Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Lavrov: Sert davranacağız

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un haftalık Argumentı i faktı’ya verdiği mülakatın (5 Nisan) çevirisini yayınlıyoruz.

Yalnız, şu “kestaneleri ateşten çıkarmak” deyimiyle ilgili kısa bir tekrar açıklama gerek.

Lavrov bu deyimi geçen yıl mayıs ayında, Dış Siyaset ve Savunma Siyaseti Konseyi toplantısında da kullanmıştı.

Fransızcadan (muhtemelen La Fontaine’den) gelen bu Rusça deyim, edebiyat referanslarıyla konuşmaya alışkın olan Lavrov için normal sayılabilir; ancak bu deyime uluslararası çatışmalarla ilgili anlamını veren ve onu genel bir deyim olmaktan çıkarıp Rusya dış siyasetinin değişmez başlığı haline getiren, dolaylı olarak, Stalin’dir.

Stalin 10 Mart 1939’da, BKP(b) XVIII’inci Kongre’sinde sunduğu siyasi raporda, Sovyetler Birliği’nin İngiltere ve Fransa hesabına Nazi Almanya’sı ile savaşmayacağını söylerken “ateşi başkasının elleriyle karıştırmak” deyimini kullanmıştı. Bu, sonraları “kestaneleri ateşten çıkarmak” diye ifade edilmeye başlandı ve deyim siyasi anlamıyla Stalin’e mal oldu.

Aslında Stalin özgün deyimi de kullanmıştı. 1901’de yayınlanan ilk makalelerinden birinde, marksizm içindeki sağcılığın sonucunun “işçilerin kestaneleri ateşten burjuvazi için çıkarmaya mecbur bırakacağını” söyler.

  • Sergey Viktoroviç, eskiden AB ülkelerini sık sık ziyaret ediyordunuz. Şimdi, malum nedenlerle, iş gezilerinizin coğrafyası değişti. Ne dersiniz, AB Rusya’yı uzun yıllar için mi kaybetti?

Yurtdışı gezilerimin coğrafyası değişti. Bu şimdi, yenilenmiş dış siyaset konseptinde tespit edilen Rusya’nın uluslararası arenadaki önceliklerini yansıtıyor.

Avrupa Birliği’nin Rusya’yı “kaybettiğini” çok doğru belirttiniz. Bunun suçlusu kendisi. AB üyesi ülkeler ve birliğin yöneticileri, Rusya’nın (kendi deyişleriyle) stratejik bir yenilgi alması zaruretini açıkça beyan ediyorlar. Cani Kiev rejimine silah ve mühimmat yığıyor, Ukrayna’ya danışmanlar ve paralı askerler gönderiyorlar. Bu nedenlerle AB’yi dost olmayan bir birlik olarak mülahaza ediyoruz.

Zaruri çıkarımları yaptık. Düşmanca adımlara cevap olarak, zaruret halinde, Rusya’nın milli menfaatleri ve diplomatik pratikte genel kabul gören karşılıklılık prensibine dayanarak, sert eylemde bulunacağız.

Avrupalılar herhangi bir anda Rusya karşıtı tutumlarından vazgeçer ve Rusya ile karşılıklı saygıya dayanan bir diyalogdan yana tercih yaparlarsa onların tekliflerini mülahaza edecek ve, Rusya Federasyonu’nun yeni dış siyaset konseptinde Başkan V. Putin tarafından onaylandığı gibi milli menfaatlerimize bakarak kararlar alacağız.

  • Geçtiğimiz günlerde ÇHC Başkanı Si Tsinpin’in Rusya’ya resmi bir ziyareti gerçekleşti. Rusya-Çin görüşmelerinin sonucunda tablo nedir?

ÇHC Başkanı Si Tsinpin’in 20-22 Mart’ta Rusya’ya yaptığı ve devlet başkanlığı görevine tekrar seçildikten sonra ilk yurtdışı gezisi olan ziyaret, Rusya-Çin ilişkilerinin çağdaş tarihinde çok önemli bir kilometretaşı, ikili işbirliğinin emsalsiz seviyesi ve özel niteliğinin tanığıdır.

