Görüş

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 2

Yayınlanma

Çeşitliliğin Birliğinden Hindu(tva) Birliğine 

Avrupalı misyonerler 16. yüzyılda Hindistan’a ilk geldiklerinde hem büyüleyici hem de şaşırtıcı bir dünyaya adım attılar. Onların gördüğü şekli ile Hinduizm, bir pagan karmaşasıydı: Kadınları diri diri yakan, tuhaf ayinler yapan ve çocukları timsahlara yediren bir halkın şeytanlara ve canavarlara tapınması. Ancak çok geçmeden Hindu “putperestliğinin” beyaz adamların stereotiplerinin izin verdiğinden çok daha karmaşık olduğu ve Hinduların din değiştirmeye pek istekli olmadığı ortaya çıktı. Ancak daha sonra Hindistan’da Avrupa’nın gücü büyümeye başladı ve sömürge yönetimi altında misyonerler yasaklayıcı bir görünüme büründü. Britanya Rajı sırasında Batılı düşünce kalıpları üstünlük kazandı ve Hindular dinlerini yeniden tasarlama konusunda baskı hissettiler. Bu hem onu ​​Hristiyan saldırılarına karşı güçlendirmek hem de yabancı yönetime direnmek içindi. Modern Hinduizm’in bugünkü şekline büyük ölçüde ilham veren de bu karşılaşmadır.

Pek çok Batılı Hindistan’ı maharajaların, yılan oynatıcılarının, kıtlığın ve hastalıkların egzotik ülkesi olarak görüyordu. Evet, Hindistan büyük ölçüde feodaldi ve bölge yüzlerce Prens, Nawab, Talukdar, Zamindar ve Jagirdar tarafından yönetiliyordu. Hindistan’ın bir “ulus” olarak fikri, İngilizler tarafından sömürgeci hırslarını sürdürmek ve İngiliz Tacı altında etkili bir şekilde yönetmek için dikkatlice inşa edildi. Ancak imparatorluk buraya ayak basmadan çok önce de bu geniş toprakların insanları bir şekilde zaten ortak bir uygarlığı paylaşıyordu ve bunda doğal ve bazen de hizipsel kimliği yatıyordu.

Ve gerçekten de Hindular bu süreçte misyonerlerin kendi araç ve stratejilerinden bazılarını altüst ederek ülkede artık oldukça egemen olan Hindu milliyetçiliğinin doğuşunu tetikledi.

“Hindistan gibi uçsuz bucaksız bir ülke, kendisinden çok daha küçük ve nüfusu çok daha az olan uzak bir ada tarafından nasıl fethedilebilirdi?”

Hint veya Hindu tarihi hakkında bu tür düşünceler Hint/(Hindu) milliyetçiliğinin gelişimini ilerletti. Çok eski zamanlardan beri bir “ulusal” Hindu-Hint kimliğinin var olduğunu varsayarak (ki olmamıştı), seçkin Hindular Hindu-Hint kimliklerini günümüzde yeniden kazanma dürtüsü hissettiler. Aslına bakılırsa, İngiliz yönetimine kadar altkıtadaki insanlar kendilerini modern anlamda Hindu (veya Müslüman) olarak görmemişlerdi. İngilizler, yer, kast ve aile soyu dahil çeşitli kimlikleri bir araya getirerek kategorize ettiler ve din yalnızca birkaç kimlikten birini sağladı. Ancak, 19. yüzyılda Britanya’nın askeri ve endüstriyel üstünlüğünün gücünden etkilenen bazı “üst kast” Hindular, dinlerini “arındırmak” ve onu Hristiyanlığa daha çok benzetmek için güçlü hareketler başlattılar. Hinduizm’i aşağı çeken eklentiler olarak gördükleri şeyleri -eşitlikçi olmayan kast sistemini ve tanrıların, mezheplerin ve uygulamaların çeşitliliğini- bir kenara atmak için harekete geçtiler ve bu reformun Hindistan’ı yeniden büyük yapacağına inandılar.

