Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

“İsrail’e destek ‘Batı sonrası dünya’ya gidişi hızlandırıyor”

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağını makale, Gazze savaşının Ukrayna savaşıyla kendisi yineleyen Batı ittifakını nasıl parçalama potansiyeli taşıdığına odaklanıyor. Londra Queen Mary Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler Profesörü Christopher Phillips imzalı makalede Batı’nın Gazze savaşında İsrail’e verdiği desteğin ‘batı sonrası dünya’ya doğru gidişi daha da hızlandıracağına dikkat çekiliyor.

***

Gazze savaşında çıkar siyaseti

Gazze’deki ölümler, çok kutuplu dünya ve Rusya faktörü

Christopher Phillips

Gazze savaşı ikinci ayına girerken, Batılı devletler İsrail’e verdikleri kararlı desteği azaltma yönünde pek işaret gösteriyor.

Bazı müttefikler İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya sivil kayıpları en aza indirmesi için sessizce baskı yaparken, Fransa gibi diğerleri de kamuoyu önünde ‘insani duraklama’ çağrısında bulunuyor ancak hiçbir büyük Batılı güç henüz kalıcı bir ateşkes ya da çatışmanın sona erdirilmesi çağrısında bulunmadı. Batı’nın böylesine topyekûn desteği alışılmadık bir durum.

İsrail’in yakın geçmişteki çatışmalarında, 2006’da Lübnan’a karşı, ardından 2008-9, 2012 ve 2014’teki üç Gazze savaşında, Batı’nın desteği genellikle daha belirsizdi ve savaşın patlak vermesinden haftalar, bazen günler sonra ateşkes çağrıları geldi.

Bir yandan pek çok Batılı lider, desteğin sağlamlığının Hamas’ın bin 200 İsraillinin ölümüne ve yaklaşık 249’unun rehin alınmasına neden olan saldırıları karşısında yaşanan şok ve dehşeti yansıttığını iddia edebilir.

Durum böyle olsa da daha geniş jeopolitik faktörler de söz konusu olabilir. Ukrayna çatışması, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonraki yıllarda yıpranmış gibi görünen ‘batı ittifakında’ bir rönesansa yol açtı.

Bağlam farklı olsa da 7 Ekim’den sonra Batı’nın İsrail’e verdiği destek, Rusya’nın işgalinden sonra birçok yönden Kiev’in aldığı desteğe benziyor. Bu destek sadece ateş altındaki müttefike güven vermeyi değil, aynı zamanda Batı ittifakının güçlü kaldığını dünyaya yansıtmayı da amaçlıyor.

Ancak Gazze’deki Hamas-İsrail savaşı Ukrayna savaşından çok daha karmaşık ve İsrail-Filistin çatışmasının tarihi geçmişi ve küresel duygusal ağırlığı göz önüne alındığında daha geniş kapsamlı. Sonuç olarak, Batı’nın İsrail’e verdiği kararlı destek öngörülemeyen zorluklarla karşılaşabilir.

Kısa vadede Batı ittifakı Gazze savaşıyla güçlenmiş gibi görünse de uzun vadede Batı’nın küresel konumunu zayıflatma potansiyeli taşıyor.

Batı ittifakı ve Gazze savaşı

Eleştirmenler genellikle Batılı devletlerin İsrail’i bölgesel savaşlarında sorgusuz sualsiz desteklediğini düşünse de son yıllardaki gerçek daha çetrefilli.

ABD, Almanya, İngiltere ve Kanada genellikle İsrail’in yanında yer alırken diğer Batılı hükümetler ve kurumlar daha isteksizdi ve her zaman birleşik bir Batı cephesi oluşmadı.

Örneğin İsrail’in 2006 yılında Hizbullah’la yaptığı savaşta ABD ve İngiltere İsrail’in meşru müdafaa hakkını savunup BM’de önerilen ateşkesin ertelenmesi için lobi yaparken, Avrupa Birliği savaşın başlamasından birkaç gün sonra “İsrail’in Lübnan’da orantısız güç kullanmasını” kınadı.

2008-9, 2012 ve 2014 yıllarında Gazze’de gerçekleştirdiği müteakip savaşlarda da Batı’nın İsrail’e verdiği destek benzer şekilde ılımlıydı. 2008-09’daki Dökme Kurşun Operasyonu’nda da Avrupa Birliği, IDF’nin kara saldırıları başladıktan günler sonra ateşkes çağrısında bulundu. Fransa ve İspanya gibi büyük Avrupalı güçlerin İsrail’e yönelik eleştirileri ABD, Almanya ve Kanada’nın İsrail’in meşru müdafaa hakkı konusundaki ısrarını bir nebze dengeledi.

Bu durum 2012’de de tekrarlandı; Washington, Berlin ve Londra İsrail’e desteklerini dile getirirken, diğer Batılı devletlerin yansıra Fransa ve AB Netanyahu’ya ‘itidal’ çağrısında bulundu.

2014 yılında ABD bile İsrail’e koşullu destek sinyali verdi. Başkan Barack Obama, belki de Netanyahu ile olan gergin ilişkilerini yansıtacak şekilde, İsrail’in kendini savunma hakkı konusunda ısrar etti ancak itidal çağrısında bulundu. Buna karşılık Kongre İsrail’e desteğinin altını çizen bir kararı kabul etti.

Ancak 2023 Gazze savaşı şu ana kadar farklı bir seyir izledi. Çok az Batılı devlet, özellikle de G7 üyeleri, Netanyahu’yu ya da Gazze saldırısını kamuoyu önünde eleştirdi. Daha önceki savaşlarda ateşkes için bastırılmış ve bu noktada anlaşmaya varılmış olsa da henüz hiçbir G7 lideri çatışmaların sona ermesi için çağrıda bulunmadı. Batılı liderler arasında en yüksek sesle eleştiren muhtemelen Fransa oldu; Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Netanyahu’ya “çok fazla sivil kayıp” olduğunu söyledi ve insani bir duraklama çağrısında bulundu, ancak bu geçmişteki Fransız liderlerin sert tutumundan çok uzakta.