Rusya ve Çin liderleri, başbaşa yemek ve şömine başında çay gibi muhtelif formatlarda yaklaşık 10 saat boyunca konuştular. Bu tür kişisel temasların ikili ilişkileri her açıdan ilerletmedeki önemi küçümsenemez. Başkan Putin’in belirttiği gibi, görüş alışverişi “sıcak, yoldaşça ve yapıcı bir atmosferde” geçti. Diğer yandan ÇHC Başkanı da Başkan Putin’le görüşmesini “açık, dostça ve yapıcı” diye niteledi.

Heyetlerin katılımıyla yapılan görüşmelerde son dönemde Rusya-Çin ilişkilerinin çokyönlü gelişmesinin sonuçları değerlendirildi, muhtelif alanlarda güncel işbirliği meselelerinin “envanteri” çıkarıldı. Si Tsinpin’in Başbakan M. Mişustin ile de yapıcı bir görüşmesi oldu; bu görüşmede pratik işbirliğinin artırılmasında başlıca istikametler konuşuldu.

Zirvenin temel sonuçları çok önemli iki belgede tespit edildi: yeni bir çağa giren kapsamlı ortaklık ve stratejik işbirliği ilişkilerinin derinleştirilmesi hakkında ortak açıklama ile Rusya-Çin iktisadi işbirliğinin 2030’a kadar kilit istikametlerde gelişmesinin planı hakkında ortak açıklama.

Devlet başkanları, dış siyasette sıkı bir koordinasyonun devamının önemini ifade ettiler. Benzer bir şekilde, uluslararası güvenlik alanında temel meydan okuyuşların ortaya çıkışının nedenlerini görüyoruz. Batının eşit haklar temelinde devletlerarası diyalog yürütmekte isteksizliğinin farkındayız. Yaptırım baskısı yöntemlerinin ve diğer iyi komşuluk dışı rekabet vasıtalarının kullanılmasına karşı çıkıyoruz. Bu bağlamda stratejik işbirliğimiz üçüncü ülkeleri hedef almıyor. Bu işbirliği bütün uluslararası sistemin dengeli bir gelişimine katkıda bulunuyor.

Çin tarafı Ukrayna probleminde dengeli tutumunu teyit etti. Pekin’in, çatışmanın siyasi-diplomatik çözümünde yapıcı bir rol oynamaya hazır oluşundan memnuniyet duyuyoruz. Çinli ortaklarımızın Ukrayna’daki durumla ilgili yayınlanan tutum belgesindeki temel ilkelerin, özellikle de Avrupa’daki ve genel olarak dünyadaki bütün ülkeler için eşit ve bölünmez bir güvenliğin sağlanmasının zarureti kısmında bizim yaklaşımlarımızla uyum içinde olduğunu görüyoruz. Barış süreci Kiev ve onun, askeri eylemleri uzatmak için her türlü çabayı gösteren batılı küratörleri tarafından şimdilik frenleniyor.

ÇHC liderinin ziyareti geniş bir uluslararası etki doğurdu, küresel enformasyon gündemini tam anlamıyla işgal etti. Bu, Rusya-Çin stratejik ortaklığının uzun zamandır sadece iki taraflı bir bağlamdan çıkmış olduğunu teyit ediyor. Belli ki açık seçik bir şekilde formüle edilen günümüz dünyasının kilit meseleleri hakkındaki ortak pozisyonlarımız duyulmuş.

  • Si Tsinpin’in Rusya’ya ziyareti arifesinde ÇHC’nin Moskova Büyükelçisi Çuan Hanhuey şöyle demişti: “Çin, Rusya ile ‘sırt sırta’ stratejik işbirliğini de inşa edecek.” Siz, Çin Dışişleri Bakanı Tsin Gan’ın “sırtını” hissediyor musunuz?

