Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hindistan ve istihbarat üzerine -1

Yayınlanma

CIA ve KGB’nin Hindistan’ı etkileme mücadelesi, 1985 casus skandalı

Onlarca yıldır Hindistan yabancı casusların ana hedefiydi. Hindistan dünyanın en büyük demokrasisiydi ve gelişmekte olan ülkeler arasında etkili bir güçtü. Amerika ve Rusya Hindistan’ı kontrol etmek için gizli bir savaşa girmişti. Ajanları Hint partilerini finanse etti, medyayı manipüle etti ve sırları çaldı. Hem Amerika’nın Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA hem de Sovyetler Birliği’nin KGB’si, Hindistan siyasetini kendi lehlerine etkilemek için mücadele etti.

Hindistan’a ilk ulaşanlar Amerikalılardı. 1947’den sonra bağımsız Hindistan’ın istihbarat teşkilatlarını kurma konusunda yardıma ihtiyacı vardı ve destek için Amerika’ya başvurdu. 1949 yılında İstihbarat Bürosu Direktörü TG Sanjevi, Amerika’da CIA, FBI ve Dışişleri Bakanlığı ile görüştü. CIA ile görüşmeler iyi geçti ve iki kurum istihbarat işbirliği kurdu. 1950’li yıllarda CIA’in Hindistan’daki varlığı güçlendi; Çin’e karşı Tibet direnişini desteklemek için Hindistan hava sahasını kullandı. Ayrıca Hindistan çapında istasyonlar genişletti ve kurdu.

CIA Hindistan’ın iç siyasetine de müdahale etmeye başladı; Kongre Partisi’ne para verdi ve 1959’da Kerala’daki komünist hükümetin devrilmesine yardım etti. Ayrıca, Hintlere Amerikan yanlısı bir söylem yaymak için Asya Vakfı gibi kuruluşlara da fon sağladı. Sovyet Rusya ile Soğuk Savaş kızışırken Amerika, Hindistan ile daha yakın bir ilişki kurmaya istekliydi. 1962 Hindistan-Çin savaşından sonra CIA, Çin sınırını güvence altına almak için Hindistan ile birlikte çalıştı. Nehru’nun bağlantısızlığına karşın CIA, 1960’larda Hindistan hükümetine derinden müdahil oldu; bu durum Hindistan’da CIA’e karşı kuşku yarattı. Nehru’nun özel sekreteri Mac Mathai’nin dahi Amerikan istihbaratı için çalıştığından kuşkulanılıyordu; Hint tarihçi Sarvepalli Gopal, “CIA’in, Nehru’nun Sekreterliği’nden geçen her belgeye erişimi vardı” diye yazmıştı.

Ama Sovyet Rusya da geri kalmıyordu; 1960’larda Sovyetler, gelişmekte olan ülkeler arasında Amerika’ya meydan okumak istiyordu…

Ve böylece Hindistan onlar için bir savaş alanı haline geldi…

1960’ların sonlarında Sovyetler ve onun KGB istihbarat teşkilatı Hindistan hükümeti içinde de derin ağlar kurmuştu; Kongre Partisi’ne ve iki Komünist Partiye siyasi fon sağladı. Başbakan Indira Gandhi’nin siyasi bağış toplama etkinliği Lalit Narayan Mishra, KGB ile yakın işbirliği içinde çalıştı; üst düzey Kongre liderleri (bir bakan dahil) 1967 seçimlerinde KGB’den para aldı.

KGB ajanı Oleg Kalugin şöyle diyordu: “Görünüşte tüm ülke satılıktı ve KGB ile CIA Hindistan hükümetine derinlemesine nüfuz etmişti. Bir süre sonra her iki taraf da düşmanlarının ertesi gün bu konuda her şeyi öğreneceğini fark ederek hassas bilgileri Hintlere emanet etmedi.”

CIA ve KGB Hindistan siyasetini etkilemek için yoğun bir mücadele verdi… Ancak 1965 Hindistan-Pakistan savaşından sonra Hindistan-ABD ilişkileri kötüleşirken Hindistan’da CIA, Hindistan’ın siyasetine müdahale ettiği gerekçesiyle saldırıya uğradı. CIA ve Amerika’nın itibarı zedelenirken Sovyet Rusya daha fazla güç kazandı. 1967’de CIA’in Hindistan’da Amerikan yanlısı bir söylemi yaymak için bir takım örgütlere gizlice fon sağladığına dair haberler çıktı. CIA’e yönelik kuşku o kadar arttı ki 1967’de Hindistan hükümeti CIA’in Hindistan siyasetine müdahalesine ilişkin bir soruşturma emri vermek zorunda kaldı.

Bu arada KGB, 1967 seçimlerinde bazı Kongre ve Sol politikacıları finanse ederek gücünü artırdı. Aynı zamanda seçim sırasında CIA’i eleştiren hikayeleri yaymak için gazetecileri yetiştirdi ve gazete ve dergilere fon sağladı. Indira Gandhi’nin yurtiçinde solcu siyaseti ve yurtdışında Sovyetler’e yakınlığı, 1970’ler boyunca KGB’nin üstünlüğe sahip olduğu anlamına geliyordu.

