Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Fidel Castro’nun SSCB’deki zafer turu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Küba devriminin lideri Fidel Castro’nun Nisan-Mayıs 1963’te yaklaşık 40 gün süren ve Özbekistan, Gürcistan ve Ukrayna gibi Sovyet cumhuriyetlerini içeren gezisine dair notlar, bu gezi esnasında gerçekleşen Castro-Hruşçov görüşmeleri ve Hruşçov’un geziye ilişkin Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi Prezidyumuna sunduğu rapor ilk kez yayımlandı.

Sovyet lider Hruşçov’un Amerikalıların Türkiye’nin Sovyet sınırına füze yerleştirmelerine karşılık Küba’ya “Jüpiter füzeleri” olarak adlandırılan orta menzilli nükleer füzeler yerleştirmeye karar vermesi ile dünyayı (birkaç günlüğüne dahi olsa) nükleer bir savaşın eşiğine getiren süreci imleyen “füze krizi”, ABD ile Sovyetler’in Türkiye ve Küba’dan habersiz giriştiği stratejik pazarlıklar sonucu her iki ülkeden de füzelerin sökülmesiyle sona ermişti.

Ne var ki bu birkaç haftalık kriz, dünyadaki iki sosyalist devletin lideri, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Birinci Sekreteri Nikita Hruşçov ile sosyalist Küba’nın önderi Fidel Castro arasında soğuk rüzgarlar estirir. Her iki lideri yeniden yakınlaştırma vesilesi taşıyan bu geziye dair Rus arşivlerinden çıkan yeni belgeler, sadece geziyi değil uluslararası komünist harekette başlayan ayrışmaları, iki liderin sosyalist devrim kavrayışındaki nüansları, küresel meselelerdeki yaklaşım farkını, fakat her koşulda devam eden yoldaşça dayanışma ilişkisini detaylandırıyor.

Gizliliği kaldıran belgelerin tamamını okumak isteyen okur, National Security Archive’a (ABD Ulusal Güvenlik Arşivi) yönlendiren aşağıdaki bağlantıyı ziyaret edebilir. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Fidel Castro’nun Zafer Turu: Rus Arşivlerinden Çıkan Yeni Belgeler

Ed. Svetlana Savranskaya
National Security Archive
29 Nisan 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Rus arşivlerinden toplanan ve 29 Nisan’da Ulusal Güvenlik Arşivi tarafından yayımlanan yeni belgeler, Fidel Castro’nun Nisan-Mayıs 1963’te SSCB’ye yaptığı ve Sovyet lideri Nikita Hruşçov’un Küba Füze Krizi sonrasında bozulan ilişkileri düzeltmek için bir fırsat olarak gördüğü o müstesna geziye dair pek çok ayrıntı sunuyor. Rus devlet arşivlerinden yeni tercüme edilen kayıtlar Küba lideri Castro’nun birçok Sovyet cumhuriyetini gezdiğini, üst düzey Sovyet liderleriyle görüşüp sohbet ettiğini ve belki daha da önemlisi Küba Füze Krizi nasıl sonuçlanmış olursa olsun Sovyetler Birliği’nin Küba’nın güvenilir ortağı ve hamisi olarak kalacağına dair çok sayıda güvence ve güvenlik ve ekonomik yardım vaadi aldığını gösteriyor.

Fidel Castro, 1968 yılında üst düzey yöneticilerine hitaben gece boyu yaptığı gizli bir konuşmada, Küba Füze Krizi’nin ana odağını oluşturan füzelerin geri çekilmesine ilişkin Hruşçov’un Amerikalılarla arkadan pazarlık yapmasını “Sovyet ihaneti” olarak gördüğünü ve bundan dolayı kendisini aşağılanmış hissettiğini söyleyecekti. Castro anlaşmanın koşulları, özellikle de ABD füzelerinin Türkiye ve İtalya’dan kaldırılması konusunda hiçbir zaman tam olarak bilgilendirilmemişti. Fakat Castro Küba’nın reform tedbirleri için hem maddi hem de ideolojik eğitim anlamında Sovyet yardımına ihtiyacı olduğunu da biliyordu.

Hruşçov ve üst düzey Sovyet liderliği, Batı yarımküredeki tek başarılı komünist devrim olan bu önemli müttefikini elinde tutmak için her şeyi yapmaya hazırdı. Stratejik tüm nedenlerin yanı sıra, Hruşçov’un “Küba’yı kaybetmesinin” iç politikada yaratacağı tepkiden korkmak için de son derece gerçek nedenleri vardı. Nitekim Sovyet Başbakan Yardımcısı Anastas Mikoyan Kasım 1962’de (krizi çözmek üzere) Küba’da bulunduğu sırada bir eliyle Sovyet füzelerini geri çekerken diğer eliyle de Castro’ya mümkün olan her türlü ekonomik yardımın sözünü vermeye çalışıyordu.

Küba Füze Krizi’nden aşağı yukarı üç ay sonra Sovyet Başbakanı Castro’ya hem füzeleri yerleştirme hem de hızlı bir şekilde geri çekmesine neden olan motivasyonunu açıklayan son derece içten bir mektup yazdı. Esasen bir yandan özür diliyor, bir yandan da Castro’yu Sovyet saflarına geri döndürmek için pratik adımlar atmaya çabalıyordu. Böylece Hruşçov Castro’yu SSCB’nin farklı bölgelerini göreceği ve Sovyet liderliğiyle vakit geçireceği kapsamlı bir geziye davet etti.