İsrail’in ilk kayıplarının boyutu ve 7 Ekim saldırısının yarattığı şok, bu alışılmadık derecede yakın duruşun bir gerekçesi olabilir. Ancak bu aynı zamanda Ukrayna savaşından sonra Batılı liderler arasında oluşan yeni birliği de yansıtıyor. Gerçekten de İsrail’in arkasındaki birlik, birçok yönden Rusya’nın 2022’deki işgalinden sonra batı başkentlerinde alınan tutuma benziyor.

Özellikle Gazze’deki kayıplar arttıkça bu durum uzun sürmeyebilir ancak şimdilik Batılı liderler dünyaya Kiev’in arkasında olduğu gibi İsrail’in arkasında da birleştiklerini göstermeye hevesli görünüyorlar.

Orta Doğu, Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki tarihi müttefiklerinden Rusya yaptırımları konusunda destek alamayan bu yeni Batı ittifakı, Soğuk Savaş dönemindeki selefinden daha küçük olabilir ama liderleri hâlâ aynı şekilde, hatta daha fazla birlik içinde olduklarını göstermek istiyorlar.

Rusya faktörü

Acil güvenlik zorunluluğu kapsamında ihtiyaç duyduğu anda İsrail’i desteklemenin ötesinde Batı’nın Gazze savaşı sırasındaki güçlü desteğinin daha geniş bir jeopolitik mantığı var: 2022’de beri Rusya ile yüzleşme durumu. Batı’nın uzun süredir sunduğu desteğe rağmen İsrail, Ukrayna’nın işgalinden sonra Rusya’ya karşı yaptırım rejimine katılmamayı tercih ederek kendisini etkin bir şekilde bir araya gelen Batı ittifakının dışında tuttu. Bunun birkaç nedeni vardı. Türkiye gibi İsrail’in de Ukrayna ve Rusya ile güçlü ilişkileri vardı ve her ikisi de önemli oranda Yahudi topluluklarına ev sahipliği yapıyordu ve daha tarafsız bir yol izlemeye çalıştı. Netanyahu ve Vladimir Putin son yıllarda, özellikle de Rusya’nın 2015’te komşu Suriye’ye müdahalesinden sonra dostane ilişkiler kurdular. Rusya’nın Suriye’deki varlığı, IDF’nin İran ve Hizbullah mevzilerine yönelik düzenli saldırılarını kolaylaştırarak İsrail’e riske atmak istemediği önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Bununla birlikte, Batı devletleri, Gazze Savaşı’nın sonucunda İsrail’in Putin’e karşı tavır alabileceğini umabilir ve bu da Netanyahu’ya olan güçlü desteklerini daha da motive edebilir. 7 Ekim’den önce bile, İsrail’in Moskova ile olan ilişkileri gerilmeye başlamıştı.

Netanyahu’nun göreve dönmesi, Putin’le kişisel bağları nedeniyle bazı gerilimleri hafifletmeye yardımcı oldu, ancak Rusya’nın İran’la yakınlığının kısmen Moskova’nın 2022 sonrası diplomatik izolasyonu nedeniyle artması İsrail’i endişelendiriyordu.

Ancak 7 Ekim’den beri Rusya, İsrail’in Gazze’ye saldırısına karşı pozisyon aldı. Putin, çatışmayı Ukrayna’daki savaşıyla bağdaştırarak İsrail’in saldırılarını, tıpkı Batı’nın Rusya’ya karşı yürüttüğü şekilde, Batı’nın tümü tarafından yürütülen bir savaş olarak niteledi.

Gazze’ye yönelik artan sempati ve batıya yönelik öfke dalgasından faydalanmayı uman Putin, Moskova’yı batı dışı küresel güneyde yükselen hayal kırıklığı dalgasıyla uyumlu hale getirmeye çalıştı. Bunu yaparken de Rusya-İsrail ilişkileri gerildi.

Rusya BM’de İsrail’e “işgalci güç” demekle kalmadı, aynı zamanda Moskova’da bir Hamas heyetini ağırladı. Bunun da ötesinde, Dağıstan havaalanında Yahudi yolcuları hedef alan antisemit bir güruhun son video görüntüleri Netanyahu’yu daha da kızdırdı.

Ancak bu gerilimlere rağmen Batı’nın, Gazze savaşının tozu dumanı yatıştıktan sonra İsrail’in Rusya’ya yönelik yaptırım rejimine katılabileceği yönündeki umutları suya düşebilir.

Rusya, Suriye sınırında Hizbullah ve İran ile gayrı resmi arabuluculuk yaparak İsrail’in kaybetmek istemeyeceği değerli bir güvenlik rolü oynamaya devam ediyor. Benzer şekilde, iki ülke arasında kapsamlı kişisel ve ticari bağlar var; İsrail’in birçoğu Netanyahu’nun önemli destekçileri olan bir milyondan fazla Rusça konuşan vatandaşı var.

Her ne kadar İsrail Gazze’yle savaşında Batı’nın desteğine minnettar olsa da bu desteğin karşılığı olarak Rusya’ya yaptırım uygulamak zorunda hissetmeyecek ve böylesine değerli güvenlik ve ekonomik bir ilişkiyi bir kenara atmakta acele etmeyecek.

Batı’nın riskleri

Batı’nın Gazze’deki mevcut birliğine rağmen, çatışma orta vadede Batı ittifakını zayıflatma riski taşıyor. İlk risk, birliğin alenen parçalanmasıdır. İsrail’in önceki çatışmalarında olduğu gibi, tarihsel olarak Fransa ve İspanya başta olmak üzere bazı Batılı devletler ABD, Almanya ve İngiltere gibi sadık müttefiklerden daha eleştirel bir tutum sergiliyor.