KGB’nin Hindistan’daki varlığı çok geçmeden dünyanın neredeyse her yerinden çok daha yoğun bir hal aldı…

1971 ve 1977 seçimlerinde Kongre’yi destekledi; Rus istihbaratı Hindistan’daki komünist partileri Indira Gandhi hükümetini desteklemeye itti. Ayrıca Hindistan medyasını Amerika hakkında olumsuz hikayeler yayınlamak için kullandı; CIA’i 1967 seçimlerine hile karıştırmak ve Indira Gandhi’ye suikast düzenlemekle suçlayan sahte haberler üretti. Bu kampanya son derece başarılı oldu ve Başbakan Gandhi, ulusal krizlerden CIA’i veya “yabancı unsurları” sorumlu tuttu. 1972’de Hintler enflasyon ve işsizliği protesto ediyorlardı ve Gandhi, CIA’i sorumluluk almak yerine ülkeyi istikrarsızlaştırmaya çalışmakla suçladı.

Gandhi’nin CIA’e yönelik açık saldırıları Hindistan-ABD ilişkileri açısından büyük bir sorun haline geldi; Washington Hindistan’a ekonomik yardımı kesti, ülkedeki diplomat sayısını azalttı ve Yeni Delhi’ye daha az öncelik verdi; CIA operasyonlarının neden olduğu güvensizlik, Hindistan-ABD ilişkilerini onlarca yıl zehirledi. Bu arada Sovyet Rusya, 1970’ler ve 1980’ler boyunca istihbarat oyununa hakim olmaya devam etti.

1985 yılında Başbakanlık Ofisi ve Savunma Bakanlığı yetkililerinin Sovyet Rusya’ya sır sattıkları ortaya çıktı…

Ancak Hindistan aynı zamanda Sovyetler’e sert davranmamaya da karar verdi…

1980’lerin sonunda Amerika ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş sona erdi; Hindistan’ın siyasetini ve Soğuk Savaş’taki konumunu etkilemeye yönelik büyük savaş da sona erdi. Ancak ABD-Sovyet nüfuz savaşı onlarca yıl sonrasında da Hindistan siyasetini şekillendirdi…

***

Son paragrafın bir cümle öncesinde, 1985 yılında Başbakanlık Ofisi ve Savunma Bakanlığı yetkililerinin Sovyet Rusya’ya sır sattıkları ortaya çıktı, demiştik; hadi şimdi biraz da bu konuyu deşelim…

Evet, 1985’teki bu olay Hindistan’ın en büyük casus skandalıydı; Hindistan hükümetinin en üst kademeleri sırları yabancı casuslara satarken yakalandı; Fransa ve Rusya, Hindistan’ın en büyük sırlarına tam erişim elde etti. Hikaye Ocak 1985’te başlıyor; Hindistan İstihbarat Bürosu aylardır hükümet sırlarının Fransa gibi yabancı güçlerin eline geçmesinden kaygılanıyordu; üst düzey yetkililerin hükümet belgelerini yabancı ülkelere sızdırdığından kuşkulanılıyordu. 16 Ocak 1985’te bu kuşkunun doğru olduğu kanıtlandı; İstihbarat Bürosu yetkilileri Başbakanlık Ofisi’nde çalışan Pookat Gopalan ve işadamı Coomar Narain’i tutukladı; Gopalan hassas Başbakanlık Ofisi belgelerini Narain’e verirken yakalandı. İstihbarat Bürosu’nun daha sonra bulduğu şey büyük bir skandala dönüştü; soruşturmalar, Başbakanlık Ofisi ve Savunma Bakanlığı’ndaki üst düzey yetkililerin Narain’e sır sattığını ortaya çıkardı. Narain de bu sırları Fransa, Polonya, Doğu Almanya ve Sovyet Rusya gibi istihbarat servislerine sattı.

Narain’in hikayesi 1970’lerde başladı; Narain bir ticaret şirketi olan SLM Maneklal’da çalışıyordu; şirketinin yararına olacak gizli bilgileri kendisine iletmek için küçük yetkililere para ve içkiyle rüşvet vermeye başladı. Çok geçmeden Narain bir muhbirler ağı kurdu; Narain’in ağı kısa sürede yabancı ülkelere yardım etmeye başladı. Narain, memurlar ve Hint iş adamlarından oluşan bir ağ aracılığıyla komünist ülkelere istihbarat satmaya başladı; bağlantıları, çok gizli hükümet belgelerini Polonya’ya, Doğu Almanya’ya ve hatta Sovyet Rusya’nın korkulan KGB istihbarat servisine aktardı. Belgeler arasında, Hindistan’ın atom enerjisi programı, askeri uydular, hükümet elektronik sistemleri ve olası askeri uçak, savaş gemileri ve silah satın alımları da dahil ülkenin savunma planlamasına ilişkin çok gizli belgelerin yer aldığı söyleniyor. Belgeler ayrıca Hindistan’ın dış istihbarat teşkilatı Araştırma ve Analiz Kanadı (RAW) ve İstihbarat Bürosu’nun Pakistan, Çin ve hassas iç güvenlik sorunlarına ilişkin raporlarını da içeriyordu.

1980’lerin başında Fransa’nın da bu işe dahil olduğu söyleniyor ki Fransa, Hindistan’dan milyarlarca dolarlık savunma sözleşmesi almayı umuyordu ve bu bilgi ona yardımcı oldu…

Bütün bunlar İstihbarat Bürosu’nun dikkatini çekmeye başladı ve araştırıldı ve bu, 16 Ocak 1985’te Narain ve onun Başbakanlık Ofisi’ndeki bağlantısı Gopalan’ın tutuklanmasına yol açtı. Hindistan hükümeti ancak o zaman ne kadar bilginin sızdırıldığını öğrendi.

