DÜNYA BASINI

Küresel Güney’de yeni bir borç krizi kapıda mı?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Bretton Woods’un halefi olan krizle eş anlamlı küresel mali sistem temellerinden sarsılırken üçüncü dünyayı yeni bir borç krizi bekliyor. Eski Arjantin Ekonomi Bakanı Martin Guzman, aşağıda tercümesi bulunan uzun ve çarpıcı bir mülakatta Latin Amerika ve Afrika coğrafyasındaki yeni borç krizinin sebeplerini ve görev yaptığı dönemde ülkesinin IMF ile yaşadığı süreçleri değerlendirerek borç krizlerinin güç dinamiklerinden ayrı tutulmaması gerektiğine dikkat çekiyor.


Küresel Güney’de yeni bir borç krizi mi?

Lynn Parramore
Institute for New Economic Thinking
17 Nisan 2023

Eski Arjantin Ekonomi Bakanı Martin Kuzman, özellikle kamu borçları söz konusu olduğunda gücün neden iktisadi araştırmaların merkezinde yer alması gerektiğini açıklıyor.

Dünyadaki tüm gelişmekte olan ülkelerin yarısından fazlası ya şu anda borç sıkıntısı içinde ya da borç sıkıntısına doğru gidiyor.

İnsanlar Latin Amerika ve Afrika’nın “kayıp on yıl” yaşadığı 1980’lerin başından bu yana görülmemiş büyüklükte yeni bir uluslararası borç krizinin ufukta belirdiğini idrak ediyor. Bu büyüklükteki patlamalar sağlık, eğitim ve sosyal istikrar alanlarında yıllar alan ilerlemeleri silip süpürebilir. Ancak pek çok kişi bunun neden ve nasıl olduğunu anlamıyor.

Yeni bir kriz ivme kazanırken, Arjantin’in eski ekonomi bakanı ve Columbia Üniversitesi Politika Diyaloğu Girişimi Eş Başkanı iktisatçı Martin Guzman, neyin yanlış gittiğine ve buna karşı neler yapılabileceğine dair kendi bakış açısını sunuyor. Guzman’a göre borç krizlerini, oyundaki güç dinamikleriyle yüzleşmeden anlamak mümkün değil.

Lynn Parramore: Ne oldu da birdenbire bu kaygı verici durum ortaya çıktı?

Martin Guzman: Küresel Güney’de yaklaşmakta olan bir borç krizine şahit oluyoruz. Bizi bu duruma bir dizi hadise sürükledi. Bunlardan kritik olan üçünü ayırıyorum.

Küresel Güney’deki borç dinamiklerini anlamak için Kuzey’deki para politikalarında neler olduğuna bakmak her zaman son derece elzemdir.

Yaklaşmakta olan bu borç krizini anlamak için kritik olan ilk hadise on buçuk yıl önce gerçekleşti. ABD mali krizine verilen reaksiyon, parasal genişleme yoluyla büyük bir likidite yaratılmasını gerektirdi. Bu likidite, sermaye hareketliliğinin olduğu bir dünya ekonomisinde her zaman olduğu gibi küresel hale geldi. Faiz oranlarının sıfır olduğu bir dünyada, küresel piyasa oranlarının üzerinde bir getiri arayışını içeren tuhaf bir kavram olan “getiri arayışı” vardı. Rekabetçi piyasada bu, elbette daha yüksek bir riske göre ayarlanmış getiri anlamına gelmeyecek belirli bir risk ve getiri seçimi anlamına gelecektir.

Kayda değer sayıda ülkenin ilk kez uluslararası kredi piyasalarına erişim sağladığına şahit olduk, ancak bu erişim riskleri kaldıracak oranlarda gerçekleşti. Bu durum, gelişmiş ekonomilerin hazine bonoları sıfıra yakın, hatta bazı durumlarda negatif faiz getirirken yüzde 8 ila 10 faiz oranlarıyla borçlanan Afrika ülkeleri için geçerliydi. Daha önce Yüksek Borçlu Yoksul Ülkeler (HIPCs) grubunun bir parçası olan ve şu anda her ikisi de borç krizi yaşayan Gana veya Zambiya gibi ülkeler, yurt dışına tahvil ihraç etmeyi başardılar ama yüksek oranlarla.

