Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

İsrail sağa kaymaya devam edecek: Yeni 7 Ekimler pusuda

Yayınlanma

BENNY GANTZ

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, 7 Ekim’in İsrail siyasetini nasıl etkileyeceği üzerinde duruyor. Bugüne kadarki İsrail-Filistin savaşı veya artan şiddet dönemlerinden sonra İsrail seçmeninin her defasında daha da sağa kaydığını verilerle açıklayan makale, Netanyahu sonrasının da benzer şekilde şekillenebileceğini söylüyor. Ancak 7 Ekim sırasındaki Netanyahu hükümetinin ülkedeki hemen her sağ partiyi kapsadığını hatırlatan makale, 7 Ekim’den sonra kurulan savaş partisine muhalefetten dahil olan Beni Gantz’a işaret ediyor: “Ancak bir IDF mensubu olarak Gantz’ın Filistin sorununu aynı şekilde, yani Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasından ziyade kontrol altına alınması gereken bir güvenlik tehdidi olarak görmesi muhtemel görünüyor. Ve eğer durum buysa, tüm dehşetine rağmen her iki taraf için de daha fazla acı getirecek şekilde 7 Ekim’in tekrarlaması muhtemel.”

***

İsrail Neden Değişmeyecek?

Gazze’deki Savaş Muhtemelen Ülkenin Sağa Eğilimini Güçlendirecek

Dahlia Scheindlin

Hamas 7 Ekim’de İsrail’in Gazze Şeridi’yle arasındaki güvenlik duvarını aşıp saldırılarına başladığı andan itibaren İsrail asla eskisi gibi olmayacakmış gibi geldi. Birkaç saat içinde İsrailliler, İsrail’in Filistinlilere yönelik politikasına uzun süredir yön veren varsayımların birçoğunun çöktüğü gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldı. Devletin 16 yıldır sürdürdüğü Gazze’yi abluka altına alma politikası onları güvende tutamamıştı. Hükümetin, Katar’ın Hamas’a fon sağlaması ya da Gazze’deki işçilere çalışma izni vermesi gibi Hamas’ı pragmatizme çekebileceğine dair hesapları İsrail’i rehavete sürüklemişti. Ve Hamas’tan gelen tehditlerin çoğunun yüksek teknolojili gözetleme, derin yeraltı bariyerleri ve Demir Kubbe füze savunma sistemi ile etkisiz hale getirilebileceği inancının son derece yanlış olduğu kanıtlandı.

Daha geniş anlamda saldırılar, Filistin politik sorununun İsrail için herhangi bir bedeli olmaksızın süresiz olarak bir kenara itilebileceği fikrinin korkunç başarısızlığını gösterdi; İsrail liderliği arasında o kadar tartışmasız bir inançtı ki yorumcular buna bir isim buldu: çatışma yönetimi veya “çatışmayı daraltma”. Bu nedenle, İsrail giderek daha fazla Arap devletiyle normalleşmeyi sürdürürken bile, İsrail-Filistin arasında nihai statüde bir barış anlaşması için yıllardır müzakere yapılmıyordu. İsrail siyasi sahnesini domine eden sağcı partiler, İsrail’in herhangi bir diğer politika altında olacağından daha güvende olduğunu seçmenlere vaat etmişlerdi ve seçmenlerin çoğunluğu da bunu kabul etmişti.” Ancak 7 Ekim’de Hamas’ın saldırısı statükoyu yerle bir etti.

Yine de İsrail’in değişmeyen önemli bir yönü var. İsrailliler, saldırılara yol açan feci güvenlik başarısızlıkları için ülke yönetimini suçlasa da temel siyasi yönelimlerinin değişmesi pek olası görünmüyor. Başbakan Binyamin Netanyahu savaş bittiğinde -daha önce olmasa bile, çünkü savaşın net bir bitiş noktası yok- istifa etmek zorunda kalabilir. Ancak İsrail tarihinin defalarca gösterdiği gibi, özellikle son on yıllarda, savaş ya da şimdiki gibi aşırı şiddet olayları İsrail siyasetinde daha sağa doğru bir eğilimi güçlendirmekten başka bir işe yaramadı. Eğer bu durum şimdi de devam ederse, İsrailliler yeni bir hükümet seçebilirler, ancak bu eğilimi devam ettiren ve mevcut krizin şekillenmesine yardımcı olan aynı hatalı varsayımları destekleyebilirler.

LİDERİ SUÇLAMA

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, pek çok İsrailli ülkenin güvenlik konusundaki feci başarısızlığını doğrudan en tepedeki isim olan Netanyahu’nun omuzlarına yüklüyor. Ancak daha da çarpıcı olan, İsrail’in on yıllardır verdiği en zorlu savaşlardan birinin ortasında muhalefetlerini dile getiriyor olmaları. Nitekim saldırıdan bu yana geçen haftalarda Netanyahu’yu istifaya çağıran birçok gösteri düzenlendi; muhalefet lideri Yair Lapid de Hamas tarafından öldürülen ya da kaçırılan bazı kurbanların aileleri gibi bu çağrıya katıldı. Çok sayıda kamuoyu yoklaması, seçimlerin şimdi yapılması halinde Netanyahu’nun büyük bir yenilgiye uğrayacağını gösteriyor.

Hükümetin pozisyonunu güçlendirebilecek rehine takası anlaşmasının açıklamasından sonra 22 ve 23 Kasım’da yapılan bir anket bile iktidardaki koalisyonun Knesset’teki 64 sandalyesinden 23’ünü (120’den) kaybedeceğini gösterdi. Netanyahu’nun kendi partisine olan destek de dramatik bir şekilde düşmüş durumda: Anketler, seçimlerin şimdi yapılması halinde Likud’un Knesset’teki 32 sandalyesinin neredeyse yarısını kaybedeceğini gösteriyor. Belki de en çarpıcı olanı, İsraillilerin dörtte üçünden fazlasının Netanyahu’nun savaştan sonra ve hatta savaş sırasında istifa etmesi gerektiğini düşünmesi.

Bu rakamlar, ülkeleri saldırıya uğradığında ya da savaşa girdiğinde çoğu lidere verilen destek patlamasıyla tam bir tezat oluşturuyor. Örneğin 2001’deki 11 Eylül saldırılarının ardından Amerikalılar ABD Başkanı George W. Bush’un arkasına durmuş ve 1990-91 Körfez Savaşı ve 2003’te başlayan Irak Savaşı sırasında ABD liderlerinin destek oranları çift haneli rakamlara yükselmişti. Benzer şekilde, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski’nin de Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesinin ardından popülaritesi artmıştı.

Ancak İsrailliler için savaş zamanı liderlerine sırt çevirmek yeni bir şey değil. Ülkedeki seçmenler, savaş patlak verdikten sonra, görevdeki partilerin siyasi yönelimleri ne olursa olsun, hükümetlerinden genellikle soğudular. 1973’te Başbakan Golda Meir, Mısır’ın Yom Kippur Savaşı’nı başlatan saldırısını öngörememekle suçlanmış ve sonunda görevinden uzaklaştırılmıştı. İkinci intifada yani 2000 yılında başlayan şiddetli Filistin ayaklanması, Başbakan Ehud Barak hükümetinin çökmesine yol açtı ve Barak 2001’de Ariel Şaron’a karşı yüzde 25 puan farkla kaybetti.

Bir başka örnek de İsrail’in 2006 yılında Hizbullah’a karşı başlattığı savaştı. O yılın ağustos ayında İsraillilerin yüzde 63’ü Başbakan Ehud Olmert’in savaşı iyi yönetemediğini ve istifa etmesi gerektiğini düşünüyordu. 2007’nin başlarında Olmert de yolsuzluk soruşturmalarıyla karşı karşıyaydı ve İsraillilerin dörtte üçünden fazlası, şu anda Netanyahu’nun iktidarı bırakmasını isteyenlerle aynı oranda, Olmert’in performansından memnun değildi. (Olmert nihayetinde 2008’de yolsuzluk iddianamesi nedeniyle istifa etti.)

Bu köklü modele bakılırsa Netanyahu’nun da aynı akıbete uğraması muhtemel görünüyor. Hamas saldırılarından çok önce, Aralık 2022’nin sonlarında kurulan aşırı sağcı koalisyon hükümeti büyük tepki çekmişti. Geçen yılın büyük bir bölümünde çok sayıda İsrailli, İsrail tarihinin en uzun soluklu protestosu haline gelen, hükümetin son derece tartışmalı yargı reformu planına karşı çıkmak için sokaklara döküldü: 7 Ekim’de 40. haftaya girilmiş olacaktı. Daha Nisan ayında İsraillilerin sadece yüzde 37’si başbakanı destekliyordu; saldırılardan bu yana bu oran yüzde 26’ya düştü. Kasım ayı ortalarında, İsraillilerin iki katı, yani yüzde 52’si, Netanyahu’nun başlıca siyasi rakibi ve savaş kabinesindeki mevcut ortağı olan eski İsrail Savunma Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı Beni Gantz’ı tercih ediyordu.

Dahası, Netanyahu yolsuzluk iddialarıyla da karşı karşıya. Hakkındaki aktif yolsuzluk davaları, gözetimindeki güvenlik başarısızlıkları ve mevcut savaş nedeniyle, görevde kalması imkânsız olmasa da zor olacak. Ancak daha büyük bir soru var: Görevden ayrılması İsrail siyasetinde ya da politikasında köklü bir değişikliğe yol açar mı?

SAĞA DOĞRU TEPKİ 

İsrailliler her savaş ya da aşırı şiddet zamanlarında sağa kaydı. İsrail, 1977’de ilk kez sağcı Likud’u seçtiğinde, 1973 savaşından sonra başlayan İşçi Partisi hükümetinin yavaş yavaş çöküşü tamamlandı. Bu zafer aslında iktidardaki Hizipçi/İşçi elitlerine karşı uzun süredir devam eden bir isyandan kaynaklanıyordu, ancak daha milliyetçi ve sert ideolojileri İsrail’de önemli bir güç olarak meşrulaştırdı. Aynı zamanda ülkenin siyasi tarihinin çoğunlukla sağ hükümetlerin hâkim olduğu ikinci evresini başlattı.