Gopalan, Başbakan Rajiv Gandhi’nin Baş Sekreteri ve ülkenin en güçlü adamlarından biri olan P.C Alexander’ın kişisel asistanıydı. Alexander skandalın sorumluluğunu üstlenmek için görevinden istifa etti; kısa süre sonra üç Başbakanlık Ofisi yetkilisi daha tutuklandı. Başbakan Rajiv Gandhi, Hint ve küresel basında skandalın boyutuyla ilgili manşetlere yer verilirken Parlamento önünde bir açıklama yaptı. Soruşturmanın tamamlanmasının ardından 18 kişiye suç duyurusunda bulunuldu; birçoğu Başbakanlık Ofisi ve Savunma Bakanlığı’nda kilit pozisyonlardaydı.

Kriz içeride büyük bir skandalken diplomatik krize de dönüştü…

Fransa’nın Delhi’deki askeri ataşe yardımcısı Yarbay Alain Bolley’e ülkeyi terk etmesi söylendi; Hindistan, Fransa’dan Yeni Delhi’deki Büyükelçisini geri çağırmasını dahi talep etti. Hindistan, Polonya ve Doğu Almanya’nın istihbarat başkanlarını sınır dışı etti, eski diplomat Chinmaya Gharekhan’ı geri çağırdı. Ancak olaya KGB’nin (Sovyetler Birliği’nin ana istihbarat teşkilatı) de dahil olması nedeniyle konu hassastı…

Sovyetler Hindistan’ın en önemli diplomatik müttefikiydi…

Bu arada Fransa, Hindistan’ın önemli bir savunma tedarikçisiydi…

Gharekhan, Rajiv Gandhi’nin meseleleri hassas bir şekilde ele almaya karar verdiğini ifade ediyor; Fransa’nın yeni bir büyükelçi atamasına izin verdi ve konuyu çözmek için bir elçi de gönderdi; Fransa Cumhurbaşkanı da kardeşini Hindistan’a gönderdi. Fransa krizi çözdüğü için rahatlarken Hindistan aynı zamanda Sovyetler’in Hindistan’ın dış politikası açısından ne kadar önemli olduğu dikkate alınarak Sovyetler’e çok fazla sert davranmamaya karar verdi.

Acil kriz çözümlenirken konu Hindistan hükümeti açısından utanç verici bir skandala dönüştü…

Sanığın davası 2002 yılına kadar 17 yıl sürdü; Başbakanlık Ofisi ve Savunma Bakanlığı’ndaki çok sayıda yetkili hapse mahkum edildi. Ancak sır satarak yaklaşık 1 milyon dolar kazanan Coomar Narain, 2000 yılında duruşma sona ermeden öldü. Ve bu Hindistan’ın en büyük casus skandalının sonuydu…

GÖRÜŞ

Jammu ve Keşmir kritik dönüm noktasında

Yayınlanma

5 Ağustos 2019’da Hindistan hükümeti yaklaşık 70 yıldır devam eden statükoyu devirerek Hindistan Anayasası’nın 370. maddesini bir başbakanlık emri ile feshetti. Eski Jammu ve Keşmir prenslik devletine, kendi anayasası ve içişlerinde özerkliği olan özel bir statü verilmişti. 370. maddeyi kaldırırken aynı zamanda Hindistan Parlamentosu, Jammu ve Keşmir’i iki birlik bölgesine yeniden düzenleyen bir yasa tasarısını kabul etti: Jammu ve Keşmir ve Ladakh. Hindistan’ın birlik devletlerinin aksine, birlik bölgeleri federal tarzda yönetilir. Özünde, Yeni Delhi bölge üzerinde kontrol sağlamak için kararlı bir şekilde hareket etmişti. Başka anlatımla Yeni Delhi, Jammu ve Keşmir’in Hindistan ile ilişkisindeki belirsizliği sonlandırarak, iç statüsünün açık uçlu ve müzakere edilebilir olduğu fikrine son verdi; bu arada Hindistan’ın Batı ile büyüyen ortaklıkları, Pakistan ve Çin’in Keşmir sorununu uluslararasılaştırma çabalarını köreltmeye yardımcı oldu. Ancak son parlamento seçimleri Delhi için Keşmir’de önemli siyasi kazanımlar gösterirken aynı zamanda ayrılıkçı duyguların devam ettiğini de gösterdi.

5 Ağustos 2019’da Başbakan Narendra Modi yönetimindeki Hindistan hükümetinin, Birliğin eski Jammu ve Keşmir devletine bir miktar özerklik sağlayan 370. maddenin ve devlette ikamet eden sakinlere özel mülkiyet hakları veren 35a fıkrasının yürürlükten kaldırdığını söylemiştik. O zamandan bu yana bölge gerginliğini sürdürüyor; Yeni Delhi tarafından atanan bir yönetici tarafından yönetiliyor ve demokratik kimliği olmayan bürokratlar tarafından idare ediliyor.

Jammu ve Keşmir’de son meclis seçimi 2014’te yapılmış ve ardından Modi’nin Bharatiya Janata Partisi (BJP) ilk kez Jammu ve Keşmir Halkın Demokratik Partisi ile koalisyon halinde bölgeyi yönetmişti. 2018’de BJP hükümete desteğini çekmiş ve ardından meclis feshedilmişti. Bir yıl sonra Yeni Delhi’nin aylarca süren yoğun güvenlik ve iletişim kısıtlamaları altında devlet statüsünü kaldırarak bölgeyi ikiye bölmesinin ardından, Aralık 2023’te Hindistan Yüksek Mahkemesi, hükümetin Jammu ve Keşmir’in özerkliğini ve devlet statüsünü iptal etme kararını onayarak, yerel seçimlerin 30 Eylül 2024’e kadar yapılması gerektiğine hükmetmişti.