Bakan Tsin Gan, tıpkı selefleri, şimdiki CKP MK Politbüro dış siyaset denetçisi Van İ, ondan önce Yan Tseçi, Li Çaosin ve başka pek çok seçkin Çinli diplomat gibi, benim iyi bir dostum ve silah arkadaşım. Hiç şüphesiz, aramızda bir kolkolalık duygusu, karşılıklı temel menfaatlerimizi savunmak için küresel arenada çabaların stratejik bir şekilde koordinasyonunu gerçekleştirerek “omuz vermeye” hazır oluş var. Rusya-Çin ilişkilerinin uluslararası hukuk ve BM’nin merkezi rolüne dayanan daha adil, dengeli, çok merkezli bir dünya düzeninin şekillendirilmesi davasında çok önemli bir rol oynadığını devamlı olarak vurguladık.

Tecrübeli, son derece profesyonel bir diplomat olan ve daha bu göreve atanmadan ülkemizde de birçok defa bulunan ÇHC Dışişleri Bakanı Tsin Gan ile efektif bir ilişki geliştirdik. Sahadaki ilk görüşmemiz 2 Mart’ta Yeni Delhi’de G-20 dışişleri bakanları toplantısında oldu. İçinde bulunduğumuz yıl için dışişleri bakanlıkları arası danışma toplantıları planı imzaladık. Mevcut önemli mekanizma çerçevesinde bakan yardımcıları ve dış siyaset organlarımızın ilgili kuruluşları arasında yüzyüze “saatleri ayarlama” işini de yeniliyoruz.

Si Tsinpin’in ziyareti sırasında Van İ ve Tsin Gan ile temaslarım oldu. Bakan Tsin Gan ile çok taraflı başka etkinliklerde de sahada görüşmeler planlanıyor. Rusya ve Çin arasındaki bağlar devamlı surette gelişmeye devam ediyor. Önümüzde, çok sayıdaki pratik meselenin çözümü için büyük çaplı ortak bir çalışma var.

  • Rusya-Çin ilişkilerinin gerçekten de eşit haklar temelinde gelişmesi imkânından kuşku duyan uzmanlar olduğu sır değil. Ülkelerimizin farklı iktisadi gelişme seviyesinde oluşları da bunun nedenlerinden. Bu uzmanlara ne cevap verirdiniz?

Rusya-Çin ilişkilerinin sözümona “bağımlılığı” ve “eşitsizliği” meselesi esas olarak uzun bir süredir dost olmayan ülkelerde kabartılıyor. Bu konu, ÇHC Başkanı Si Tsinpin’in geçtiğimiz günlerdeki Moskova ziyaretinden sonra da kimi “uzmanlar” tarafından gündeme getirildi. Bunda, başarılarımızı gölgeleme, Moskova ile Pekin arasındaki dostluğa takoz koyma girişimi görüyoruz. Bu planlar kolaylıkla yanlış hesaplanıyor, protokol gereği standart geliş gidişler ise zaten sıkıcı ve kimseyi rahatsız etmiyor.

Rusya’nın enerji kaynaklarının Avrupa’ya sevkiyatının zirve yaptığı sırada batılı analistlerden hiçbiri nedense Rusya’yı AB’ye bağımlılıkla korkutmuyordu. Tam tersine, ABD, Avrupa’yı, bunun yerine kendi kaya petrolü ve kaya gazını geçirmek arzusuyla, ülkemizden karbon kaynakları sevkiyatına yoğunlaştığı için uyarıyordu. Şimdi, ihracatımızı Asya’ya yöneltirken, ansızın bizim için kaygılanmaya ve Çin’e bağımlılıkla ilgili “dostça” uyarmaya karar verdiler. Tavsiyeniz için teşekkürler, ama biz kendi kafamızla düşünecek, tamamen kendi milli menfaatlerimize ve sağlam, zamanın ve gerçek işlerin teyit ettiği Çinli dostlarımıza dayanacağız.