Castro’nun ‘zafer turu’ başlıyor

Castro, 27 Nisan 1963’te Havana’dan Murmansk’a aktarmasız bir uçuşla gizlice geldi (uçak, oldukça kötü bir havada ancak üçüncü denemede iniş yapabildi). Burada binlerce insan sokaklara dökülerek onu bir kahraman gibi karşıladı. Nikolay Leonov yolculuk boyunca Castro’ya tercümanlık yaptı, ev sahipliğini ise Mikoyan ve Kuzey Filosu Komutanı Amiral Kasatonov. Castro, Sovyet denizaltılarını görmesi için Severodvinsk’e götürüldü (fakat kriz sırasında Küba’ya giden denizaltılar gösterilmedi), denizcilerle bir araya geldi ve dünyanın nükleer enerjiyle çalışan ilk buzkıranı olan Lenin’de bir resepsiyon verildi.

Murmansk’tan sonra Moskova’ya geçen Castro, Lenin’in Mozolesi’nin tepesinde Sovyet liderliğiyle birlikte 1 Mayıs kutlamalarına katıldı ve Zavidovo’da devlet daçasında kaldı. Zavidovo’da iki lider, komünizmin dünyadaki ve özellikle de gelişmekte olan ülkelerdeki kaderini enine boyuna tartıştı. Burada Hruşçov bir “öğretmen”, Castro ise sadık fakat kendi fikirleri olan ve sık sık öğretmenini sorgulayan bir “öğrenci” rolündeydi.

Afrika’daki ulusal kurtuluş mücadeleleri, küresel meselelerdeki yaklaşım farkını gösteriyor

Castro özellikle Afrika’daki kurtuluş mücadelesinin durumundan endişe ediyordu. Hruşçov’dan “Afrika kıtasının gelecekteki siyasi gelişimi”ne ilişkin görüşlerini ifade etmesini istemiş, bu sırada kimi Afrika devletlerinin hızlı siyasi ilerleme beklentisine dair kendisinin de oldukça eleştirel olduğunu belirtmişti. Castro, devrimci lider Ben Bella’nın daveti üzerine Cezayir’i ziyaret etmeyi planlıyordu, fakat Hruşçov, emperyalistlerin Castro’ya (mesela bir mola esnasında) suikast düzenlemesinin çok kolay olabileceğini söyleyerek onu vazgeçirdi. Yine Sovyet lider, Afrika ülkelerindeki komünist zaferlerin karmaşık beklentileri hakkında görüşlerini açık yüreklilikle dile getirmişti, buna Gine lideri Sékou Touré’den “fahişe” olarak bahsetmesi de dahil. Bu tartışma aslında iki liderin küresel meseleler hakkındaki düşünce tarzlarının bir karşılaştırmasını da sunmaktadır: Castro’nun Marksizm-Leninizm’in eninde sonunda galip geleceğine olan samimi inancı ile Hruşçov’un çok daha pratik ve bazen de alaycı görüşleri ile bilhassa münferit liderlere ilişkin değerlendirmeleri.

‘Castro’nun duyması istenen son şey’

Yaptıkları görüşmeler arasında Hruşçov için en belki de önemli konu, Castro’ya 1962 sonbaharındaki Füze Krizi sırasında nükleer silahlar da dahil olmak üzere büyük Sovyet güçlerinin adaya konuşlandırılması ve adadan çıkarılmasına ilişkin Sovyet kararının ardındaki motivasyonu açıklamaktı. Hruşçov’un, Castro’nun ziyareti sırasındaki ana hedefi, Küba liderinin bu olaydan dolayı incinmiş olması muhtemel duygularını teskin etmek ve ABD’den Küba’ya müdahale etmeme taahhüdü alarak elde ettikleri “zafer” ile Küba devriminin güvenliğinin bizzat SSCB tarafından garanti altında olduğuna Castro’yu ikna etmekti. Bu konuşmalar burada yer almıyor çünkü bu yazının yayımlandığı tarihte Rus arşiv yetkilileri tarafından (henüz) gizlilikleri kaldırılmamıştı. Ne var ki, Hruşçov’un 7 Haziran 1963’te Prezidyuma sunduğu rapordan ve Castro’nun 1992’de Füze Krizi’nin 30. yıldönümünde Ulusal Güvenlik Arşivi ve Brown Üniversitesi’nden James Blight ve Janet Lang tarafından düzenlenen önemli bir sözlü tarih konferansında anlattıklarından görüşmelerin gerçekleştiğini ve içeriği hakkında pek çok şey biliyoruz.

4 Mayıs 1963’te Hruşçov Castro’ya kriz sırasında ve sonrasında Sovyetlerin ABD ile ilişkisine dair “gizli kanal” belgelerini gösterdi. Hruşçov belgeleri Küba liderine, Castro’ya sık sık tercümanlık da yapan ve SSCB gezisinde kendisine eşlik eden Meksika’daki Sovyet vatandaşı Nikolay Leonov’un simultane tercümesiyle okudu. Bu çok gizli belgelerin okunması ve tartışılması neredeyse koca bir gün sürdü ve Castro ilk kez bu sırada, hatta görünüşe göre kazara, Küba’daki Sovyet füzelerinin Türkiye ve İtalya’daki ABD füzelerinin sökülmesi karşılığında kaldırıldığını öğrendi. Castro bunun “duymasının isteneceği son şey” olduğunu fark etti: “Türkiye’den füzelerin çekilmesinin Küba’nın savunmasıyla hiçbir ilgisi yoktu.” Castro, Hruşçov’dan bu paragrafı yeniden okumasını istedi fakat Sovyet lider sadece “o müstehzi kahkahasını” atmakla yetindi.