Nihayet on yıl aradan sonra Hindistan Seçim Komisyonu geçen ay Jammu ve Keşmir’de 18 Eylül – 1 Ekim tarihleri arasında üç aşamalı meclis seçimleri yapılacağını duyurdu. 2019’da eski Jammu ve Keşmir devletinden ayrılan Ladakh hariç 90 seçim bölgesinde yapılacak oylama, hükümetin herhangi bir şiddet olayını önlemek için on binlerce asker konuşlandırmasına olanak tanıyan kademeli bir süreç ile gerçekleşecek ve sayımlar 4 Ekim’de yapılacak. Eski devlet meclisi, dördü Ladakh’tan olmak üzere 87 üyeye sahipti. 2022’de Hindistan hükümeti meclis seçim bölgelerini yeniden düzenlemiş ve Hinduların çoğunlukta olduğu Jammu’ya dört, ezici çoğunlukla Müslümanların yaşadığı Keşmir Vadisi’ne üç sandalye eklemişti.

Bu seçimler ile yerel yönetim belirlenecek, ancak gerçek yasama yetkisi Yeni Delhi’de kalacak; seçimlere katılan Hindistan yanlısı partiler arasından bölgenin en üst düzey yetkilisi olarak görev yapacak bir başbakan ve bakanlar kurulundan oluşan bir yerel hükümet seçilecek. Ancak geçmişin aksine, yerel meclis eğitim ve kültür üzerinde yalnızca nominal bir kontrol ile neredeyse hiçbir yasama yetkisine sahip olmayacak. Bölge için yasama kanunları Hindistan Parlamentosu’nda olmaya devam edecek, politika kararları başkentte alınacak. Birlik yönetiminin yakın zamanda vali yardımcısına polis, memurların atanması ve nakilleri, kovuşturma izni ve hatta mali işler gibi temel yetkiler vermesi ile seçilmiş yönetim yalnızca sınırlı yetkiye sahip olacak. Jammu ve Keşmir Yeniden Düzenleme Yasası’nın 55. Bölümü kapsamındaki yeni kurallar, vali yardımcısı kararlarının bakanlar kurulu tarafından incelenemeyeceğini belirtiyor. Temsilcisi tüm Kabine toplantılarına katılacak, hatta bakanların programları ve toplantı gündemleri dahi en az iki gün önce ofisine sunulmak zorunda kalacak.

Yani Jammu ve Keşmir halkı Delhi halkı gibi bir yönetim için oy kullanma hakkına sahip olacak, ancak seçtikleri yönetim tarafından tam olarak yönetilmeyecekler. Valilik vasfı taşıyan bu yeni kuralların anayasal olarak geçerli olup olmadıkları tartışmalı. Vali yardımcısı ile seçilmiş yönetimin olası sürtüşme kaynakları arasında sakinleri yabancılaştıran güvenlik stratejileri, insan hakları ve mevzuatın kötüye kullanılması, tartışmalı arazi edinimi ve ekonomik kalkınma politikaları ve medyanın bağımsızlığı sayılabilir. Ancak vali yardımcısı arka planda kalarak seçilmiş yönetim için işleri kolaylaştırır ve gerektiğinde de Birlik içişleri bakanlığına karşı seçilmiş yönetime destek çıkarsa, Jammu ve Keşmir’de işler yoluna girebilir.

Yerel siyasetçiler, yasama yetkilerinin tamamının yerel meclise geri verilebilmesi için devlet statüsünün en kısa sürede geri verilmesini talep ediyor. Halkın Demokratik Parti sözcüsü Mohit Bhan, bu demokrasi değil, bu ancak alay edilecek bir şey; yararsız, boş bir çaba diye tepkisini göstererek, bölgenin bir zamanlar özel statüye sahip güçlü bir devlet statüsü varken belediyeye indirgendiğini ve ilk adımın tam devlet statüsünü geri getirmek olması gerektiğini yazdı.

Hindistan’ın tartışmalı bölge üzerindeki egemenliğine meydan okuyan Keşmirli Müslüman ayrılıkçı liderlerce geçmişte oylamanın boykot edilmesi çağrısında bulunulsa ve bunu askeri işgal altında gayrımeşru bir uygulama olarak nitelense de 2024 genel seçimlerinde Jammu ve Keşmir’den 35 yılın en yüksek seçmen katılımı kayıtlara geçtiği gibi bu bölgenin eylülde yapılacak meclis seçimlerinde de oldukça yüksek bir seçmen katılımı beklentisi var. Bu arada Hindistanlı yetkililer, bölgedeki şiddetin 2019’dan bu yana önemli ölçüde azaldığını, ancak son aylarda Hinduların çoğunlukta olduğu Jammu bölgesinin bazı bölgelerinde hükümet güçlerine yönelik militan saldırılarında keskin bir artış olduğunu söylüyor.

Peki, 2019’dan Bu Yana Neler Değişti?

Başbakan Narendra Modi, 370. maddenin kaldırıldığını duyurmasından üç gün sonraki ulusa seslenişinde hükümetinin kararını gerekçelendirerek, “370. madde ve 35a, Jammu ve Keşmir’e büyük ölçekte ayrılıkçılık, terörizm, kayırmacılık ve yolsuzluktan başka bir şey vermedi” demişti. Hindu milliyetçileri uzun zamandır bu anayasal hükmün, Jammu ve Keşmir’in Hindistan Birliği’nin tam entegre bir parçası olmasını engellediğini, ayrılıkçı özlemleri canlı tuttuğunu, militanlığı ve terörizmi körüklediğini savunuyorlarken hükmün yürürlükten kaldırılması Hindu milliyetçisi BJP’nin temel gündem maddelerinden biriydi.

