Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

“İsrail’e destek ‘Batı sonrası dünya’ya gidişi hızlandırıyor”

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağını makale, Gazze savaşının Ukrayna savaşıyla kendisi yineleyen Batı ittifakını nasıl parçalama potansiyeli taşıdığına odaklanıyor. Londra Queen Mary Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler Profesörü Christopher Phillips imzalı makalede Batı’nın Gazze savaşında İsrail’e verdiği desteğin ‘batı sonrası dünya’ya doğru gidişi daha da hızlandıracağına dikkat çekiliyor.

***

Gazze savaşında çıkar siyaseti

Gazze’deki ölümler, çok kutuplu dünya ve Rusya faktörü

Christopher Phillips

Gazze savaşı ikinci ayına girerken, Batılı devletler İsrail’e verdikleri kararlı desteği azaltma yönünde pek işaret gösteriyor.

Bazı müttefikler İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya sivil kayıpları en aza indirmesi için sessizce baskı yaparken, Fransa gibi diğerleri de kamuoyu önünde ‘insani duraklama’ çağrısında bulunuyor ancak hiçbir büyük Batılı güç henüz kalıcı bir ateşkes ya da çatışmanın sona erdirilmesi çağrısında bulunmadı. Batı’nın böylesine topyekûn desteği alışılmadık bir durum.

İsrail’in yakın geçmişteki çatışmalarında, 2006’da Lübnan’a karşı, ardından 2008-9, 2012 ve 2014’teki üç Gazze savaşında, Batı’nın desteği genellikle daha belirsizdi ve savaşın patlak vermesinden haftalar, bazen günler sonra ateşkes çağrıları geldi.

Bir yandan pek çok Batılı lider, desteğin sağlamlığının Hamas’ın bin 200 İsraillinin ölümüne ve yaklaşık 249’unun rehin alınmasına neden olan saldırıları karşısında yaşanan şok ve dehşeti yansıttığını iddia edebilir.

Durum böyle olsa da daha geniş jeopolitik faktörler de söz konusu olabilir. Ukrayna çatışması, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonraki yıllarda yıpranmış gibi görünen ‘batı ittifakında’ bir rönesansa yol açtı.

Bağlam farklı olsa da 7 Ekim’den sonra Batı’nın İsrail’e verdiği destek, Rusya’nın işgalinden sonra birçok yönden Kiev’in aldığı desteğe benziyor. Bu destek sadece ateş altındaki müttefike güven vermeyi değil, aynı zamanda Batı ittifakının güçlü kaldığını dünyaya yansıtmayı da amaçlıyor.

Ancak Gazze’deki Hamas-İsrail savaşı Ukrayna savaşından çok daha karmaşık ve İsrail-Filistin çatışmasının tarihi geçmişi ve küresel duygusal ağırlığı göz önüne alındığında daha geniş kapsamlı. Sonuç olarak, Batı’nın İsrail’e verdiği kararlı destek öngörülemeyen zorluklarla karşılaşabilir.

Kısa vadede Batı ittifakı Gazze savaşıyla güçlenmiş gibi görünse de uzun vadede Batı’nın küresel konumunu zayıflatma potansiyeli taşıyor.

Batı ittifakı ve Gazze savaşı

Eleştirmenler genellikle Batılı devletlerin İsrail’i bölgesel savaşlarında sorgusuz sualsiz desteklediğini düşünse de son yıllardaki gerçek daha çetrefilli.

ABD, Almanya, İngiltere ve Kanada genellikle İsrail’in yanında yer alırken diğer Batılı hükümetler ve kurumlar daha isteksizdi ve her zaman birleşik bir Batı cephesi oluşmadı.

Örneğin İsrail’in 2006 yılında Hizbullah’la yaptığı savaşta ABD ve İngiltere İsrail’in meşru müdafaa hakkını savunup BM’de önerilen ateşkesin ertelenmesi için lobi yaparken, Avrupa Birliği savaşın başlamasından birkaç gün sonra “İsrail’in Lübnan’da orantısız güç kullanmasını” kınadı.