Ciddi uluslararası ilişkiler uzmanları, günümüzün çokkutuplu dünyasında ülkeler arasında dallanmış bağlar bulunduğunun farkındalar. Çin arka arkaya 13 yıldır Rusya’nın başlıca ticaret ortağı. Son iki yıldır karşılıklı ticaret hacmi yıllık üçte bir oranında arttı ve 2022’de 185 milyar dolar ile yeni bir rekor seviyesine çıktı. Ülkelerimizin pazarlarında ihtiyaç duyulan ürünlerin karşılıklı sevkiyatını karşılıklı fayda temelinde gerçekleştiriyoruz. Aramızdaki hesapların yarıdan fazlasının milli paralarla gerçekleştirilmekte oluşu önemli; işbirliği ticaretle de sınırlı değil, enerji ve sanayiden tarım ve uzaya kadar çok daha geniş bir spektrumu kapsıyor. Çin’le aramızda ticaret ve ekonomi alanında pozitif bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi ortaya çıktı, çalışmamızın bu sonucundan hoşnut olmamak mümkün değil.

  • Britanya’nın Ukrayna’ya seyreltilmiş uranyum içeren mühimmat gönderme planlarını açıklamasından sonra Savunma Bakanı S. Şoygu, “nükleer bir çarpışmaya daha az basamak kaldığı” uyarısını yaptı. Rusya, bu “basamakların” gene daha fazla olması için diplomatik cephede ne yapabilir?

Diplomasinin misyonu, devletlerarası çelişki ve çatışmaların çözülmesinde barışçıl, siyasi-diplomatik vasıtaları aramak ve bunlar üzerinde çalışmaktır. Tabii bu kapsamda nükleer güçler arasındaki ilişkiler de var. İşte burada bir problem ortaya çıkıyor; bu problem şu epeyce kıvrak ama uygun ifadeyle çok daha net tasvir edilebilir: “tango için iki kişi gerekir”.

Rusya devamlı surette yapıcı girişimlerde bulundu, uluslararası güncel problemlerin çözümü için pragmatik, politize olmayan teklifler sundu. Bunlar arasında, 2021 aralık ayında Başkan V. Putin’in, Rusya’ya batı istikametinde hukuki yükümlülük taşıyan garantiler sunulmasına yönelik olarak ileri sürdüğü inisiyatifi de var. Ama Washington ve Brüksel’de bizi ya yok saydılar, ya da tepkileri olumsuz oldu. Neticede bu, Ukrayna’da bugünkü krize yol açtı.

ABD ve onun NATO’daki uyguları bugün çatışmanın daha da tırmanmasına yönelik son derece riskli bir bahis oynamış bulunuyorlar. Kolektif batı açık bir şekilde Rusya’nın “stratejik yenilgisi” görevini deklare ediyor.

Biz ise daha önce olduğu gibi, Avrupa ve Avrupa-Atlantik’teki durumu sağlıklı kılmak hedefiyle temaslara açığız, ama eşit haklar temelinde ve Rusya’nın menfaatlerinin kesinkes hesaba katılması şartıyla. Burada başlıca önşart, batının saldırgan düşmanca tutumundan vazgeçmesi. Ama oradakiler buna ve bizimle yapıcı bir diyaloğa hazır değiller, 7-24 Rusya’yı çevrelemenin yeni yöntemlerini aramakla meşguller. Böyle bir çizginin tehlikeleri açıktır. Elimizdeki bütün yöntemlerle bu konuda batılı meslektaşlarımızı uyarıyoruz.

  • Amerikalıların esas olarak son derece ilkel bir etki yöntemi kullanarak Afrika ülkelerine baskı yapmakta olduklarını defalarca söylediniz. Afrikalıların yönelttiği, “peki batının tarafında yer alanlar karşılık olarak ne alacaklar?” sorusuna Washington, cezalandırılmayacakları cevabını veriyor. Peki Rusya Afrika’ya ne teklif ediyor?