Jammu ve Keşmir’in özerkliğini kaldırma kararı Jammu ve Keşmir bölgelerinde farklı tepkiler doğurmuştu. Keşmir Vadisi’nde, Yeni Delhi’nin tek taraflı kararına karşı çıkmasıyla protestolar patlak verirken hükümet, kararın açıklanmasından önceki günlerde Keşmir’in onlarca siyasi liderini ev hapsine almış, takip eden aylarda binlerce siyasi aktivist ve gazeteci tutuklanmış, internet aylarca kapatılmış ve kamusal toplantılar yasaklanmıştı. BJP’nin 370. maddeyi iptal etme misyonunu destekleyen Jammu’da ise kutlamalar hüküm sürüyordu: Keşmir siyasi elitleri tarafından ayrımcılığa uğradığını hisseden Jammulular bunu Jammu ve Keşmir bölgeleri arasındaki güç dengesizliğinin düzeltilmesi yolunda bir adım olarak gördüler.

Modi hükümetine göre bu karar sayesinde Hindistan’ın tamamen ayrılmaz bir parçası olarak Hindistan yasaları ve kuralları Jammu ve Keşmir’e uygulanacak ve yönetimi iyileşecekti; güvenliğin iyileştirilmesi ve Keşmirli olmayanların Jammu ve Keşmir’de arazi sahibi olabilmesiyle yatırımlar artacak, ekonomi canlanacak ve iş fırsatları açılacaktı. Ancak özerkliğin feshedilmesinden beş yıl sonrasına, bugüne baktığımızda, iyileşme anlamında minimal bir değişim görülüyor. Hükümetin 370. maddeyi iptal etme ve bölgeyi yeniden düzenleme kararının başlıca nedeni olarak gösterdiği güvenlik önemli ölçüde iyileşmedi; ancak sivil toplum, bağımsız medya ve yerel ekonomi baskı altında kaldı.

Güvenlik durumuyla ilgili olarak, bölge kaynaklarınca, Keşmir Vadisi’ndeki militan saldırılarında düşüş yaşandığı söylenirken 2000’li yılların başında militanlıktan arındırılmış ilan edilen Jammu bölgesindeki saldırılarda artışın olduğu ifade ediliyor; güvenlik güçlerinin odağını Keşmir Vadisi’ndeki militanlar üzerine yoğunlaştırdıkça, militanların odak noktasının Keşmir’den kolaylıkla dağlık ve sık ormanlık coğrafi araziye sahip Jammu’ya kaydığı belirtiliyor. Dolayısıyla buradan, hükümetin tezine göre Keşmir’deki militan saldırılar azalmış olsa da militanlığın genişlediği, hatta Jammu bölgesine doğru yayıldığı sonucu ortaya çıkıyor. Dahası, terörle mücadele yasası Yasadışı Faaliyetler (Önleme) Yasası ve devlete bir kişiyi yargılamadan iki yıl boyunca tutuklama yetkisi veren önleyici gözaltı yasası Kamu Güvenliği Yasası kapsamında, Hindistan devletinin son beş yıldır Keşmirlilerin hakları konusunda sert davrandığına dikkat çekiliyor.

Ekonomik ve kalkınma bağlamında değerlendirdiğimizde, çok sayıda duyurulan plan-projelere karşın sahada pek bir uygulamanın olmadığı, yalnızca minimal çapta üstgeçit ve yol güzelleştirme çalışmalarının yapıldığı görülürken benzer şekilde işsizliğe karşı da pek bir hareketliliğin olmadığı görülüyor ki bölgedeki işsizliğin ulusal ortalama olan yüzde 6’ya kıyasla yüzde 25 düzeylerinde olduğuna, bölgede iş bulmakta zorluk çeken 1 milyondan fazla eğitimli gence dikkat çekiliyor. Bizzat kendi kaynaklarımdan edindiğim bilgiler ise bölgenin yüksek işsizlik oranının başlıca nedeninin altyapı ve endüstriyel gelişme yoksunluğu olduğunu söylerken az sayıda iş fırsatından dolayı ne kadar eğitimli gençler olsalar da iş konusunda ülkenin diğer bölgelerine göç etmek zorunda olduklarının, istemeyerek memleketlerinden ayrılmak durumunda kaldıklarının ve ayrıca bu durumun vasıfsızlar için dahi geçerli olduğunun altını çiziyor. Ek olarak, hükümet istihdamına aşırı bağımlılığın, bununla birlikte hükümet istihdamındaki kayırmacılığın-yolsuzluğun, ve bölgenin iyileşmeye muhtaç eğitim standartlarının da işsizlikte büyük payı olduğunu söylüyorlar.

Son Sözler

Bölgenin yerel gazetecilerinin söylemlerinden hareketle Keşmir Müslümanlarının, mevcut düzenin Keşmir Müslüman kimliklerini güçsüzleştirmek amaçlı olduğunu, dışlanıp susturulduklarını hissettikleri; Jammuluların ise bekledikleri üzere Keşmir’in algılanan güçsüzleşmesinin Jammu’nun özel bir güçlenmesine dönüşmemesinden dolayı hayal kırıklığı hissettikleri belirtiliyor. 18 Eylül’de başlayacak ve 25 Eylül ile 1 Ekim olmak üzere üç aşamada -ki bu, son yirmi yıldaki en az aşamadır- Jammu ve Keşmir halkının 8 milyon 709 bin kayıtlı seçmeni Kasım 2014’ten bu yana ilk kez hükümetlerini seçmek için oy kullanacak. 2022’de getirilen değişiklikle 90 sandalyeye çıkarılan Jammu ve Keşmir meclisi için yapılacak oylamaların sayımları 4 Ekim’de yapılacak. Bunun, kararın beşinci yıldönümünde, Jammu ve Keşmir halkına kendilerini yönetme gücü vermek için atılmış küçük ve bölge halkı tarafından uzun zamandır beklenen bir ilk adım olacağı açık ancak derinleşen sorunların çözümü için, Jammu ve Keşmir halkının acılarını hafifletmek için bir ilk adım olacak mı bunu sanıyorum zaman söyleyecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