Moskova’daki görüşmeler sonrasında Castro uzun bir Sovyetler Birliği turuna çıktı. Volgograd’da bir traktör fabrikasını ve Mamaev Tepesi’ndeki Sovyet savaş anıtını ziyaret etti. Özbekistan’a yaptığı gezi tarım reformu fikirleri açısından önemliydi; traktör sürücüleriyle bir araya geldi, ipek üretimini gördü ve az gelişmiş bir ülkenin bu denli ilerleme kaydetmesinden ve tarımdaki makineleşmeden etkilendi. İşte fikir tam da buydu: Küba da Sovyet yardımı ve himayesiyle hızla gelişebilirdi. Castro Taşkent’ten sonra İrkutsk’a gitti, Angara’da yerel bir balıkçıyla balık tuttu ve Bratsk hidroelektrik santralini gördü. Her şehirde, her tren istasyonunda, Kübalı devrimci lidere gerçekten büyük bir hayranlık duyan coşkulu ve geniş halk kitleleri tarafından karşılandı. Sibirya’daki bir diğer durağı ise Sverdlovsk (bugünkü Yekaterinburg) oldu. Onur konuğu Sverdlovsk’tan Leningrad’a, oradan ise Kiev’e uçtu.

Emperyalistlere Küba’dan bir selam

Moskova’ya döndüklerinde Hruşçov, Castro’ya bir ICBM (kıtalararası balistik füze) görme fırsatı sundu ve hatta Küba lideri R-16 füzesinin gövdesine adını yazarak imzaladı (böylece Amerikan emperyalistleri, füzenin kullanılması gerektiğinde Küba’dan bir selam taşıdığını bileceklerdi). 23 Mayıs’ta Kremlin’de bir dizi Küba-Sovyet anlaşması imzalandı ve Castro “Sovyetler Birliği Kahramanı” olarak onurlandırıldı. Moskova’daki Lujniki Stadyumu’nda düzenlenen ve 125 bin kişinin katıldığı büyük bir etkinliğin ardından Hruşçov ve Castro, Hurşçov’un Sohum yakınlarındaki Pitsunda’da bulunan en sevdiği güney daçasına uçtular.

Gürcistan gezisi esnasında ikili Küba Füze Krizi hakkında konuşmaya devam etti (transkripsiyonun gizliliği henüz kalkmadı ama [oğul] Sergey Hruşçov, Hruşçov ile Castro arasında Sovyetler’in ABD Başkanı Kennedy ile müzakere etmediği bir durumda Küba devriminin Amerikan işgaline kaç gün direnebileceğine dair bir münakaşadan bahsediyor). Yine Küba ekonomisi ve sosyalist bloktaki durum (Romanyalılar hâlâ burjuva milliyetçi duygulara sahiptiler ve diğer sosyalist ülkelerle iş birliği yapmaktan imtina ediyorlardı) ve Küba’daki Sovyet uzmanlar (çoğu katıksız bürokrattılar ve artık evlerine gönderilmeleri gerekiyordu) da diğer önemli tartışma başlıklarıydı. Castro bu gezi esnasında işlerin gerçekte nasıl yürüdüğüne dair paha biçilemez bilgiler edinerek gerçek anlamda bir sosyalist eğitim müfredatına maruz kaldı.

‘Biz kazandık, kazanan biziz!’

Castro, gizlice gelişine benzer şekilde, Havana’ya Murmansk üzerinden yine gizlice döndü. Tüm gezi boyunca bir kahraman olarak ağırlandı, SSCB’nin en üstün askeri nişanlarıyla ödüllendirildi ve Küba sanayisi ve tarımına dair tüm alanlarda ekonomik yardım taahhütleri aldı ve somut anlaşmalar yaptı. Bu kelimenin gerçek anlamıyla bir zafer turuydu.

Ne var ki Hruşçov’un hâlâ yapması gereken bir iş vardı: Prezidyumu Castro’nun Füze Krizi’ne ilişkin Sovyet anlatısını kabul ettiğine (Castro’nun daha sonra 1968’de Küba liderliğine yaptığı gizli konuşma hiç de böyle bir kabulün olmadığını gösterse de) ve sadık ve güvenilir bir müttefik ve Çin’i değil Sovyetler Birliği’ni asıl öğretmeni olarak gören hevesli bir öğrenci olarak kaldığına ikna etmek. Hruşçov’un Prezidyuma sunduğu rapor, (Çin Komünist Partisi ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi arasındaki tartışmanın alenileştiği) 1963’te olduğu gibi Füze Krizi sırasında da Çin’in Sovyetler için önemli bir endişe kaynağı olduğunu ortaya koyuyor. Hruşçov, Prezidyuma Çin meselesini Castro’ya açıkladığını ve Castro’nun “Sovyet pozisyonunu doğru anladığını” belirtmişti. Bunu yaparken Sovyet liderinin, Prezidyumu, sadece Castro’yu ikna ettiğine değil, Sovyetlerin Küba’dan çekilmesinin bir fiyasko değil bir zafer olduğuna inandırmaya çalıştığı ve bunu farklı biçimlerde tekrarladığı da anlaşılıyor: “Amacımıza ulaştık, dolayısıyla biz kazandık, kazanan biziz.”

DÜNYA BASINI

Savaşın yayılması ABD’nin gizli gündemi mi?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin savaşı sürdürme ve genişletmeye çalışan İsrail’i dizginlemeye çalıştığı iddialarının gerçeği yansıtmadığını savunuyor. Veriler ve uzman görüşleri ile desteklenen makale Demokratlar içindeki neo-muhafazakâr gündeme ve isimlere dikkat çekiyor:

***

Biden yönetimi gerilimi azaltmaya mı çalışıyor yoksa Orta Doğu’yu savaşa mı sürüklüyor?

Washington bölgesel ateşkes çağrısı yaparken İsrail’e siyasi ve askeri destek sağlamaya devam ediyor. Genişleyen savaş başarısız bir diplomasi mi yoksa ABD’nin gerçekten istediği şey mi?

Ali Harb

ABD Başkanı Joe Biden şubat ayında elinde bir dondurma külahıyla Gazze’de ateşkesin birkaç gün içinde gerçekleşebilecek kadar “yakın” olduğunu ilan etti.