Ayrıca uluslararası kredi piyasalarına yeniden erişen ülkeler de oldu. En dikkat çekici örnek 2016 yılında Arjantin’di. Ülke, uluslararası özel kredi piyasalarından 15 yıl boyunca dışlanmasını da içeren, akbaba fonlarıyla ABD mahkemelerinde süren uzun soluklu anlaşmazlığın sona ermesinin ardından ortalama yüzde 7’lik oranlarla (Amerikan doları cinsinden) yeniden borçlanmaya başladı. Bu durum, küresel faiz oranları henüz sıfıra yakınken yaşanıyordu.

İkinci kritik hadise Covid-19’du. Pandemi, ülkelerin vergi gelirlerinin düşmesi ve daha fazla harcama yapma ihtiyacı duymaları nedeniyle küresel borçların artmasına yol açtı. Gelişmiş ekonomiler için bu durum sürdürülebilirlik açısından değil, daha çok nesiller arası sonuçlar doğurdu; gelecek nesiller bugün üstlenilen borçları ödeyecekti. Fakat Küresel Güney’deki bazı ülkeler için bu durum ani borç sıkıntısı yarattı.

Son darbe Ukrayna’daki savaş oldu ve bu da enflasyonu tüm dünyadaki ekonomi yetkilileri için en önemli endişe kaynağı haline getirdi. Gelişmiş ekonomilerin merkez bankalarının buna verdiği reaksiyon, faiz oranlarının artırılması ve “parasal sıkılaştırma” olarak nitelendirilen, parasal genişlemenin geri alınması oldu. Bu da daha az ve daha pahalı likidite anlamına geliyor.

Merkez bankalarının kendi yetkileri var ve eylemlerinin uluslararası anlamdaki etkilerini dikkate almazlar. Küresel Güney için borçları yönetmek daha da zorlaşıyor ve çoğu durumda sürdürülemez hale geliyor. Borçları yeniden finanse etmek için kredi piyasalarına erişim olmadığından, borçları ödemek iktisadi ve toplumsal dinamikleri istikrarsızlaştıracak, daha derin resesyonlar, daha fazla işsizlik ve daha fazla enflasyon anlamına gelecektir.

Bu sonuçlar, birkaç güçlü ülkenin politikalarının dünyanın geri kalanı için nasıl ciddi yansımaları olduğunu gösteriyor.

Ortaya çıkan bu borç sorunu 2008’de yaşananlardan ve dünyanın pek çok yerinde “kayıp on yıla” yol açtığı söylenen, 1980’lerin meşhur borç sorunlarından hangi açılardan farklı?

Şu anda yaşananlar ile 1980’ler arasında benzerliklerin yanı sıra önemli farklılıklar da var. Her iki durumda da sorunların öncesinde küresel likiditenin arttığı bir dönem yaşandı ve daha sonra bu durum aniden tersine döndü. 1970’lerde petrol fiyatlarındaki şoklar petrol ihraç eden ülkelerde büyük ticaret fazlalarına, petrol ithal eden ülkelerde ise açıklara yol açmıştı. Bu fazlalıklar, açık veren ülkelere verilen kredilerin temelini oluşturdu. 1981’de Fed, enflasyona faiz oranlarını yüzde 20’ye kadar yükselterek yanıt verdi. Bugün Fed yine faiz oranlarını aniden artırdı ama bu kadar fazla değil. Her iki durumda da gelişmiş ekonomilerdeki daraltıcı para politikaları başka yerlerde sorun yarattı.