2008-9, 2012 ve 2014 yıllarında Gazze’de gerçekleştirdiği müteakip savaşlarda da Batı’nın İsrail’e verdiği destek benzer şekilde ılımlıydı. 2008-09’daki Dökme Kurşun Operasyonu’nda da Avrupa Birliği, IDF’nin kara saldırıları başladıktan günler sonra ateşkes çağrısında bulundu. Fransa ve İspanya gibi büyük Avrupalı güçlerin İsrail’e yönelik eleştirileri ABD, Almanya ve Kanada’nın İsrail’in meşru müdafaa hakkı konusundaki ısrarını bir nebze dengeledi.

Bu durum 2012’de de tekrarlandı; Washington, Berlin ve Londra İsrail’e desteklerini dile getirirken, diğer Batılı devletlerin yansıra Fransa ve AB Netanyahu’ya ‘itidal’ çağrısında bulundu.

2014 yılında ABD bile İsrail’e koşullu destek sinyali verdi. Başkan Barack Obama, belki de Netanyahu ile olan gergin ilişkilerini yansıtacak şekilde, İsrail’in kendini savunma hakkı konusunda ısrar etti ancak itidal çağrısında bulundu. Buna karşılık Kongre İsrail’e desteğinin altını çizen bir kararı kabul etti.

Ancak 2023 Gazze savaşı şu ana kadar farklı bir seyir izledi. Çok az Batılı devlet, özellikle de G7 üyeleri, Netanyahu’yu ya da Gazze saldırısını kamuoyu önünde eleştirdi. Daha önceki savaşlarda ateşkes için bastırılmış ve bu noktada anlaşmaya varılmış olsa da henüz hiçbir G7 lideri çatışmaların sona ermesi için çağrıda bulunmadı. Batılı liderler arasında en yüksek sesle eleştiren muhtemelen Fransa oldu; Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Netanyahu’ya “çok fazla sivil kayıp” olduğunu söyledi ve insani bir duraklama çağrısında bulundu, ancak bu geçmişteki Fransız liderlerin sert tutumundan çok uzakta.

İsrail’in ilk kayıplarının boyutu ve 7 Ekim saldırısının yarattığı şok, bu alışılmadık derecede yakın duruşun bir gerekçesi olabilir. Ancak bu aynı zamanda Ukrayna savaşından sonra Batılı liderler arasında oluşan yeni birliği de yansıtıyor. Gerçekten de İsrail’in arkasındaki birlik, birçok yönden Rusya’nın 2022’deki işgalinden sonra batı başkentlerinde alınan tutuma benziyor.

Özellikle Gazze’deki kayıplar arttıkça bu durum uzun sürmeyebilir ancak şimdilik Batılı liderler dünyaya Kiev’in arkasında olduğu gibi İsrail’in arkasında da birleştiklerini göstermeye hevesli görünüyorlar.

Orta Doğu, Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki tarihi müttefiklerinden Rusya yaptırımları konusunda destek alamayan bu yeni Batı ittifakı, Soğuk Savaş dönemindeki selefinden daha küçük olabilir ama liderleri hâlâ aynı şekilde, hatta daha fazla birlik içinde olduklarını göstermek istiyorlar.

Rusya faktörü

Acil güvenlik zorunluluğu kapsamında ihtiyaç duyduğu anda İsrail’i desteklemenin ötesinde Batı’nın Gazze savaşı sırasındaki güçlü desteğinin daha geniş bir jeopolitik mantığı var: 2022’de beri Rusya ile yüzleşme durumu. Batı’nın uzun süredir sunduğu desteğe rağmen İsrail, Ukrayna’nın işgalinden sonra Rusya’ya karşı yaptırım rejimine katılmamayı tercih ederek kendisini etkin bir şekilde bir araya gelen Batı ittifakının dışında tuttu. Bunun birkaç nedeni vardı. Türkiye gibi İsrail’in de Ukrayna ve Rusya ile güçlü ilişkileri vardı ve her ikisi de önemli oranda Yahudi topluluklarına ev sahipliği yapıyordu ve daha tarafsız bir yol izlemeye çalıştı. Netanyahu ve Vladimir Putin son yıllarda, özellikle de Rusya’nın 2015’te komşu Suriye’ye müdahalesinden sonra dostane ilişkiler kurdular. Rusya’nın Suriye’deki varlığı, IDF’nin İran ve Hizbullah mevzilerine yönelik düzenli saldırılarını kolaylaştırarak İsrail’e riske atmak istemediği önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Bununla birlikte, Batı devletleri, Gazze Savaşı’nın sonucunda İsrail’in Putin’e karşı tavır alabileceğini umabilir ve bu da Netanyahu’ya olan güçlü desteklerini daha da motive edebilir. 7 Ekim’den önce bile, İsrail’in Moskova ile olan ilişkileri gerilmeye başlamıştı.