BRICS tam gaz

Yayınlanma

İlber Vasfi Sel

Geçtiğimiz günlerde BRICS ülkelerinden ve olası katılımcı ülkelerden gelen temsilcilerin hazır bulunduğu; IMBRICS Forum adı verilen bir etkinlik Rusya Federasyonu’nun Başkenti Moskova’da gerçekleştirildi. Benim de katılarak gözlemleme şansı bulduğum etkinliğe gelen yabancı katılımcılar, ilgili ülkelerin bölgesel ve yerel hükümetlerinin temsilcileriyle birlikte uluslararası girişimcilerden oluşuyordu. Forumda fikir ve deneyim alışverişinde bulunuldu ve etkili iletişim kurmalarına olanak sağlandı.

Etkinliğin ana düzenleyicisi Rusya Federasyonu Devlet Başkanlık İdaresi Kremlin’di ve Moskova Şehir İdaresi de etkinliğin gerçekleştirilmesine katkıda bulundu.

Forum içerisinde BRICS+ İş İletişimi Destek Fonu kapsamında 30’dan fazla ülkenin diplomatik temsilcileri ve ticari ataşeleriyle yakın işbirliği içerisinde etkinliğin hazırlanması ve düzenlenmesi sağlandı. Bu fon, aynı zamanda etkinliğin ticari programını da oluştururken; foruma katılan BRICS üyesi ülkelerin ortak heyetlerinden oluşan komisyonları ve iş misyonlarını da koordine ediyor.

Forum kapsamında:

  • Akıllı şehir, kentsel çevre, iş inşaları için şehir yapısı,
  • Sağlık, Eğitim, Enerji ve Gıda güvenliği,
  • Yapay zeka ve dijital teknolojiler,
  • Ulaşım ve lojistik,
  • Ortak yatırım ve kamu-özel sektör ortaklığı,
  • Tarım-Sanayii kompleksleri gibi konular ele alandı.

Eğitim konusu kapsamında, yaz kamplarında gençlerin ve çocukların rekreasyonunun yanı sıra ders dışı eğitimin tartışıldığı “Çocuk ve Ergen Eğitiminde Ders Dışı Eğitimin ve Uluslararası İşbirliğinin Rolü” başlıklı bir yuvarlak masa toplantısı düzenlendi.

Bu oturumda, Rus devletinin yasama ve yürütme organlarının temsilcileri, Rus ve yabancı çocuk kamplarının başkanları ve kar amacı gütmeyen kuruluşlar katıldı. Etkinliğe özellikle Rusya Federasyonu Federal Meclisi Devlet Duması Başkan Yardımcısı Boris Çernişov, Rusya Eğitim Bakanlığı Eğitim, Ek Eğitim ve Çocuk Rekreasyonu Alanında Devlet Politikası Departmanı Müdürü Nataliya Agre, Federal Devlet Eğitim Kurumu “Artek” Müdürü Konstantin Fedorenko, Alyoşa Vakfı Başkanı Aleksey Zinoviyev, Birinci Hareket Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Sonya Pogosyan’ın yanı sıra Brezilya’dan “English Camp” Müdürü Sandra Urioste, Uluslararası Kampçılık Derneği (ICF) Başkanı Fahrettin Gözet (Türkiye), Çin Kamp Eğitimi Enstitüsü (ICE) Yönetim Kurulu Başkanı Nie Aijun da (Çin Halk Cumhuriyeti) hazır bulundu. Konuşmacılar çeşitli raporlar sundu ve söz konusu faaliyet alanını ortaklaşa organize etmek adına deneyimlerini paylaştılar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin de BRICS’e katılmak için başvuruda bulunduğu gerçeğini de göz önüne alırsak; etkinliğe katılımda bulunan Fahrettin Gözet’in “BRICS Ülkeleri Arasında İşbirliği Girişimi: Gençlik Katılımını Güçlendirme” konulu sunumu da özellikle ilgi çekiciydi.

Gözet, konuşmasında BRICS ülkeleri de dahil olmak üzere dünya çapındaki gençlik kampları arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesine dikkat çekti ve Başkanlığını sürdürdüğü ICF’nin önemini dile getirdi. ICF’nin programlarına ve uluslararası diğer girişimcilerle birlikte küresel çapta ağın güçlendirilmesi ve kurumun kaynaklarının kullanılarak gençlere yönelik BRICS ülkeleri ve olası üye ülkeler arasındaki işbirliği fırsatlarına değindi.

Forum sonucunda Afrika, Asya, Orta Doğu ve Latin Amerika ülkeleri de dahil olmak üzere küresel çapta işbirliğinin geliştirilmesi ve ekonomik bağların genişletilmesini amaçlayan 300’den fazla anlaşma imzalandı. Bu anlaşmalarla birlikte dijital platformların geliştirilmesi ve çevre konusundaki girişimlerin artırılması kararlaştırıldı.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Sovyet basınında 12 Eylül – 1  

Yayınlanma

Yazar

Eski gazeteler bir dönemin ruhunu kavramak, dolayısıyla karşılaştırmalı analizler yapabilmek için en gerekli şeylerden biri. Sadece belli meselelerde kamuoyu algısını tespit etmek için değil devletlerin tutumundaki değişiklikler ve benzerlikleri göstermek için de önemli bunlar.

