaşılır. Bu yüzden süreç, ancak çatışma kavrandığı ölçüde kavranabilir.

Yetki çatışması ve geçici ricatlar

Taraflar yetkilerini kıskançlıkla korur; birbirlerine müdahaleleri hoş karşılanmaz ve neredeyse gözlerine sokarcasına geri püskürtülür.

“Askeri blok” ile “mali blok” arasında nisan sonunda böyle bir olayla karşılaşılmıştı; Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri “Bay Siloviki” Patruşev, rublenin döviz sepeti ve altına sabitleneceği bir mali sistem üzerinde çalışıldığını söylemiş, ama Merkez Bankası Başkanı Nabiullina bunu kesin, hatta neredeyse protokol dışı bir dille yalanlamıştı.

Bu gerçekten de hayati bir sorundur. Diyelim ki “dost” hatta müttefik ülke olarak Kazakistan’la dış ticaret sözleşmeleri ruble ve tenge üzerinde yapılabilir ve yapılıyor, ama her halükârda, bu ruble veya tenge tutarlarının tartısına vurulacağı bir (kaçınılmaz olarak marksist kavramlara başvurmalıyız) “evrensel eşdeğer” gereklidir. Bu evrensel eşdeğer ne olacak? Uluslararası ticarette “de-dolarizasyon” sadece hoş bir retorik değilse (değil), başka bir şey bulunmalıdır. Patruşev’in önerisi, bunu altın ve döviz sepeti olarak öngörüyordu, ama onun önerisi, bu sırada hâlâ emperyalist sistem içinde kalma yollarını arayan “mali bloğun” duvarına çarptı ve “askeri blok” yetki gaspından kaçınarak geri çekildi. Oysa süreç ister istemez tam da bu noktaya vardı. RBK 19 Kasım’da, mealen şu haberi geçti: “RBK’nın görüştüğü kaynaklardan biri… mesela Kazakistan’la ticaret milli paralar üzerinden yapılsa bile 1 tengeye karşılık kaç ruble düşeceğinin tengenin dolar kuruna göre belirlendiğini söylüyor. Bu yüzden Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığı bankalarla birlikte, çapraz kur hesaplamalarından bir ölçüde çıkılmasına imkân verecek bir inisiyatif üzerinde çalışıyor.”

Anlaşılan o ki, “mali blok” altın (veya petrol) standardına dolaylı olarak bile geçilmesinden inatla imtina ediyor, bunun yerine aslında hibrit bir dolarizasyondan başka anlama gelmeyen “döviz sepeti” oluşturmaya çalışıyor ve bu sürece neoliberalizm çağın kutsal sunağı bankaları da katacağını hiç değilse şimdilik taahhüt ediyor.

Başarılı olur mu? Olur. Dolarizasyonun tasfiyesi anlamına gelir mi? Hayır. Eğer bu konuda kararlılarsa (ve troykanın yaptırım terörü, hiç istemeseler de onları kararlılığa itiyor) yeni bir (bir!) evrensel eşdeğer bulunması kaçınılmazdır; ister “evergreen” altın olsun bu, ister yuan, ister “toprağın yağı” olsun, isterse de koyun postu.

“Post-Sovyet Rusya’da özgül bir iktidar yapısı olarak bonapartizm”

Denge kılıcı

İyi ama bütün bunlarda Kremlin nerede? Kremlin, tıpkı askeri-siyasi meselelerde olduğu gibi siyasi iktisat meselelerinde de pragmatist bir tutum takınıyor, ama bu pragmatizm tıpkı ilk grup meselelerde olduğu gibi ikinci grup meselelerde de ilkesiz değil. Birinci grup meselelerde asgari siyasi hedeflerine ulaşana kadar (bu, Kiev rejiminin Rusya için güncel tehlike veya potansiyel tehdit olmaktan şu ya da bu biçimde çıkartılması demek) çatışmayı sürdürme kararlılığı gibi, ikinci grup meselelerde de orta burjuvaziyi büyük burjuvazi hesabından güçlendirmeyi amaçlıyor. Dolayısıyla Kremlin’in güncel tutumu ikinci grupla çakışıyor; bununla birlikte Kremlin kendi suretinde çatışmalı ittifakın ta kendisi zaten, zira tarafların güç dengesi nispetinde pozisyonu değişebilir, ama bunu sulh dairesinde yapmaya devam edecektir.