1980’ler boyunca iki büyük çatışma daha fazla İsraillinin kendini sağla özdeşleştirmesine yardımcı oldu: 1982 savaşı ve 1987’de başlayan ilk intifada. Bu değişim anket rakamlarına da yansıdı: 1981’de anket araştırmacıları Yahudi nüfus arasında (o dönemde Arapları kapsayan kamuoyu araştırması neredeyse hiç yoktu) ankete katılanların yüzde 36’sının sağcı bir partiyi desteklemeyi planladığını ortaya koydu. 1991’e gelindiğinde, kendini sağcı olarak tanımlayanların oranı tüm Yahudi İsraillilerin yaklaşık yarısına yükselmişti.

Bununla birlikte, 1992 seçimlerinde İşçi Partisi lideri Yitzhak Rabin, Filistinlilerle barış sürecini ilerletme kampanyasıyla kazandı ve görünüşe göre çatışmanın sağın seçim zaferine yol açtığı beklentisiyle çelişiyordu. Bazı analistler daha sonra Filistinlilerin ilk intifadada şiddete başvurmasının İsrail’in barışa ve barış yanlısı hükümetlere destek vermesine katkıda bulunmuş olabileceği sonucuna vardı. Ancak bu çatışma daha sonraki savaşlardan çok daha az şiddet içeriyordu. Filistinliler büyük ölçüde sivil itaatsizlik taktikleri uyguladı ve hafif çatışmalar çoğunlukla işgal altındaki topraklarla sınırlı kaldı. Ayrıca 1992 seçimleri, Filistinlilerle yaşanan herhangi bir çatışmanın ardından İsraillilerin sola oy verdiği son seçim oldu.

Rabin hükümeti Yaser Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütü ile Oslo anlaşmalarını imzalamış olsa da her iki taraftaki aşırılık yanlıları kısa sürede süreci sekteye uğrattı. 1993 ve 1995 yılları arasında militan Filistinli gruplar İsrail’de 14 intihar saldırısı gerçekleştirdi. 1994 yılında Yahudi köktendinci yerleşimci Baruch Goldstein el-Halil’de ibadet eden 29 Müslüman’ı katletti. Ardından Kasım 1995’te Rabin, Tel Aviv’deki bir barış mitinginde aşırı milliyetçi bir İsrailli tarafından öldürüldü.

Birçok İsrailli analist ve hatta eski müzakereciler Rabin suikastının barış sürecini öldürdüğüne inanıyor: Rabin bu süreci liderliğinin merkezi haline getirmişti ve İsrail halkının önemli bir bölümünü yanına çekebilecek siyasi itibara sahipti. Ancak bir başka yoruma göre Rabin olmadan İsrailliler doğal ideolojik tercihlerine geri döndüler. Rabin’in öldürülmesinden önce 1995’in başlarında İsrailli Yahudilerin yaklaşık yarısı kendilerini sağcı olarak tanımlarken, yüzde 28’i solcu, yüzde 23’ü ise merkezci olarak tanımlıyordu ve bu oran 1991’deki anket sonuçlarını büyük ölçüde yansıtıyordu. Ve 1996 seçimlerinde, suikast sonrası Rabin’in halefi Şimon Peres’e sempati duyulduğunu gösteren anketlere rağmen, seçmenler popülist bir sağcı partide yarışan ve “barış sürecine” karşı çıkan Netanyahu’yu seçmeye devam etti.

Yine de eğer şiddet İsraillileri daha da sağa ittiyse, Oslo yıllarından sakin zamanların ılımlı da olsa sola doğru bir kaymaya neden olabileceğine dair kanıtlar da vardı. Örneğin Netanyahu’nun 1990’ların sonundaki ilk döneminde, intihar saldırıları azaldıkça, kendini sol görüşlü olarak tanımlayan Yahudi İsraillilerin oranı yüzde 35’e yükselirken, kendini sağ görüşlü olarak tanımlayanların oranı yüzde 42’ye düştü. Mevcut kamuoyu yoklaması verilerine göre bu yedi puanlık fark, son 30 yılda iki taraf arasındaki en dar farktı. Ardından 1999’da o zamanlar çoğu İsraillinin solcu olarak gördüğü bir lider olan Barak, barış sürecini yeniden canlandırma ve İsrail’in 17 yıldır süren güney Lübnan işgalini sona erdirme vaatleriyle göreve seçildi.

Ancak İsrail’in sola verdiği destek uzun sürmedi. Temmuz 2000’deki Camp David zirvesinde Barak, Arafat ile tam teşekküllü iki devletli bir anlaşmaya varmaya çalıştı. Ancak görüşmeler başarısız oldu ve ikinci intifada patlak verdi, kısa sürede ilkinden çok daha şiddetli bir hâl aldı. Seçmenleri neredeyse anında etkiledi: Anketlerimde, sol görüşlü İsrailli Yahudilerin oranı intifadanın ilk yılında on puan düştü ve sonrasında da düşmeye devam etti.

KONTROLÜ PEKİŞTİRME

Bu yüzyılın ilk on yılında İsrailliler daha da sağa kaydı. On yılın ilk yarısı, dört yıl süren intihar saldırıları ve İsrail’in Savunma Kalkanı Operasyonu kapsamında Filistin kasabalarını yeniden işgal etmesiyle geçti. İkinci yarıda ise 2006 Lübnan Savaşı ve İsrail’in Gazze’den çekilmesi, Hamas’ın Filistin seçimlerini kazanmasına ve 2007’de Gazze’yi şiddet yoluyla ele geçirmesine katkıda bulundu. Bu durum İsrail’in şeridi ablukaya almasına yol açtı. Gazze’den İsrail’e roket atışları sıklaştı ve İsrail’in 2008-9’da Gazze’ye düzenlediği Dökme Kurşun Operasyonu ile doruğa ulaştı. Bu savaştan kısa bir süre sonra İsrailliler Netanyahu’yu tekrar göreve getirdi ve Likud giderek popülist-milliyetçi bir yönelim kazandı. 2011’e gelindiğinde İsrailli Yahudilerin yarısından fazlası kendilerini sağcı olarak tanımlarken, bu oran solda olduğunu söyleyenlerin üç katından fazlaydı ve bu oran yüzde 15’e kadar gerilemişti.

2010’lu yıllarda bu eğilim devam etti. İsrail, 2014’teki daha uzun süreli Gazze operasyonu da dahil Hamas ile çok sayıda çatışmaya girerken, İsrailli Yahudi seçmenlerin sağcı ideoloji ile özdeşleşmesi istikrarlı bir şekilde yükseldi. Bu gösterge 2010’ların ortalarında hâlâ yüzde 50 civarında seyretse de, anketlerime göre 2019’da yüzde 60’a ulaştı. Bu noktada, İsrail nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sini (ancak yetişkin vatandaş seçmenlerin kabaca yüzde 17’sini) oluşturan Arap İsrailliler de düzenli olarak ankete katıldı ve sağ ideolojiye verdikleri düşük destek seviyeleri, genel ortalamayı düşürdü. Bununla birlikte, Arap İsrailliler dahil edildiğinde bile, toplam İsrail halkının yaklaşık yarısı kendilerini sağcı olarak tanımladı. (Arap İsrailliler son yıllarda yapılan anketlerin çoğunda sol görüşlülerin toplam nüfus içindeki oranını yaklaşık yüzde 18’e yükseltti.)

Mevcut savaşa giden yıllar bu gidişatı daha da güçlendirdi. Mayıs 2021’de Hamas ile yaşanan yeni bir gerilim, İsrail’deki Yahudiler ve Arap vatandaşlar arasında eşi benzeri görülmemiş sokak şiddetine yol açarken, bunu 2022’de daha küçük çaplı bir şiddet dalgası ve Mayıs 2023’te Filistin İslami Cihad ile yaşanan hızlı bir çatışma izledi. Netanyahu hükümetine yargı reformu planı nedeniyle duyulan yaygın öfkeye rağmen, Yahudi seçmenlerin çoğunluğu anketlerde kendilerini sağcı olarak tanımlamaya devam etti.

Özellikle, Hamas saldırılarından sadece beş gün önce, İbrani Üniversitesi’ne bağlı bir sosyal psikoloji araştırma merkezi olan aChord, Yahudi İsraillilerin üçte ikisinin kendilerini sağcı (“radikal sağ” veya “ılımlı sağ”), yüzde onunun ise solcu olarak tanımladığını ortaya koyan bir anket yaptı. Bu da solda yer alan her bir İsrailli Yahudi seçmene karşılık sağda yer alan neredeyse yedi seçmene doğru bir eğilim olduğu anlamına geliyordu. Bu net verilere dayanarak, ülkenin kuruluşundan bu yana İsraillilere yönelik en kötü şiddet döneminden sonra İsraillilerin daha fazla sağa kaymaması dikkate değer olur.

AYNI DÖNGÜ MÜ?

Halkın Netanyahu’nun liderliğine yönelik büyük hoşnutsuzluğuna rağmen, siyasi istikrarsızlığa dair endişeler muhtemelen mevcut savaş boyunca iktidarda kalmasına izin verecek. Dahası, savaşın kendisi hâlâ çok şeyi etkileyebilir ve seçmen eğilimleri aynı zamanda bir sonraki seçimin ne zaman yapılacağına bağlı olabilir. Ancak Netanyahu sonunda görevden alınsa bile, İsrail’in farklı bir ideolojik yol izleme ihtimali oldukça düşük.

