DÜNYA BASINI

İsrail ile ‘milliyetçi-muhafazakâr enternasyonal’ arasındaki ilişki

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, İsrail’in iktidardaki Likud partisinin hem ideolojik, hem de hukuk teorisi düzeyinde Avrupa ve ABD’de yaygınlaşan “Milli Muhafazakârlık” akımı ile benzerliklerini vurgulaması açısından özel bir önemi hak ediyor. Macar lider Viktor Orban’ın popülerleştirdiği “illiberal demokrasi” kavramı, İsrail’deki “sağcı” siyonist akımları tanımlamak için de kullanılıyor. Bu akımlar, batı düşüncesindeki evrenselci akımlara, örneğin Rousseau’ya karşı, partikülarist fikirleri, örneğin Edmund Burke gibi Fransız Devrimi’ne düşman isimleri öne çıkarıyor. Makalede görüşlerine yer verilen Edmund Burke Vakfı Başkanı Yoram Hazony’nin İsrail’in “kendine özgü oluşuna” yaptığı vurgu bu nedenle tesadüf değildir. Avrupa’daki milliyetçi-muhafazakâr partilerin Likud ve siyonizm ile kurduğu yakın ilişkinin bir örneği, yakın zamanda Madrid’deki VOX etkinliğinde de görülmüştü. Evrenselcilik-partikülarizm tartışması, tekrar Trump’lı bir dünyaya doğru giderken, daha da önem kazanacak gibi görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler bize aittir.


İsrail’in illiberal demokrasisi sağ için bir modele nasıl dönüştü?

Suzanne Schneider
Dissent
Bahar 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Gazze’de Filistinlilerin kitlesel kıyıma uğradığı ve açlığa terk edildiği bir ortamda, İsrail’i sadece bir yıl önce saran siyasi dramı göz ardı etmek zor olmasa gerek. Hatırlanacağı üzere, Aralık 2022’de iktidarı devralan Benjamin Netanyahu liderliğindeki aşırı sağcı hükümet, hükümet karşıtı protesto dalgasına yol açan bir dizi adli ve idari reform önermişti. Endişeli gazeteciler, eski ABD ve İsrail hükümet yetkilileri ve önde gelen Amerikan Yahudi örgütleri demokrasinin gerilemesine ilişkin kaygı verici uyarılarda bulunmuştu. Görünüşe göre İsrail, illiberal Macaristan olmaya doğru ilerliyordu.

Bu çerçeveleme hiçbir zaman tam olarak ikna edici olmadı. Yüz binlerce İsrailli demokrasiyi kurtarmak için sokakları adımlarken, çoğu işgali ele almayı, hatta bu gerçeği kabul etme fikrini dahi reddetti. Yahudi ve Filistinli İsrailliler için eşit olmayan bir vatandaşlık sistemini sürdüren ve kontrol ettiği topraklardaki nüfusun yaklaşık yüzde 35’ini etnik kimlikleri nedeniyle haklarından mahrum bırakan bir ülke, açıkça demokrasinin geleneksel tanımına uymuyor. Ancak küresel sağın yandaşları arasında revaçta olan alternatif bir demokrasi fikri var: Bu, ayrımcılık yapma ve ulusun ihtiyaçlarını genel olarak bireylerin, özel olarak da azınlıkların ihtiyaçlarından üstün tutma hakkı üzerine inşa etmiş bir demokrasi. İsrail’de uzun süredir egemen olan ve Yahudi devletinin destekçilerinin şimdi dünyanın dört bir yanındaki illiberal liderler için bir şablon olarak sunduğu, demokrasinin işte bu versiyonudur.

İsrailli, Macar ve Amerikalı muhafazakârlar arasında sağcı fikir ve uygulamaların dolaşımını teşvik eden yeni kurumsal iletişim ağlarının marifetiyle Siyonist sağ, ulusal tikelcilik, gelenek ve diğer “muhafazakâr değerlerin” savunusuna yasal ayrımcılık hakkını ekleyerek ideolojik bir çap ve küresel tanınırlık elde etmeye başladı. İlliberal demokrasinin şampiyonları hem liberalizme hem de faşizme karşı saygıdeğer bir alternatifi temsil ettiklerini iddia ediyorlar; oysa siyasi vizyonları –daha iyi bir ifadeyle– “etno-otoriter” olarak tanımlanabilir. Nitekim İsraillilerin geçtiğimiz yıl hükümet karşıtı protestoların bastırılması sırasında deneyimlemeye başladıkları gibi, düşmanların ortadan kaldırılması üzerine inşa edilen devletler eninde sonunda kendi halklarını yutmaya meyillidir.