Aşağıdaki yazı, Sovyetler Birliği’nin resmi hükümet organı (“SSCB Halk Temsilcileri Sovyeti Haberleri”) İzvestiya ile resmi parti organı (“SBKP Merkez Komitesi Organı”) Pravda’da, başka bir deyişle Sovyet yönetiminde 12 Eylül askeri faşist darbesinin nasıl yansıdığını, 12 Eylül’den 31 Aralık 1980’e kadar Türkiye ile ilgili bütün haberlerini inceleyerek ele alıyor.

İzvestiya darbe haberini aynı gün akşam baskısında vermiş. Şöyle diyor:

“Ankara sabahı boş caddelerle karşıladı. Tanklar ve zırhlı araçlar başkentin bütün anayollarını kapatmış, hükümet binalarını bloke etmişti. Perşembeyi cumaya bağlayan gece Türk Silahlı Kuvvetleri ülkede iktidarı ellerine aldı. Askerler genelkurmay başkanı Kenan Evren’in başkanlığında Milli Güvenlik Konseyi kurdular. Anayasa askıya alındı. Parlamento dağıtıldı. Demirel hükümeti devrildi. Bütün siyasi partilerin, sendikaların ve sosyal örgütlerin faaliyeti de durduruldu. Ülkede sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Sokaklarda askerler devriye geziyor. Radyo halka sükuneti koruma çağrısı yapıyor. …”

Pravda’nın 12 Eylül’le ilgili ilk yayını ise ertesi gün, Ankara muhabiri A. Filippov’un 12 Eylül’de geçtiği iki haber. Bu haberlerde darbeci Milli Güvenlik Konseyinin açıklaması aktarılıyor; “ülkede durumun sakin olduğu ve herhangi bir şiddet eylemi veya kurbanla ilgili haber ulaşmadığı” söyleniyor. Evren’in ilk radyo konuşması da haberde geniş yer bulmuş: “General Evren Türkiye’nin NATO’ya bağlılığını koruyacağını, imzaladığı bütün uluslararası anlaşmalara saygı göstereceğini ve bütün komşu ülkelerle eşitlik, karşılıklı saygı ve içişlerine karışmama temelinde iyi ilişkileri devam ettireceğini vurguladı.”

Aynı gün İzvestiya, Evren’in ilk konuşmasını daha ayrıntılı vermiş: “Evren’in dediğine göre dağıtılan parlamentonun üyeleri parlamento dokunulmazlığını kullanarak kanunları ihlal edenler dışında mahkemeler tarafından kovuşturulmayacak.” “Geçici olarak ordunun korumasında” oldukları bildirilen dört siyasi partinin liderlerinin “şartlar imkân verir vermez” serbest bırakılacağı da haberde belirtiliyor.

Bu ilk haberlerdeki “normalleşme” vurgusu Pravda’nın 14 Eylül’deki haberinin de vurgusu: gazete, “kısa bir süreliğine kesilen” demiryolu ve karayolu ulaşımının yeniden sağlandığını, havaalanları ve limanların açıldığını, yabancı ülke vatandaşlarının giriş çıkışına engellerin kaldırıldığını yazıyor, keza: “Posta, telgraf, marketler, dükkânlar, pazarlar, fırınlar ve apartman hizmetleri normal çalışıyor.” Pravda’nın yerel basından aktardığına göre pazartesi günü de milli ve özel bankalarla devlet kuruluşları yeniden çalışmaya başlayacakmış. Öte yandan: “İktidar için mücadele eden partilerin liderleri… tecrit edildi. Resmî açıklamalara göre bunlar askerlerin kontrolü altındaki güvenli yerlerde bulunuyor.” Gazete Evren’in açıklamasına göre son iki yıldır “aşırılıkçılar” tarafından girişilen terör sonucu 5241 kişinin öldüğünü ve 14152 kişinin de yaralandığını eklemiş.

Pravda’nın “ideolojik yol göstericiliği” altında İzvestiya da ertesi gün “Durum normalleşiyor” başlığı atmış. Evren’in devlet başkanı yetkilerini üstlendiğini yazmış; durum da öyle bir hızla normalleşiyormuş ki: “Ülkede sükûnet korunuyor, sokağa çıkma yasağı süresi kısaltıldı.” İzvestiya, Demirel ve Ecevit’in Gelibolu’da askeri yetkililerin gözetimi altında bulunduklarını, yabancı ajansların haberlerine göre ise MHP genel başkanı Türkeş’in de tutuklandığını belirtmiş.

İzvestiya ertesi gün şöyle yazıyor: “Milli Güvenlik Konseyi Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ün ‘yurtta sulh cihanda sulh’ ilkelerini takip etmekte kesin kararlı olduğunu açıkladı.” Durum normale dönerken: “Fiilen bütün kurum ve işletmeler faaliyetlerine yeniden başladı”. Ancak haberin en dikkat çekici cümlesi şu: “MGK grevleri yasakladı ve grevlerin sardığı özel işletmelerin sahiplerini de işçi ücretlerini yükseltmeye mecbur kıldı.” Demek ki güvenliğin tesisi için (sahi, başka neden olabilir ki?) grevler yasaklanmış ama ücret artışı metazori dayatılmış. Öyleyse Türkiye’de emekçi kesimler için durumun fena olmadığı anlaşılıyor. En dikkat çekici ikinci cümle: “Neofaşist ve sol aşırılıkçı örgütlerin elebaşı ve aktivistlerine yönelik de tutuklamalar bildiriliyor.” Demek ki demokratik gelişmeden yana olanlara dokunulmuyor; sadece faşistler ve “aşırı solcular” hedefte. İzvestiya Ankara ve İstanbul da içlerinde 27 şehirde belediye başkanlarının yerini askerlerin atadığı isimlerin aldığını da eklemiş.