Mevcut anketler seçmenlerin Gantz’ın merkez sağ Ulusal Birlik partisine akın ettiğini gösteriyor. Gantz’ın partisi, 24 Kasım’da yayınlanan bir ankete göre, eğer seçimler şimdi yapılsaydı 43 sandalye kazanacaktı ki bu Likud’un 2022 seçimlerinde kazandığından 11 koltuk daha fazla ve Likud’un şimdi seçim yapılsa alacağı koltuğu iki katından fazla. Ancak bu rakamların merkeze doğru daha geniş bir kaymayı yansıtıp yansıtmayacağı bir yana, bu rakamların tutup tutmayacağını bilmek için bile çok erken. Sorunlardan biri, İsrail’in tüm aşırı sağcı partilerinin sevilmeyen iktidar koalisyonunda yer alması nedeniyle, Netanyahu kabinesine kızgın seçmenlerin, artık bu hükümetin bir savaş ortağı olan Ulusal Birlik’i gıyaben destekliyor olması. Gantz, güçlü askeri kimliğiyle, savaşta “bayrak etrafında toplanma” desteğinden de yararlanıyor gibi görünüyor.

Ancak İsrailliler Netanyahu’ya kızıyor ve sağa kaymaya meyilli görünüyorlarsa, neden koalisyondaki aşırı sağ partilere kaymıyorlar? Anketler şu ana kadar aşırı milliyetçi Yahudi Gücü ve Dini Siyonizm partilerinin yükselişte olmadığını gösteriyor. Paradoksal olarak, Netanyahu hükümetinin aşırılıkçı programı, demokratik kurumlara saldırısı ve savaşa yol açan kötü yönetim, seçmenlerin daha teokratik, antidemokratik ve telafi edilemez derecede sağa doğru refleksif bir kayış yapmasını engelleyebilir.

O halde mevcut krizin makul sonuçlarından biri İsrail’in Gantz liderliğindeki yeni bir hükümete geçmesi olacaktır. Gantz muhtemelen Netanyahu’nun sürekli bölücü popülizm akımından ve yolsuzluk skandallarından muhtemelen kaçınacak ve selefinin hükümetlerinin yerleşimleri genişletme veya ilhakı resmileştirme yönündeki mesihçi dürtüsünden ise kesinlikle kaçınacaktır. Yine de Gantz’ın uzun askeri geçmişi ve partisindeki eski Likud üyelerinin varlığı, sağda meşruiyet taşıyor ve bunu korumak isteyecek. Dahası, Gantz’ın kendi söyleminde Filistin sorununa sağın mevcut yaklaşımından önemli ölçüde sapacağını gösteren çok bir şey yok. Gantz ne adayken ne de savaş kabinesine katıldığından beri iki devletli bir çözümü ya da Filistin meselesinin herhangi bir siyasi çözümünü açıkça desteklemedi. Daha geçen yıl “iki halk için iki devlet” fikrinden bahsetmiş ve “ben buna karşıyım” demişti.

Netanyahu’nun en büyük hatalarından biri, Filistin sorununa sadece güvenlik açısından bakması, sanki çatışmanın ardındaki siyaset görmezden gelinebilirmiş gibi davranmasıydı. Elbette bu, Hamas saldırılarının bu kadar ölümcül olmasına yardımcı olan kör noktaya yol açtı. Ancak bir IDF mensubu olarak Gantz’ın Filistin sorununu aynı şekilde, yani Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasından ziyade kontrol altına alınması gereken bir güvenlik tehdidi olarak görmesi muhtemel görünüyor. Ve eğer durum buysa, tüm dehşetine rağmen her iki taraf için de daha fazla acı getirecek şekilde 7 Ekim’in tekrarlaması muhtemel.

DÜNYA BASINI

Kazan Deklarasyonu’nun kritiği

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: BRICS’in Kazan Zirvesi, ABD ve diğer emperyalist güçlerin hegemonyasına karşı küresel bir direnişin sinyallerini verirken, Rusya öncülüğünde doların egemenliğini sonlandırma ve uluslararası finans sisteminde reform önerileriyle dikkat çekti. Marksist iktisatçı Prabhat Patnaik’e göre zirvede alınan kararlar küresel Güney’in ihtiyaçlarına dair yüzeysel kalıyor. BRICS’in mevcut sistemin daha kapsayıcı hale getirilmesi fikrine dayanarak sorunları çözmeyi hedeflemesi, derin yapısal reformların önüne geçebilir. Örneğin, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) işleyişinde ve serbest ticaret anlayışında köklü bir değişim olmadan, Küresel Güney ülkeleri arasında rekabet yerine işbirliğini teşvik edecek bir yapı kurulması güçleşecektir. Patnaik, Kazan Deklarasyonu’nun doların yerine yeni bir hegemon para birimi yaratma riski taşıdığını, bu nedenle finansal sistemdeki dengesizliklerin yalnızca açık veren ülkeler üzerinde değil, fazla veren ülkeler üzerinde de düzeltilmesi gerektiğini ifade ediyor. Ayrıca Patnaik, finansmanın yalnızca daha kolay hale getirilmesi yeterli görmüyor; Küresel Güney’in asıl bağımsızlığı finansman ihtiyacının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Bu nedenle Patnaik, BRICS’in, mevcut kapitalist sistemin sınırları içinden çıkarak, Küresel Güney’in gerçek iktisadi bağımsızlığını hedefleyen alternatif modeller geliştirmesi gerektiğini vurguluyor.


BRICS’in Kazan zirvesi

Prabhat Patnaik, Peoples Democracy

10 Kasım 2024

BRICS ülkelerinin Kazan zirvesi, birkaç açıdan tarihi bir önem taşıyordu: İlk olarak, tam üyelik yolunda bir adım olarak “ortak ülkeler” adında yeni bir kategori oluşturdu ve bu statüde Küba ve Bolivya gibi 13 ülkeyi kabul etti. İkinci olarak, ABD öncülüğündeki emperyalist güçlerin, kendi hegemonyalarına meydan okuyan ülkelere karşı uyguladığı tek taraflı ekonomik yaptırımlara karşı durdu. Üçüncü olarak da Uluslararası Para ve Finans Sisteminde reform yapılmasını önerdi.

Kazan Deklarasyonu, doların hegemonyasını aşmak için atılması gereken adımlara dair genel bir çerçeve çizerken, bu ihtiyacın altını çizmekle yetindi; fakat Rusya hükümetine ait bazı belgeler bu konuda daha ayrıntılı bilgiler sundu.

Bu gelişmeler, memnuniyetle karşılanması gereken adımlar; ancak BRICS’in küresel Güney’in sorunlarına yaklaşımında temel sınırlamaların farkında olmamak mümkün değil.

Bu yaklaşımın özü, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Bretton Woods ikizleri gibi mevcut kurumları daha kapsayıcı hale getirmekte yatıyor; oysa küresel Güney’in sorunları çok daha derin.

Elbette, BRICS heterojen bir ittifak ve radikal bir ajanda benimsemesi beklenemez; ancak burada bahsettiğim mesele, böyle bir ajandanın uygulanabilir olup olmamasından ziyade, “radikal ajandanın” ne olduğu sorunudur.

BRICS deklarasyonu, mevcut uluslararası kurumların sorunlu olduğunu, zira emperyalist ülkeler tarafından domine edildiğini ve yeterince temsil edici olmadığını varsayıyor; oysa sorun, bu kurumların kim tarafından yönetildiğinden bağımsız olarak, yapısal olarak sorunlu olmaları.

Bir benzetme yapmak gerekirse, BRICS’in tutumu, mevcut sistemde işçilerin sömürülmesinin sebebinin karteller ve tekeller olduğunu, bu tekellerin yerine serbest rekabetin gelmesi durumunda sömürünün ortadan kalkacağını öne sürme yönünde.

Örneğin DTÖ’yü ele alalım. Kazan Deklarasyonu, gelişmiş ülkelerin DTÖ’nün ruhuna aykırı olarak korumacılık uyguladığını, bunun küresel güney için ayrımcılık yarattığını ve yalnızca güneyin DTÖ yönetiminde daha iyi temsil edilmesiyle giderilebileceğini savunuyor. Oysa, DTÖ’nün dayandığı serbest ticaret anlayışının kendisi hatalı.

Bu anlayış, hiçbir zaman toplam talep yetersizliği olmayacağını ve bu nedenle pazarlar için mücadele yaşanmayacağını öngören Say Yasası’nın geçerliliğini varsayıyor. Bu yaklaşıma göre, ticaret öncesi ve sonrası her ülkenin tüm kaynakları tam istihdam edilmiştir; tek fark, ticaret sonrası kaynakların farklı ürün grupları üretmek üzere farklı şekilde tahsis edilmiş olmasıdır (Daha fazla bilgi için, bkz. People’s Democracy, 30 Ekim).

Bu yaklaşımla ilgili temel sorun, küresel Güney’in iktisadi bağımsızlık mücadelesinde asıl gerekli olanın, mevcut sistemin özüyle hesaplaşmak olduğunu ıskalamasıdır.

Kazan Zirvesi’nin, doların küresel sistemdeki egemen konumuna karşı adımlar atma yönündeki genel niyetleri önemli ama mevcut küresel düzenin yapısal sorunlarını derinlemesine ele almadan yalnızca yüzeysel değişikliklerle sınırlı kalmak, uzun vadede sürdürülebilir bir çözüm sunmayacaktır.

Bu iddia, kapitalizmin gerçekliğinden tamamen kopuk, son derece saçma bir iddiadır; zira küresel Güney ülkelerini serbest ticarete ya da hatta liberal ticarete zorlamak, onları birbiriyle “Darwinci” bir rekabete itmek anlamına gelir; bu da herhangi bir işbirliği biçimini baltalamak demektir. DTÖ’nün felsefesi, pratikte, küresel Güney ülkeleri arasında dahi işbirliğini değil, tam tersine amansız bir rekabeti garanti eder.

Benzer şekilde, bir ülkenin çiftçilere verdiği fiyat desteğinin, o ürünün toplam değerinin yüzde 10’unu aşmaması gerektiği yönündeki DTÖ kuralı —bu kuralı Hindistan’ın ihlal edip etmediği bir yana— temelde son derece hatalıdır. Bu kuralın dayandığı “piyasa bozan” ve “piyasa bozmayan” sübvansiyon ayrımı, piyasanın verimliliğini varsayar; bu, Keynes öncesi ekonomiye geri dönmek gibi bir yaklaşımdır ve DTÖ’nün hayali varsayımları dışında hiçbir geçerliliği yoktur.