Hamas’ın 7 Ekim’deki dehşet verici saldırılarının ardından İsrail’in dünyayı kasıp kavuran misilleme harekâtı, ona duyulan yaygın uluslararası sempatiyi rekor bir sürede kınamaya dönüştürmeyi başardı. Bu satırların yazıldığı sırada çoğu kadın ve çocuk 32,000’den fazla Filistinli öldürüldü, yüz binlercesi de açlığın eşiğine geldi, ancak İsrail’in kuşatması ne Hamas’ı ortadan kaldırabildi ne de Gazze’de tutulan rehinelerin tamamını serbest bıraktırabildi. Gelinen noktada ABD Senatosu Çoğunluk lideri Chuck Schumer gibi sadık İsrail destekçileri bile artık açıktan tereddüt etmeye başlayarak Senato kürsüsünden Benjamin Netanyahu’yu devirmek için seçimlerin yenilenmesi çağrısında bulunuyorlar.

Bu bağlamda, İsrail’in önde gelen sağcı partisi Likud’un dünya çapındaki muhafazakâr partilerle uzun süredir geliştirdiği sıcak ilişkilerin kritik bir noktada durduğunu söylemek gerek. Bunlar, Macaristan’ın Viktor Orbán’ı gibi devlet başkanlarını da içeren- resmi devletlerarası ilişkiler değil sadece, İsrail sağı ile ABD, Birleşik Krallık, Orta Avrupa, hatta Hindistan ve Filipinler gibi “Küresel Güney” ülkelerindeki siyasal muadilleri arasında kurulan yakınlıklar da demek aynı zamanda. Örneğin, Schumer’ın azarlamasına yanıt olarak Netanyahu, eski Meclis Başkanı John Boehner’in isteği üzerine 2015’te Kongre’ye yaptığı konuşmanın bir yansıması olarak, doğrudan Senato Cumhuriyetçilerine hitap etti.

Muhtemel ki Likud’un kurucusu Menachem Begin ile televizyoncu Jerry Falwell arasında 1980’lerde kurulan karşılıklı avantajlı ilişkiyle başlayan Likud’un yabancı aktivist ve entelektüellerle bağlarını geliştirme çabaları onlarca yıl öncesine dayansa da İsrail sağı, Yahudi devletinin kendine özgü illiberal markasını küresel bir model olarak ancak son yıllarda takdim ediyor. Entelektüeller ve aktivistler, İsrail’in fetih ve mülksüzleştirme yoluyla devlet inşasından doğan ayrımcı siyasi ve hukuki sistemini, bireysel hak ve özgürlükleri merkezine alan liberal anayasal modele bir alternatif olarak yücelterek ona yeni bir yorum getirdiler. The Virtue of Nationalism [Milliyetçiliğin Fazileti] kitabı yazarı ve Ulusal Muhafazakârlık Konferansı’nı düzenleyen Edmund Burke Vakfı’nın başkanı Yoram Hazony’nin 2015 tarihli bir makalesinde yazdığı gibi, “Rousseau ve Kant’ın evrensel anayasası, şu anda Batı’da moda haline gelen radikal Batı siyasi düşüncesinin belirli bir kolu tarafından izin verilen tek ‘siyaseten doğru’ anayasadır.” Bu tehlikeli gelenek, diye devam ediyor Hazony, “İsrail’de derin izler bıraktı. Ve beraberinde, İsrail rejiminin ‘gerçek bir demokrasi’ olmadığı ve ‘vatandaşlarının devleti’ olarak yeniden şekillendirilene kadar meşru olmayacağı şüphesini doğurdu.” Hazony için, İsrail’in demokratik noksanı bir kusur değil, onun kendine has bir özelliği, ya da başka bir ifadeyle liberal evrenselciliğe meydan okuyan alternatif bir anayasal model demek.