Savaş uzadıkça ve Gazze’deki kayıplar arttıkça, bir ya da daha fazla Batılı devletin safları bozması ve açıkça acil ateşkes çağrısında bulunması ihtimali de artıyor. Herhangi bir anlaşmazlığın ne kadar süreceğine bağlı olarak, bu durum Ukrayna’nın teşvik ettiği Batı birliği ruhunu baltalayabilir.

İkinci risk ise doğrudan Ukrayna savaşıyla ilgili. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski, Batılı devletleri, Gazze’deki çatışma nedeniyle dikkatlerin Doğu Avrupa’dan uzaklaşmaması konusunda defalarca uyardı. Ukrayna’nın Dnipro Nehri’ni geçme konusundaki son başarılarına rağmen, yaz taarruzu umulan ilerlemeyi sağlamadı ve savaş giderek çıkmaza girmiş görünüyor.

Putin uzun zamandır Batı’nın savaşa olan ilgisinin azalacağını ve Rusya’nın toprak kazanımlarını koruyacağını umuyordu. Gazze savaşının şu anda Batı politikasının büyük bir bölümünü kapladığı bir ortamda Zelenski, Orta Doğu’nun kısa süre içinde yeniden istikrara kavuşarak çatışmasının politika gündeminin üst sıralarına geri dönmesini ve bu dikkat dağınıklığının kalıcı olmamasını umacaktır.

Yeni Küresel Düzen

Üçüncü risk ise tartışmasız en büyüğü: Batı’nın Gazze savaşında İsrail’e verdiği desteğin ‘batı sonrası dünya’ya doğru gidişi daha da hızlandırması. Son birkaç yıldır yorumcular ve politika yapıcılar ABD egemenliği döneminin sona erdiği ve küresel düzenin çok kutupluluğa kaydığı konusunda büyük ölçüde hemfikir.

Ukrayna savaşı, Batılı olmayan devletlerin Rusya karşıtı yaptırım rejimine katılmayı reddetmesiyle bu durumun altını çizdi ki bu Soğuk Savaş sonrası ABD’nin hâkim olduğu ‘tek kutuplu’ dönemde düşünülemezdi.

Eylül ayında BRICS ülkelerinin genişlemesi de bu değişimin bir başka göstergesiydi; batılı olmayan ekonomi kulübü yeni üyeleriyle birlikte küresel GSYH’nin yaklaşık %30’una ulaştı.

Bu bağlamda, Batı’nın Gazze konusunda İsrail’e verdiği destek ister Rus, ister Çinli, ister Arap olsun, Batılı olmayan birçok medya tarafından geçmişteki Batılı sömürgeci baskının uzantısı olarak nitelendirildi. Bu hem Pekin hem de Moskova’nın Batı’nın aleyhine kendi konumlarını güçlendirdiği için desteklemekten mutluluk duydukları bir mesaj olsa da küresel güneyde on yıllardır kendilerini dışlanmış hisseden pek çok kişi için hâlâ etkili bir mesaj.

Nitekim Londra Queen Mary Üniversitesi’nden Dr. Musab Younis’in Guardian’da yazdığı gibi, “Mevcut kriz İsrail ve G7’yi birbirine daha da yakınlaştırdıysa, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun, dünyayı yönetme gücünü kendinde gören küçük elite karşı hissettiği yabancılaşma duygusunu da artırdı.”

Batılı liderler henüz farkına varmamış olabilirler ancak Batı sonrası çok kutuplu dünyada güçlü devletler küresel güneyin desteğini hafife alamazlar. Gerçekten de Rusya, Çin, Hindistan ve diğerlerinin kendi çıkarlarını etkileyen bir dizi konuda Batılı olmayan hükümetlerin desteği kazanmaya çalışırken gayrı resmi bir şekilde gayri resmi bir şekilde sevgi ve güven kazanmaya dönük küresel bir mücadele yaşanıyor.

Doğru ya da yanlış, birçok güneyli halk ve onların hükümetleri Gazze konusunda İsrail’e verilen koşulsuz Batı desteğini, Batının Batı dışı toplumları baskı altına alma eğiliminin bir parçası olarak olumsuz bir şekilde görüyor.

Bu tür gelişmeler, Pekin, Moskova ve diğerleri tarafından ‘Batıya karşı geri kalanlar’ şeklinde sunulan Gazze gibi çatışmalarla Batı egemenliğinden uzaklaşma ve küresel kaymaları daha da sertleştirip pekiştirecek. Batılı liderlerin bu düşüncenin İsrail’e olan kararlı desteğini etkilemesine izin vermeleri pek olası değil, ancak bu duruş gelecekte başka yerlerdeki daha geniş batı politikası gündemlerini etkileyebilir.

DÜNYA BASINI

Savaşın yayılması ABD’nin gizli gündemi mi?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin savaşı sürdürme ve genişletmeye çalışan İsrail’i dizginlemeye çalıştığı iddialarının gerçeği yansıtmadığını savunuyor. Veriler ve uzman görüşleri ile desteklenen makale Demokratlar içindeki neo-muhafazakâr gündeme ve isimlere dikkat çekiyor:

***

Biden yönetimi gerilimi azaltmaya mı çalışıyor yoksa Orta Doğu’yu savaşa mı sürüklüyor?

Washington bölgesel ateşkes çağrısı yaparken İsrail’e siyasi ve askeri destek sağlamaya devam ediyor. Genişleyen savaş başarısız bir diplomasi mi yoksa ABD’nin gerçekten istediği şey mi?