BRICS Deklarasyonu’nun bir diğer önemli vurgusu ise, Amerikan dolarının hegemonyasını sona erdirmek ve sabit döviz kurlarıyla birbirine bağlı ulusal para birimlerinde daha fazla uluslararası ticaret yapılmasını teşvik etmek. Doların egemenliğini ortadan kaldırmak elbette ki kıymetli bir hedef ama bu tek başına yeterli değil. Aynı zamanda finansın egemenliğinin de sona erdirilmesi gerekir.

Bunun için en az üç şartın yerine getirilmesi gerekir: Birincisi, cari açık dengesizliklerinin düzeltilmesi sorumluluğu, cari fazla veren ülkelerin üzerinde olmalıdır, cari açık veren ülkelerin değil. İkincisi, bu dengesizlikler giderilene kadar, fazla veren ülkeler, açık veren ülkelerden gelen tüm borç senetlerini tutmaya razı olmalıdır. Üçüncüsü ise, mevcut borçların ödenmesi için servet transferlerine (“millileştirmeden çıkarma” ya da “özelleştirme”) başvurulmamalıdır.

Dengelemeyi açık veren ülkelerin değil de fazla veren ülkelerin yapması, yalnızca hâkimiyetin ortadan kaldırılması için değil, dünya çapında üretim ve istihdam açısından da önemlidir; dolayısıyla bu, dünya işçilerinin refahı için de elzemdir. Eğer fazla veren ülke uyum sağlamak zorunda kalırsa, bu durumda kendi iç tüketimini artıracaktır. Kendi üretimi halihazırda kapasite sınırına yakın olduğundan, bu iç tüketim artışı ihracatını azaltacaktır.

Açık veren ülke ise iç tüketimini aynı seviyede korusa bile, ithalatı düştüğü için daha fazla üretim ve istihdam sağlayacaktır. Böylece her iki ülke birlikte ele alındığında toplam talep artacak ve bu da daha fazla üretim ve istihdama yol açacaktır. Aynı zamanda, fazla veren ülkenin iç tüketim artışı, çalışan kesiminin daha fazla tüketimi şeklinde gerçekleşirse, iki ülkedeki işçilerin refahı —fazla veren ülkede artan tüketimle, açık veren ülkede ise artan istihdam yoluyla— daha da artacaktır.

Buna karşılık, cari açığı olan ülkenin uyum sağlaması gerektiğinde —ki mevcut uygulama bu yöndedir— iç tüketimini azaltmak zorunda kalacaktır. Bu da söz konusu ülkede bir durgunluk yaratacaktır. Dünyadaki toplam talep seviyesi düşecek ve bu da özellikle açık veren ülkedeki çalışan kesimler için bir maliyet yaratacaktır. Cari dengesizlikleri, açık veren ülkelerin uyum sağlaması yoluyla gidermek, fazla veren ülkelerin uyum sağlaması kadar etkili bir yöntem değildir ama itiraf etmek gerekir ki, fazla veren ülkeleri bu uyuma zorlamak daha zordur.

Ayrıca, fazla veren ülkelerin uyum sağlamasını gerektiren bir düzenleme olmadan doların hegemonyasının sona erdirilmesi, yalnızca başka bir para biriminin hegemonya kazanmasına yol açacak; hegemonyayı tamamen ortadan kaldırmayacaktır. Örneğin, BRICS ülkelerinin yalnızca kendi aralarında ve sabit döviz kurlarıyla ulusal para birimlerinde ticaret yaptığını varsayalım (aksi takdirde, yaygın kur spekülasyonu her türlü ticaret düzenini sürdürülemez hale getirecektir).

Eğer bir ülkenin diğerine karşı sürekli bir cari açığı varsa, ya mevcut uygulamada olduğu gibi bu açığı kapatmak için iç tüketimini azaltır ya da fazla veren ülkeye sürekli olarak borç senedi sunmaya devam eder; fakat bu durumda, kendi para birimi üzerinde baskı oluşur ve sabit döviz kuru sürdürülemez hale gelir. Bu ikinci senaryoda, fazla veren ülkelerin para birimleri diğerlerine göre hegemonya kazanacaktır; doların yerini almak elbette arzu edilen bir şey, ancak bu sadece bir başka para biriminin egemenlik kazanmasıyla sonuçlanacaktır; para birimi hegemonyası ortadan kalkmayacaktır.

Kazan Deklarasyonu, Bretton Woods ikizlerinin yönetim biçimini daha kapsayıcı hale getirerek değiştirmeyi ve böylece küresel Güney ülkelerine daha düşük maliyetli ve daha az “koşullu” finansman sağlamayı amaçlıyor; BRICS bankasının da bu amaca katkı sağlaması bekleniyor. Ancak tüm bunlar, olumlu adımlar olmakla birlikte, küresel Güney ülkelerinin sorunlarını çözmeyecektir. Finansmanın daha kolay ve daha ucuz hale gelmesi, bu ülkelere yalnızca “kendi iplerini uzatır” ama bu, “asılma” kaderini ortadan kaldırmaz. Asılma tehlikesi ancak finansmana duyulan ihtiyacın tamamen ortadan kalkmasıyla sona erdirilebilir.

Finansmana ihtiyaç duymayan iktisadi düzenin varlığı, asla ütopik bir fikir değildir. Sovyetler Birliği döneminde, Hindistan da dahil olmak üzere pek çok ülke, sabit döviz kurları üzerinden Sovyetler ile ikili ticaret anlaşmaları yapmıştı. Bu anlaşmalar çerçevesinde ticaret fazlaları ve açıkları bir dönemden diğerine devrediliyor ve karşılıklı olarak kararlaştırılan mal ve hizmet değişimiyle kapatılıyordu.

Bu tür bir düzende, “finansmana” duyulan özel ihtiyaç, herhangi bir hegemonya dayatması ya da açık veren ülkeye “kemer sıkma” yoluyla faaliyet seviyesini azaltma gerekliliği söz konusu değildi. Elbette, Sovyetler Birliği planlı bir ekonomiydi ve böyle bir düzenlemeyi sürdürebiliyordu. Fakat BRICS, Bolivya Devlet Başkanı’nın zirvede dile getirdiği gibi, küresel Güney için emperyalist hegemonyadan gerçek bir çıkış yolu sunmak istiyorsa, baskıcı olmayan bu tür düzenlemelere benzer çözümler üretmelidir.

Her halükârda, mevcut uluslararası kurumları yalnızca daha kapsayıcı hale getirip desteklemekle yetinmenin tehlikeleri göz ardı edilmemelidir. Bu kurumlar dünya kapitalizmi tarafından tasarlanmıştır ve bir miktar daha “temsilci” hale getirilmiş olsalar bile, kapitalist sistemin temel çıkarlarına hizmet etmeye devam edeceklerdir. BRICS, gerçekten küresel Güney’in çıkarlarını savunmak istiyorsa, mevcut yapılar içinde küçük değişikliklerle yetinmek yerine, köklü alternatif modeller geliştirmelidir.

BRICS Zirvesi’nde çok taraflılık vurgusu

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Corc Habaş: Devrim ve direniş üzerine

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz metin, Filistin ve Arap halkının Siyonist işgal karşıtı direnişinin tarihsel önderlerinden, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) kurucu lideri Corc Habaş’ın 17 Mart 1973’te Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta “Filistin’in Che Guevara’sı” olarak bilinen Muhammed Esved ve beraberindeki yoldaşlarının ölümlerinin ardından yaptığı konuşmasından.

Habaş, bu tarihi konuşmasında üç yoldaşının kaybının yarattığı hınç ve öfkeyi hitabet sanatının güçlü bir örneğine dönüştürerek, yas sürecini, zafer için gereken tüm teknik, stratejik ve diyalektik örgütlenmeyi içeren militan bir direnişe evriltmenin yol haritasını ortaya koyuyor. Konuşmanın satır aralarında, uzun süreli bir halk savaşı stratejisinin doğasında “ölümle derin bir yoldaşlık” kurmanın olağan olduğu vurgusunu yakalamak mümkün; fakat aynı zamanda, her bir devrimcinin hayatına verilen değerin ve zaferin ancak bu değerle birlikte geleceğinin izleri de belirgin.

“Rüyaları bile görevle dolduran”, ölümü yiğitçe göğüsleyen bir direniş geleneğinin önderi olan Habaş’ın “şehadet”, devrim ve direnişe dair yaptığı bir konuşmanın aynı zamanda zafere dair tefekkür olduğunu ve zafere sarsılmaz bir umudu içerdiğini hatırlatmaya ayrıca gerek yok.

Okur, Habaş’ın yoldaşı Gassan Kanafani’nin ölümünden çok az bir vakit önce söylediği “Devrimci eylem için kendini feda etmek, yaşamı insana layık hale getirme mücadelesidir” sözlerini de bu kapsamda değerlendirebilir. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Şehadet, devrim ve direniş üzerine: “Üstesinden Geleceğiz”

Corc Habaş
Ebb Magazine
7 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Kardeşler,

Cesur şehidimiz “Gazze’nin Guevara’sı”ına ve onun iki yoldaşı Kamil ve Abdül Adi’ye karşı görevimiz nedir? Ebu Ali Aya, Gassan Kanafani, Mahmud Hamşari ve Filistin devrimi için yaşamını ortaya koyanlara, tüm şehitlerimize karşı görevimiz ve sorumluluğumuz nedir? Onların anne babalarına, ailelerine ve şu anda sevgilerinden mahrum olan eşlerine ve çocuklarına karşı sorumluluklarımız nelerdir? Davaya, onların davasına, devrime, kitlelere ve ezenlere karşı ezilenlerin davasına karşı görevlerimiz nelerdir? Ülkelerinden sürülmüş ezilen halklara karşı görevlerimiz nelerdir? Son 50 yıldır fedakârlıktan bir an olsun vazgeçmeyen, emperyalist düşmanlara, insanlığın ve özgürlüğün düşmanlarına karşı mücadele eden halklarımıza karşı görevlerimiz nelerdir?