Bir örnek: Putin, yukarıda sözünü ettiğim 16 Kasım toplantısında “mali bloğun” kutsal sunağı bankalara saldırmaktan da kaçınmadı: “Bankalar kolayca ve keyifle küçük miktarda krediler veriyor… ama sonra bu insanlar ebedi borçlular haline geliyorlar. Bu mali kuruluşlara bütün saygımla birlikte, bankalar mezara kadar insanların kanını emiyorlar. Elbette buna son vermek gerek.”

Kremlin’in tutumu ampirik olarak tamamen saptanabilir, ama teorik bir problem var orta yerde. Daha önce birçok defa değindiğim bir problem bu: post-Sovyet Rusya’da özgül bir iktidar yapısı olarak bonapartizm.

GÖRÜŞ

Suriye ile acil barış ve uzlaşma

Yayınlanma

Yazar

Siz belki okumaktan bıktınız; ama ben yazmaktan bıkmadım, çünkü mesele olağanüstü önemde. Suriye ile barış konusunda Harici’de yazdığım bir önceki yazı ‘Et Tekraru Ahsen, Velevkane Yüz Seksen’ başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma konusundaki açıklamaları beni tekrardan ümitlendirdi.

Erdoğan’ın açıklamalarından bu defa daha fazla umutlu olmama sebep önce Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile görüşen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ile bir uzlaşma sürecine ülkesinin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması çerçevesinde olumlu baktığını açıklamış olmasıydı. Erdoğan ise bu açıklamalara ilişkin bir soruya gayet olumlu ve yerinde cümlelerle karşılık cevap verince bu işin bu defa ilerleyeceğine dair ümidim arttı. En az bu açıklamalar kadar önemli olanı ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin artık Suriye ile uzlaşarak/anlaşarak teröre karşı ortak mücadele edilmesine vurgu yapan konuşmalarıydı. Kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman Bahçeli’nin bu tarz konuşmaları hükümetin/devletin yeni politikalarının deklarasyonu gibi oluyor.

İÇERİK ÇOK UYGUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat’ın açıklamasına verdiği cevabın muhteva analizinde birkaç husus hemen fark edilebiliyor. Örneğin Erdoğan’ın sözlerinde zehirli hiçbir unsur bulunmaması ilk bakışta dikkati çekiyor. Örneğin rejim kelimesinin kullanılmamış olması tek başına çok önemli bir fark. Yakın zamana kadar Türk yetkililerin sürekli kullandığı bu ifadenin karşı tarafta çok büyük olumsuzluklar barındırdığını söylemeye bile gerek yok. Yıllar önce Yunanistan ile Gayriresmi Diplomasi toplantıları yaptığımızda onların Kıbrıs konusunda Türk işgali vb. sözlerine biz, Kıbrıs Barış Harekâtı sözlerine de onlar itiraz ederlerdi.

Rejim kelimesi ile başlayan açıklamalar da Suriye tarafı için uzlaşmamak adına yapılan yaralayıcı ve eleştiri sözleri ve bunu gerek Harici’de gerekse sosyal medya hesabımda (@hasanunal1920) sürekli dile getire geldim. Örneğin Erdoğan Suriye konusunda ilk defa 2022 yılının ağustos ayı başlarında Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmenin ardından, Putin’in kendisine PKK/PYD’ye karşı askeri operasyon konusunda hep Suriye ile ortak hareket etmeyi tavsiye ettiğini, kendisinin de artık aynı kanaatte olduğunu, devletler arasında sürekli husumet olmayacağını ve kendisinin Esat ile el sıkışabileceğini söylemesine ve benzeri açıklamaları sonraki günlerde sürdürmesine rağmen o zamanki bürokrasi ısrarla rejim vb. açıklamalar yaparak sürece ivme kazandırmak yerine adeta baltalamıştı.