İsrail’in dünyada yazılı bir anayasası olmayan dört ülkeden biri olması dikkat çekicidir. İsrail Bağımsızlık Bildirgesi’nde en geç 1 Ekim 1948’de bir anayasanın kabul edileceği belirtilmişti, ancak ne Birinci Knesset ne de ondan sonra gelenler düzinelerce girişime rağmen bunu yapmaya hiç yanaşmadı. Hatta İsrail’in ilk başbakanı David Ben-Gurion, hem pragmatik hem de teorik gerekçelerle bir anayasa kabul edilmesine sürekli bir biçimde karşı çıkmıştı. Temmuz 1949’da Knesset’te yaptığı bir konuşmada “İsrail devletinin özel tarihi koşullarda ortaya çıkacağını ve neredeyse başka hiçbir ulusun sahip olmadığı özel görevleri olduğunu biliyordum” diyordu: “Dolayısıyla, anayasa ve yasalar konusunda geleneksel uygulamalara göre hareket edemeyeceğimiz sonucuna da vardım.”

Ben-Gurion’un destekleyeceği tek anayasa, devletin prosedürel unsurlarını (“ulusun temsilcilerinin nasıl seçildiği, yetkilerinin neler olduğu, hükümetin nasıl seçildiği, hükümetin nasıl toplandığı” gibi) detaylandırmakla sınırlı bir anayasaydı. Diğer bir deyişle, sıradan çoğunluk yönetimi yoluyla kaldırılamayacak temel haklar ve yasal korumalar öngören liberal-demokratik anayasal modele katı bir biçimde karşı çıkıyordu. Benzer şekilde, yüksek yargı makamının yargısal bir denetim yapabilmesi fikrini de reddetti ve “Anayasaya aykırı olması halinde yasaları geçersiz kılma yetkisini mahkemeye devretmemiz için hiçbir mantıklı neden yoktur” diye yazdı. Son olarak, yasal eşitlik konusuna üstü kapalı değinse de bunu reddedecekti: “Fransız anayasası eşitlik ve kardeşlikten bahsediyor, ancak herhangi bir yaptırım yok. Eğer bir insan gerçekte diğeriyle eşit değilse, bu yöndeki bir ifadenin hiçbir anlamı yoktur. Bu olsa olsa güzel bir slogandır.” Ben-Gurion, kanun önünde eşitliğe ilişkin anayasal hükümlerin gerçek eşitlikle aynı şey olmadığını biliyor ve anlıyor, ancak retorik kaydırmayı tercih ediyordu: Eğer liberal demokrasiler ikincisini garanti edemiyorsa, neden birincisiyle uğraşsınlardı ki?

Ben-Gurion, Kasım 1947’den 1949 baharına kadar çeşitli şekillerde devam eden ve sadece İsrail’in kurulmasıyla değil aynı zamanda yaklaşık 750,000 Filistinlinin sınır dışı edilmesiyle sonuçlanan Filistin savaşına ya da ateşkesten sonra yeni devletin sınırları içinde kalan 150,000 Filistinliye hiçbir zaman doğrudan atıfta bulunmadı. Ancak bu faktörlerin onun liberal anayasal modelleri reddetmesine nasıl yol açtığını görmek çok da zor olmasa gerek.

1948 sonbaharında, daha önce Özgür İrlanda Devleti tarafından kabul edilen anayasa üzerine bir çalışma yayımlamış olan Leo Kohn adlı Almanya doğumlu bir Siyonist, böylesi bir seçenek üzerinde son rötuşları yapıyordu. Hazırladığı anayasa taslağı kanun önünde eşitliği tesis edecek; ırk, din, dil veya cinsiyet temelinde ayrımcılığı yasaklayacak; siyasi makamlarda ve istihdamda eşit yurttaşlık ilkelerine uygunluk ve buna bağlı siyasi haklar tesis edecek ve “kamusal amaçlar dışında” arazi veya mülkün kamulaştırılmasını yasaklayacaktı. Kısacası bu, Ben-Gurion’un reddettiği türden liberal-demokratik bir anayasaydı.