ABD ve vasalları gerçekten de Rusya’nın uluslararası tecridini gerçekleştirmek için mümkün olan her şeyi yapıyorlar. Özellikle de temmuz sonunda St. Petersburg’da yapılması planlanan ikinci “Rusya-Afrika” zirvesini baltalamaya, Afrikalı dostlarımızı buna katılmaktan vazgeçirmeye çalışıyorlar.

Hayati menfaatlerini Washington ve onun uşaklarına kurban etmek, eski sömürgeci metropoller için “kestaneleri ateşten çıkarmak” isteyenlerin çok daha az olması ise başka bir mesele. Bu yüzden küresel güney ve doğu devletleriyle işbirliğimizi engelleme girişimleri devam ediyor, ama başarı hiç de garanti değil.

Bizim batılılardan başlıca farkımız şudur: biz yabancı ortaklarımıza asla nasıl yaşamaları gerektiğini öğretmiyoruz. Bizim gizli gündemimiz yok. Biz “çifte standart” uygulamıyoruz. Devletlerarası işbirliğini ve ilişkileri uluslararası hukuk, eşitlik, karşılıklı saygı ve menfaatlerin gözetilmesi ilkeleri üzerinde inşa ediyoruz. Görünüşe göre tam da bu yaklaşım Afrikalıları olumlu etkiliyor. Sadece onları da değil. Bütün normal ülkeleri olumlu etkiliyor.

Tabii Afrikalı dostlarımıza milli güvenliklerinin sağlanması, insani alanda ihtiyaçlarının tatmini planında da teklif ettiğimiz şeyler var. Afrika devletleri, Rusya’nın onların profesyonel kadrolarının hazırlanmasına katılmasını istiyorlar. Bu alanda geleneksel olarak güçlüyüz; Sovyet ve Rusya yüksek eğitimi birkaç kuşaktır Afrikalılar arasında büyük talep görüyor.

Bu, Rusya ile Afrika ülkeleri arasında karşılıklı yarara dayanan ve bizim her alanda geliştirmeye niyetli olduğumuz çokyönlü işbirliğinin muhtelif istikametlerinden ancak küçük bir kısım.

  • Bu yaz St. Petersburg’da yapılacak olan ikinci zirve ve iktisadi ve insani “Rusya-Afrika” forumu, konuşmalardan ve vaatlerden çıkıp somut stratejik projelerin hayata geçirilmesi gerçekleşirse belli ki başarılı olacak. Moskova sürprizlere hazır mı?

St. Petersburg zirvesini Rusya ile Afrika arasında işbirliğinin sistem-yapıcı bir unsuru olarak mülahaza ediyoruz. Muhtevasının dolu olması için çalışmalar da Afrikalı dostlarımızla sıkı bir işbirliği içinde devam ediyor.

Tepedeki buluşmanın gündeminde teknoloji transferi, kıtadaki sanayi ve kritik altyapının geliştirilmesi gibi meseleler var. Rusya’nın Afrika devletlerinin dijitalizasyonu, enerji sektörünün, tarımın geliştirilmesi ve yararlı minerallerin çıkarılması, gıda ve enerji güvenliğinin temini projelerine katılımını somut olarak görüşmeyi hedefliyoruz. Bu, dikkatlerin odağında bulunacak konular listesinin çok uzağında.

Zirvenin Rusya-Afrika stratejik işbirliğini güçlendireceğine, Afrika kıtasıyla orta vadede bütün ilişkilerin gelişmesinde bir vektör meydana getireceğine ve keza bölgesel ve uluslararası problemlerin etkin çözümünde büyük bir katkı olacağına eminim.

DÜNYA BASINI

Rus basını değerlendirdi: Beşar Esad sonrası Suriye nasıl olacak?