Aradan yedi aydan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı devam etmekle kalmadı Ortadoğu’da tırmanan gerilim ve şiddet İsrail askerlerinin Lübnan’ı işgal etmesi ve bombalamasıyla genişledi.

Biden yönetimi sözlü olarak gerilimi azaltma çağrısı yapmaya devam ederken İsrail’e siyasi destek ve savaşlarını sürdürmesi için sürekli bomba tedariki sağladı.

Washington, İsrail’in bu yıl attığı neredeyse her tırmandırıcı adımı memnuniyetle karşıladı: Beyrut ve Tahran’da Hamas liderlerinin öldürülmesi, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah suikastı ve Lübnan’ın güneyinin işgali.

Gazze’de savaşın başlamasının üzerinden bir yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail, kuşatma altındaki Filistin topraklarında yaklaşık 42 bin kişinin ölümüne neden olan yıkıcı saldırılarını sürdürürken Beyrut’u her gün bombalıyor ve İran’a karşı bir saldırıya hazırlanıyor.

Gazze’deki çatışma şiddetlenip bölgeye yayıldıkça, ABD’nin söylemi ile politikası arasındaki uçurum da büyüyor.

Peki, birçok liberal yorumcunun öne sürdüğü gibi Biden yönetimi İsrail’i dizginlemekte başarısız mı oluyor? Yoksa aslında kaosu; İran, Hamas ve Hizbullah’a karşı şahin bir gündemi ilerletmek için mi kullanıyor?

Kısa yanıt: Analistlere göre İsrail’e askeri ve diplomatik desteğini sürdüren ABD, itidal açıklamalarına ve ateşkes çağrılarına rağmen bölgedeki şiddetin temel itici gücü olmaya devam ediyor. Yönetimin güdüleri ya da gerçek niyetleri hakkında spekülasyon yapmak zor olsa da Biden yönetiminin İsrail ile aynı safta yer aldığını, sadece meydan okunan pasif bir müttefik olmadığını gösteren kanıtlar giderek artıyor.

ABD şimdiye kadar ne söyledi ve ne yaptı?

Gazze’de ateşkes için aylarca süren kamuoyu baskısının ardından ABD, İsrail’in Lübnan’daki saldırısını desteklemeye odaklandı.

ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin geçen hafta İsrail’in Lübnan’ın güneyinde başlattığı ve ülkeyi tamamen işgal etme riski taşıyan kara harekâtını destekledi.

İsrailli mevkidaşı Yoav Gallant ile yaptığı görüşmenin ardından 30 Eylül’de bir açıklama yapan Austin, “ABD’nin İsrail’in kendini savunma hakkını desteklediğini açıkça ifade ettim” dedi.

Filistinli grup Hamas’ın İsrail’in güneyine düzenlediği ve en az bin 139 kişinin öldüğü saldırıya atıfta bulunan Austin, “Lübnan Hizbullahı’nın İsrail’in kuzeyindeki topluluklara 7 Ekim tarzı saldırılar düzenleyememesini sağlamak için sınır boyunca saldırı altyapısının yok edilmesi gerektiği konusunda mutabık kaldık” dedi.

Lübnanlı grup, Hamas saldırısının ardından Gazze’ye karşı başlattığı savaşı sona erdirmesi için İsrail hükümetine baskı yapmak amacıyla geçen yıl Ekim ayında İsrail askeri mevzilerine saldırmaya başlamıştı.

Aylar boyunca neredeyse her gün yaşanan çatışmalar büyük ölçüde sınır bölgesiyle sınırlı kaldı. Şiddet, sınırın her iki tarafından on binlerce insanı kaçmaya itti. Hizbullah, İsrail’in kuzeyinde yaşayanların ancak ülkenin Gazze’ye yönelik savaşı sona erdiğinde geri dönebileceklerini savundu.

Hizbullah’ın üst düzey askeri yetkililerine yönelik suikast saldırılarının ardından İsrail 23 Eylül’de Lübnan genelinde büyük bir bombardıman başlattı ve yüzlerce köy ve kasabada sivillere ait evleri yerle bir etti.

O tarihten bu yana İsrail şiddeti Lübnan’da 1 milyondan fazla insanı yerinden etti.

İsrail’in bu adımlarından önce Beyaz Saray aylardır Lübnan-İsrail sınırındaki krize diplomatik bir çözüm bulunması için çalıştığını söylüyordu. ABD elçisi Amos Hochstein, görünüşte gerilimin tırmanmasına karşı uyarıda bulunmak üzere bölgeye defalarca ziyarette bulundu.

Lübnan’daki düşük düzeyli çatışmaların hızla topyekûn bir savaşa dönüşmesi üzerine Biden yönetimi Arap ve Avrupa ülkelerini bir araya getirerek 25 Eylül’de çatışmaların durdurulması için 21 günlük “acil” bir ateşkes önerdi.

Ancak iki gün sonra İsrail, Beyrut’taki birçok konutu yerle bir eden ve yakın bir ateşkes ihtimalini fiilen ortadan kaldıran büyük bir bombalı saldırıda Nasrallah ‘ı öldürdüğünde Beyaz Saray bu saldırıyı “adaletin bir ölçüsü” olarak övdü. Nasrallah’ın öldürülmesi emrini İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılmak üzere bulunduğu ABD topraklarından verdi.

Syracuse Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Osamah Khalil, Biden’ın diplomatik çabalarının samimiyetini sorguladı ve Hochstein’ın İsrail’e itidal çağrısında bulunduğuna dair basında çıkan haberlere şüpheyle yaklaştı.