İngiliz tarih anlatıları Hindu-Müslüman düşmanlığını Hint tarihinin temel özelliği olarak tasvir ediyordu. Gerçekte, Güney Asya’daki çeşitli dinlere mensup insanlar arasında fanatik dini nefret değil, dini çoğulculuk ve hoşgörü bir normdu. Britanya yönetiminden önce seçkin çoğu Hindu ve Müslüman “Hindustan”ı yalnızca Hinduların değil, aynı zamanda Müslümanlar ve Hristiyanlar dahil “çeşitli inanan toplulukların” vatanı olarak düşünüyordu. İngiliz sömürgeciliği, Hinduların bin yıl boyunca Müslüman işgalciler tarafından kendi evlerinde boyun eğdirildiği farklı bir anlatı inşa etti. Bu, Güney Asya’nın Hindustan deneyimini Hindular ve Müslümanlar arasındaki değişmez düşmanlık iddialarına dönüştürdü.

Ancak bununla birlikte, İngiliz nüfus sayımı Hindistan’daki Hinduları ve Müslümanları homojen gruplar halinde bir araya getirdi ve aralarında dayanışmanın ve savaşçı hissin doğmasını kolaylaştırdı. 19. yüzyılın sonlarına doğru sömürgeci etkiler, “eski vatanseverlik” hisleri ile birleşerek tüm Hindistan’ı kapsayan bir Hindu milliyetinin ve daha gelişmemiş bir Müslüman milliyetinin icadına katkıda bulundu. Bu mirası kullanarak Savarkar, 1909’da tarihi bir eser olan “The Indian War of Independence of 1857” (1857 Hindistan Bağımsızlık Savaşı) kitabını yayınlayarak Hindistan siyasetine ilk kalıcı katkısını yaptı. 1857’de, kuzey ve batı Hindistan’daki çok sayıda Hint askeri ve soylu, yönetilen bir halk tarafından Britanya İmparatorluğu’na karşı yapılan en büyük silahlı ayaklanmada, solan Babür hanedanının bayrağı altında ayaklanmıştı. İngiliz tarihçiler bu savaşı, bir siyasi yapıdan çok, hoşnutsuz askerler ile sınırlı bir “Sepoy isyanı” olarak değerlendirmişlerdi.

Fransız ve Amerikan devrimlerinden ve Mazzini’nin aşırı milliyetçiliğinden ilham alan Savarkar, 1857’yi Hindistan’ın bağımsızlığı için “ilk savaş” olarak yeniden inşa etmişti. Bugün dahi 1857 Hindistan’da bu şekilde anlaşılıyor. Aslında Hint askerlerinin İngilizlere karşı ilk isyanı, kuzeydeki daha iyi bilinen 1857 İsyanı’ndan yarım yüzyıl önce 1806’da Vellore’de patlak vermişti. Nedeni, Madras Ordusu tarafından uygulanan yeni bir kıyafet yönetmeliğiydi ki bu hem kast işaretlerinin gösterilmesini yasaklıyordu ve bu da Hindu askerlerini rahatsız etmişti hem de sakal ve bıyık bırakmayı yasaklıyordu ve bu da İslam birliklerinin duygularını incitmişti. Sarıklar, domuz veya inek derisinden yapılmış şapkalarla değiştirilmiş ve yeni üniformaların önü bir haça benzetilmişti ve bu da her iki dinden askerleri rahatsız etmişti. Yeni kıyafet yönetmeliğine uymayı reddeden Sepoylar cezalandırılmış ve bu da isyancıların Vellore Kalesi’ni ele geçirip yüzlerce İngiliz askeri ve subayını öldürmesi ile yaygın bir isyana yol açmıştı. Ancak İsyan, İngilizler tarafından birkaç saat içinde bastırılmış ve günün sonunda 350’den fazla Hint yaşamını kaybetmişti.