Ali Harb

ABD Başkanı Joe Biden şubat ayında elinde bir dondurma külahıyla Gazze’de ateşkesin birkaç gün içinde gerçekleşebilecek kadar “yakın” olduğunu ilan etti.

Aradan yedi aydan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı devam etmekle kalmadı Ortadoğu’da tırmanan gerilim ve şiddet İsrail askerlerinin Lübnan’ı işgal etmesi ve bombalamasıyla genişledi.

Biden yönetimi sözlü olarak gerilimi azaltma çağrısı yapmaya devam ederken İsrail’e siyasi destek ve savaşlarını sürdürmesi için sürekli bomba tedariki sağladı.

Washington, İsrail’in bu yıl attığı neredeyse her tırmandırıcı adımı memnuniyetle karşıladı: Beyrut ve Tahran’da Hamas liderlerinin öldürülmesi, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah suikastı ve Lübnan’ın güneyinin işgali.

Gazze’de savaşın başlamasının üzerinden bir yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail, kuşatma altındaki Filistin topraklarında yaklaşık 42 bin kişinin ölümüne neden olan yıkıcı saldırılarını sürdürürken Beyrut’u her gün bombalıyor ve İran’a karşı bir saldırıya hazırlanıyor.

Gazze’deki çatışma şiddetlenip bölgeye yayıldıkça, ABD’nin söylemi ile politikası arasındaki uçurum da büyüyor.

Peki, birçok liberal yorumcunun öne sürdüğü gibi Biden yönetimi İsrail’i dizginlemekte başarısız mı oluyor? Yoksa aslında kaosu; İran, Hamas ve Hizbullah’a karşı şahin bir gündemi ilerletmek için mi kullanıyor?

Kısa yanıt: Analistlere göre İsrail’e askeri ve diplomatik desteğini sürdüren ABD, itidal açıklamalarına ve ateşkes çağrılarına rağmen bölgedeki şiddetin temel itici gücü olmaya devam ediyor. Yönetimin güdüleri ya da gerçek niyetleri hakkında spekülasyon yapmak zor olsa da Biden yönetiminin İsrail ile aynı safta yer aldığını, sadece meydan okunan pasif bir müttefik olmadığını gösteren kanıtlar giderek artıyor.

ABD şimdiye kadar ne söyledi ve ne yaptı?

Gazze’de ateşkes için aylarca süren kamuoyu baskısının ardından ABD, İsrail’in Lübnan’daki saldırısını desteklemeye odaklandı.

ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin geçen hafta İsrail’in Lübnan’ın güneyinde başlattığı ve ülkeyi tamamen işgal etme riski taşıyan kara harekâtını destekledi.

İsrailli mevkidaşı Yoav Gallant ile yaptığı görüşmenin ardından 30 Eylül’de bir açıklama yapan Austin, “ABD’nin İsrail’in kendini savunma hakkını desteklediğini açıkça ifade ettim” dedi.

Filistinli grup Hamas’ın İsrail’in güneyine düzenlediği ve en az bin 139 kişinin öldüğü saldırıya atıfta bulunan Austin, “Lübnan Hizbullahı’nın İsrail’in kuzeyindeki topluluklara 7 Ekim tarzı saldırılar düzenleyememesini sağlamak için sınır boyunca saldırı altyapısının yok edilmesi gerektiği konusunda mutabık kaldık” dedi.

Lübnanlı grup, Hamas saldırısının ardından Gazze’ye karşı başlattığı savaşı sona erdirmesi için İsrail hükümetine baskı yapmak amacıyla geçen yıl Ekim ayında İsrail askeri mevzilerine saldırmaya başlamıştı.

Aylar boyunca neredeyse her gün yaşanan çatışmalar büyük ölçüde sınır bölgesiyle sınırlı kaldı. Şiddet, sınırın her iki tarafından on binlerce insanı kaçmaya itti. Hizbullah, İsrail’in kuzeyinde yaşayanların ancak ülkenin Gazze’ye yönelik savaşı sona erdiğinde geri dönebileceklerini savundu.

Hizbullah’ın üst düzey askeri yetkililerine yönelik suikast saldırılarının ardından İsrail 23 Eylül’de Lübnan genelinde büyük bir bombardıman başlattı ve yüzlerce köy ve kasabada sivillere ait evleri yerle bir etti.

O tarihten bu yana İsrail şiddeti Lübnan’da 1 milyondan fazla insanı yerinden etti.

İsrail’in bu adımlarından önce Beyaz Saray aylardır Lübnan-İsrail sınırındaki krize diplomatik bir çözüm bulunması için çalıştığını söylüyordu. ABD elçisi Amos Hochstein, görünüşte gerilimin tırmanmasına karşı uyarıda bulunmak üzere bölgeye defalarca ziyarette bulundu.

Lübnan’daki düşük düzeyli çatışmaların hızla topyekûn bir savaşa dönüşmesi üzerine Biden yönetimi Arap ve Avrupa ülkelerini bir araya getirerek 25 Eylül’de çatışmaların durdurulması için 21 günlük “acil” bir ateşkes önerdi.

Ancak iki gün sonra İsrail, Beyrut’taki birçok konutu yerle bir eden ve yakın bir ateşkes ihtimalini fiilen ortadan kaldıran büyük bir bombalı saldırıda Nasrallah ‘ı öldürdüğünde Beyaz Saray bu saldırıyı “adaletin bir ölçüsü” olarak övdü. Nasrallah’ın öldürülmesi emrini İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılmak üzere bulunduğu ABD topraklarından verdi.

Syracuse Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Osamah Khalil, Biden’ın diplomatik çabalarının samimiyetini sorguladı ve Hochstein’ın İsrail’e itidal çağrısında bulunduğuna dair basında çıkan haberlere şüpheyle yaklaştı.