Halil, ABD’nin İsrail’in Gazze ve bölgenin geri kalanındaki eylemlerinin doğrudan bir katılımcısı ve destekçisi olduğunu ancak Biden yönetiminin ateşkes görüşmelerini kendisini ülke içindeki eleştirilerden korumak için bir “iç politika” manevrası olarak kullandığını vurguladı.

Halil geçen ay El Cezire’ye verdiği demeçte, “Tüm bunlar, özellikle de savaş karşıtlığı popüler hale geldikçe, müzakereler ediyormuş gibi görünmek için yapılan müzakerelerdi” dedi.

‘Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmek’

ABD medyasında yakın zamanda çıkan iki haber Halil’in iddiasını doğrular nitelikte.
Politico’nun 30 Eylül’de kimliği açıklanmayan kaynaklara dayandırdığı haberine göre Hochstein ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Ortadoğu koordinatörü Brett McGurk’ün de aralarında bulunduğu üst düzey ABD’li yetkililer İsrail’in Hizbullah’a yönelik askerî harekâtını özel olarak destekliyor.

ABD’li yayın organının haberine göre “Hochstein, McGurk ve diğer üst düzey ABD ulusal güvenlik yetkilileri perde arkasında İsrail’in Lübnan operasyonlarını önümüzdeki yıllarda Orta Doğu’yu daha iyi bir şekilde yeniden şekillendirecek tarihi bir an olarak tanımlıyorlar.”

Axios’un geçen haftaki haberine göre ABD, İsrail’in Hizbullah’a vurduğu darbelerden faydalanarak Washington’un desteklediği bir ismin Lübnan cumhurbaşkanı seçilmesi için bastırıyor.

Lübnan’da cumhurbaşkanlığı makamı yaklaşık iki yıldır boş ve parlamento yeni bir lider seçmek için uzlaşma sağlayamıyor.

Salı günü ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller Lübnan’daki savaşı ülkeyi siyasi olarak değiştirmek için bir “fırsat” olarak nitelendirdi. Miller, Washington’un Lübnan halkının “yeni bir cumhurbaşkanı seçme [ve] Hizbullah’ın ülkedeki çıkmazını kırma yeteneğine” sahip olmasını istediğini söyledi.

Hizbullah ve müttefikleri, ülkedeki serbest seçimler sonucunda Lübnan parlamentosunda onlarca sandalyeyi kontrol ediyor.

Bölgeyi yeniden şekillendirmek, ABD’nin neo-muhafazakâr hareketi için her zaman bir hedef oldu: İsrail’e destek veren ve ABD dostu hükümetleri, şahin dış politika ve askeri müdahaleler yoluyla iktidara getirme. Bu yaklaşım en açık şekilde eski ABD Başkanı George W. Bush döneminde görülmüştü.

Hatta 18 yıl önce Bush döneminde, İsrail Hizbullah ile son büyük savaşını yaşadığında, dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice “yeni bir Ortadoğu’nun doğum sancılarından” söz etmişti.

Halil, Bush döneminin birçok yeni muhafazakârının şu anda Demokrat Parti’ye üye olduğunu ve Kasım seçimlerinde başkanlık için Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i desteklediğini belirtti.

Harris, sözde “teröre karşı savaşın” ve 2003 yılında ABD öncülüğünde Irak’ın işgalinin baş mimarlarından olan eski Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin desteğini memnuniyetle karşıladı.

Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı olarak Biden’ın kendisi de Irak’taki savaşı desteklemişti. O dönemde komitede Demokrat personel direktörü olarak görev yapan Dışişleri Bakanı Antony Blinken da öyle. McGurk Bush’un Beyaz Saray’daki danışmanlarından biriydi ve ABD’nin Irak’ı işgalinde kilit rol oynamıştı; Hochstein ise daha önce İsrail ordusunda görev yapmıştı.

Khalil, “Demokrat yönetimin içinde neo-muhafazakâr bir gündem var” dedi.

Gazze başarısızlıkları

Lübnan’da savaş sürerken ve dünya İran ile İsrail arasında olası bir gerilimi izlerken, birçok analist bölgeyi bu noktaya getiren şeyin Biden’ın Gazze’deki savaşı sona erdirememesi olduğunu söylüyor.

Arab Center Washington DC Direktörü Halil Cahşan da Biden yönetiminin Netanyahu hükümetine verdiği koşulsuz desteğin tüm bölgeyi “bilinmeze” götürdüğünü söyledi.

El Cezire’ye konuşan Cahşan, Gazze savaşının başlamasından bu yana geçen bir yılda ABD’nin sadece İsrail politikalarına değil, aynı zamanda “İsrail’in aşırılıklarına” da tam olarak “körü körüne destek” verdiğini söyledi. “Bu, çatışmanın başından beri herhangi bir rasyonalite unsurunu kabul etmeyi reddeden tek taraflı bir politikanın sonucudur” dedi.

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e düzenlediği saldırının hemen ardından Biden ABD’nin müttefikine tavizsiz destek verdi.

İsrail’in Hamas’a karşı “hızlı, kararlı ve ezici” bir yanıt vermesini destekledi. Beyaz Saray ayrıca savaşın finansmanına yardımcı olmak üzere İsrail’e askeri yardım için Kongre’den ek fon talep etmekte acele etti.

Washington aylardır büyüyen insani krize rağmen ateşkes çağrılarına direniyor ve İsrail’in Hamas’ın peşinden gitmeye “hakkı” olduğunu savunuyordu.

ProPublica ve Reuters haber ajansının son haberleri, Biden yönetiminin İsrail’in Gazze’de işlediği olası savaş suçlarıyla ilgili iç uyarıları aldığını ve bunları görmezden gelerek İsrail’e silah transferlerini sürdürdüğünü gösterdi.

İsrail’in Gazze’nin büyük bölümünü yerle bir etmesi, 2,3 milyon Filistinlinin neredeyse tamamını yerinden etmesi ve açlık sınırına getirmesinin ardından iç ve uluslararası hoşnutsuzluk arttıkça Biden üslubunu yumuşatmaya başladı.