Ancak aynı yılın aralık ayında İsrail hükümeti, Filistinlilerin mülksüzleştirilmesini meşrulaştırmak için yasal bir mekanizma oluşturan Gaiplerin Mülklerine İlişkin Acil Durum Yönetmeliği’ni yürürlüğe koydu. Evini terk edip de 29 Kasım 1947 ile 1 Eylül 1948 tarihleri arasında düşman topraklarına (çoğunlukla Filistin Mandası’nı kapsayan bölge) giren ve Yahudi olmayan herkesi “gaip” olarak tanımlayan bu yönetmelik, evleri ve mülkleri büyük ölçüde kamulaştırdı – tarihçi Shira Robinson’a göre “10.000’den fazla dükkan, (57.000 aile konutu içeren) 25.000 bina ve ülkedeki tüm verimli toprakların yaklaşık yüzde 60’ı”. Bu, orta ve kuzey Celile’yi ele geçirmek için yapılan ve Filistin köylerinde yaklaşık bir düzine katliamla desteklenen bir başka sürgün turunu içeren askeri bir harekât olan Hiram Operasyonu’nun hemen ardından gelmişti. Bir biçimde yerinde kalmayı başaran Arap sakinler ise 1966’ya kadar sürecek olan örfi idareye tabi tutulacaktı.

Filistin topraklarını istimlak ederek kurulan bir devlet, mülkiyet hakkını nasıl güvence altına alabilirdi? Arap azınlığı düşman olarak gören ve onları katı bir sıkıyönetim sistemine tabi tutan bir devlet, kanun önünde eşit korumayı nasıl sağlayabilirdi? Tüm bunlar, milliyetçiliği demokrasiden üstün tutan bir yerleşimci devlet içinde asla halledilemezdi. Ben-Gurion bu noktayı son derece açık biçimde dile getirmişti: “Bir halk demokrasisinde ya da başka tür bir demokraside, Yahudi olmayan rafine kişilerin iyi yönetimi altında olmaktansa, kötü Yahudilerin yönetimi altında olmayı tercih ederim.”

Kuruluşunu takip eden birkaç on yıl boyunca İsrail’in demokrasi noksanlığı bir biçimde geçiştirilebildi. Hikâyeye göre Yahudi devleti şiddetin hâkim olduğu bir bölgede yaşıyordu ve diğer demokrasilerin pek de sık karşılaşmadığı kimi sorunlarla uğraşmak zorundaydı. Bu mantığa göre, yargısız gözaltılar ve ev yıkımları gibi insan hakları ihlalleri “kalıcı bir olağanüstü hal”in gereğiydi. Ancak İsrail’in Mısır ve Ürdün ile barış anlaşmaları imzalaması, Suriye ile müzakerelere başlaması ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından tanınmasıyla bu mazeret git gide zayıflamaya başladı. Dahası, Menachem Begin hükümetinin 1982’de Lübnan’ı işgal etmesi ve 1987’de Birinci İntifada’nın patlak vermesi Peace Now gibi liberal grupları harekete geçirdi ve Siyonist ideolojiyi bir kenara bırakıp yasal ve sosyal eşitliği benimsemenin zamanının gelip gelmediği konusunda entelektüel tartışmaları besledi. FKÖ ile Oslo Anlaşmaları sonrası nihayetlenen bir dizi müzakerenin ardından, İsrail’in sonunda olağanüstü halden kurtulup Kohn’un on yıllar önce öngördüğü liberal demokrasiye geçebileceğine dair umutlar hiç de azımsanacak gibi değildi.

Ne var ki bu özlem gerici bir hareketlenmeyi doğurdu. 1990’ların ortalarına gelindiğinde İsrail toplumu iki geniş siyasi kampa bölünmüştü: Statükoyu savunulamaz bulan ve sadece Oslo sürecini değil, İsrail’in “anayasal devrimini” -bireysel hakları güçlendirmek için yargıyı kullanan bir çift 1992 Temel Yasası- destekleyenler ve gittikçe yükselen Netanyahu’yu takip ederek Yahudi devletinin özü olarak milliyetçiliği, yerleşimciliği ve kalıcı eşitsizliği benimseyenler.

Liberal-demokrat kamp kendini 1978’den 2006’ya kadar Yüksek Mahkeme’de görev yapan ve 1995’ten itibaren başyargıç olan Aharon Barak’ın içtihatlarıyla yakından özdeşleştirdi. Barak, İsrail’in Temel Yasaları’nın –devlet prosedürlerini detaylandıran ve bazı bireysel hakları güvence altına alan on dört temel hüküm, ki bunlardan bazıları ancak çoğunluk ile bozulabiliyordu– fiili bir anayasa olarak kabul edilmesi gerektiğini savunuyordu. Barak, 1992 Temel Yasaları’nın ardından Yüksek Mahkeme’nin yargısal denetim uygulama ve eşitlik ilkesini ihlal eden yasaları iptal etme hakkına sahip olduğu fikrindeydi.