İlk önemli fark, 1980’lerdeki borç krizinin şu anda şahit olduğumuzdan farklı bir grup ekonomiyi sıkıntıya sokmuş olması. Doğu Avrupa’nın büyük bir kısmı krizdeydi; önce Polonya, ardından Romanya, Macaristan ve Yugoslavya on yılın başında IMF finansmanı talep etti. Ve bu, Brezilya ve Meksika da dahil olmak üzere Latin Amerika’nın büyük ekonomilerini vurdu. IMF kredileri o zaman için rekor miktarlara ulaştı ve bu paralar özel alacaklıları kurtarmak için kullanıldı.

1980’lere kıyasla ikinci önemli fark, kreditörlerin bileşimi ve maruz kaldıkları risklerin büyüklüğü. O dönemde egemen ülkelere sağlanan uluslararası özel finansman çoğunlukla ticari banka kredileri şeklindeydi. Özellikle ABD ve Japonya’dan gelen banka riskleri o kadar büyüktü ki Latin Amerika’da ülkelerde yaşanacak bir temerrüt dalgası bu iki gelişmiş ekonomide mali kriz yaratırdı ve bu neredeyse kesin olarak küresel bir krize evrilirdi.

Yıllar evvel İsveçli büyük iktisatçı Axel Leijonhufvud tarafından doktora öğrencileri için kurulan muhteşem bir akademik okul olan Trento Yaz Okulu’nda der verirken ilginç bir şeye tanık oldum. Euro-dolar sendikasyon kredisi piyasasından sorumlu olan ve Latin Amerika’daki borç kriziyle bu pozisyondan ilgilenen New York Fed’in emekli eski iktisatçılarından biri, dersinde bize çok samimi bir şekilde Amerikan bankalarının o kadar açıkta olduğunu anlattı ki, ABD hükümeti bu bölgedeki ülkelerde bir temerrüt dalgası yaşanmasına engel olmak için bölgeye yönelik dış politika geliştirmek zorunda kalmıştı. Bunu on yıl boyunca yaptılar ki bu süre, bazı kayıpları kabul etmenin sistemi iflas ettirmeyeceği bir noktaya ulaşmak için gereken süreydi. Dinleyicilerimiz arasında o on yıl boyunca ülkelerinde karar mercilerinde yer almış Latin Amerikalı iktisatçılar vardı. Dövizden mahrum kalmanın büyüme açısından nasıl kayıp bir on yıla ve Arjantin’de olduğu gibi bazı durumlarda hiperenflasyona yol açtığını ilk elden görmüşlerdi. O kasvetli suratları hatırlıyorum. Hükümetler yabancı para cinsinden borçlandıklarında, ülkelerin borç krizlerinin çözümünün jeopolitik bir süreç olduğunun ayırdına varmaları gerekir. Bu 1980’lerde de geçerliydi, şimdi de geçerli ama alacaklıların bileşimi ve buna bağlı jeopolitik durum bugün farklı.

1980’lerde yaşanan hadiseler uluslararası finans sistemini değiştirdi ve devletlere yönelik uluslararası özel finansmanın ana kaynağı olarak tahvil borcuna zemin hazırladı. Bu bizi üçüncü temel farka götürür; özel alacaklılar evreni bugün daha parçalı ve koordine edilmesi daha zor. Bu aynı zamanda borçlular, özel alacaklılar ve kurumsal alacaklılar arasındaki ilişkilerin de farklı olduğu anlamına geliyor.

Tahvilli borçlarda yeniden yapılandırmalar türev sözleşmelerin sahipleri, tahkim kararı sahipleri ve alacaklılardan ziyade “kamu kaynaklarının talep sahipleri” olarak adlandırabileceğimiz diğer kategoriler ile anlaşmazlıkları da içerebilir.

Son on buçuk yılda, yaklaşık 70 yıldır borçlu ülkelerle ilişkileri koordine eden ve düzenli olarak Paris’te toplanan yerleşik büyük alacaklı ülkeler grubunun aksine, “Paris kulübü dışındaki alacaklılar” olarak nitelendirilen yeni resmi iki taraflı alacaklıların oranında önemli bir artış yaşandı. Bu yeni grupta Çin en önemli aktör olmakla birlikte Hindistan, Güney Afrika ve Suudi Arabistan gibi yeni ortaya çıkan diğer kurumsal alacaklılar da yer alıyor.