Halil, ABD’nin İsrail’in Gazze ve bölgenin geri kalanındaki eylemlerinin doğrudan bir katılımcısı ve destekçisi olduğunu ancak Biden yönetiminin ateşkes görüşmelerini kendisini ülke içindeki eleştirilerden korumak için bir “iç politika” manevrası olarak kullandığını vurguladı.

Halil geçen ay El Cezire’ye verdiği demeçte, “Tüm bunlar, özellikle de savaş karşıtlığı popüler hale geldikçe, müzakereler ediyormuş gibi görünmek için yapılan müzakerelerdi” dedi.

‘Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmek’

ABD medyasında yakın zamanda çıkan iki haber Halil’in iddiasını doğrular nitelikte.
Politico’nun 30 Eylül’de kimliği açıklanmayan kaynaklara dayandırdığı haberine göre Hochstein ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Ortadoğu koordinatörü Brett McGurk’ün de aralarında bulunduğu üst düzey ABD’li yetkililer İsrail’in Hizbullah’a yönelik askerî harekâtını özel olarak destekliyor.

ABD’li yayın organının haberine göre “Hochstein, McGurk ve diğer üst düzey ABD ulusal güvenlik yetkilileri perde arkasında İsrail’in Lübnan operasyonlarını önümüzdeki yıllarda Orta Doğu’yu daha iyi bir şekilde yeniden şekillendirecek tarihi bir an olarak tanımlıyorlar.”

Axios’un geçen haftaki haberine göre ABD, İsrail’in Hizbullah’a vurduğu darbelerden faydalanarak Washington’un desteklediği bir ismin Lübnan cumhurbaşkanı seçilmesi için bastırıyor.

Lübnan’da cumhurbaşkanlığı makamı yaklaşık iki yıldır boş ve parlamento yeni bir lider seçmek için uzlaşma sağlayamıyor.

Salı günü ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller Lübnan’daki savaşı ülkeyi siyasi olarak değiştirmek için bir “fırsat” olarak nitelendirdi. Miller, Washington’un Lübnan halkının “yeni bir cumhurbaşkanı seçme [ve] Hizbullah’ın ülkedeki çıkmazını kırma yeteneğine” sahip olmasını istediğini söyledi.

Hizbullah ve müttefikleri, ülkedeki serbest seçimler sonucunda Lübnan parlamentosunda onlarca sandalyeyi kontrol ediyor.

Bölgeyi yeniden şekillendirmek, ABD’nin neo-muhafazakâr hareketi için her zaman bir hedef oldu: İsrail’e destek veren ve ABD dostu hükümetleri, şahin dış politika ve askeri müdahaleler yoluyla iktidara getirme. Bu yaklaşım en açık şekilde eski ABD Başkanı George W. Bush döneminde görülmüştü.

Hatta 18 yıl önce Bush döneminde, İsrail Hizbullah ile son büyük savaşını yaşadığında, dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice “yeni bir Ortadoğu’nun doğum sancılarından” söz etmişti.

Halil, Bush döneminin birçok yeni muhafazakârının şu anda Demokrat Parti’ye üye olduğunu ve Kasım seçimlerinde başkanlık için Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i desteklediğini belirtti.

Harris, sözde “teröre karşı savaşın” ve 2003 yılında ABD öncülüğünde Irak’ın işgalinin baş mimarlarından olan eski Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin desteğini memnuniyetle karşıladı.

Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı olarak Biden’ın kendisi de Irak’taki savaşı desteklemişti. O dönemde komitede Demokrat personel direktörü olarak görev yapan Dışişleri Bakanı Antony Blinken da öyle. McGurk Bush’un Beyaz Saray’daki danışmanlarından biriydi ve ABD’nin Irak’ı işgalinde kilit rol oynamıştı; Hochstein ise daha önce İsrail ordusunda görev yapmıştı.

Khalil, “Demokrat yönetimin içinde neo-muhafazakâr bir gündem var” dedi.

Gazze başarısızlıkları

Lübnan’da savaş sürerken ve dünya İran ile İsrail arasında olası bir gerilimi izlerken, birçok analist bölgeyi bu noktaya getiren şeyin Biden’ın Gazze’deki savaşı sona erdirememesi olduğunu söylüyor.

Arab Center Washington DC Direktörü Halil Cahşan da Biden yönetiminin Netanyahu hükümetine verdiği koşulsuz desteğin tüm bölgeyi “bilinmeze” götürdüğünü söyledi.

El Cezire’ye konuşan Cahşan, Gazze savaşının başlamasından bu yana geçen bir yılda ABD’nin sadece İsrail politikalarına değil, aynı zamanda “İsrail’in aşırılıklarına” da tam olarak “körü körüne destek” verdiğini söyledi. “Bu, çatışmanın başından beri herhangi bir rasyonalite unsurunu kabul etmeyi reddeden tek taraflı bir politikanın sonucudur” dedi.

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e düzenlediği saldırının hemen ardından Biden ABD’nin müttefikine tavizsiz destek verdi.

İsrail’in Hamas’a karşı “hızlı, kararlı ve ezici” bir yanıt vermesini destekledi. Beyaz Saray ayrıca savaşın finansmanına yardımcı olmak üzere İsrail’e askeri yardım için Kongre’den ek fon talep etmekte acele etti.

Washington aylardır büyüyen insani krize rağmen ateşkes çağrılarına direniyor ve İsrail’in Hamas’ın peşinden gitmeye “hakkı” olduğunu savunuyordu.

ProPublica ve Reuters haber ajansının son haberleri, Biden yönetiminin İsrail’in Gazze’de işlediği olası savaş suçlarıyla ilgili iç uyarıları aldığını ve bunları görmezden gelerek İsrail’e silah transferlerini sürdürdüğünü gösterdi.