Yayınlanma

Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ), Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Suriye Milli Ordusu (SMO) üyeleri 8 Aralık’ta hükümet güçlerinin direnişiyle karşılaşmadan Şam’a girdi. Başbakan Muhammed Gazi el-Celali, el Arabiya kanalına yaptığı açıklamada, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın nerede olduğunun bilinmediğini söyledi.

Başbakan, hükümetin diğer üyeleriyle birlikte Suriye’nin başkentinde kaldı. Esad’la 7 Aralık’tan bu yana temas kurmadı ve başkenti ele geçiren silahlı muhalefetin komutanlarıyla görüşmelere başlayarak, Suriyelilerin özür seçimlerde seçeceği kişiye iktidarı barışçıl bir şekilde devretme sözü verdi.

Şam nasıl düştü?

Medya, Esad’ın Suriye başkentinden Lazkiye’ye doğru uçtuğunu ve IL-76 uçağının geri dönerek Humus yakınlarında radardan kaybolduğunu bildirdi.

Reuters, iki kaynağa dayandırdığı haberinde Suriye Devlet Başkanı’nın kaza sonucu ölmüş olabileceğini bildirdi. Aynı zamanda, ajansın muhatapları uçağın kaybolmasının mürettebatın yanıtlayıcıyı kapatması ve ardından uçağın radardan kaybolması nedeniyle olabileceğini de göz ardı etmedi.

The Wall Street Journal‘a göre, Devlet Başkanı’nın ayrılmasından kısa bir süre önce eşi Esma ve çocukları Rusya’ya, damatları ise BAE’ye uçtu.

Rusya Dışişleri Bakanlığı, Esad’ın muhalifleriyle yaptığı görüşmelerin ardından Suriye’den ayrıldığını, Moskova’nın görüşmelere katılmadığını açıkladı. 8 Aralık akşamı Rus haber ajansları Kremlin’e dayanarak Esad’ın Moskova’ya vardığını bildirmişti.

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC) program koordinatörü İvan Boçarov, Vedomosti gazetesine yaptığı açıklamada, Esad’ın kendi zaferine olan güveninin ona acımasız bir şaka yaptığını belirtti.

Uzmana göre, savaşın galibi olduğuna inanan Esad, Rusya ve İran’ın yardımı olmadan “muhalefetle müzakere etmeyi reddetti ve istemediği herkesi terörist olarak nitelendirdi”. Uzmanlara göre, Esad’ın yenilgisinin nedenlerinden biri de ülkedeki zorlu ekonomik durum nedeniyle savaşmak istemeyen ordu birliklerinin motivasyonunun düşük olmasıydı.

Şam’ın düşmesinin hemen öncesinde Suriye ordusu, muhalifleri neredeyse hiç savaşmadan ülkenin üçüncü büyük kenti Humus’u işgal ederek kıyı illerinin Şam’la bağlantısını kesti.

Bunun öncesinde, hükümet güçleri ülkenin güneyindeki Hama, Dera, Süveyda ve Halep vilayetlerini terk ederek 27 Kasım’da başlayan tırmanıştan üç gün sonra cihatçıların eline geçti. Ayrıca el Cezire‘ye göre, silahlı gruplar Akdeniz kıyısında bir Rus deniz üssünün bulunduğu Tartus kentine girdi.

Şam’ın ele geçirilmesinden hemen sonra Suriye silahlı muhalefetinin liderleri, televizyonda yaptıkları ulusa sesleniş konuşmasında Devlet Başkanı Esad’ın devrildiğini duyurdu.

Ayrıca, silahlı gruplar Şam’ın merkezindeki kamu radyo ve televizyon binasını işgal etti ve HTŞ lideri Ebu Muhammed el-Culani, astlarına iktidarın resmi geçişine kadar Başbakan Gazi eş-Celali’nin kontrolünde kalacak olan devlet kurumlarını ele geçirmemelerini emretti. Bu karara rağmen, Şam’daki İran Büyükelçiliği ele geçirildi ve yağmalandı.