Tüm bunlar, kırılganlık halindeki borçlular grubunun, uluslararası finans sisteminin maruz kaldığı risklerin ve alacaklılar grubunun 1980’lerden farklı olduğu anlamına geliyor. Sonuç olarak mevcut kriz muhtemelen daha az sistemsel olacaktır, ancak bundan zarar gören ülkeler için kötü olacaktır. Çözüm, borç silme işlemlerinin tarihte ilk kez etkileşim halinde olan ve birbiriyle rekabet eden çıkarlara sahip alacaklı sınıfları arasında dağıtılmasını gerektirecek.

Ülkelerin borç krizlerini çözmek üzere borçların yeniden yapılandırılmasına yönelik çok uluslu bir sistem ne o zaman mevcuttu ne de şimdi mevcut. Bu, uluslararası finansal mimarinin büyük bir eksikliği; tesadüfi bir eksiklik değil, uluslararası güç ilişkilerinin bir sonucu.

Akademik hayatınızda yıllarca uluslararası ekonomi üzerine çalıştınız. Daha sonra sizden ülkenizin alacaklıları ile müzakereleri fiilen yürütmeniz istendi. Bu iki tecrübe uluslararası borç sorununa ilişkin anlayışınızı nasıl etkiledi? Akademik teoriden istifade ettiğiniz özel bir içgörünüz var mı?

Bir karar alıcı olarak kamu borcu kriziyle baş ederken, açıkça tanımlanması gereken iki temel konu mevcut.

İlk olarak, ne tür bir borç yeniden yapılandırma operasyonu borcun sürdürülebilirliğinin yeniden sağlanması, yani ekonomik toparlanmaya elverişli ve sürdürülebilir ilerleme için gerekli koşulları oluşturan bir ekonomi politikası planının uygulanmasına yönelik koşulların yeniden sağlanması hedefiyle tutarlı olacaktır?

İkinci olarak hem uluslararası hem de ülke içindeki güç dinamiklerine dair görüşe ihtiyacınız olur. Her kamu borcunun yeniden yapılandırılması çatışma içeren siyasi süreçler, zira bu süreçlerden kaynaklanan bölüşüme ilişkin sonuçlar bulunur. Ayrıca sadece bireysel paydaşlara düşmeyebilecek verimlilik sonuçları da olur; bu daha geniş süreçler sadece pastanın nasıl pay edileceğini değil, aynı zamanda borçlu ve alacaklılar arasında paylaştırılacak pastanın büyüklüğünü de etkiler.

Teknik konuların anlaşılması işe yarar. Her borç yeniden yapılandırma sürecinin temel taşı, borcun sürdürülebilir olup olmadığını belirleyen ve cevap olumsuzsa, sürdürülebilirliği yeniden sağlamak için gerekli yardım miktarını hesaplayan borç sürdürülebilirlik analizidir. Uygun bir strateji oluşturmak için borç sürdürülebilirlik analizinin hem teorisini hem de pratiğini kavramanız gerekir.

Arjantin’in 2020’deki borç yapılandırması örneğini ele alalım. 2018 yılında, çoğu New York yasaları kapsamında olmak üzere iki yıl boyunca döviz cinsinden büyük miktarda borçlanmanın ardından ülke, uluslararası kredi piyasalarına erişimini tekrar kaybetti. Hükümet derhal IMF’ye başvurdu ve Trump yönetiminin siyasi desteğiyle kurum tarihindeki en büyük krediyi aldı. 50 milyar Amerikan doları tutarındaki kredi onaylandı, ardından 57 milyar Amerikan dolarına yükseltildi ve bunun yaklaşık 45 milyar doları, bir önceki Arjantin devlet başkanının 2019’da ilk tur seçimleri kaybetmesi üzerine IMF’nin krediyi durdurmasına kadar ödendi; bu, kredinin siyasi nitelikte olduğuna dair bir diğer ipucu (Kayıtlara geçmesi açısından, yeni seçilen Devlet Başkanı Fernandez göreve geldikten hemen sonra hükümetin IMF’ye olan borcunu artırmak istemediğini ve dolayısıyla onaylanan 12 milyar dolarlık ek krediyi almak istemeyeceğini açıkça belirtmişti).