Geçen aylarda ABD, Gazze’deki çatışmaların sona ermesini ve kuşatma altındaki bölgede Filistinli grupların elindeki İsrailli esirlerin serbest bırakılmasını sağlayacak bir anlaşma çağrısında bulunmak için “ateşkes” terimini benimsedi.

Ancak Netanyahu’ya bir anlaşmayı kabul etmesi için pek baskı yapmadı.

Biden ve yardımcıları gerçekten bir ateşkes istemiş ve bunu başaramamış da olsa diplomatik çabayı dikkatleri İsrail’in ABD destekli savaşının dehşetinden uzaklaştırmak için kullanmış da olsa sonuç aynı: Savaş yayılıyor ve on binlerce masum insan öldürülüyor.

Tahran ile ABD diplomasisini destekleyen ABD merkezli National Iranian American Council’de (NIAC) politika direktörü olan Ryan Costello, “Kanıtlar, bir ateşkesi desteklediklerini söylemenin, ancak bunu sağlamak için hiçbir şey yapmamanın onlar için siyasi olarak avantajlı olduğunu gösteriyor” dedi.

Cahşan ayrıca Biden yönetiminin İsrail’i silahlandırmaya devam ederken adil ateşkes önerileri sunmadığını söyledi, “Ateşkesi önerenler, taraflardan birine savaş araçları sunmaya devam ederse ateşkesin ne değeri kalır ki. Bu bir ateşkes değil; savaşa devam etmek için bir davet” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Küresel ticarette tehlike çanları: Lloyd’s’tan 14 trilyon dolarlık kayıp uyarısı

Yayınlanma

İngiltere merkezli sigorta devi Lloyd’s of London, olası bir jeopolitik çatışmanın önümüzdeki beş yılda küresel ekonomiye 14,5 trilyon dolarlık zarar verebileceğini ve dünya ticaretini altüst edebileceğini öngören bir rapor yayımladı.

Lloyd’s of London, olası bir jeopolitik çatışmanın küresel ekonomiyi derinden sarsabileceği konusunda uyarıda bulundu. Sigorta devi, böyle bir senaryonun önümüzdeki beş yıl içinde 14,5 trilyon dolarlık (yaklaşık 11,89 trilyon sterlin) zarara yol açabileceğini ve küresel ticareti altüst edebileceğini öngörüyor.

Reuters ajansının aktardığına göre söz konusu tahmin, Lloyd’s’un sistemik risk serisi kapsamında hazırladığı yeni bir senaryonun parçası. Bu seri, hükümetlere, sigortacılara ve risk yöneticilerine en acil küresel tehditler hakkında kritik bilgiler sunmayı amaçlıyor.

Söz konusu senaryo, büyük çaplı bir jeopolitik çatışmanın küresel ticaret düzenini bozması halinde ortaya çıkabilecek ciddi ekonomik sonuçlara odaklanıyor.

Dünya ithalat ve ihracatının yüzde 80’inden fazlasını oluşturan yaklaşık 11 milyar ton malın her an okyanuslar üzerinde hareket halinde olduğu düşünüldüğünde, hayati ticaret yollarının kapanmasının ekonomileri felce uğratabileceği açıkça görülüyor.

Rapor, olası zararın iki yönlü -bir yandan çatışma bölgelerindeki altyapının tahrip olması, diğer yandan yaptırımlar ve tehlikeye giren nakliye hatları nedeniyle küresel ticaret ağlarının yeniden düzenlenmek zorunda kalması- olacağını vurguluyor.

Etkinin boyutu, ülkelerin çatışmaya dahil olma durumuna ve uluslararası ticarete olan bağımlılık derecesine göre farklılık gösterecek. Örneğin, otomobil ve elektronik üretiminde kullanılan yarı iletkenler gibi kritik mallarda büyük ölçüde dış tedarikçilere bağımlı olan Avrupa’nın 3,4 trilyon dolara varan kayıplarla karşı karşıya kalabileceği belirtiliyor.

Lloyd’s, bu senaryonun önemini vurgulamak için yakın geçmişten bir örnek veriyor. 2021 yılında, Doğu ve Batı’yı birbirine bağlayan hayati ticaret yolu Süveyş Kanalı’nda yaşanan tıkanıklığın günde 9,6 milyar dolarlık mala, yani saatte 400 milyon dolara mal olduğu tahmin edilmişti.

Lloyd’s kurumsal ilişkiler direktörü Rebekah Clement, son senaryoyla ilgili şu açıklamayı yaptı: “Sigortanın değeri, jeopolitik çatışmanın ikincil etkilerini de kapsıyor. Bu etkiler arasında, etkilenen ticaret ortakları ve tedarikçilerden kaynaklanan aşağı yönlü gecikmeler ve kesintiler de yer alıyor.”

Clement sözlerine şöyle devam etti: “İşletmelerin kendilerini bu etkilere karşı korumalarına yardımcı olabilecek sigorta teminatlarına örnek olarak siyasi risk sigortası ve şarta bağlı iş kesintisi sigortasının yanı sıra özel savaş riski sigortası verilebilir.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

7 Ekim’in ardındaki jeopolitik deprem

Yayınlanma

Ghassan Jawad, Lübnanlı yazar ve analist
The Cradle, 7 Ekim 2024

Bir yıl önce bugün dünyayı sarsan El Aksa Tufanı Operasyonu münferit bir olay değildi; yıllar süren jeopolitik değişimlerin, küresel güç dengelerinin ve Batı Asya’da artan gerilimlerin doruk noktasıydı.