İsrail’in Gazze’nin büyük bölümünü yerle bir etmesi, 2,3 milyon Filistinlinin neredeyse tamamını yerinden etmesi ve açlık sınırına getirmesinin ardından iç ve uluslararası hoşnutsuzluk arttıkça Biden üslubunu yumuşatmaya başladı.

Geçen aylarda ABD, Gazze’deki çatışmaların sona ermesini ve kuşatma altındaki bölgede Filistinli grupların elindeki İsrailli esirlerin serbest bırakılmasını sağlayacak bir anlaşma çağrısında bulunmak için “ateşkes” terimini benimsedi.

Ancak Netanyahu’ya bir anlaşmayı kabul etmesi için pek baskı yapmadı.

Biden ve yardımcıları gerçekten bir ateşkes istemiş ve bunu başaramamış da olsa diplomatik çabayı dikkatleri İsrail’in ABD destekli savaşının dehşetinden uzaklaştırmak için kullanmış da olsa sonuç aynı: Savaş yayılıyor ve on binlerce masum insan öldürülüyor.

Tahran ile ABD diplomasisini destekleyen ABD merkezli National Iranian American Council’de (NIAC) politika direktörü olan Ryan Costello, “Kanıtlar, bir ateşkesi desteklediklerini söylemenin, ancak bunu sağlamak için hiçbir şey yapmamanın onlar için siyasi olarak avantajlı olduğunu gösteriyor” dedi.

Cahşan ayrıca Biden yönetiminin İsrail’i silahlandırmaya devam ederken adil ateşkes önerileri sunmadığını söyledi, “Ateşkesi önerenler, taraflardan birine savaş araçları sunmaya devam ederse ateşkesin ne değeri kalır ki. Bu bir ateşkes değil; savaşa devam etmek için bir davet” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Küresel ticarette tehlike çanları: Lloyd’s’tan 14 trilyon dolarlık kayıp uyarısı

Yayınlanma

İngiltere merkezli sigorta devi Lloyd’s of London, olası bir jeopolitik çatışmanın önümüzdeki beş yılda küresel ekonomiye 14,5 trilyon dolarlık zarar verebileceğini ve dünya ticaretini altüst edebileceğini öngören bir rapor yayımladı.

Lloyd’s of London, olası bir jeopolitik çatışmanın küresel ekonomiyi derinden sarsabileceği konusunda uyarıda bulundu. Sigorta devi, böyle bir senaryonun önümüzdeki beş yıl içinde 14,5 trilyon dolarlık (yaklaşık 11,89 trilyon sterlin) zarara yol açabileceğini ve küresel ticareti altüst edebileceğini öngörüyor.

Reuters ajansının aktardığına göre söz konusu tahmin, Lloyd’s’un sistemik risk serisi kapsamında hazırladığı yeni bir senaryonun parçası. Bu seri, hükümetlere, sigortacılara ve risk yöneticilerine en acil küresel tehditler hakkında kritik bilgiler sunmayı amaçlıyor.

Söz konusu senaryo, büyük çaplı bir jeopolitik çatışmanın küresel ticaret düzenini bozması halinde ortaya çıkabilecek ciddi ekonomik sonuçlara odaklanıyor.

Dünya ithalat ve ihracatının yüzde 80’inden fazlasını oluşturan yaklaşık 11 milyar ton malın her an okyanuslar üzerinde hareket halinde olduğu düşünüldüğünde, hayati ticaret yollarının kapanmasının ekonomileri felce uğratabileceği açıkça görülüyor.

Rapor, olası zararın iki yönlü -bir yandan çatışma bölgelerindeki altyapının tahrip olması, diğer yandan yaptırımlar ve tehlikeye giren nakliye hatları nedeniyle küresel ticaret ağlarının yeniden düzenlenmek zorunda kalması- olacağını vurguluyor.

Etkinin boyutu, ülkelerin çatışmaya dahil olma durumuna ve uluslararası ticarete olan bağımlılık derecesine göre farklılık gösterecek. Örneğin, otomobil ve elektronik üretiminde kullanılan yarı iletkenler gibi kritik mallarda büyük ölçüde dış tedarikçilere bağımlı olan Avrupa’nın 3,4 trilyon dolara varan kayıplarla karşı karşıya kalabileceği belirtiliyor.

Lloyd’s, bu senaryonun önemini vurgulamak için yakın geçmişten bir örnek veriyor. 2021 yılında, Doğu ve Batı’yı birbirine bağlayan hayati ticaret yolu Süveyş Kanalı’nda yaşanan tıkanıklığın günde 9,6 milyar dolarlık mala, yani saatte 400 milyon dolara mal olduğu tahmin edilmişti.

Lloyd’s kurumsal ilişkiler direktörü Rebekah Clement, son senaryoyla ilgili şu açıklamayı yaptı: “Sigortanın değeri, jeopolitik çatışmanın ikincil etkilerini de kapsıyor. Bu etkiler arasında, etkilenen ticaret ortakları ve tedarikçilerden kaynaklanan aşağı yönlü gecikmeler ve kesintiler de yer alıyor.”

Clement sözlerine şöyle devam etti: “İşletmelerin kendilerini bu etkilere karşı korumalarına yardımcı olabilecek sigorta teminatlarına örnek olarak siyasi risk sigortası ve şarta bağlı iş kesintisi sigortasının yanı sıra özel savaş riski sigortası verilebilir.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

7 Ekim’in ardındaki jeopolitik deprem

Yayınlanma

Ghassan Jawad, Lübnanlı yazar ve analist
The Cradle, 7 Ekim 2024

Bir yıl önce bugün dünyayı sarsan El Aksa Tufanı Operasyonu münferit bir olay değildi; yıllar süren jeopolitik değişimlerin, küresel güç dengelerinin ve Batı Asya’da artan gerilimlerin doruk noktasıydı.