Örneğin, Ka’adan ile İsrail Arazi İdaresi arasındaki 2000 tarihli ünlü davada mahkeme, devlet arazilerinin tahsisinde devletin Yahudi ve Arap vatandaşlar arasında ayrımcılık yapmasının yasadışı olduğu yönünde karar vermişti. Eşitlik ilkesine başvuran Yargıç Barak, Brown v. Board of Education kararına atıfta bulunarak “‘ayrı ama eşit politikasının’ ‘doğası gereği eşitsiz’ olduğunu” ileri sürmüştü. Pratikte Mahkeme, devletin gücünü kısıtlamada oldukça zayıf kalmıştır, ancak Ka’adan gibi yüksek profilli davalar, mahkemeyi Yahudi halkının düşmanı olarak gören İsrail sağı tasvirini beslemiştir.

Hazony 2015 yılında anayasal devrimin amacının “ülkeyi evrensel anayasa teorisine uygun hale getirmek için Yahudi halkının ulus devleti olarak ‘geleneksel İsrail’ kavramını belirsizleştirmek, zayıflatmak veya yerinden etmek” olduğunu yazdı. Ona göre, bu bölünmenin kökleri 1970’lerde “önde gelen İsrailli akademisyen ve hukukçuların” Yahudi milliyetçiliği ile demokrasi arasında bir çelişki olduğunu savunmaya başlamasıyla ortaya çıkmıştı. “Bu tür argümanlar İsrailli siyasi liderler arasında ilerleme kaydetmeye başladı -eski Eğitim Bakanı Shulamit Aloni gibi bazıları İsrail’in Yahudi halkının devleti olduğu fikrinin ‘ırkçı değilse bile anti-demokratik’ olduğunu apaçık savunmaya istekliydi.”

Bu pencereden bakıldığında, 1992 Temel Yasaları Siyonist siyasi gelenekte bir kırılma anlamına geliyor: “İsrail hukukunun temel amacının eşitlik (güvenlik, özgürlük, Yahudi halkının refahı ve diğer değerlerin değil) olduğunu açıkça belirten ve Brown vs. Board of Education gibi Amerikan davalarını İsrail’de eşitsizliği yasadışı ilan etmek için açıkça kullanan bir Yüksek Mahkeme kararı, yeni bir anayasal düzenin ilanıdır.” Bir anayasa hükmü olarak ciddiye alınması halinde, kararın İsrail’in ayrımcı okul sisteminden Geri Dönüş Yasası’na ve “dünyanın dört bir yanındaki Yahudileri korumayı amaçlayan güvenlik politikalarına” kadar bir dizi yasayı geçersiz kılacağı belirtiliyor.

İkinci İntifada sırasında mahkemelerin İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) ve diğer güvenlik güçlerinin çalışmalarını baltaladığı iddiasından güç alan yargıya yönelik saldırılar, 2007 yılında eski Adalet Bakanı Daniel Friedmann’ın mahkemenin gücünü azaltmak için çeşitli girişimler başlatmasıyla daha da hız kazandı. Bu çabanın anahtar noktasını, pek çoğu devletin laik Aşkenaz elitinden gelen mahkeme atamalarının niteliğini dönüştürmek oldu. Görev süresi boyunca Yüksek Mahkeme’ye dört muhafazakâr yargıç atayan eski Adalet Bakanı Ayelet Shaked 2019’da eleme uygulamalarının hem üst hem de alt mahkemelerde nasıl bir “muhafazakâr devrime” yol açtığıyla övünmekteydi (bugün, yorumcular Yüksek Mahkeme’deki liberal yargıçların tam sayısını tartışsa da bu sayının toplam on beş yargıçtan beş ile yedi arasında olduğu konusunda bir uzlaşı var). Macaristan’dan ithal edilen bir şey olmaktan çok uzak olan 2023 yargı “reformu” paketi, İsrail’in ölü doğmuş liberal demokrasisi karşısında on yıllardır süren bu mücadelenin zirve noktasıydı.