Yoldaşlar, işte bu şehitlere karşı görevimiz, olayları açık şekilde kavramak, davamızı net şekilde görmek, ilan etmek ve devrimimizin bu şekilde sürmeye ve var olmaya devam edeceğine ve dünyadaki hiçbir gücün, Filistin ve Arap halklarına hükmedecek kudrette tek bir gücün olmadığının ışığında harekete geçmektir.

Düşmanın bu özel aşamadaki planlarının merkezi noktası (siyasi hareketlerini ve komplolarını bir kenara bırakacak olursak) saflarımıza şüphe tohumları ekmek; aramızda ve halk arasında umutsuzluk yaymaktır. Şüpheye kapılan kitlelerin devrimlerini, devrimlerinin etkinliğini ve halkların kurtuluş mücadelesinin stratejisini sorgular hale gelmesi düşmanın temel hedefidir. Bizim görevimiz ise, bilimsel farkındalık yoluyla bu planı boşa düşürmektir.

Nasıl ki Vietnam halklarının kurtuluşçu askeri stratejisi emperyalist düşman karşısında zaferi getirdiyse, aynı stratejinin Filistin ve Arap topraklarında uygulandığında da yenilmezliği getirdiğini söyleyeceğiz.

Emperyalizmi dize getiren Vietnam devrimi, devrimci eylemimizi emperyalist düşmanlara karşı yönlendirecek olan temel devrim gerçeğini tavzih etmiştir. Peki, Vietnam devriminin asli gerçekliği nedir? Tek bir ulusal birleşik cephe altında tek bir devrimci örgüt, mümkün olduğunca çok sayıda insanın seferber edilmesine ve savaşma sanatının ustaca bilinmesine dayanan, ittifaklarını uluslararası düzeye taşıyan adil bir devrimci savaşa önderlik eden bir halk… Ancak böyle bir halk zafere ulaşma ve emperyalizmi ezme kudretine sahiptir.

İşte Vietnam devriminin temel gerçeği budur. Dürüst insanlar için, devrimciler için, örgütler için ve devrimlere önderlik edenler için bir örnektir.

Peki Vietnam halkı, zaferden hemen önce devrimlerinin karşılaştığı krizler karşısında nasıl bir tutum aldı? Aralık ve ocak aylarında Nixon dünyaya Vietnam devriminin tüm hedeflerine ulaşmadığını kanıtlamak istemişti. Amerikan birliklerinin Vietnam topraklarından çekilmesinin onurlu bir davranış olduğunu öne sürme çabasındaydı. Daha önce Paris’te imzalanan anlaşmayı reddetmiş ve o anda Vietnam’ın üstüne yüzlerce bomba yağmıştı; Haiphong’a ve özellikle Hanoi’ye. Yanılmıyorsam, bu süre zarfında (yaklaşık 2 hafta) İkinci Dünya Savaşı boyunca İngiltere’ye atılan bomba ve diğer öldürücü düzeneklerle eşdeğer sayıda patlayıcı Vietnam’a karşı kullanıldı. Bu durumda Vietnam komutanlığının tavrı ne oldu peki? Sınırlarda savaşmayı mı bıraktı? Elçiler aracılığıyla New York’a onur kırıcı talepler mi iletti? Ne yaptı? Nasıl davrandı? Vietkong’un yok edilmesi gereken sabotajcılar olduğunu mu söyledi mesela? Hayır, General Giap [Võ Nguyên Giáp] emperyalistlere şöyle dedi: “Haiphong’u ve Hanoi’nin tamamını yok edebilirsiniz, her şeyi, taş üstünde taş bırakmadan yerle bir edebilirsiniz ama bizim savaşma irademizi asla bitiremezsiniz.”

Bugün, “Gazze’nin Guevara’sına” karşı yükümlülüğümüz, “Guevara”yı, Abdül Adi’yi, Ebu Ali’yi, Gassan Kanafani’yi, Mahmut Hamşari’yi ve daha nicelerini öldüren, devasa gücüne, silahlarına, uçaklarına ve tüm gücüyle üzerimize yöneltebileceği üstün teknolojisine rağmen Siyonist-emperyalist-gerici düşmana karşı asla silah bırakmamaya önce kendi aramızda, sonra da halklarla birlikte ant içmektir. Düşman beklenmedik yeni saldırılar düzenleyebilir, ama mücadele azmimizi asla yok edemeyecektir.

Bu şekilde zaferi nasıl getireceğiz?

Milyonlarca Filistinli çocuk zaferi nasıl tadacak?

Elli yıllık deneyimin ardından, Arap ulusumuzun yüz milyon çocuğu silahlı mücadeleyi sürdürme kararlılığında olduğunda ve kurtuluş için halk savaşının devrimci doktrini ve savaş stratejisini benimsediğinde kazanmış olacağız.

Şehitlerimize karşı ilk yükümlülüğümüz bu [yalın] gerçeği tespit edebilmektir. İkincisi, tüm hatalarına ve aldığımız darbelere rağmen devrimin son dönemde kaydettiği ilerlemenin (genel bir değerlendirmeden sonra) tam bilincinde olmaktır.

Son yıllarda atılması gereken son adım, Filistin ve Arap halklarını, Filistin ve Arap devriminin nihai hedeflerine doğru dev bir adım atmaya yönlendirmektir. Bu gerçek, Siyonist liderlerden birinin “Filistin direnişi, çözümün önündeki en büyük engeldir” sözleriyle bizzat düşman tarafından dahi kabul edilmektedir.

Tüm hatalarına rağmen, son 50 yıldır kendisine karşı kurulan tüm komplolara rağmen, Filistin devrimi, ne pahasına olursa olsun teslim olmamaya kararlı bir halkın davası olduğunu tüm dünyaya kanıtlayabilmiştir. Düşman bile bunun farkındadır.

Şehitlerimize karşı üçüncü ve en önemli görevimiz ise, geleceğimizi tam bir berraklıkla düşünmek ve belirlenmiş bir gündem doğrultusunda ilerlemek ve harekete geçmektir.

Konuşmamızın içi boş retoriklerden ibaret olmaması, bizi zafere götürecek hakiki bir güce dönüşebilmesi için siyasal programımızı tam olarak kavrayabilmemiz gerekiyor. Şayet Filistinli örgütler ve liderleri devrimlerini gerçekten sürdürmek istiyorlarsa, bu yolu izleyerek, yapılarını teorik, politik ve örgütsel altyapı bağlamında yeniden gözden geçirmeleri şart. Bu, söz konusu yapıları güçlendirmek ve düşmanın her türden komplosuna karşı koyabilecek bir düzeye taşıyabilmek için olmazsa olmazdır.

Geçmiş deneyimlerimizin bize en azından bir ders dahi vermemiş olması kabul edilemez. Her bir örgütü ayrı ayrı ve genel hatlarıyla direnişçilerin büyük bir kısmını da göz önünde bulundurarak bir an önce soruşturmamız gerekiyor. Ayrıca gerilla örgütlerinin yöneticileri ve liderleri, teori, politika ve örgütlenme düzeyinde kitleler için gerçek bir örnek teşkil edecek şekilde eğitim sürecine öncülük etmelidir.

Sadece duygular ve retoriklerle zafere ulaşılamaz. Tarihi bir görevle karşı karşıya olan örgütler kendilerini bu temeller üzerine inşa etmeli. Teorik, politik, örgütsel ya da pratik, misyonu zayıflatan her türden zaaf bir kenara bırakmalıdır. Bir direniş hareketinde, savaşçılar halka örnek olmalı, vakitlerini onları aydınlatmaya ayırmalı ve onların davaya olan inancını perçinlemelidirler. Önemli olaylarda, krizlerde ve zor zamanlarda halkın yanı başında olmalı ve kendilerini halka hizmete adamalıdırlar. Bu imaj geçmişte mevcut olmadığı gibi, şimdi de yok. O halde ilk görevimiz, direniş içindeki her türden zayıflığı ortadan kaldırmak amacıyla kendi örgütlerimizin kalbinde kendimize karşı bir savaş yürütmektir.

Tam da bu sebeple her örgütün, üyeleri ve liderleri tarafından uyandırılması gereken yeni güçler bulması bir zorunluluktur. Bu güçler, açık ve kamuoyu önünde faaliyet gösterdiğimiz dönemde edindiğimiz tüm alışkanlıklara karşı isyan ederken doğrulanmalıdır. Tüm bürokratik özelliklerimizi bir kenara bırakalım ve devrimin kaynağına, yani halka dönelim, onlarla bir arada yaşayalım, kendimizi onlara adayalım, onlara siyasi bir bilinç kazandıralım ve tarihi görevler üstlenebilecek tarihi bir güç yaratalım.

Bu bizim öncelikli hedefimizdir, ancak tek başına yeterli değildir. Bir örgütün gelecek tasavvurunu yalnızca kendisiyle sınırlandırması kesinlikle kabul edilemez bir suçtur.

Filistinli örgütlerden oluşan Filistin ulusal cephesi merkezi ve temel hedef haline gelmelidir. Bütün hareketlerin yönünü belirleyen ana eksen olmalıdır. Birtakım deneyimler elde edildikten sonra, direniş, devrimci pozisyonlarını açık ve kararlı şekilde tanımladığında, Filistinli örgütler arasındaki ilişkiler [zaten] eskide olduğu gibi kalmayacaktır.

Halk Cephesi, farklı örgütlerden tüm samimi yoldaşlarımızla birlikte, tüm yetkisini ve çabasını ulusal birlik sorununu adım adım ilerletmeye adayacağını burada huzurunuzda tüm samimiyeti ve dürüstlüğüyle beyan eder. Bu, önümüzde duran bir yükümlülüktür.

Karşıdevrimci düşman güçlerin şu andaki planlarından biri de Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) yok etme ve yerine Filistinli hainleri geçirmektir; böylece bahsi geçen zatların Filistin halkını temsil ettiğini söyleyebileceklerdir.