Operasyon sadece Filistin direnişinin cesur bir hamlesi değil, aynı zamanda uluslararası politikada yıllardır yaşanmakta olan sismik değişikliklere verilen hesaplı bir yanıttı.

Bu değişikliklerin merkezinde ABD’nin Afganistan’dan 2021’de çekilmesi vardı ki bu ABD etkisinin zayıfladığına işaret ediyordu. Bu çekilme Washington’un Basra Körfezi’ndeki müttefiklerinde, özellikle de ABD korumasının güvenilirliğini sorgulamaya başlayan Suudi Arabistan’da şok etkisi yarattı.

ABD’nin Ukrayna savaşındaki zıt tutumu bu endişeleri daha da derinleştirerek Basra Körfezi ülkelerini yeni ittifaklar ve güvenlik düzenlemeleri arayışına itti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 2022’de Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaret, 30 milyar dolarlık ticaret anlaşmasıyla sonuçlandı ve Pekin’in bölgedeki yeni nüfuzunun altını çizdi.

Çin’in artan varlığı ve değişen bölgesel dinamikler, İran ile Suudi Arabistan arasında Pekin’de imzalanan Mart 2023 tarihli normalleşme anlaşmasının yolunu açtı. Bu anlaşma bazı bölgesel gerginlikleri yatıştırsa da uzun süredir devam eden çatışmaları tam olarak çözmedi.

Bunun yerine, Batı Asya’nın değişen güç dengesine uyum sağlama ve köklü rekabetleri aşabilecek potansiyel yeni ittifaklara hazırlanma çabalarını yansıttı. Bölgesel güçler, ABD’nin yirmi yıl önce Irak’ı yasadışı bir şekilde işgal etmesiyle tetiklenen ve giderek artan çok kutupluluğun damgasını vurduğu evrim geçiren uluslararası düzenle başa çıkmak için kendilerini konumlandırıyorlardı.

Ukrayna’daki savaş ve küresel yeniden hizalanmalar

Ukrayna’da Şubat 2022’de patlak veren savaş, Doğu Avrupa’nın ötesine şok dalgaları gönderdi. Çatışma ekonomik krizleri tetikledi, çatışmaları yoğunlaştırdı ve hatta Afrika’da askeri darbeleri teşvik etti. Bunu takip eden jeopolitik sıralama, bir tarafta ABD ve Atlantikçi müttefikleri, diğer tarafta Çin tarafından desteklenen Avrasya güçleri Rusya ile doğu ve batı arasında gözle görülür bir hizalanma yarattı. Kısa süre içinde dünyanın dört bir yanındaki stratejik sıcak noktalarda vekalet savaşları ortaya çıktı.

Rusya için savaş, ulusal güvenliğinin gerekli bir savunması, Batı’nın kendi etki alanına tecavüzüne karşı bir tepki olarak görüldü. Kremlin, Ukrayna çatışmasını sadece bir toprak mücadelesi olarak değil, Batı’nın bilim, teknoloji ve sanayi alanındaki hakimiyetinin azalmaya başladığı bir dünyada kaynakların, ticaret yollarının ve etki alanlarının kontrolü için verilen daha geniş bir savaş olarak gördü. Moskova’nın gözünde bu savaş, küresel gücün sınırlarını yeniden çizmeye yönelik daha büyük bir mücadelenin parçasıydı.

Çin ve Hindistan’ın yükselişi dünyanın endüstriyel, ekonomik ve demografik ağırlığını doğuya doğru kaydırdı. Bu durum, Rusya’nın Avrupa’dan Orta Asya’ya küresel rolünü geri kazanmaya çalışmasıyla birlikte nüfuz mücadelesini yoğunlaştırdı. Bu arada, Çin kendi ekonomik ve jeopolitik hakimiyetini kurmaya çalışırken ABD liderliğindeki uluslararası “kurallara dayalı düzen” baskı altında.

Filistin davasının yeniden canlandırılması

Filistinli direniş güçlerinin 7 Ekim 2023’te El Aksa Tufanı’nı başlatma kararı bu küresel akımlardan bağımsız olarak alınmadı.

Hamas ve diğer Filistinli gruplar stratejik anın farkındaydı: ABD, Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne göre Çin ve Rusya’ya karşı çatışmalarla meşgulken, Washington İran’ı kontrol altına almaya çalışıyordu.

Gazze’deki Hamas’ın Ukrayna çatışmasının patlak vermesinin ardından kaleme aldığı gizli bir değerlendirme, İsrail’in kendi içindeki bölünmeler de dahil olmak üzere önceliklerde ve kırılganlıklarda küresel bir değişime dikkat çekiyordu: Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’teki Filistinlilere yönelik kuşatmanın sıkılaştırılması ve kaçınma döngüsünün kırılması için aşırı sağcı bir hükümetin programında ve başkanı ile bakanlarının fikirlerinde açıkladığı, Yer Değiştirme Yerleşimleri Bakanı’nın artırılması ve Filistin davasının mülteciler meselesi, devlet, bağımsızlık, başkent olarak Kudüs ve Filistin hakkının şahidi olan toprak gibi hayati başlıklarını ortadan kaldırmak için Filistin davasını sona erdirmek için çalışma fikrine dayanan pozisyonu değiştirme ve kırma olasılığı.

Değerlendirmede, İsrail’in iç siyasi çekişmelerinin yanı sıra küresel iklimin de kararlı bir saldırı için nadir bir fırsat sunduğu sonucuna varıldı. Benjamin Netanyahu ve aşırılık yanlısı ortakları tarafından yönetilen İsrail’in aşırı sağcı hükümeti açıkça işgali derinleştirmeyi, yerleşimleri genişletmeyi ve Filistinlilerin haklarını marjinalleştirmeyi amaçlayan politikalar izlemiştir. Tel Aviv’in iç bölünmeleri ve Batı’nın Ukrayna’daki dikkat dağınıklığı göz önüne alındığında, bu tehditlere meydan okuyacak cesur bir hamle için zamanın geldiği anlaşılıyordu.