Operasyon sadece Filistin direnişinin cesur bir hamlesi değil, aynı zamanda uluslararası politikada yıllardır yaşanmakta olan sismik değişikliklere verilen hesaplı bir yanıttı.

Bu değişikliklerin merkezinde ABD’nin Afganistan’dan 2021’de çekilmesi vardı ki bu ABD etkisinin zayıfladığına işaret ediyordu. Bu çekilme Washington’un Basra Körfezi’ndeki müttefiklerinde, özellikle de ABD korumasının güvenilirliğini sorgulamaya başlayan Suudi Arabistan’da şok etkisi yarattı.

ABD’nin Ukrayna savaşındaki zıt tutumu bu endişeleri daha da derinleştirerek Basra Körfezi ülkelerini yeni ittifaklar ve güvenlik düzenlemeleri arayışına itti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 2022’de Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaret, 30 milyar dolarlık ticaret anlaşmasıyla sonuçlandı ve Pekin’in bölgedeki yeni nüfuzunun altını çizdi.

Çin’in artan varlığı ve değişen bölgesel dinamikler, İran ile Suudi Arabistan arasında Pekin’de imzalanan Mart 2023 tarihli normalleşme anlaşmasının yolunu açtı. Bu anlaşma bazı bölgesel gerginlikleri yatıştırsa da uzun süredir devam eden çatışmaları tam olarak çözmedi.

Bunun yerine, Batı Asya’nın değişen güç dengesine uyum sağlama ve köklü rekabetleri aşabilecek potansiyel yeni ittifaklara hazırlanma çabalarını yansıttı. Bölgesel güçler, ABD’nin yirmi yıl önce Irak’ı yasadışı bir şekilde işgal etmesiyle tetiklenen ve giderek artan çok kutupluluğun damgasını vurduğu evrim geçiren uluslararası düzenle başa çıkmak için kendilerini konumlandırıyorlardı.

Ukrayna’daki savaş ve küresel yeniden hizalanmalar

Ukrayna’da Şubat 2022’de patlak veren savaş, Doğu Avrupa’nın ötesine şok dalgaları gönderdi. Çatışma ekonomik krizleri tetikledi, çatışmaları yoğunlaştırdı ve hatta Afrika’da askeri darbeleri teşvik etti. Bunu takip eden jeopolitik sıralama, bir tarafta ABD ve Atlantikçi müttefikleri, diğer tarafta Çin tarafından desteklenen Avrasya güçleri Rusya ile doğu ve batı arasında gözle görülür bir hizalanma yarattı. Kısa süre içinde dünyanın dört bir yanındaki stratejik sıcak noktalarda vekalet savaşları ortaya çıktı.

Rusya için savaş, ulusal güvenliğinin gerekli bir savunması, Batı’nın kendi etki alanına tecavüzüne karşı bir tepki olarak görüldü. Kremlin, Ukrayna çatışmasını sadece bir toprak mücadelesi olarak değil, Batı’nın bilim, teknoloji ve sanayi alanındaki hakimiyetinin azalmaya başladığı bir dünyada kaynakların, ticaret yollarının ve etki alanlarının kontrolü için verilen daha geniş bir savaş olarak gördü. Moskova’nın gözünde bu savaş, küresel gücün sınırlarını yeniden çizmeye yönelik daha büyük bir mücadelenin parçasıydı.

Çin ve Hindistan’ın yükselişi dünyanın endüstriyel, ekonomik ve demografik ağırlığını doğuya doğru kaydırdı. Bu durum, Rusya’nın Avrupa’dan Orta Asya’ya küresel rolünü geri kazanmaya çalışmasıyla birlikte nüfuz mücadelesini yoğunlaştırdı. Bu arada, Çin kendi ekonomik ve jeopolitik hakimiyetini kurmaya çalışırken ABD liderliğindeki uluslararası “kurallara dayalı düzen” baskı altında.

Filistin davasının yeniden canlandırılması

Filistinli direniş güçlerinin 7 Ekim 2023’te El Aksa Tufanı’nı başlatma kararı bu küresel akımlardan bağımsız olarak alınmadı.

Hamas ve diğer Filistinli gruplar stratejik anın farkındaydı: ABD, Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne göre Çin ve Rusya’ya karşı çatışmalarla meşgulken, Washington İran’ı kontrol altına almaya çalışıyordu.

Gazze’deki Hamas’ın Ukrayna çatışmasının patlak vermesinin ardından kaleme aldığı gizli bir değerlendirme, İsrail’in kendi içindeki bölünmeler de dahil olmak üzere önceliklerde ve kırılganlıklarda küresel bir değişime dikkat çekiyordu: Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’teki Filistinlilere yönelik kuşatmanın sıkılaştırılması ve kaçınma döngüsünün kırılması için aşırı sağcı bir hükümetin programında ve başkanı ile bakanlarının fikirlerinde açıkladığı, Yer Değiştirme Yerleşimleri Bakanı’nın artırılması ve Filistin davasının mülteciler meselesi, devlet, bağımsızlık, başkent olarak Kudüs ve Filistin hakkının şahidi olan toprak gibi hayati başlıklarını ortadan kaldırmak için Filistin davasını sona erdirmek için çalışma fikrine dayanan pozisyonu değiştirme ve kırma olasılığı.

Değerlendirmede, İsrail’in iç siyasi çekişmelerinin yanı sıra küresel iklimin de kararlı bir saldırı için nadir bir fırsat sunduğu sonucuna varıldı. Benjamin Netanyahu ve aşırılık yanlısı ortakları tarafından yönetilen İsrail’in aşırı sağcı hükümeti açıkça işgali derinleştirmeyi, yerleşimleri genişletmeyi ve Filistinlilerin haklarını marjinalleştirmeyi amaçlayan politikalar izlemiştir. Tel Aviv’in iç bölünmeleri ve Batı’nın Ukrayna’daki dikkat dağınıklığı göz önüne alındığında, bu tehditlere meydan okuyacak cesur bir hamle için zamanın geldiği anlaşılıyordu.