Böylesi bir durumda, FKÖ’yü desteklemek, onun siyasi standartlarını ve özellikle de idari ve askeri aygıtlarını geliştirmek için çaba göstermek bizim görevimizdir. Dahası, bu örgüte böyle bir görevle yüzleşmesi için gereken niteliği kazandırmak için örgüt içinde de mücadele etmeliyiz. Ulusal birlik siyasetine örgütler arasındaki temel ittifaklar da eşlik etmelidir ki böylece işgal altındaki Filistin’de, Ürdün’de ya da Arap ülkelerinde devrimin ilerleyişi üzerinde olumlu bir etki yaratabilsin.

İçinde bulunduğumuz zayıflıktan kurtulduktan ve teorik, politik ve örgütsel düzeyde yapılarımızı güçlendirdikten sonra, yani her örgüt yeni ve daha zorlu bir aşamaya hazırlandıktan ve tek tek örgütler sekter bakış açısıyla değil, ulusal birlik davasının çıkarına hareket ettikten sonra üçüncü hedefimiz, (örgütlerin ya da bu örgütlerden oluşan ulusal cephenin değil) sadece halkın kendisinin tek başına zaferi getirebilecek ve tarih yazabilecek güce sahip olduğunu sürekli akılda tutmaktır. Burada “halk” derken Caabari ya da Enver Nuseybe gibi figürleri kastetmiyorum, çünkü onlar Filistin halkımızın bir parçası değiller. Onlar her az gelişmiş ülkede egemen sınıfı oluşturan yüzde 4’lük kesime aitler. Filistin halkımızın yüzde 96’sı ise bahsi geçen kitlelerdir işte. Yani, halkımızın yoksulları, kamplardaki işçi sınıfı, köylüler, öğrenciler, devrimci aydınlar, hekimler ve sağlık emekçileri ve tüm onurlu ve yurtsever insanlar… Kadınlar ve çocuklar, yaşlılar ve gençler, fiili durumları ne olursa olsun, tüm bu insanlar durmak bilmeksizin gösterdiği emek ve çabalarıyla zaferi getirecek gücü yaratmamızı sağlayacaklardır. Unutmayalım ki bu siyaset, kitlelerin siyaseti, devrimci hareketin şu anda karşılaşabileceği tüm olası zorluklarla baş edebilecek temel siyasettir.

Filistin halkının içinde bulunduğu özel koşullar, dünyanın dört bir yanına dağılmış bu nüfusun her bir yoğunluğu arasında bir ayrım yapmamızı zorunlu kılıyor. Bu bağlamda halkımız bazı avantajlara sahip. Bir kısmı her zaman kutsal topraklarımızda, işgal altındaki sevgili Filistin’imizde yaşamaktadırlar. Pek çok bakımdan nüfusumuzun bu kısmı en kayda değer olanıdır ve kuşkusuz direnişin gayretlerinden aslan payını almalıdır. 1,25 milyondan fazla Filistinli halen işgal altındaki Filistin’de; bunların 400.000’i ise kahraman Gazze bölgesindedir. Diğer 400.000 kişi ise 1948’den bu yana işgal altında olan bölgelerde yaşıyorlar. İsrail’in Filistinli kimliğini yok etmeye yönelik her türden çabasına karşı çıkmaya devam etmekte ve İsrail’in son 25 yıldır kendilerine uyguladığı ezici ırksal ve sosyal zulümlere boyun eğmeyi reddetmektedirler. Halkımızın 700.000’i ise Batı Şeria’da yaşamaktadır; bu da işgal altındaki Filistin’de 1,25 ila 1,5 milyon arasında, yani Filistin halkının yüzde 40 ila yüzde 50’si arasında bir nüfusa sahip olduğumuz anlamına geliyor.

Bir direniş hareketi olarak temel yükümlülüğümüz, en önemli ve asli unsur olan içerideki bu nüfusa yönelmektir. Bu insanların ikinci bir özelliği, kendilerini Filistin topraklarını işgal eden Siyonist düşmanla yüz yüze, doğrudan çatışma içinde bulmalarıdır. Bu doğrultuda, işgal altındaki Filistin’de daha önce gerçekleştirdiğimiz tüm faaliyetleri gözden geçirmeliyiz. Burada amaç, mümkün olan en kısa sürede onarmamız gereken çeşitli eksiklikleri tespit edebilmektir. Kitlelerin İsrail işgaline karşı eylemlerine ilişkin tasavvurumuzu askeri operasyonlarla sınırlamamalıyız. Kitleler aynı zamanda gündelik bir zulme de maruz kalıyorlar. İsrail işgali, sömürüde ısrara devam ediyor. İsrail’in tüm iddialarına rağmen, yapılan hemen her çalışma işgal altındaki Filistin’in İsrail malları için ikinci büyük pazar haline geldiğini ve Arap işgücünün İsrail endüstrisi tarafından fiilen sömürüldüğünü açıkça gözler önüne seriyor. Halkımız bu sömürüye gerçekten büyük bir öfke duyuyor. Bundan dolayı, işgal altındaki Filistin’de İsrail’e karşı askeri saldırılarımıza, halkın düşmana karşı gündelik savaşı eşlik etmelidir. [Ne var ki] böyle bir savaş, orada mücadele yürüten başlıca örgütler arasında gerçek bir birlik olmadan kapsamlı ve akılcı şekilde yürütülemez. Mesele bir ölüm kalım meselesi haline geldiğinde ya da devrim kendini bir yol ayrımında bulduğunda, artık dar kafalı bireycilik için yer yoktur.

Tüm güçlerimizi bir araya getirmeli ve bunları işgal altındaki Filistin topraklarında kurmayı amaçladığımız Filistin ulusal cephesinin etkili olabileceği şekilde uygulamalıyız. Bu cephenin kuruluşunu geniş kitlelerin zaman zaman İsrailli düşmana karşı sert darbeler indirebilen kitlelerin siyasi eylemleri takip etmelidir. Bu faaliyetler ise çok temel bir ilkeye uygun olmalı: Soğukkanlı olmalı ve can kaybına mal olacak maceralara atılmamalıyız. Her devrimcinin hayatına büyük bir kıymet vermeliyiz. Nihai zafere ancak bu şekilde ulaşacağız.

İşgal altındaki Filistin’deki eylemimiz, düşüncelerimizi tamamen ve radikal bir şekilde yeniden gözden geçirmemizi, düşmanın yeni planlarını hesaba katmamızı, geçmiş eylemlerimizi eleştirel bir gözle değerlendirmemizi ve Filistin devriminin mevcut aşamasındaki tüm koşulları irdelememizi gerektiriyor.

Şimdi ise Filistinli kitlelerin ikinci kısmı üzerine biraz konuşalım. Halkımızın ikinci önemli yoğunluğu şu anda Ürdün Nehri’nin doğu yakasında yaşıyor. Doğu Şeria’da ise 700,000-800,000’den fazla Filistinli bulunmakta, ki kabaca nüfusun yüzde 67 ila yüzde 70’ini oluşturuyorlar. İsrail işgaline karşı savaşmaları yasaklandıktan sonra, bu insanlar artık Ürdün’deki halkımızla omuz omuza savaşma hakkına ve görevine sahiptir. Bu görev ki, onları kendilerini hâlâ İsrail’e saldırmaktan alıkoyan hain ve düzmece Ürdün rejiminin yıkılmasını sağlamaktır.

Churchill’in hatıralarında da yer aldığı biçimiyle, bu rejim [Ürdün], 1920 yılında Filistin halkının Filistin’deki sömürgeci ve Siyonist komploya karşı mücadelesini bitirebilmek amacıyla Transürdün Emirliği’nin kurulmasıyla tesis edilmişti. Bu kukla oluşum, kuruluşundan bu yana Filistin halkına, mücadelesine ve devrimine karşı faaliyetlerinden asla vazgeçmedi. Ürdün rejiminin 1936 ve 1948’de oynadığı rol buydu. Ve 1970’teki “Kara Eylül”(*) sırasında bu sahte rejimin halkımızın devrimine ve Siyonist işgale karşı haklı ve meşru mücadelemize karşı oynadığı rolü hepiniz biliyorsunuz. Davamıza karşı sorumluluğumuz, Doğu Şeria’daki halkımızın, bu sahte rejimi yıkmak ve kitlelerin ayakları altında ezmek için her gün, her hafta, her ay, her yıl çalışan Ürdün ulusal kurtuluş hareketinin ayrılmaz bir parçası haline gelmesini gerektirmektedir.

Bunu, direniş hareketlerinin şu anda içinde bulunduğu meşakkatli durumun tamamen bilincinde olarak beyan ediyorum: Aldığımız ve bugün tekrar tekrar alacağımız darbelerin kesinlikle farkındayım. Direniş hareketinin boyutlarını ve etkisini azaltmaya yönelik mevcut manevraların; direniş hareketinin örgütleri ile halk kitleleri arasındaki ikiliğin tamamen farkındayım. Direniş hareketinin hatalarının da bilincindeyim, fakat aynı şekilde biliyorum ki, tüm hatalarına ve karşılaştığı tüm engellere rağmen, halkımızın devrimi sonunda zafere ulaşacaktır.

Burada sözünü ettiğim bu eylem planları elbette hemen şimdi uygulanamaz. Yarın, bir hafta ya da bir ay içinde uygulanmayacaklardır. Hepimiz bunlara inandığımızda ve bu inançla harekete geçip mücadele ettiğimizde hayata geçecekler ancak. Bu hepimizin önünde duran bir görevdir. Bu bağlamda tabanın yükümlülüğü, direniş hareketinin tüm liderleri üzerinde hakiki manada bir baskı uygulamaktır, böylece geçmiş deneyimlerden faydalanabilmemiz, dersler çıkarabilmemiz ve anlamlı bir ilerleme kaydedebilmemiz mümkün olacaktır.