Pravda ise aynı gün askeri yönetimin çağrısıyla ülkedeki diplomatik temsilcilerin Dışişleri bakanlığına çağrılarak bilgilendirildiğini yazıyor. Pravda’nın Ankara temsilcisi A. Filippov’un ulusal radyo ve televizyon yayınlarından aktardığına göre “iş hayatı” normalleşmiş, özel ve devlet sektöründeki bütün işletmeler faaliyetlerine tekrar başlamışlar. Darbecilerin patronlardan ücret artışı istediği hatırlatmasını da yapmış Filippov, üstelik öyle böyle bir artış değil: “Bir dizi tesiste ve yönetim aygıtı alanındaki grevler kesildi. İşletmecilere ve kurum yöneticilerine ülkedeki pahalılığın artışını dikkate alarak derhal grevcilerin başlıca ekonomik taleplerini kabul etmeleri ve yüzde 70’e varan ücret artışları yapmaları öneriliyor.” Belirtmek gerek; “grevlerin kesildiği” ifadesi yasaklandığı değil kendiliğinden bitirildiği iması taşıyor. TİP genel başkanı Behice Boran’ın İstanbul’da ev hapsinde tutulduğu özellikle vurgulanmış. Haberin en ilginç cümleleri şunlar: “Son iki gündür askeri yetkililer çok sayıda aşırı solcu ve neofaşist aşırılıkçıyı gözaltına aldılar. Tutuklananlar arasında bu yılın temmuz ayında eski başbakan N. Erim’i öldüren terörist grupları da var. Yetkililerin emriyle neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’nin yayın organı Hergün kapatıldı. Yerel Aydınlıkçıların gazetesi Aydınlık da yasaklandı.” Pravda’nın çaldığı tel, tıpkı İzvestiya gibi, “askeri yönetimin” (darbeciler ifadesi özellikle geçmiyor) sola değil “aşırı sola” ve “neofaşistlere” karşı olduğu.

Ankara mahreçli haberlerde hayırhah tutumun örneklerine aşağıda da rastlayacağız. Ancak Avrupa başkentleri mahreçli haberlerde başka ve nesnel bir eğilim var. Örneğin Pravda’nın Bonn temsilcisi V. Mihaylov 18 Eylül’de ABD dışişleri bakan yardımcısı Warren Christopher’in Bonn’a planlanmamış bir ziyarette bulunduğunu, görüşmelerde “Türkiye’deki olayların” da ele alındığını bildiriyor. Mihaylov’a göre Türkiye’deki darbe NATO üyeleri arasındaki eski tartışmaları tekrar alevlendirmiş, “NATO’nun Türkiye’yi çok büyük ölçüde militarize etmesi ve askeri köprübaşına dönüştürmesinin ülkeyi ekonomik felakete sürüklemekte ve iç çelişkileri patlama noktasına kadar kızdırmakta olduğu” endişeleri varmış. Dahası, “Washington’un Avrupalı müttefiklerinden bir kısmı artık bu siyasetin devam etmesine karşı çıktılar.” Mihaylov, Belçika ve Danimarka’nın Türkiye’de planlanmış NATO tatbikatının iptalini istediklerini, ancak ABD ve Almanya’nın karşı çıktığını, bunun üzerine Belçika’nın tatbikata katılmayacağını açıkladığını da bildiriyor.

Pravda’da 14 Ekim’de yayınlanan ve NATO liderlerinin Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi çabalarına hız verdiğini vurgulayan Brüksel mahreçli haberi de bu türden. Yunanistan 1974’te Kıbrıs harekatının ardından NATO’nun “ataletini” protesto için askeri kanattan ayrılmıştı. Gazete ayrıca ABD’nin Avrupa’daki kuvvetlerinin komutanı Rogers’in Türkiye’de Yunanistan meselesiyle ilgili görüşmeler yaptığını da belirtiyor: “Yerel gazetelerin değerlendirmelerine bakıldığında Rogers… son üç haftadır üç defa Ankara’ya gitti ve ‘Yunanistan ve Türkiye’nin niyetleri hususunda tam bir iyimserlik içinde’”. Bu Rogers, bilindiği gibi, Evren’in “yakın dostu” (öyle demişti faşist darbenin lideri); Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi de bu “dostluğun” eseri.

16 Ekim’de İzvestiya’da da Brüksel mahreçli bir haberde aynı nesnel ve doğru tutum şu ifadeyle formüle edilmiş: “Türkiye’deki darbe ABD’nin desteğiyle yerli gericilik tarafından gerçekleştirildi.” Bu, üç buçuk ay boyunca darbenin gerçek niteliğiyle ilgili Pravda ve İzvestiya sayfalarında yer alan tek doğru cümle.

Ama Avrupa mahreçli yazılar darbenin ABD destekli olduğunu açıkça ima ederken Ankara mahreçli haberler toz pembe bir tablo çiziyor.

Pravda aynı gün Evren’in basın toplantısının ayrıntılı bir haberini de vermiş.

Bu toz pembe tablo, darbecileri neredeyse halkın dostu ilan eden eğilimi yıl sonuna kadar görmeye devam ediyoruz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English