2019’un aralık ayında göreve geldik ve ben de ülkenin ekonomi bakanı oldum. Derhal borç krizini ele almaya başladık. Döviz cinsinden kamu borcunun sürdürülemez olduğunu ve planlanan ödemelerde kayda değer bir kesinti ile borcun yeniden yapılandırılmasının büyümenin yeniden sağlanması için gerekli bir koşul olduğunu gösteren bir borç sürdürülebilirlik analizi yaptık. O esnada ekonomi serbest düşüşteydi.

Borç sürdürülebilirlik analizlerinin beklentileri sabit tutması beklenir. Fakat on milyarlarca doların söz konusu olduğu kazanılmış menfaatler bağlamında lobi faaliyetleri yoğun olur ve borçlu bir hükümet tarafından üretilen analizi, en gelişmiş teorik ve ampirik literatüre dayansa ve en iyi uluslararası uzmanlar tarafından kabul görse bile gayri meşrulaştırma konusunda son derece etkili olabilir. Bu yüzden IMF’den borcun sürdürülebilirliğine ilişkin bir analiz yapmasını talep ettim. Bu analizin hem alacaklılar hem de iç siyasi sistem için beklentileri sabitleyebilecek kılavuzlar sunması gerekiyordu.

IMF personelinin bir kısmından gelen ilk cevap şaşırtıcıydı. Bazıları bunu yapamayacağımızı zira ülkemizin IMF destekli bir programa dahil olmadığını (önceki program tamamen başarısız olmuş ve çoktan feshedilmişti, bu başarısızlık yıllar sonra, 2022’de IMF personeli tarafından kurum içi program değerlendirmesinde teyit edildi) ve bu nedenle borç sürdürülebilirlik analizini beslemesi gereken politika parametrelerinin ne olacağını bilemeyeceğimizi söylediler. Bu bana göre epey absürt bir tavırdı. Benim cevabım ise egemen bir ülke olduğumuz ve bu nedenle ülke IMF destekli bir program kapsamında olmasa bile hangi politikaları uygulayacağımıza ilişkin bilgileri sağlayabileceğimiz yönündeydi. Bazı tartışmalar oldu ve hatta Şubat 2020’de Suudi Arabistan’daki G20 toplantılarından sonra Washington D.C.’ye geçtim ve IMF’nin her üyesinin yapması gereken borç sürdürülebilirlik analizinin yapılması konusunda müzakere gibi görünen bir durumda ilerleme kaydettim. Nihayetinde IMF yönetimi, talebimiz üzerine bir “borç sürdürülebilirliği teknik analizi” hazırlama kararı aldı. Bu analiz Arjantin hükümeti tarafından hazırlanan analize oldukça benziyordu.

Alacaklılar bundan hoşlanmadı. Çok şikâyet ettiler. Bazı alacaklılar bana açıkça ABD Hazine Bakanlığı’ndaki personelin kendilerine IMF belgesini dikkate almamalarını söylediğini ifade etti. Bu bağlamda alacaklıların beklentilerini sabitlemek zordu, fakat IMF’nin borç sürdürülebilirliği analizinin yardımcı olduğu çok önemli bir nokta vardı; “iç politik ekonomi” olarak adlandırdığım sorunla başa çıkmamıza yardımcı oldu, yani kendi iç politik sistemimiz farklı nedenlerle zorlu bir müzakereyle yüzleşmeye hazır değildi ve alacaklılara hükümetin çok kötü bir anlaşma gerektirse bile temerrüt durumunda kalmaya istekli olmayacağına dair sinyaller vardı. IMF’nin Arjantin’in borçlarının sürdürülemezliğine dair söyledikleri, müzakere ekibinin iç baskılarla başa çıkma gücünü artırdı. Bazı yerel seçim bölgelerinin IMF’nin sağına yerleştirilmesi kolay olmaz.