Filistin halkımızı incelerken, dünyaya dağılmış olan bu nüfusun her bir yoğunlaşmasının kendine özgü niteliklerini de göz önünde bulundurmamız gerek. Bu noktada Filistin halkının üçüncü büyük yoğunluğu, sevgili Lübnan topraklarındadır. Yanılmıyorsam Lübnan’da 300,000 ila 400,000 arasında Filistinli yaşamaktadır. Şu anda bu yoğunluk, Filistin devrimi ve geleceği için özel bir tarihi sorumluluk taşıyor. Bu yaklaşık 400,000 kişilik nüfusun çocukları, kadınları, gençleri, yetişkinleri ve yaşlıları seferber edilip örgütlenebilirse, direniş hareketi zor anlarında geçici bir dayanak noktası olarak buraya sırtını yaslayabilir. Bu yükümlülük, mevcut değişkenlerin tam manasıyla kavranmasını gerektirmektedir. Bu talebi yalnızca Lübnan’daki Arap kitlelerle ve Lübnan yurtsever hareketiyle dayanışma ve kardeşlik içinde olduğumuzda karşılayabiliriz. Lübnan halkına ve direniş hareketini üstlenen Lübnan yurtsever hareketine teşekkür etmek ve minnettarlığını göstermek bizim için görevdir, Filistin halkının görevidir. Halklar ve yurtsever hareketler, Amerika direnişi yok edebilmek için ajanlarına gece gündüz para ödemesine rağmen, en azından şimdiye kadar bir katliamı önleyebileceklerini gösterdiler.

Filistin halkımızın Arap ülkelerinde ve dünya genelinde yoğunlaştığı yerler de mevcut. Filistin halkının dördüncü yoğunluğu Suriye’nin yanı sıra Arap Körfezi ve Arap yurtlarındaki diğer yerleşim bölgeleridir. Öte yandan Latin Amerika’da ve dünyanın diğer bölgelerinde de yaşayanlar bulunmakta. Bu nedenle her birini Filistin devriminin hizmeti için seferber edebilmek gerekir. Özellikle bu aşamada, kendilerini harekete geçirmeli. Filistin ve Ürdün’de Arap siyasetinin koşulları nedeniyle direniş hareketinin karşılaştığı zorluklar karşısında sorumluluklarının farkında olmalıdırlar. Tüm bunlar, kardeşlerim, Filistin devriminin gerçekten zafere ulaşabilmesi için eksiksiz bir planı gerektiriyor.

[Fakat] Filistin devrimi teorik, siyasi ve pratik olarak yeniden yapılandırılsa, birleşik bir Filistin ulusal cephesi hayata geçirilse ve bu cephe Filistin halkını gerçekten seferber edebilmeyi başarsa dahi, bunlar tek başına zaferi garantilemek için yeterli olmayacaktır.

Filistin devriminin kendine özgü bir yanı var. İşgalci Siyonist düşmanın ve onun emperyalizmle olan bağlılığının kendine has bir niteliği var. Arap dünyamızın bu bölümünde emperyalizmin petrol çıkarlarına özgü bir durum söz konusu. Benzer şekilde, Filistin davası ile Arap davası arasında da özel bir bağ mevcut. Bu nedenle 1967’den bugüne kadar olanlardan çıkarmamız gereken en büyük, ilk ve temel ders, Filistin devriminin Arap dünyamızın her köşesindeki Arap kitlelerinin devrimiyle bütünleşmediği sürece zafere ulaşamayacağıdır. Arap ulusu ve Filistin devrimini desteklemek üzere seferber olan Arap halkları, zafere ulaşabilecek gücü elinde tutmaktadır. Ve eğer yoldaşımız Guevara’ya ve hayatlarını ortaya koyanlara karşı sadakatimizi göstermek istiyorsak, yeni uluslararası düzende devrimci güçlerle ittifaklarımızın önemini hiçbir biçimde göz ardı edemeyiz. Tüm sosyalist devletlerle ilişkilerimizi sürdürme gerekliliğini de görmezden gelemeyiz. [Filistin devrimi], büyük Sovyetler Birliği, büyük Çin devrimi ve dünyanın dört bir yanındaki tüm sosyalist devletler ve ulusal kurtuluş hareketleriyle çok sağlam ilişkiler kurmalıdır. Bu ittifak, devrimimizin şu anda içinde bulunduğu krizden çıkmasını gerçekten sağlayacak etkili planlarla gerçeğe dönüşmelidir. Bu kılavuz ilkelerle gerçekten zafere ulaşacağız.

Eğer düşmanımız güçlüyse, gücümüzü tahkim ettikten sonra faydalanabileceğimiz zaafları da vardır. İsrail devleti ve onun temelleri eğretidir. Ürettiğinin dört katını tüketen bir devlettir. Bir askeri ve ekonomik güce sahipse, bunun nedeni şu anda 4 milyar dolarlık borç içinde olmasıdır. Bu kadar suni bir güce sahip bu denli yoksul bir devlet, gücünü ancak korkaklara ve bozgunculara karşı kullanabilir, hiçbir koşulda yoldaşlarımız “Guevara” ve Ebu Ali Ayad ile Filistin devrimi ve halkına karşı kullanamaz.

Devrimimiz tüm engellere rağmen zafer yolunda ilerlemeye devam edecektir. Yoldaşlar, bu, yoldaşımız ve şehidimiz Guevara’ya ve herkese karşı görevimizdir. Esenlikler dilerim.

Okumaya Devam Et

AMERİKA

Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?

Yayınlanma

ABD’li meşhur siyaset bilimci Francis Fukuyama, klasik liberalizm çerçevesinden Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönüşünün Amerika ve dünya için ne anlama geldiğini yazdı. Financial Times‘ta yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

Francis Fukuyama
8 Kasım 2024

Cumhuriyetçilerin seçilmiş başkanı ABD siyasetinde ve belki de tüm dünyada yeni bir dönemi başlatıyor

Donald Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin salı gecesi elde ettiği büyük zafer, göçmenlikten Ukrayna’ya kadar önemli politika alanlarında büyük değişikliklere yol açacaktır. Ancak seçimin önemi bu belirli konuların çok ötesine uzanmakta ve Amerikalı seçmenlerin liberalizmi ve 1980’lerden bu yana “özgür toplum” anlayışının evrildiği özel yolu kesin bir şekilde reddetmesini temsil etmektedir.

Trump 2016’da ilk kez seçildiğinde, bu olayın bir sapma olduğuna inanmak kolaydı. Kendisini ciddiye almayan zayıf bir rakibe karşı yarışıyordu ve her halükarda Trump halk oylamasını kazanamadı. Dört yıl sonra Biden Beyaz Saray’ı kazandığında, Trump’ın felaketle sonuçlanan bir dönemlik başkanlığının ardından her şey normale dönmüş gibi görünüyordu.

Salı günkü oylamanın ardından, anormal olanın Biden’ın başkanlığı olduğu ve Trump’ın ABD siyasetinde ve belki de tüm dünyada yeni bir dönemi başlattığı görülüyor. Amerikalılar Trump’ın kim olduğunu ve neyi temsil ettiğini bilerek oy verdiler. Trump sadece oyların çoğunluğunu kazanmakla kalmadı ve her bir kararsız eyaleti alacağı tahmin ediliyor, aynı zamanda Cumhuriyetçiler Senato’yu yeniden ele geçirdi ve Temsilciler Meclisi’ni de elinde tutacak gibi görünüyor. Yüksek Mahkeme’deki mevcut hakimiyetleri göz önüne alındığında, artık hükümetin tüm önemli organlarını ellerinde tutmaya hazırlar.

Peki ama Amerikan tarihinin bu yeni evresinin altında yatan nedir?

Klasik liberalizm, bireylerin haklarını koruyan bir hukuk kuralı ve devletin bu haklara müdahale etme kabiliyetine yönelik anayasal kontroller yoluyla bireylerin eşit haysiyetine saygı üzerine inşa edilmiş bir doktrindir. Ancak geçtiğimiz yarım yüzyıl boyunca bu temel dürtü iki büyük çarpıtmaya uğradı. Bunlardan ilki, piyasaları kutsallaştıran ve hükümetlerin ekonomik değişimden zarar görenleri koruma kabiliyetini azaltan bir ekonomik doktrin olan “neoliberalizmin” yükselişiydi. İşçi sınıfı işlerini ve fırsatlarını kaybederken, dünya toplamda çok daha zenginleşti. Güç, orijinal sanayi devrimine ev sahipliği yapan yerlerden Asya’ya ve gelişmekte olan dünyanın diğer bölgelerine kaydı.

İkinci çarpıklık ise kimlik politikalarının ya da “woke liberalizmi” olarak adlandırılabilecek bir anlayışın yükselişiydi; bu anlayışta işçi sınıfına yönelik ilerici kaygıların yerini, ırksal azınlıklar, göçmenler, cinsel azınlıklar ve benzerleri gibi daha dar bir marjinal grup grubuna yönelik hedefli korumalar aldı. Devlet gücü giderek artan bir şekilde tarafsız adaletin hizmetinde değil, bu gruplar için belirli sosyal sonuçları teşvik etmek için kullanıldı.

Bu arada işgücü piyasaları bilgi ekonomisine doğru kayıyordu. Çoğu işçinin fabrika zemininden ağır nesneler kaldırmak yerine bilgisayar ekranının önünde oturduğu bir dünyada, kadınlar daha eşit bir konuma geldiler. Bu, hanelerdeki güç dinamiklerini dönüştürdü ve kadın başarısının adeta sürekli bir şekilde kutlandığı izlenimini doğurdu.

Bu çarpıtılmış liberalizm anlayışlarının yükselişi, siyasi iktidarın toplumsal temelinde büyük bir değişime yol açtı. İşçi sınıfı, sol siyasi partilerin artık kendi çıkarlarını savunmadığını hissetti ve sağ partilere oy vermeye başladı. Böylece Demokratlar işçi sınıfı tabanıyla bağlarını kopardı ve eğitimli kentli profesyonellerin hakim olduğu bir parti haline geldi. Eski seçmenler Cumhuriyetçilere oy vermeyi tercih etti. Avrupa’da, Fransa ve İtalya’daki Komünist Parti seçmenleri Marine Le Pen ve Giorgia Meloni’ye kaydı.