Orbán ve Netanyahu arasındaki karşılıklı hayranlık ilişkisi, ikilinin 2005 yılında Kudüs’te ilk kez bir araya gelmesiyle başladı. O dönemde Macaristan’da muhalefet lideri olan Orbán ve İsrail’de maliye bakanlığı görevini yürüten Netanyahu, sol ve liberal eleştirmenlere karşı duydukları ortak antipati nedeniyle birbirlerine daha sıkı bağlandılar. Orbán’ın meydan okuyan Netanyahu’yu sadece ideolojik bir ortak olarak değil, aynı zamanda bir model olarak gördüğü de biliniyor. Andras Dezso’nun ifadeleriyle, “Orbán ve Netanyahu 2006 parlamento seçimlerini kaybettiğinde, Fidesz ve Likud zaten kardeş partiler olarak görülüyordu.”

Szabolcs Panyi’nin Macar araştırmacı gazetecilik merkezi Direkt36 tarafından yayımlanan raporunda ortaya koyduğu gibi, bu ortaklık hem ideolojik hem de stratejik olmasının yanı sıra her iki tarafa da önemli avantajlar sağlamıştır. Macaristan Orta Doğu politikasını radikal bir şekilde değiştirmiş ve AB’nin ateşkes kararlarını ve yaptırımlarını (en son Batı Şeria yerleşimcileri konusunda) defalarca veto ederek İsrail’in en sadık Avrupalı müttefiki haline gelmişti. Yine Orbán İsrail’in Polonya, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti’nden oluşan ve hepsi de zamanla güvenilir müttefikler haline gelen daha geniş Vişegrad Grubu ile bağlarının güçlenmesine de yardımcı olmuştu. Netanyahu ise Orbán’ın ABD’deki Cumhuriyetçi müesses nizama girmesinde -Macar liderin 2019’da Donald Trump ile yapacağı görüşmenin ayarlanmasında büyük rolü vardı- ve antisemitizm suçlamalarını savuşturmasında büyük destekçisiydi. Likud ayrıca ideolojik olarak kendisine epey yakın olan Chabad-Lubavitch hareketinin Macaristan’da kendine bir yer edinmesine ve Orbán hükümetine tüm gücüyle karşı çıkan Macar Yahudi Toplulukları Federasyonu’na (Mazsihisz) karşı rejim dostu bir denge unsuruna dönüşmesinde etkili olacaktı.

Ama belki de tüm bunların içinde en kayda değer olanı, Likud yetkililerinin Macaristan’ın, Açık Toplum Vakıfları’nın Breaking the Silence, Adalah ve New Israel Fund gibi sol-liberal eğilimli STK’ları finanse etmesi nedeniyle İsrail sağının George Soros’a karşı yürüttüğü karalama kampanyasını maddi olarak desteklemiş olmasıydı. Yahudi-Amerikalı muhafazakâr siyasi stratejistler Arthur Finkelstein ve George Birnbaum Macaristan’ın Soros karşıtı yürüttüğü kampanyaların baş mimarlarıydı. Finkelstein, 1996’da Netanyahu’nun ilk seçim zaferini kazanmasına yardımcı olmadan önce Cumhuriyetçi başkan adaylarına danışmanlık yaparak adını duyurmuştu. Sonrasında ise Netanyahu’nun özel kalem müdürü oldu. 2008 yılında Orbán yeniden seçime girmeye karar verdiğinde, Netanyahu onu Soros’u “düşman kuklacı” olarak gösteren komplocu fikri geliştiren Finkelstein ile tanıştırdı. İsrail’in Macaristan büyükelçisi 2017’de bu kampanyayı eleştirdiğinde—bu hareket Likud’u epey şaşırtmış gibiydi—açıklamasını geri çekmek zorunda kalacaktı.

Likud 2015 yılında iki ülke arasında daha iyi koordinasyon sağlanması için parti aktivisti Tamir Wertzberger’i görevlendirdi. Suriye iç savaşı ve IŞİD’in yükselişi sonrası yaşanan mülteci krizinin ortasında, “İslamofobi”, Macaristan-İsrail bağını güçlendiren önemli bir etmen oldu. Wertzberger’e göre bir yandan Avrupalılar nihayet İsrail’i, yani Batılı bir ülkenin Müslümanlarla birlikte yaşamasının nasıl bir şey olduğunu anlamaya başlarken diğer yandan göç, Macaristan ile Avrupa Birliği arasında ciddi bir tartışma doğurdu. İsrail uzun zamandır AB ile çatışma halindeydi ve iki ülke aniden kendilerini aynı sayfada bulunca, Macaristan için İsrail’in pozisyonlarını desteklemek öncesinden çok daha kolay hale geldi.