Bu defa Erdoğan’ın konuşmasında bu türden hiçbir unsur olmadığı gibi, Esat’a ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı ifadesini tercih etmesi ayrıca ümit verici; çünkü 2022 yılı ağustos ayı başlarında Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara rağmen o zamanki bürokrasi kullandığı ifadelerle hala Esat’ı ve hükümetini meşru görmediğimizi ima ediyordu. Bu defa Erdoğan’ın ısrarla Suriye Devlet Başkanı demesi sanırım ve ümit ederim ki, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırıyordur.

Erdoğan’ın konuşmasında yer alan önemli vurgulardan birisi de Suriye’nin iç işlerine karışma niyetimizin olmadığının belirtilmesiydi. Erdoğan’ın Putin’le Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklamanın ardından Türk yetkililer özellikle de o zamanki dışişleri bakanı rejim diye başlayan cümlelerle Suriye’ye yeni bir anayasa yapılması gerektiğinden söz ediyor ve ısrarla muhaliflerden bahsederek onların yönetime nasıl katılacaklarını sorguluyorlardı. Aslında yaptıkları şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de ve sonraki günlerde yaptığı uzlaşma/anlaşma açıklamalarını görmezden gelmekle eş anlamlı gibiydi. Türkiye’nin 2013-2015 döneminde belirlediği ve ulusal çıkarlarımızla uzaktan yakında alakası olmayan bir politika söz konusuydu.

Özetle söylemek gerekirse, önce çatışmasızlık olacak, o arada yeni bir anayasa yazılarak Suriye’ye dayatılacak, Esat çekilerek yeni ve geçici bir hükümet kurulması sağlanacak ve bu hükümette muhalifler yer alacak (Esat’ın yer alıp almayacağı bile Türkiye açısından bir soru işaretiydi, Ankara bu konuda belki ifadesine daha yatkındı), sonra uluslararası gözlemcilerin sıkı denetimi altında seçimler yapılacak ve sonuçlarına göre de yeni yönetim oluşacaktı. Bu politikanın Türkiye’nin ulusal çıkarı ile uzaktan yakından bir alakası yoktu/olamazdı; çünkü Suriye gibi milli ve üniter yapıdaki bir devlete yeni anayasa dayatmak bu ülkeyi federasyona sürüklemek veya adı konulmamış bir federal yapıya zorlamak anlamına geliyordu. Böyle bir yapıda PKK/PYD’nin de federe ünitelerden birisi olacağı açıktı.

Oysa biz PKK/PYD’nin böyle bir kukla ünite/devletçik haline gelmemesi için mücadele ediyorduk; ancak bu örnekte olduğu gibi üzerinde tam olarak düşünülmemiş politikaların bir tarafında ulusal çıkarları korumak adına silahlı mücadele edersiniz öbür ayağında ise silahla karşı koyduğunuz yapının istediklerini elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olursunuz. Böyle bir politikaya görevdeki bazı profesyonel diplomatların bu taleplerin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararını gerekçe göstererek sahiplenmeleri ise oldukça garip bir durumdu; çünkü BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs meselesiyle ilgili bir dizi kararını biz de haklı olarak uygulamazken (İsrail’in BM kararlarını hiçe saydığını ayrıca not ederek) bu kararı tanrı buyruğu gibi değerlendirmek aslında Erdoğan’ın ‘Suriye ile uzlaşın’ talimatını sulandırmaktan başka bir şey değildi. Aslında o politikaya göre ülkemizde ve Suriye’de baktığımız yaklaşık on milyon Suriyeli ile PKK/PYD’nin Amerikan güçleri ile birlikte Fırat’ın doğusundaki nüfus ve İdlib bölgesinde yaşayanlarla birlikte Esat’tın seçilmesi engellenecekti; çünkü bu üç büyük nüfus grubu Suriye hükümetinin kontrolünde yaşayanlardan daha fazlaydı.