Bu grupların tamamı, geçim kaynaklarını ortadan kaldıran serbest ticaret sistemiyle ve aynı zamanda kendi durumlarından çok yabancılara ve çevreye daha fazla değer verir gibi görünen ilerici partilerle de mutsuzdu.

Bu büyük sosyolojik değişimler salı günü oy verme kalıplarına da yansıdı. Cumhuriyetçilerin zaferi beyaz işçi sınıfı seçmenleri üzerine inşa edilmişti, ancak Trump 2020 seçimlerine kıyasla çok daha fazla sayıda Siyah ve Hispanik işçi sınıfı seçmeni kendine çekmeyi başardı. Bu durum özellikle bu gruplar içindeki erkek seçmenler için geçerliydi. Onlar için sınıf, ırk ya da etnik kökenden daha önemliydi. Örneğin işçi sınıfından bir Latino’nun, yakın zamanda ülkeye yasa dışı yollarla gelmiş göçmenleri destekleyen ve kadınların çıkarlarını ilerletmeye odaklanan woke liberalizmine özellikle ilgi duyması için bir neden yok.

İşçi sınıfı seçmenlerinin büyük çoğunluğunun, hem yerel hem de uluslararası liberal düzene özellikle Trump tarafından yöneltilen tehdidi önemsemediği de açıktır.

Donald Trump sadece neoliberalizmi ve woke liberalizmini geriletmekle kalmıyor, aynı zamanda klasik liberalizmin kendisi için de büyük bir tehdit oluşturuyor. Bu tehdit çok sayıda politika meselesinde görülebilir; yeni bir Trump başkanlığı ilk dönemine hiç benzemeyecektir. Bu noktada asıl soru, Trump’ın niyetinin kötülüğünden ziyade, tehdit ettiği şeyleri gerçekten hayata geçirme kabiliyetidir. Birçok seçmen onun söylemlerini ciddiye almazken, ana akım Cumhuriyetçiler Amerikan sisteminin denge ve denetleme mekanizmalarının onun en kötüsünü yapmasını engelleyeceğini savunuyor. Bu bir hatadır: onun ifade ettiği niyetleri çok ciddiye almalıyız.

Trump, “gümrük tarifesi”nin İngiliz dilindeki en güzel kelime olduğunu söyleyen ve kendini korumacılıkla tanımlayan bir lider. Hem dost hem de düşman ülkelerden gelen tüm ürünlere karşı yüzde 10 veya 20 oranında gümrük tarifeleri önerdi ve bunu yapmak için Kongre’nin yetkisine ihtiyaç duymuyor.

Çok sayıda ekonomistin de işaret ettiği üzere, bu düzeyde bir korumacılığın enflasyon, verimlilik ve istihdam üzerinde son derece olumsuz etkileri olacaktır. Tedarik zincirlerini büyük ölçüde bozacak ve yerli üreticilerin ağır vergiler anlamına gelen muafiyetler talep etmesine yol açacaktır. Bu da şirketlerin başkanın gözüne girmek için acele etmeleri nedeniyle yüksek düzeyde yolsuzluk ve kayırmacılığa fırsat verecektir. Bu düzeydeki tarifeler aynı zamanda diğer ülkelerin de aynı ölçüde büyük misillemelerine davetiye çıkararak ticaretin (ve dolayısıyla gelirlerin) çöktüğü bir durum yaratır. Belki Trump bu durum karşısında geri adım atar; belki de eski Arjantin Devlet Başkanı Cristina Fernández Kirchner’in yaptığı gibi kötü haberleri bildiren istatistik kurumuna rüşvet vererek karşılık verir.

Göç konusunda ise Trump artık sadece sınırı kapatmakla yetinmiyor; halihazırda ülkede bulunan 11 milyon belgesiz göçmenin mümkün olduğunca çoğunu sınır dışı etmek istiyor. İdari açıdan bu o kadar büyük bir görev ki, bunu gerçekleştirmek için gereken altyapıya -gözaltı merkezleri, göçmenlik kontrol ajanları, mahkemeler ve benzeri- yıllarca yatırım yapılması gerekecek.

Başta inşaat ve tarım olmak üzere göçmen işgücüne dayalı birçok sektör üzerinde yıkıcı etkileri olacaktır. Ebeveynlerin vatandaş çocuklarından koparılması ahlaki açıdan da son derece zorlayıcı olacak ve belgesizlerin çoğu Trump’ın istediğini elde etmesini engellemek için ellerinden geleni yapacak olan mavi yargı bölgelerinde yaşadıkları için iç çatışma ortamına zemin hazırlayacaktır.

Hukukun üstünlüğü konusunda Trump, bu kampanya sırasında, kendisini eleştirenlerin eliyle uğradığına inandığı adaletsizliklerin intikamını almaya odaklandı. Liz Cheney ve Joe Biden’dan eski Genelkurmay Başkanı Mark Milley ve Barack Obama’ya kadar herkesin peşine düşmek için adalet sistemini kullanmaya yemin etti. Medyadaki eleştirmenlerin lisanslarını ellerinden alarak ya da onlara cezalar uygulayarak onları susturmak istiyor.

Trump’ın bunları yapabilecek güce sahip olup olmayacağı belirsiz: ilk döneminde aşırılıklarının önündeki en dirençli engellerden biri mahkeme sistemiydi. Ancak Cumhuriyetçiler, Florida’da kendisine karşı açılan güçlü gizli belge davasını reddeden Yargıç Aileen Cannon gibi sempatik yargıçları sisteme dahil etmek için durmaksızın çalışıyorlar.

En önemli değişikliklerden bazıları dış politikada ve uluslararası düzenin doğasında yaşanacak.

Ukrayna açık ara en büyük kaybeden; Rusya’ya karşı askeri mücadelesi seçimden önce bile zayıflıyordu ve Trump, Cumhuriyetçi Meclis’in geçen kış altı ay boyunca yaptığı gibi silahları durdurarak Ukrayna’yı Rusya’nın şartlarına razı olmaya zorlayabilir.

Trump özel olarak NATO’dan çekilme tehdidinde bulundu ama bunu yapmasa bile 5. Maddedeki karşılıklı savunma garantisini yerine getirmeyerek ittifakı ciddi şekilde zayıflatabilir. İttifakın lideri olarak Amerika’nın yerini alabilecek hiçbir Avrupalı şampiyon yok, dolayısıyla ittifakın Rusya ve Çin’e karşı koyma kabiliyeti ciddi şüphe altında. Aksine, Trump’ın zaferi Almanya’daki AfD ve Fransa’daki Ulusal Birlik gibi diğer Avrupalı popülistlere ilham verecektir.

ABD’nin Doğu Asyalı müttefikleri ve dostları da daha iyi bir konumda değil. Trump Çin’e karşı sert konuşsa da, Xi Jinping’in güçlü adam özelliklerine büyük hayranlık duyuyor ve Tayvan konusunda onunla bir anlaşma yapmaya istekli olabilir.

Trump doğuştan askeri güç kullanmaktan kaçınan ve kolayca manipüle edilebilen biri gibi görünse de bunun bir istisnası, Benjamin Netanyahu’nun Hamas, Hizbullah ve İran’a karşı yürüttüğü savaşları gönülden desteklemesi muhtemel olan Orta Doğu olabilir.

Trump’ın bu gündemi gerçekleştirmede ilk döneminde olduğundan çok daha etkili olacağını düşünmek için güçlü nedenler var. O ve Cumhuriyetçiler politikaların uygulanmasının tamamen personelle ilgili olduğunun farkına vardılar. 2016’da ilk seçildiğinde, politika yardımcılarından oluşan bir grupla çevrili olarak göreve gelmedi; bunun yerine, yerleşik Cumhuriyetçilere güvenmek zorunda kaldı.

Birçok durumda emirlerini engellediler, saptırdılar ya da yavaşlattılar. Görev süresinin sonunda, tüm federal çalışanların iş güvencelerini ortadan kaldıracak ve istediği bürokratı işten çıkarmasına izin verecek yeni bir “F Programı” yaratan bir kararname yayınladı. İkinci bir Trump dönemi için yapılan planların merkezinde bu programın yeniden canlandırılması yer alıyor ve muhafazakarlar, temel niteliği Trump’a kişisel sadakat olan potansiyel yetkililerin listelerini derlemekle meşguller. Bu nedenle Trump’ın bu kez planlarını hayata geçirme olasılığı daha yüksek.

Seçim öncesinde Kamala Harris’in de aralarında bulunduğu eleştirmenler Trump’ı faşist olmakla suçladı. Bu suçlama, onun Amerika’da totaliter bir rejim kurma niyeti olmadığı için yanıltıcıydı. Aksine, 2010 yılında Viktor Orbán’ın iktidara gelmesinden sonra Macaristan’da olduğu gibi liberal kurumlarda kademeli bir çürüme yaşanacaktı.

Bu çürüme çoktan başladı ve Trump önemli ölçüde zarar verdi. Toplum içinde zaten kritik olan kutuplaşmayı derinleştirdi ve ABD’yi yüksek güven toplumundan düşük güven toplumuna dönüştürdü; hükümeti şeytanlaştırdı ve Amerikalıların kolektif çıkarlarını temsil ettiğine dair inancı zayıflattı; siyasi söylemi kabalaştırdı ve bağnazlık ve kadın düşmanlığının açık ifadelerine izin verdi; ve Cumhuriyetçilerin çoğunluğunu selefinin 2020 seçimlerini çalan gayrimeşru bir başkan olduğuna ikna etti.

Başkanlıktan Senato’ya ve muhtemelen Temsilciler Meclisi’ne de uzanan Cumhuriyetçi zaferin genişliği, bu fikirleri doğrulayan ve Trump’ın istediği gibi hareket etmesine izin veren güçlü bir siyasi yetki olarak yorumlanacaktır. Trump’ın göreve başlamasıyla birlikte geriye kalan bazı kurumsal koruyucu önlemlerin yerinde kalacağını umut edebiliriz. Ancak işlerin daha iyiye gitmesi için çok daha kötüye gitmesi gerekebilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English