Netanyahu’nun göreve dönmesi, Putin’le kişisel bağları nedeniyle bazı gerilimleri hafifletmeye yardımcı oldu, ancak Rusya’nın İran’la yakınlığının kısmen Moskova’nın 2022 sonrası diplomatik izolasyonu nedeniyle artması İsrail’i endişelendiriyordu.

Ancak 7 Ekim’den beri Rusya, İsrail’in Gazze’ye saldırısına karşı pozisyon aldı. Putin, çatışmayı Ukrayna’daki savaşıyla bağdaştırarak İsrail’in saldırılarını, tıpkı Batı’nın Rusya’ya karşı yürüttüğü şekilde, Batı’nın tümü tarafından yürütülen bir savaş olarak niteledi.

Gazze’ye yönelik artan sempati ve batıya yönelik öfke dalgasından faydalanmayı uman Putin, Moskova’yı batı dışı küresel güneyde yükselen hayal kırıklığı dalgasıyla uyumlu hale getirmeye çalıştı. Bunu yaparken de Rusya-İsrail ilişkileri gerildi.

Rusya BM’de İsrail’e “işgalci güç” demekle kalmadı, aynı zamanda Moskova’da bir Hamas heyetini ağırladı. Bunun da ötesinde, Dağıstan havaalanında Yahudi yolcuları hedef alan antisemit bir güruhun son video görüntüleri Netanyahu’yu daha da kızdırdı.

Ancak bu gerilimlere rağmen Batı’nın, Gazze savaşının tozu dumanı yatıştıktan sonra İsrail’in Rusya’ya yönelik yaptırım rejimine katılabileceği yönündeki umutları suya düşebilir.

Rusya, Suriye sınırında Hizbullah ve İran ile gayrı resmi arabuluculuk yaparak İsrail’in kaybetmek istemeyeceği değerli bir güvenlik rolü oynamaya devam ediyor. Benzer şekilde, iki ülke arasında kapsamlı kişisel ve ticari bağlar var; İsrail’in birçoğu Netanyahu’nun önemli destekçileri olan bir milyondan fazla Rusça konuşan vatandaşı var.

Her ne kadar İsrail Gazze’yle savaşında Batı’nın desteğine minnettar olsa da bu desteğin karşılığı olarak Rusya’ya yaptırım uygulamak zorunda hissetmeyecek ve böylesine değerli güvenlik ve ekonomik bir ilişkiyi bir kenara atmakta acele etmeyecek.

Batı’nın riskleri

Batı’nın Gazze’deki mevcut birliğine rağmen, çatışma orta vadede Batı ittifakını zayıflatma riski taşıyor. İlk risk, birliğin alenen parçalanmasıdır. İsrail’in önceki çatışmalarında olduğu gibi, tarihsel olarak Fransa ve İspanya başta olmak üzere bazı Batılı devletler ABD, Almanya ve İngiltere gibi sadık müttefiklerden daha eleştirel bir tutum sergiliyor.

Savaş uzadıkça ve Gazze’deki kayıplar arttıkça, bir ya da daha fazla Batılı devletin safları bozması ve açıkça acil ateşkes çağrısında bulunması ihtimali de artıyor. Herhangi bir anlaşmazlığın ne kadar süreceğine bağlı olarak, bu durum Ukrayna’nın teşvik ettiği Batı birliği ruhunu baltalayabilir.