Hatta Macaristan’ın göçmenleri dışarıda tutmak için bir sınır çiti inşa etme konusunda İsrail’den tavsiye istediği bile bildirildi.

Macaristan ile İsrail arasındaki ideolojik yakınlaşmanın merkezinde, devletin temeli olarak etnik homojenliğe duyulan saplantı yatıyor. Sağcı bir İsrailli yorumcu ve Orbán’ın gözde üniversitesi Mathias Corvinus Collegium’un (MCC) eski misafir öğretim üyesi Gadi Taub’un geçen yıl attığı bir tweet’e belirttiği gibi, “Bugün Doğu Avrupa, Avrupa kültürünün gerçek ruhunu taşıyor” çünkü “Göç Batı Avrupa’nın durumunu geri dönülmez hale getirdi. Nüfusları -Müslüman kültürü ve Avrupa kültürünü- karıştırmak işe yaramayacaktır.” Bu tür ifadeler sınır politikası ve göç konusunda bariz sonuçlar doğurmakla birlikte, kan bağından başka şeylerle birbirine bağlı çok etnili devletler olasılığına da ciddi şekilde darbe vurmaktadır. Milliyetçiliğin çağdaş savunucularına göre, bu tür devletler, doğası gereği istikrarsızdır -sivil kimlik, ırksallaştırılmış ulusal birime ait olmanın yerini tutamaz. Gerçekten de Siyonizm’i, kendini “beyaz Siyonist” olarak tanımlayan Richard Spencer’dan Hindistan’ın Hindutva ideologlarına kadar dünyanın dört bir yanındaki gericiler için çekici kılan işte bu argümandır.

Tüm bunların yanında İsrail’in yerel hikayesini küresel sağ ile ilişkilendirmede kilit rol oynayan yeni kurumlar da ortaya çıkmış oldu. Bunlar arasında 2020 yılında Tikvah Fonu tarafından ve Federalist Toplum ile iş birliği içinde kurulan İsrail Hukuk ve Özgürlük Forumu, Kohelet Politika Forumu, Kudüs Kamu İşleri Merkezi ve elbette Hazony’nin Edmund Burke Vakfı yer alıyor. Bu türden kurumlar, yeniden yapılandırılan Heritage Foundation ve Fidesz tarafından finanse edilen Danube Institute ve MCC gibi yurt dışındaki daha köklü muhafazakâr oyuncularla düzenli olarak konferanslar, yayınlar ve lobi faaliyetlerinde iş birliği yaparken, çalışanlar ve üyeleri ise küresel bir sandalye kapmaca oyunu oynuyor.

Bu fikir ve uygulamaların muhafazakâr çevrelerde nasıl dolaştığını anlamak için George Mason Üniversitesi Antonin Scalia Hukuk Fakültesi profesörü ve Kohelet Politika Forumu Uluslararası Hukuk Direktörü olan Eugene Kontorovich örneğini ele alalım. Kontorovich uzun süredir Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne karşı yürüttüğü kampanyada, işgal altındaki topraklardan gelen İsrail mallarına yönelik AB ticaret kısıtlamalarına karşı çıkmış ve Batı Şeria’daki yerleşimlerin Cenevre Sözleşmesi’ni ihlal etmediğini savunmuştu. Son zamanlarda hem MCC’de hem de Budapeşte’deki 2022 CPAC konferansında bu bağlamda konuşmalar yaptı. 2023 yılında, Polonya Anayasa Mahkemesi’ne, kadına yönelik şiddet ve diğer ev içi şiddet türlerine karşı mücadele etmeyi amaçlayan Avrupa Konseyi politikası olan İstanbul Sözleşmesi’ni eleştiren bir amici curiae (“mahkeme dostu”) görüşü sundu; ayrıca Netanyahu hükümetinin onaylamayacağını açıkladığı bu sözleşmeye karşı İsrail’de birtakım yasal argümanlar geliştirdi. Sadece iki kıtada oynamakla da yetinmeyen Kontorovich, ABD’de Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar hareketini (BDS veya BDS Hareketi) suç sayan eyalet ve federal yasaların hazırlanmasına da yardımcı oldu.