Erdoğan’ın Suriye’nin iç işlerine karışma niyetinde olmadığımızı söylemesi hem ulusal çıkarlarımıza uygun hem de yeni bir politika önerisine benziyor. Başka bir ifadeyle Suriye için yeni anayasa fantezisinden vazgeçmiş oluyoruz ki, aramızdaki en önemli engellerden birisi ortadan kalkmış oluyor. Bu, ayrıca Suriye’nin milli ve üniter anayasal yapısının korunmasının Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğunun anlaşılması anlamına geliyor olsa gerektir; çünkü federal bir yapıya zorlanan ve içinde PKK/PYD’nin federe ünite olarak yer alacağı bir Suriye’nin parçalanma ve Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit etme riski hiç de azımsanamaz.

İLERİYE BAKMAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması kesin bir politika dönüşümü anlamına geliyorsa bunun bürokraside sulandırılmasına izin vermemek gerekir. Erdoğan ‘vaktiyle ailece de görüşüyorduk, yine görüşürüz’ dediğine göre, Suriye ile sıradan ve soğuk bir barıştan söz etmiyor olsa gerektir. İki devlet arasında önce barışın tesisi için sığınmacıların gönderilmesi ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele konularında ayrı ayrı mutabakat imzalanması gerekecektir. Her iki alanda da çok kapsamlı sorunların olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla mutabakat metinlerine ilaveten çalışma grupları hazırlanarak hızla ilerleme sağlamak lazım gelecektir.

Bu noktada en önemli sorun hükümete destek veren Siyasal İslamcılar, medya ile resmi sıfatlı veya gayriresmi Amerikancı gruplar olacaktır. Örneğin ‘Esat Suriye topraklarından çekilmemizi istiyor’ feveranını epeydir ediyorlar ve etmeye devam edeceklerdir. Oysa Şam hükümetinin kontrolümüzdeki toprakları boşaltmamızı istemesi gayet normal bir talep. Ne yani, Suriye hükümeti topraklarını bize bırakacak değildi herhalde?

Vaktiyle Suriye’ye fethe gidiliyormuş havası yaratılması, hükümetin kendi medyasının bu gerçek dışı havayı yıllarca pompalaması uzlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan birisi gibi düşünülebilir. Fakat buradaki en büyük avantajımız Erdoğan’ın kararları ve tavırları karşısında bu grupların hızla pozisyon değiştirebilmeleri. Gerek kurumlar içerisindeki gerekse gayriresmi kişilikli Amerikancılar ise çok kutupluluk yerleştikçe etkilerini kaybediyorlar. Bu defaki yakınlaşmanın avantajlarından birisi de bu olsa gerek. Ayrıca yakınlaşma konusu bu defa bürokrasiye bırakılarak yavaşlatılma/sulandırılma riskine karşı doğrudan liderler diplomasisi yoluyla yönetilebilir ve uzlaşma/anlaşma bürokrasiye talimat olarak verilebilir.

PKK/PYD’NİN SONU

Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesi PKK/PYD’nin sonu demektir. Amerika’nın bu terör örgütlerine açık destek veriyor olması bu gerçeği değiştirmez. Özellikle çok kutuplu dünyada Amerika’nın bu örgütler yoluyla Orta Doğu’da bir kukla devlet kurmaya çalışması, sınırları doğrudan veya dolaylı değiştirme girişimleri çok kutuplu bir dünyada sürdürülemez. Ankara-Şam uzlaşması Fırat’ın doğusunda hem de Amerikan birliklerinin desteği ile büyük çaplı etnik temizlik yaparak tutunmaya çalışan PKK/PYD ve Vaşington üzerinde psikolojik açıdan şok etkisi yaratacaktır; çünkü bugüne kadar bu kirli ikili Ankara’nın siyasal İslamcı politikalardan vaz geçmeyeceği dolayısıyla Esat dedikleri Suriye ile uzlaşmayacağı varsayımı üzerinden hareket etmekteydiler. Türkiye, Suriye ile uzlaştığı anda bu varsayım gecekondu temeli üzerine inşa edilmiş bir gökdelen gibi çatırdamaya başlayacak ve hızla göçecektir. Suriye ile uzlaşma bu terör örgütüne karşı yapılacak operasyonları ya Şam ile koordine etme veya hiç operasyon yapmadan karşı tarafın göçmesine sebep olacak bir stratejik sabır politikasıyla sonuç alınmasını sağlama fırsatlarını beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Savaş Lübnan’a yayılır mı? Olası senaryolar ve en muhtemel senaryo