Ancak doğrusu altkıtadaki İngiliz hakimiyeti ilk kez 1857’de sorgulandı. Siyasi ve idari kontrol beraberinde yönetimi basitleştirmek ve iyileştirmek ve yerlileri “uygarlaştırmak” için sosyokültürel ve askeri alanlardaki reformları getirmişti. Bu tür önlemler -“sati”nin (Hindistan’ın bazı kesimlerinde kocası ölen ve dul kalan kadınların kocasının naaşı ile birlikte diri diri yakılması geleneği) kaldırılması, eğitim dili olarak İngilizcenin benimsenmesi, askeri ayrıcalıklar sisteminin yeniden düzenlenmesi- saygı duyulan sosyal ve dini yapılara darbe vuruyor ve bu da yerlilerin duygularını incitiyordu. İsyandan hemen önceki dönemde bu faktörler daha belirgin hale geldi ve yaygın bir hoşnutsuzluğa yol açtı. Ancak ayaklanmanın son tetikleyicisi Enfield tüfeğinin tanıtılmasıydı. Tüfeğin mermileri ateşlenmeden önce ısırılmak zorundaydı ve Hindular ve Müslümanların duygularını incitecek şekilde inek ve domuz yağı ile yağlandığı söyleniyordu. İmparatorluk ile ilgili giderek artan hayal kırıklıkları göz önüne alınırsa, Bengal ordusu İngilizlerin onları “Hristiyanlaştırmak” için böyle sinsi yöntemler kullanacağını makul buldu. Askerlerin öfkesi kabardı. Bu arada doğrusu Bengalliler özgürlüklerine çok da düşkünlerdi. Hint Ayaklanması ve İngiliz birlikleri tarafından vahşice bastırılması dönemin basınında geniş yer bulmuştu. Hint isyancılar asılarak veya toplarla parçalanarak acımasızca cezalandırılmıştı. 1857 olayları binlerce kişinin ölümüne yol açtı ve bu sayının 800 bin ile 1 milyon arasında olduğu tahmin ediliyor. Her iki taraf da sivillere karşı vahşet ve zulüm uyguladı, ancak acı çekenlerin sayısı isyancı tarafta çok daha fazlaydı. İsyanın büyüklüğü ve ölçeği, yalnızca bu sayılar açısından değil, aynı zamanda coğrafi ve sosyal olarak yayılımı göz önüne alındığında da İsyanın kolayca unutulmayacağı açıktı.

Hinduizm’e yönelik artan eleştiri ve saldırılarla yerel kurum kendini gösterdi. Ve 1857 isyanı, rüzgarın estiği yönün çarpıcı bir tezahürüydü. Sonuçta 1857 olayları Hindistan’ın “kaderle buluşması” olmayacaktı belki ancak sonrasında haklı olarak kendilerine ait olan şey için savaşmayı öğrenen kitleler arasında bir farkındalık oluşacaktı ki ayaklanma, bir asırdan daha kısa bir süre sonra Hint ulusal kimliğinin şekillendiği ateşi besleyecek olan meydan okuma közlerini çoktan ekmişti. Çok geçmeden, ileri gelen bir evanjelik Andrew Fuller, Hindistan’da hiçbir İngiliz karşıtı çabanın mümkün olmadığını çünkü “Hinduların katı bir kütle oluşturamayan muazzam sayıda kum parçacığına benzediğini” belirtecekti. İngilizler isyanın ölçeğini küçümsemek ve onu kaotik ve plansız olarak yansıtmak için ellerinden geleni yapsalar da tarih bunun aksini gösteriyor, isyanların gerçekleştirilme düzeni sanki bir zincirleme reaksiyonun birer parçasıymış gibi gerçekleşiyordu.