Bölgesel olarak ABD, İsrail ile Suudi Arabistan arasında bir normalleşme anlaşmasına aracılık etmek amacıyla Abraham Anlaşmalarını ilerletmeye çalışıyordu. Bu çaba, ABD’nin Batı Asya’daki çıkarlarını, özellikle de İsrail’in güvenliğini korumaya yardımcı olabilecek bir Arap-İsrail bloğu oluşturmak için çok önemli olarak görülüyordu.

Ancak Filistinliler bu normalleşme çabalarını ulusal istekleri için ciddi bir tehlike olarak gördüler. Suudi Arabistan’ın Filistin davası için önemli tavizler elde etmeden sürece dahil olmasının İsrail’e “nihai çözüm” için yeşil ışık yakacağından korkuyorlardı – yasadışı Yahudi yerleşimlerini artırmak, Gazze üzerindeki kuşatmayı sıkılaştırmak ve Kudüs’ü Yahudileştirirken Filistin devleti için her türlü şansı silmek.

Direniş, Suudi Arabistan’ın normalleşme yolunda devam etmesi halinde diğer Arap ve Müslüman çoğunluklu ülkelerin de onu izleyerek Filistin davasını daha da yalnızlaştıracağına inanıyordu. Filistin ile Arap ve İslam dayanışmasının aşınacağı potansiyel bir jeopolitik gerçeklikle karşı karşıya kalan direniş, El Aksa Tufanı Operasyonu’nu gidişatı değiştirmek için son bir çaba olarak gördü.

Tufandan Sonra

İsrail’in El Aksa Tufanı’na verdiği yanıt orantılı olmaktan çok uzaktı. Filistin direniş operasyonuna tepki olarak başlayan süreç hızla soykırıma benzetilen bir etnik temizlik kampanyasına ve Gazze, Batı Şeria, Lübnan, Suriye ve Yemen’e yönelik yıkıcı saldırılarla daha geniş çaplı bir bölgesel savaşa dönüştü.

Ancak İsrail’in acımasız askeri saldırıları Tel Aviv’in acil hedeflerinden daha fazlasına hizmet ediyor gibi görünüyor. ABD’nin Çin, Rusya ve İran gibi güçlerin artan etkisine karşı koyarken bölgesel çıkarlarını güvence altına almaya yönelik daha geniş stratejisine uyuyor.

İsrail’in Filistin direnişini yok etme ve Gazze halkını yerinden etme amacı, Washington’un eylül ayında Lübnanlı direniş liderlerine yönelik suikast saldırısının ardından ortaya çıkan daha büyük jeopolitik hedefleriyle iç içe geçmiş durumda: Batı Asya’nın yeniden şekillendirilmesi.

Tel Aviv’in bu planı, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun BM Genel Kurulu kürsüsüne çıkıp Suudi-İsrail normalleşmesinin Washington tarafından güvence altına alınmasının ardından hayata geçirilebileceğini öngördüğü “yeni Orta Doğu” haritasını havaya kaldırdığı 7 Ekim 2023 tarihinden çok önce harekete geçirilmişti.

ABD, Tel Aviv’deki vekili aracılığıyla, Çin ve Rusya’nın nüfuzuna karşı koymaya yönelik daha geniş bir stratejinin parçası olarak bölgenin kaynakları, ticaret yolları ve ittifakları üzerindeki kontrolünü sürdürmeye çalışıyor. Bu çatışma, Ukrayna’dan Kızıldeniz’e uzanan daha büyük bir küresel hakimiyet mücadelesinin bir parçasıdır.

Gazze’nin çektiği acılara verilen küresel tepki keskin bir çelişkinin altını çiziyor. ABD ve müttefikleri liberal değerleri, insan haklarını ve demokrasiyi savunduklarını iddia ederken, eylemleri genellikle farklı bir hikaye anlatmaktadır. Ukrayna çatışması ve Gazze’deki soykırım sırasında Batılı devletler uzun süredir savundukları pek çok ideali soğuk ve sert jeopolitik çıkarlar uğruna terk ettiler.

El Aksa’nın ötesinde bir savaş

İsrail’in Gazze’ye ve şimdi de Lübnan’a karşı sürdürdüğü savaş, sadece El Aksa Tufanı direniş operasyonunun acil sonuçlarıyla ilgili değildir. Sözde “Yüzyılın Anlaşması”nı anımsatan, ABD’nin bölgeye yönelik daha geniş bir projesinin parçasıdır.

Bu, Gazze ve diğer parlama noktalarının ötesine uzanan saldırganlığın ölçeğinde açıkça görülmektedir. Nihai hedef, bölgenin jeopolitik düzeninde radikal bir dönüşüm gibi görünüyor – kaynaklar, limanlar ve ticaret yolları üzerindeki kontrolü güvence altına alırken, Batı hakimiyetini sağlamak için halklara boyun eğdiren bir düzen.

Bu savaş sadece sınırlar ya da topraklarla ilgili değil; küresel ekonomik coğrafya üzerinde kontrol ve eski düzenin tartışıldığı bir dünyada nüfuzla ilgili. Bu büyük nüfuz mücadelesinde, ister Ukrayna’da, ister Gazze’de ya da başka bir yerde olsun, bedeli genellikle sahadaki insanlar ödüyor.

Varoluşsal bir tehditle karşı karşıya olan Filistinliler, tarihin akışını değiştirmek amacıyla El Aksa Tufanı’nı başlattı. Ancak savaş uzadıkça, bu çatışmanın çok daha büyük bir küresel güç oyununun parçası olduğu ve sonuçlarının bölgenin çok ötesine yayılacağı anlaşıldı.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English