Sizce ekonomi teorisi ve hukuk pratiği yukarıda bahsettiğiniz güçlere karşılık olarak ne şekilde değişiyor?

Kitabına uygun kamu borcu modelleri, kamu borcu temerrütleri, yeniden yapılandırmaları ve getirileri ile ilgili gerçekleri açıklamakta zorlanıyor. Kamu borçlarına ilişkin standart ekonomi literatürü, kamu borcu dinamiklerini anlamak için temel bir boyutu –güç– içermiyor.

Josefin Meyer, Carmen Reinhart ve Christoph Trebesch tarafından yakın zaman evvel yayımlanan “Waterloo’dan bu yana Devlet Tahvilleri” başlıklı makalede, Napolyon’un 1815’te Waterloo’da yenilmesinden bu yana –ki bu hadise egemen ulusların yaratılması dalgasına işaret eder– kamu borçlarının geçmiş getirileri hakkındaki veriler –temerrütler ve yeniden yapılandırmalarla ilişkili kayıpları hesaba katılarak– analiz ediliyor ve sistemin özünde nasıl işlediğine ışık tutan deliller sunuluyor; yabancı para cinsinden devlet tahvillerinin ortalama reel ex-post getirileri, ABD veya Britanya tahvillerinden ortalama 400 baz puan daha iyi performans gösteriyor ve Latin Amerika ülkelerinin çoğunda bu fark daha da büyük. Mesela Arjantin tahvillerinin son 140 yıldaki ortalama reel ex-post getirisi, tüm temerrütler hesaba katıldığında bile, ABD hazine tahvilinden 500 baz puandan daha yüksek.

Bunun izahı nasıl yapılabilir? Olası açıklamalardan biri, özel alacaklıların riskten kaçınmaları, dolayısıyla riskten bağımsız olduklarını veya risklerin yeterince çeşitlendirildiğini varsayan modeller bu sonucu açıklayamaz. Bu açıklamayı çok makul bulmuyorum, zira böyle bir durumda riskten daha az kaçınan alacaklıların veya riski daha iyi yönetenlerin “marjinal” tahvil alıcıları haline geldiğini gözlemlememiz gerekir. Bana göre bu delil, rantların var olduğunu ve bunun sistemin işleyiş biçimiyle ilgili olduğunu gösteriyor. Bu, gücün sistemi şekillendirme biçimi; ekonomi literatürünün derinlemesine araştırmadığı bir şey. Başka bir deyişle, sistemdeki güç, getirileri alacaklılar lehine yeniden ayarlıyor.

Gücün rolü, genel olarak ekonomide ve özel olarak da kamu borçlarında araştırma gündeminin merkezi bir parçası olmalı.

Uygulamaya gelince, daha önce de belirttiğim gibi güç dinamikleri ile ilgili bir evrim söz konusu. Bugün kamu borç krizlerinin çözümlenmesi pratiği açısından önemli olan iki hususu vurgulamama izin verin.

Bunlardan ilki alacaklıların koordinasyonu ile ilgili. Hala devletler konusunda iflas çerçevesine yakın bir durum yok, bu nedenle müzakereler uluslararası sistem dışında bir bağlamda gerçekleşiyor. Bretton Woods sisteminin sona ermesinden bu yana borç krizlerinin çözümü konusunda kötü sonuçlar gördük. Mevcut sistemsizlik, yeniden yapılandırmaların başlatılmasını geciktiren teşvikler üretiyor ve bunlar yapıldığında, genellikle ülkelerin büyümeyi yeniden tesis etmelerine olanak vermek için kısıtlı bir rahatlama sağlıyor. Literatürde bu sorun “çok az ya da çok geç” sendromu olarak adlandırılıyor.