Yani gerçekte 1857 Ayaklanması Hindistan’ın İngiliz hükümetine karşı ilk yaygın mücadelesiydi; coğrafi ve sosyal farklılıkları aşan çeşitli liderleri bir araya getiren popüler bir ayaklanma gibi görünüyordu: Bihar’dan Kunwar Singh, Kanpur’dan Nana Sahib, Delhi’den Babür imparatoru II. Bahadır Şah Zafar ve Jhansi’den savaşçı kraliçe Rani Lakshmibai, her biri hareketin sorumluluğunu üstlenmişti. Egemenlik mücadelesi olmasa da yerlilerin zihnine özgürlük arzusunu yerleştirdi ve paradoksal olarak Hindistan’ı İngiliz yönetimine daha çok bağlamış gibi gözükse de aslında aksine Hindistan’daki İngiliz yönetiminin temellerini sarstı. Çünkü politik olarak Hindistan’daki İngiliz yönetiminin doğası bir dönüşüm geçirdi: 1858 Hindistan Hükümeti Yasası’nın çıkarılması, Doğu Hindistan Şirketi’nin yönetim yetkilerinin İngiliz Tacı’na devredilmesini getirdi; Hindistan’daki idari politika artık “Hindistan Ofisi” adı verilen yeni hükümet dairesi ve onun başkanı, sırasıyla Hindistan Devlet Sekreteri ve Genel Vali, yeni Genel Vali unvanı altında formüle ediliyor ve uygulanıyordu. Ve Kraliçe Victoria Hindistan İmparatoriçesi unvanını almıştı. Ancak sömürge yöneticileri, Batılılaşmaya yönelik daha önceki girişimlerinden vazgeçerek reform yolunu izlediler. Dine karşı hoşgörülü bir duruş benimsediler ve Hindistan’ın üst ve yönetici kastlarından gelenleri hükümete dahil ettiler. Eski Şirket bürokrasisi esasen kalsa da tutumlar köklü bir değişime uğradı; geleneğin ve hiyerarşinin korunmasını vurgulayan yeni bir felsefe şekillendi. Bu, İsyanın nedenlerinin din ve ekonomi alanlarında yattığı inancına dayanıyordu. İngilizler, din ile ilgili olarak daha önce yerli geleneklere aşırı bir müdahale olduğuna inanıyorlardı. Ekonomi konusunda Şirket’in serbest piyasa rekabeti ortamı yaratma girişimlerinin geleneksel güç yapılarını ve sadakat bağlarını zayıflattığı, köylüleri tüccarların ve tefecilerin insafına bıraktığı düşünülüyordu. Politik olarak yöneticiler ile yönetilenler arasındaki ilişkilerin ciddiyetinin, huzursuzluğu körükleyen geniş bir uçurum yarattığı hissedildi. Bu değerlendirmelerin doğrudan bir sonucu olarak Hintler yerel düzeyde hükümete çekildiler, ancak sınırlı bir ölçekte. Bu, Kalküta, Bombay ve Madras’ta üniversitelerin açılması ile birlikte, üyeleri Hindistan Ulusal Kongresi’nin erken misyonuna çekilecek yeni bir profesyonel orta sınıf yarattı. 1885’te iki Parsi sanayici ve emekli bir İngiliz memur tarafından kurulan Kongre, günün sorunlarını tartışacak ve Hindistan vatandaşlarının kaygılarını İngiltere’deki yöneticilerinin önüne koyacak bir platform olarak başladı. 20. yüzyılın başlarında parti, bugün özgür Hindistan’ın kurucuları ve mimarları olarak bilinen şahsiyetler tarafından yönetilen özgürlük mücadelesinin ön saflarında yer alacaktı.

1857 olaylarına dair erken bir milliyetçi bakış açısı, İsyanı “Hindistan’ın İlk Bağımsızlık Savaşı” olarak adlandıran Savarkar tarafından sunuldu. Ve Savarkar, “Hindular ve Müslümanların ilk kez bu savaş sırasında şiddet yolu ile birleştiğini” savundu; O’na göre “şiddet kardeşliği” ile “İngiliz kanının dökülmesi, Hindu-Müslüman bağını güçlendirmişti.” Savarkar’ın Hindu-Müslüman tarih anlayışı kısmen memleketi Maharashtra’daki Babürlere karşı dinsel-politik düşmanlık geleneği tarafından şekillenmişti. Savarkar, Hindu krallarının 18. yüzyılda Babürleri yenerek yüzyıllarca süren “Müslüman zulmünün” intikamını aldığı için “kölelik lekesinin” silindiğini ve kendi ülkelerindeki “egemenliklerini” yeniden tesis ettikten sonra artık Müslümanlar ile dostluk kurulabildiğini yazıyordu. Ve 1857’deki “şiddet” o kadar güçlüydü ki Hindistan artık “Hinduizm ve İslam taraftarlarının birleşik ülkesi” haline gelmişti.

Bu arada, İngilizlere baş kaldırması nedeni ile 1910’da Bengal Körfezi’ndeki çok ağır koşullarda bir ceza kolonisi olan Andaman Adaları’nda ömür boyu hapis cezasına çarptırılan Savarkar, 1920’lerin başında Batı Hindistan’daki daha hafif koşulları olan bir hapishaneye nakledildi. O zamana kadar Mahatma Gandhi’nin Hindistan Ulusal Kongresi’ndeki liderliği Hindistan siyasetinde devrim yaratmıştı. Onun dindarlığı ve çileciliği, kitleleri eğitimli Hintlerin küçük bir kesimi ile sınırlı olan bağımsızlık hareketine çekti. Ancak Gandhi alışılmadık bir şekilde siyasi bağımsızlığın yanı sıra şiddet karşıtlığını, ahlaki davranışı, sosyal reformu ve Hindu-Müslüman birliğini de savunuyordu. Ayrıca milliyetçi dostlarını da sık sık üzüyordu: Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra bazı Hint Müslümanlar, İngilizleri uluslararası Müslüman dayanışmasının sembolü olan İslam Halifeliği kurumunu korumaya zorlamak için bir hareket başlattılar ve Gandhi, davada hiçbir payları olmamasına karşın Hinduları katılmaya teşvik etti.