Bu küresel kurumlar, siyasetçiler ve aydınlar ağı, yirmi birinci yüzyıl milliyetçileriyle ilgili temel bir ironiye işaret ediyor: Onlar yeni enternasyonalistler ve sınırlar ötesi siyasi koordinasyon açısından solu çok geride bırakıyorlar.

Orbán 2019 yılında Hazony’i Budapeşte’de ağırladı. Başbakanlık ofisi tarafından duyurulan görüşme detaylarına göre, “dünyaca ünlü muhafazakâr yazar”, “milliyetçiliğin, ulusların kendi kaderlerini bağımsız olarak belirlemeleri, geleneklerini korumaları ve ulusal çıkarlarını herhangi bir dış müdahale olmaksızın hayata geçirme arzusuna dayanan en iyi yönetim biçiminin temel ilkesini oluşturduğunu göstermiş oldu.

Hazony’nin çalışması en iyi haliyle, muhtemelen sağcı politikacılar ve hükümetler tarafından zaten oluşturulmuş olan uygulamalara saygın bir teorik soyağacı oluşturmaya dönük bir girişim olarak yorumlanabilir. Açıkça İsrail bağlamından alınmış olan bu muhafazakâr demokrasi modeli, “yargıçların sözde evrensel aklına” meydan okumakta ve “evrensel haklar hakkında yanıltıcı teoriler üreten” uluslararası örgütlerin kararlarını reddetmektedir. İsrail uzun süredir Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi uluslararası kurumların kararlarını görmezden geliyor; Hazony ise bu meydan okumaya, bu tür kurumları ulus-devletlerin kültürlerini ve geleneklerini baltalamaya çalışan emperyalist güçlerle özdeşleştirerek bunlara ideolojik bir içerik kazandırıyor. Yani sorun artık sadece evrensel insan haklarının umutsuzca soyut (Edmund Burke’ün baktığı yerden) ya da pratikte iktidarsız (Hannah Arendt’e göre) olması değil, çok daha kötücül bir şeye dönüşmüş olmasıdır: Halklara düşmanlık.

İsrail’in Gazze’ye yönelik korkunç saldırısı, “devlet düşmanları” kategorisinin ne denli geniş olduğunu gösterdi: Öyle ki bu kategori artık birçok kişi için yenidoğan bebekler, yabancı yardım kuruluşu çalışanları ve gazetecileri de -binlerce kurbanla birlikte- içermektedir. Yüksek Mahkeme İsrail’de savaş karşıtı gösterileri yasaklayan bir yasayı onayladı. Kararda “Gösteri ve toplanma hakkına verilen yüksek statüye rağmen, bu konuda dengelemelerin yapıldığı karmaşık bir gerçeklik içindeyiz” deniliyor. Yani aslında Ben-Gurion’un “özel tarihi koşullarından” bugünün “karmaşık gerçekliğine” kadar, İsrailli liderler epey uzun bir zamandır demokrasinin olağan kurallarının geçerli olmadığını [ve hatta olamayacağını] savunuyorlar.

7 Ekim, hem sürekli olağanüstü hâl rejimi içinde yaşamanın sınırlarını gözler önüne serdi hem de gerçekten demokratik bir İsrail’i kurabilmek için neredeyse hayal dahi edilemez bir siyasi yeniden yönlendirme gerektiğini. Kısa bir süre için dahi olsa mümkün gibi görünen liberal-demokratik model, iki devletli bir çözümün uygulanmasına bağlıydı ancak bu çözüm gelinen noktada uygulanabilir bir barış planından ziyade zombi diplomasisini andırıyor. Yarım asır önce Menachem Begin tarafından önerilen özerklik planına benzer bir planın -yerel özerklik için bir mekanizma sağlayacak, ancak ne Filistinlilere İsrail vatandaşlığı verecek ne de egemen bir Filistin devletine izin verecek- uygulanması ve yerleşimlerin devam etmesi yoluyla tek devletli gerçekliğin sağlamlaştırılması, bu aşamadan çok daha olası bir sonuç gibi görünüyor. İlliberalizmdeki bu yenilik gerçekleşirse, dünyanın bunu izleyeceğine hiç şüphe yok -bazılarımız dehşet içinde, bazılarımız ise hayranlıkla…

Çok Okunanlar

Exit mobile version