Üst düzey uzmanlar uzun bir süredir kamu borçlarının yeniden yapılandırılmasına dönük çok uluslu bir sistemin oluşturulmasını talep ediyor. Stiglitz’in 2009 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Başkanı için hazırladığı Uluslararası Para ve Finans Sistemi Reformları Raporu bu konuda net ve yaşadığımız sıkıntıları öngörüyor. IMF bile 2001 yılında Kamu Borçlarının Yeniden Yapılandırılması Mekanizması önerisinde bulunmuştu. Borçlu ülkelerin bir alacaklıyı hakem olarak kabul etmeleri zor olsa da bu girişim hissedarların ya da en azından IMF’nin ana hissedarının desteğini alamadı; bu durum IMF anlaşma maddelerinde değişikliğe izin verecek oylama için Kongre’ye götürülmesi gerekecekti.

Özel tahvil sahiplerinin koordine edilmesi konusundaki en son gelişme, alacaklıların oybirliği olmadan hareket etmesini kolaylaştıran ve akbaba fonlarının bekleme davranışını daha az karlı hale getiren geliştirilmiş toplu eylem maddelerinin onaylanması oldu. Bu önlemler yardımcı oldu ama etkili yeniden yapılandırmaları teminat altına almak için yeterli değildi. Bunları ilk kez Arjantin’in 2020’deki yeniden yapılandırmasında test ettik.

Değinilmesi gereken ikinci konu IMF ile alakalı. Birkaç gün önce, 3 Nisan’da Columbia Üniversitesi Politika Diyaloğu İnisiyatifi, Columbia Business School’da kamu borçları konusunda uzmanların katıldığı bir yuvarlak masa toplantısına ev sahipliği yaptı. Yuvarlak masa toplantısına borçlu ülkelerin temsilcileri, ABD Hazine Bakanlığı, Çin, özel borç verenler, IMF, akademisyenler ve uygulamacılar katıldı. Çok aydınlatıcı tartışmalarda bulunduk. Borçlu ülkeler, IMF bir borç sürdürülebilirlik analizi yaptığında, IMF İcra Kurulu programı onaylayana kadar bunun gizli kalmasından şikâyet ediyorlardı. Karar alıcıların çoğu tüm bilgileri kamuya açık hale getirebileceklerini bilmiyorlar; bunu yapmamaları için dürtülüyor ya da baskı görüyorlar. Üye ülkeler olarak IMF’den teknik yardım olarak bir borç sürdürülebilirlik analizi yapmasını talep edebilir ve IMF destekli bir programa yönelik müzakereler olmasa bile bunu yayımlatabilirler. Ülkeler ayrıca IMF destekli programları oluşturan tüm memorandumları, onay için İcra Kurulu’na götürülmeden önce kamuoyuna açıklayabilirler. İşler bu şekilde yürütülmeli. Toplumlar, bir hükümet ile IMF personeli arasında yapılan ve kalkınmaları açısından büyük sonuçlar doğuracak anlaşmaların kamuoyu tarafından incelenmesi şansına sahip olmalı.

IMF’nin programların ülke tarafından “sahiplenilmesini” istemesi, ancak kurumun şeffaflık konusunda bir tercihinin olmaması tuhaf. Eğer halkın programa sahip çıkmasını istiyorsanız, halkın programı görmesine izin vermelisiniz.

Arjantin’de 2022 yılında, 2018-2019 yıllarında alınan 45 milyar dolarlık borcun yeniden finanse edilmesi için IMF personeli ile anlaşmaya varmamızın hemen ardından tüm memorandumlar Ulusal Kongre’ye sunuldu. 2020 yılında IMF ile yapılan her finansman programı için Kongre onayını zorunlu hale getiren bir yasa taslağı sundum. Bu yasa taslağı 2021 yılında neredeyse oybirliğiyle kabul edildi. Bu ülke bu türden bir yasal çerçeveyi benimseyen ilk ülke oldu ve inanıyorum ki diğerleri de aynısını yapmakta başarılı olacaktır.

Çok Okunanlar

Exit mobile version