Yayınlanma

Khaled Al-Yamani
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Lübnan yöneticisi

İsrail genelkurmay başkanına yakın askeri kaynaklar, işgal ordusunun kuzey cephesinde tırmanan meydan okumayla yüzleşmek için çok sayıda planı olduğunu doğruluyor. Kuzey cephesinde güvenlik durumunun tırmanmasına dair beklenen bir dizi senaryo şu şekilde:

Askeri tesisler ve silah depoları da dahil olmak üzere güney Lübnan ve banliyölerindeki Hizbullah hedeflerine ve belki de kadrolarına yönelik hedefli hava saldırılarını içeren sınırlı bir askeri operasyon seçeneği. En sonuncusu, partinin en önde gelen askeri lideri Talib Abdullah’a yönelik suikast idi.

Böyle bir seçenek İsrailli karar vericinin gözünde “mümkün” görünüyor, böylece Hizbullah’ın tepkileri tolere edilebilir ve işgalin ateş çemberini küresel bir savaşı içerecek şekilde genişletemeyeceğini biliyorlar. Aynı zamanda, işgal böyle bir seçeneği bölgedeki savaş cephelerini artırmak istemeyen Amerikalılara satabilir, son haftalarda İsrail hükümetine güven duymasalar bile, yalanlarından, gerçekleri çarpıtmasından ve ana müttefiklerini manipüle etme yeteneğinden oldukça eminler, bu da Washington’u böyle bir İsrail seçeneğine yeşil ışık yakma konusunda temkinli olmaya teşvik edecektir.

İsrail askeri terminolojisinde “Üçüncü Lübnan Savaşı” ya da “Birinci Kuzey Savaşı” olarak bilinen topyekün savaş, partinin kuzey cephesini ele geçirmesi, tarım alanlarında ateş yakmaya devam etmesi ve şiddetin tırmanması ışığında, muhalefetten ve kamuoyundan hükümete ve orduya yöneltilen başarısızlık suçlamaları, onları her iki taraf için ve belki de tüm bölge için maliyetli ve tehlikeli olan bu seçeneği tercih etmeye zorluyor.

Gerçek şu ki, işgalin “Neron ve Roma’nın yanması” senaryosuna yol açmasını engelleyebilecek birçok kısıtlama var: iç ve dış, öznel ve nesnel, siyasi, güvenlik, askeri ve ekonomik, bu da onun çok fazla bir tercihi olmamasını sağlıyor. Diğeri birçok İsraillinin gözünde intihar gibi görünen bir seçim ve işgal yönetiminin bunu seçmesini engelleyen çok sayıda husus ve faktör var.

Bununla birlikte, bu “intihar” seçeneğinin gerçekleşme şansı çok yüksek olmasa bile, birincil misyonunun tüm cephelerde ateş yakmak olduğunu düşünen, İsrail’in aşınan caydırıcılığını yeniden tesis etme ve işgal varlığını son yıllarda tüm alanlardaki rolü azaldıktan sonra “bölgenin polisi” olarak yeniden kurma iddiasında olan sağcı faşist bir hükümetin varlığı göz önüne alındığında tamamen dışlanmamalıdır.

Kuzey Cephesinde, Hizbullah ile İsrail arasındaki karşılıklı çatışma sürerken, arabulucular hala onlarla istişareler yürütüyorlar, ancak bu tartışmalar kamuoyuna açıklanmıyor. Büyük güçler Lübnan arenasında işlerin kontrolden çıkmasını engellemek istiyor ve her bir tarafın kendi hesapları ve çıkarları var. Ancak Gazze’ye yönelik saldırılar devam ettiği sürece bu arabulucuların başarıya ulaşması zor.