Bölgesel olarak ABD, İsrail ile Suudi Arabistan arasında bir normalleşme anlaşmasına aracılık etmek amacıyla Abraham Anlaşmalarını ilerletmeye çalışıyordu. Bu çaba, ABD’nin Batı Asya’daki çıkarlarını, özellikle de İsrail’in güvenliğini korumaya yardımcı olabilecek bir Arap-İsrail bloğu oluşturmak için çok önemli olarak görülüyordu.

Ancak Filistinliler bu normalleşme çabalarını ulusal istekleri için ciddi bir tehlike olarak gördüler. Suudi Arabistan’ın Filistin davası için önemli tavizler elde etmeden sürece dahil olmasının İsrail’e “nihai çözüm” için yeşil ışık yakacağından korkuyorlardı – yasadışı Yahudi yerleşimlerini artırmak, Gazze üzerindeki kuşatmayı sıkılaştırmak ve Kudüs’ü Yahudileştirirken Filistin devleti için her türlü şansı silmek.

Direniş, Suudi Arabistan’ın normalleşme yolunda devam etmesi halinde diğer Arap ve Müslüman çoğunluklu ülkelerin de onu izleyerek Filistin davasını daha da yalnızlaştıracağına inanıyordu. Filistin ile Arap ve İslam dayanışmasının aşınacağı potansiyel bir jeopolitik gerçeklikle karşı karşıya kalan direniş, El Aksa Tufanı Operasyonu’nu gidişatı değiştirmek için son bir çaba olarak gördü.

Tufandan Sonra

İsrail’in El Aksa Tufanı’na verdiği yanıt orantılı olmaktan çok uzaktı. Filistin direniş operasyonuna tepki olarak başlayan süreç hızla soykırıma benzetilen bir etnik temizlik kampanyasına ve Gazze, Batı Şeria, Lübnan, Suriye ve Yemen’e yönelik yıkıcı saldırılarla daha geniş çaplı bir bölgesel savaşa dönüştü.

Ancak İsrail’in acımasız askeri saldırıları Tel Aviv’in acil hedeflerinden daha fazlasına hizmet ediyor gibi görünüyor. ABD’nin Çin, Rusya ve İran gibi güçlerin artan etkisine karşı koyarken bölgesel çıkarlarını güvence altına almaya yönelik daha geniş stratejisine uyuyor.

İsrail’in Filistin direnişini yok etme ve Gazze halkını yerinden etme amacı, Washington’un eylül ayında Lübnanlı direniş liderlerine yönelik suikast saldırısının ardından ortaya çıkan daha büyük jeopolitik hedefleriyle iç içe geçmiş durumda: Batı Asya’nın yeniden şekillendirilmesi.

Tel Aviv’in bu planı, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun BM Genel Kurulu kürsüsüne çıkıp Suudi-İsrail normalleşmesinin Washington tarafından güvence altına alınmasının ardından hayata geçirilebileceğini öngördüğü “yeni Orta Doğu” haritasını havaya kaldırdığı 7 Ekim 2023 tarihinden çok önce harekete geçirilmişti.

ABD, Tel Aviv’deki vekili aracılığıyla, Çin ve Rusya’nın nüfuzuna karşı koymaya yönelik daha geniş bir stratejinin parçası olarak bölgenin kaynakları, ticaret yolları ve ittifakları üzerindeki kontrolünü sürdürmeye çalışıyor. Bu çatışma, Ukrayna’dan Kızıldeniz’e uzanan daha büyük bir küresel hakimiyet mücadelesinin bir parçasıdır.

Gazze’nin çektiği acılara verilen küresel tepki keskin bir çelişkinin altını çiziyor. ABD ve müttefikleri liberal değerleri, insan haklarını ve demokrasiyi savunduklarını iddia ederken, eylemleri genellikle farklı bir hikaye anlatmaktadır. Ukrayna çatışması ve Gazze’deki soykırım sırasında Batılı devletler uzun süredir savundukları pek çok ideali soğuk ve sert jeopolitik çıkarlar uğruna terk ettiler.

El Aksa’nın ötesinde bir savaş

İsrail’in Gazze’ye ve şimdi de Lübnan’a karşı sürdürdüğü savaş, sadece El Aksa Tufanı direniş operasyonunun acil sonuçlarıyla ilgili değildir. Sözde “Yüzyılın Anlaşması”nı anımsatan, ABD’nin bölgeye yönelik daha geniş bir projesinin parçasıdır.

Bu, Gazze ve diğer parlama noktalarının ötesine uzanan saldırganlığın ölçeğinde açıkça görülmektedir. Nihai hedef, bölgenin jeopolitik düzeninde radikal bir dönüşüm gibi görünüyor – kaynaklar, limanlar ve ticaret yolları üzerindeki kontrolü güvence altına alırken, Batı hakimiyetini sağlamak için halklara boyun eğdiren bir düzen.

Bu savaş sadece sınırlar ya da topraklarla ilgili değil; küresel ekonomik coğrafya üzerinde kontrol ve eski düzenin tartışıldığı bir dünyada nüfuzla ilgili. Bu büyük nüfuz mücadelesinde, ister Ukrayna’da, ister Gazze’de ya da başka bir yerde olsun, bedeli genellikle sahadaki insanlar ödüyor.

Varoluşsal bir tehditle karşı karşıya olan Filistinliler, tarihin akışını değiştirmek amacıyla El Aksa Tufanı’nı başlattı. Ancak savaş uzadıkça, bu çatışmanın çok daha büyük bir küresel güç oyununun parçası olduğu ve sonuçlarının bölgenin çok ötesine yayılacağı anlaşıldı.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English