İkinci risk ise doğrudan Ukrayna savaşıyla ilgili. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski, Batılı devletleri, Gazze’deki çatışma nedeniyle dikkatlerin Doğu Avrupa’dan uzaklaşmaması konusunda defalarca uyardı. Ukrayna’nın Dnipro Nehri’ni geçme konusundaki son başarılarına rağmen, yaz taarruzu umulan ilerlemeyi sağlamadı ve savaş giderek çıkmaza girmiş görünüyor.

Putin uzun zamandır Batı’nın savaşa olan ilgisinin azalacağını ve Rusya’nın toprak kazanımlarını koruyacağını umuyordu. Gazze savaşının şu anda Batı politikasının büyük bir bölümünü kapladığı bir ortamda Zelenski, Orta Doğu’nun kısa süre içinde yeniden istikrara kavuşarak çatışmasının politika gündeminin üst sıralarına geri dönmesini ve bu dikkat dağınıklığının kalıcı olmamasını umacaktır.

Yeni Küresel Düzen

Üçüncü risk ise tartışmasız en büyüğü: Batı’nın Gazze savaşında İsrail’e verdiği desteğin ‘batı sonrası dünya’ya doğru gidişi daha da hızlandırması. Son birkaç yıldır yorumcular ve politika yapıcılar ABD egemenliği döneminin sona erdiği ve küresel düzenin çok kutupluluğa kaydığı konusunda büyük ölçüde hemfikir.

Ukrayna savaşı, Batılı olmayan devletlerin Rusya karşıtı yaptırım rejimine katılmayı reddetmesiyle bu durumun altını çizdi ki bu Soğuk Savaş sonrası ABD’nin hâkim olduğu ‘tek kutuplu’ dönemde düşünülemezdi.

Eylül ayında BRICS ülkelerinin genişlemesi de bu değişimin bir başka göstergesiydi; batılı olmayan ekonomi kulübü yeni üyeleriyle birlikte küresel GSYH’nin yaklaşık %30’una ulaştı.

Bu bağlamda, Batı’nın Gazze konusunda İsrail’e verdiği destek ister Rus, ister Çinli, ister Arap olsun, Batılı olmayan birçok medya tarafından geçmişteki Batılı sömürgeci baskının uzantısı olarak nitelendirildi. Bu hem Pekin hem de Moskova’nın Batı’nın aleyhine kendi konumlarını güçlendirdiği için desteklemekten mutluluk duydukları bir mesaj olsa da küresel güneyde on yıllardır kendilerini dışlanmış hisseden pek çok kişi için hâlâ etkili bir mesaj.

Nitekim Londra Queen Mary Üniversitesi’nden Dr. Musab Younis’in Guardian’da yazdığı gibi, “Mevcut kriz İsrail ve G7’yi birbirine daha da yakınlaştırdıysa, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun, dünyayı yönetme gücünü kendinde gören küçük elite karşı hissettiği yabancılaşma duygusunu da artırdı.”

Batılı liderler henüz farkına varmamış olabilirler ancak Batı sonrası çok kutuplu dünyada güçlü devletler küresel güneyin desteğini hafife alamazlar. Gerçekten de Rusya, Çin, Hindistan ve diğerlerinin kendi çıkarlarını etkileyen bir dizi konuda Batılı olmayan hükümetlerin desteği kazanmaya çalışırken gayrı resmi bir şekilde gayri resmi bir şekilde sevgi ve güven kazanmaya dönük küresel bir mücadele yaşanıyor.

Doğru ya da yanlış, birçok güneyli halk ve onların hükümetleri Gazze konusunda İsrail’e verilen koşulsuz Batı desteğini, Batının Batı dışı toplumları baskı altına alma eğiliminin bir parçası olarak olumsuz bir şekilde görüyor.

Bu tür gelişmeler, Pekin, Moskova ve diğerleri tarafından ‘Batıya karşı geri kalanlar’ şeklinde sunulan Gazze gibi çatışmalarla Batı egemenliğinden uzaklaşma ve küresel kaymaları daha da sertleştirip pekiştirecek. Batılı liderlerin bu düşüncenin İsrail’e olan kararlı desteğini etkilemesine izin vermeleri pek olası değil, ancak bu duruş gelecekte başka yerlerdeki daha geniş batı politikası gündemlerini etkileyebilir.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English