Gazze’deki savaşı durdurmak; İşte kuzey cephesinde devam eden tırmanışı durdurabilecek “sihirli” kelime, işgalin saldırganlığını sona erdirme konusundaki isteksizliği nedeniyle bu seçeneğin başarısız olmasına rağmen, şimdi bahsedilemeyen birçok nedenden dolayı, bu hedefe ulaşılırsa, Irak ile doğu tarafı ve Yemen ile güney tarafı da dahil olmak üzere tüm cepheler sakinleşecek, ancak bu, İsrail’in Gazze cephesinde sükuneti sağladıktan sonra Lübnan’a karşı bir savaş başlatma isteğini filizlendirebilir.

Hizbullah’ın böyle bir senaryonun işgal içinde var olduğunu ve güçlü bir şekilde var olduğunu bildiğine ve buna dikkat ettiğine şüphe yok, ancak gerçekleşme hipotezi en azından yakın gelecekte mümkün değil. Çünkü askeri, ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla işgalci varlık, Gazze’deki savaş sona ererse şüphesiz nefes almaya ihtiyaç duyacak ve belki de Hizbullah ile bir tür çatışmanın patlak vereceği bir gün gelecek, ancak yakın gelecekte olması şart değil.

Lübnan, Suriye ve İran’da suikastların hızlandırılması, komuta ve kontrol merkezlerinin yanı sıra silah ve füze depolarının hedef alınması ise işgalci için bir diğer seçenek. Bu halen yürürlükte olan bir politikadır ve önümüzdeki dönemde artması beklenmektedir. Aynı zamanda, direniş tarafının işgale karşı kapsamlı bir savaş başlatmasını gerektirmediği için, her iki taraf da kontrollü bir tempo sürdürebilecektir.

Beklenen sonuçlar

İşgalin kuzey cephesinde yaşananlara tek ve hızlı bir çözüm bulma kararını henüz vermediği göz önüne alındığında, önümüzdeki birkaç gün yukarıdaki senaryolardan herhangi birinin gerçekleşmesine tanık olmayacağız. Ancak bu durumdan yola çıkarak karşılaşılabilecek bir dizi sonuç şu şekilde:

– Mevcut tırmanma hızı, Gazze’deki duruma bağlı olarak artarak ve azalarak devam edecektir.

– Kuzey cephesinin yarattığı tehdidin ortadan kaldırılması için İsrail’den gelen taleplerin artması beklenmektedir.

– Bu cephedeki gelişmelerin İsrail siyasetinde ve medyasında giderek daha fazla yer alması öngörülmektedir.

– Herhangi bir askeri tırmanışı engellemek için Lübnan ile işgal arasında Amerikan ve Avrupa arabuluculuğunun yoğunlaştırılması öngörülmektedir.

Sonuç 

Lübnan ve işgal altındaki Filistin arasındaki kuzey cephesinde meydana gelen olaylar, gerginliğin her iki tarafı da durumun nelere yol açabileceğini doğru bir şekilde değerlendiremeden devam ediyor. Bunun birden fazla nedeni var, belki de en önemlisi yerel, bölgesel ve belki de uluslararası tarafların çokluğu

İşgal ise, maliyetler ve riskler açısından çoğu zaman birbirine yaklaşsalar bile, bir “sigorta poliçesi” elde etmeksizin, iç ve dış çeşitli siyasi ve askeri faktörleri göz önünde bulundurarak, yukarıda belirtilen seçenekler arasındaki tahminlerini değerlendirmeye devam etmektedir. Lübnan’a karşı olası bir saldırı, şu anda Gazze’de sıkışmış göründüğü zor duruma benzer bir sonuç doğurabilir ve İsrail bunun farkında.

Genel olarak konuşmak gerekirse, denge hala savaş çemberini küresel bir boyut kazanabilecek bölgesel bir savaşa doğru genişletme eğilimine karşı ve Lübnan cephesi, İsrail ordusunun tükenme durumunun, Hizbullah ve müttefiklerinin gücünün ve hazırlığının boyutunun ve isteksizliğinin anlaşıldığı bir atmosferde, hesaplanmış tırmanma dereceleri yaşayabilir… Amerikalılar ve Batılı güçler çatışma çemberini genişleterek taahhüt tavanlarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Buna İsrail’in sahada uygulanamayan güçlü tehditleri de eşlik ediyor. Ancak dengeler bu tehditlerin uygulanması için uygun görünmüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English