Savarkar, Gandhi ile tanışmıştı. Hilafet hareketi Savarkar’ın Hindistan’ın yeniden Müslümanlar tarafından işgal edileceğine dair korkularını tetikledi. Bu yalnızca İslamofobi değildi. Pek çok Müslüman seçkin, Hindulara karşı avantajsız duruma düşmek korkusu ile sömürge dönemi boyunca yavaş gelişen demokratikleşmeye direndi. Kendilerini Hindistan’ın tarihi yöneticileri olarak görüyorlardı, dolayısıyla Hindistan’ın işlerinde söz sahibi olmaları yalnızca sayıları ile orantılı olamazdı. Bazı Müslüman liderler, İngilizlere karşı iddialarını ileri sürmek için pan-İslamcılık söylemini ve şiddet tehditlerini kullandılar. Hilafet hareketinden sonra Savarkar, “Hint Savaşı’nın bileşik milliyetçiliğe övgüsünün Hint Müslümanlar tarafından reddedildiğini” düşündü.

Savarkar, Hindutva’da Avrupa milliyetçilik çerçevesini (bir ulusun homojen bir topluluğa, ortak bir kültüre, uzun bir tarihe ihtiyaç duyduğunu) altkıtaya uyguladı. Batı Avrupa ülkelerinde ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Hristiyanlık, ırk ve dil, ortak bir tarih ve kimliğin temelini oluşturuyordu (ya da milliyetçileri öyle iddia ediyordu). “Peki Hindistan için ne işe yarayabilirdi?” Çoğunluğun dini olan Hinduizm, tek bir kitap veya kilisenin birleştirici mekanizmasından yoksun olduğu için uygun görünmüyordu. Hindistan’da yaşayan Müslümanlar, Hristiyanlar, Sihler, Jainler, Budistler ve diğerleri de Hint vatandaşlığını Hinduizme bağlama çabalarına şiddetle içerliyorlardı. Hinduizm Savarkar’ın bir çatı olarak Hint kimliği arayışında “ana engeli” oluşturuyordu. Bu açmazı çözmek için dini milliyetçilerin aksine Savarkar, Hinduları sekülerleştirmeye çalıştı; ideolojisinin temeli olarak Hindu kutsal metinleri yerine, aydınlanmış siyasi düşünürün paradigmatik seküler modelini, yani “tarih disiplinini” seçti. (Böyle bir tarih anlatısı bugün Hindistan’da “WhatsApp Tarihi” olarak yaygınlaşıyor.)

Ve Savarkar, tarihe dönerek Hindistan’da doğan tüm dinlerin (Hinduizm, Sihizm, Budizm, Jainizm) takipçilerinin ortak bir soyağacına bağlı olduklarını göstermek istedi: Bu, Hindutva veya Hinduluk’tu. “Hindutva bir sözcük değil, bir tarihtir” diyordu ve Hindu kimliğinin esas olarak şiddet yolu ile oluştuğunu teorileştiriyordu. Hindutva’da, Müslümanlar ile olan uzun savaşta, “halkımız Hindular olarak kendilerinin bilincine vardı ve tarihimizde bir ulus haline geldi” diye yazmıştı. Gandhi’nin fikirlerini çürütmek için şiddetsizliği küçümsedi ve bu, Müslüman nefreti ile birlikte onun ömür boyu süren takıntısı haline geldi. Savarkar’ın yazdığı Hindutva, Hindu Sağının Komünist Manifestosu oldu. Yayınlanmasından kısa bir süre sonra, Savarkar’ın memleketinden eski bir Kongre üyesi K.B. Hedgewar, 1925’te Rashtriya Swayamsevak Sangh’ı (RSS) kurdu. Onu, beyin yıkama ve paramiliter eğitim yolu ile Hinduların karakterini dönüştürecek ve “yabancıları” yenmek için onları güçlü hale getirecek sosyokültürel bir örgüt olarak tasarladı. Hedgewar, RSS’nin doğrudan siyasetten uzak duracağını düşünüyordu. İngilizlerin tepkisini önlemek ve gelecekte bir Hindu ulusu oluşturmak amacı ile Hindu birliğini sıfırdan inşa etmek için gölgelerde faaliyet gösterecekti.

1924’te Savarkar, 13 yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı. Hala siyasi faaliyetten men edilmiş ve ev hapsinde tutulmuş olduğu için sosyal reform girişimlerini başlattı ve oyunlar, şiirler, makaleler ve tarihi eserler yazan üretken bir yazar haline geldi. Ortodoks Hinduların muhalefetine karşın Hindular arasında “ebedi çatışma” yaratan ve “ulusal bir aptallık” olan kast sisteminin “tarihin çöplüğüne atılmayı” hak ettiğini savundu. Amacı, “Hinduların siyasi birliği” gerçekleştirmesine yetecek kadar engelleri ortadan kaldırmaktı; yani hedefi kastın kendisi değil, kast ayrımcılığıydı.

Gandhi’ye karşın Savarkar hala Hinduların lideri olma çabasındaydı. Savarkar, 1937’de 54 yaşında siyasete yeniden girmesine izin verildikten sonra, Hindistan Ulusal Kongresi’nin eski bir kanadı olan ve militan bir Hindu partisi olarak ortaya çıkan Hindu Mahasabha’nın başkanlığını üstlendi. Hapishaneden uzak durma kaygısı ile İngiliz karşıtı duruşunu büyük ölçüde yumuşattı. Bunun yerine iki takıntısını hedef aldı: Gandhi ve Müslümanlar. Ancak Savarkar, edebi yazım ve polemiklerde güçlüydü ve Kongre’ye karşı ciddi bir meydan okumaya girişecek enerji ve vizyondan yoksundu. Sağlığı hapishane yaşamından sonra hiçbir zaman tam olarak iyileşmemişti ve RSS’den gelen yardım tutarsızdı. Üyeleri bazen İngilizlere karşı Kongre öncülüğündeki kampanyalara katılmış olsa da RSS bir kurum olarak bağımsızlık hareketinin büyük ölçüde dışında kaldı. RSS liderleri ve Savarkar, kısmen Gandhi’nin şiddet içermeyen politikasına ve Hindu-Müslüman birliği arayışına duydukları nefretten dolayı Kongre liderliğindeki mücadele konusunda belirsizdi.

1930’larda Müslüman Birliği, Müslümanlar için Hindistan’dan ayrı bir ulus oluşturulmasını talep etmeye başladığında, (farklı nedenler ile de olsa Gandhi ve Nehru dahil diğer Hindu politikacılar gibi) Savarkar, Müslümanlara toprak vermemek için azınlıkların dinlerini özgürce yaşayabilecekleri, herkes için eşit haklara sahip laik bir devlet çağrısında bulundu. Ancak Müslümanları Hint karşıtı faaliyetler ile suçladı; bu arada partisi sahada toplumsal kutuplaşmayı körükledi ve Müslümanlara karşı şiddet örgütledi. Gandhi’den farklı olarak Savarkar, Müslümanlar Birliği’nin lideri Muhammed Ali Jinnah ile Hindular ve Müslümanların “iki ulus” oluşturduğu konusunda hemfikirdi; ancak Hindu üstünlüğünü tesis etme takıntısı nedeni ile Pakistan’ın kurulmasına karşı çıkıyordu.

Savarkar ve diğer Hindu aşırılıkçıları, 1947’deki kanlı Bölünme’den, Hindistan’ın İngilizler tarafından denetlenen Müslüman çoğunluklu Pakistan ve Hindu çoğunluklu Hindistan olarak bölünmesinden Gandhi’yi sorumlu tuttu. Yaşlı adamın Hindistan’ı Pakistan’a borçlu olduğu parayı vermeye zorlamak için üstlendiği oruç karşısında öfkelendiler. 1948’de Savarkar’ın yardımcılarından biri olan Nathuram Godse Gandhi’ye suikast düzenledi. Savarkar’ın itibarı onarılamaz biçimde lekelenecekti. Gandhi’yi öldürmek için komplo kurduğu iddiası ile yargılandı. Hapishaneye dönme korkusu o kadar yoğundu ki mahkemede kendini Godse’den uzaklaştırdı. Savarkar beraatının ardından siyasetten çekildi ve yaşamının geri kalanını anonim olarak geçirdi…

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması -1

Çok Okunanlar

Exit mobile version