Boçarov’a göre İran, İsrail ile yaşanan gerilim sırasında tükenen kaynaklar nedeniyle Esad’a yardım etmeyi reddetti. Uzman, “İsrail ordusunun Suriye sınırına çekilmesi göz önünde bulundurulduğunda, Tahran’ın çatışmaya tam ölçekli bir katılım için hazırlıksız olduğu anlaşılıyor,” dedi.

Müttefiklerin ve komşuların tepkisi ne oldu?

The New York Times‘ın haberine göre, İran Şam’ın ele geçirilmesinden bir gün önce Suriye’deki asker ve diplomatlarını tahliye etmeye başladı.

Kaynaklara göre, bazı İranlı diplomatik personel ve aileleri 6 Aralık sabahı erken saatlerde ülkeden ayrılarak Irak ve Lübnan’a doğru yola çıktı. Reuters‘ın Lübnan güvenlik servisinden aldığı habere göre, Hizbullah da önceki gün askeri birliklerini Suriye’den geri çekti.

İran Dışişleri Bakanlığı, Suriye’nin kaderinin yalnızca Suriye halkının sorumluluğunda olduğunu belirtti. 2015 yılında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, son basın toplantısında Rus Silahlı Kuvvetlerinin operasyonlarına ilişkin soruyu yanıtlarken, “Suriyelilerin kendilerinden daha fazla Suriyeli olmayacağız,” demişti.

RIAC araştırma direktörü Andrey Kortunov, İran ve Rusya’nın 2015’teki eylemleri sayesinde Esad’a oyun oynama fırsatı verildiğini ifade etti: “Esad’a bir ‘bonus oyun’ oynama fırsatı verildi; muhalefetle bir anlaşmaya varmak için dokuz yılı vardı.”

2017’den bu yana hükümet, Rusya, Türkiye ve İran’ın arabuluculuğunda Suriye muhalefetinin temsilcileriyle düzenli görüşmeler yaparak krizden çıkış yolları aradı. Bu platform daha sonra “Astana formatı” olarak adlandırıldı.

Federasyon Konseyi Başkan Yardımcısı Konstantin Kosaçev, Telegram kanalında Moskova’nın Şam’a yardım etmeye devam edeceğini, fakat Suriyelilerin ülkedeki iç savaşla kendi başlarına başa çıkmak zorunda kalacaklarını yazdı.

Kortunov, “Esad hükümetinin düşmesinin yarattığı bazı sorunlara rağmen, Moskova için öncelikli görev Ukrayna’daki özel askeri harekât ve diğer tüm konular arka plana itiliyor,” dedi.

Kosaçev, Rusya’nın öncelikli görevinin diplomatlar ve ailelerinin yanı sıra askeri personel de dahil olmak üzere yurttaşlarının güvenliğini sağlamak olduğunu belirtti.

Rusya daha önce de Şam’ı iç savaşın tarafları arasında verimli bir siyasi diyalog başlatmaya çağırmıştı.

Ulusal Araştırma Üniversitesi Ekonomi Yüksek Okulu profesörlerinden Nikolay Suhov’a göre, Şam yetkilileri çatışmayı çözmek için böyle bir görüşme başlatma fırsatını kaçırdı ve bu da Esad’ın halkın desteğini kaybetmesine neden oldu. Uzman, “Esad ailesinin mensup olduğu Alevilerin bile Lazkiye’de Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın babasının heykelini yıkması bunun bir göstergesi,” diye özetledi.

Kremlin: Suriye muhalefeti, Rus askeri üslerinin güvenliğini garanti altına aldı

Suriye’yi neler bekliyor?

Boçarov, Suriye’de HTŞ’nin kontrolünde bir geçiş hükümeti kurulmasının muhtemel olduğunu belirtti. Uzman, daha kapsayıcı bir kabine kurulması ihtimalini de göz ardı etmedi ancak HTŞ’nin iktidarı diğer güçlerle eşit şekilde paylaşmayı kabul etmesi pek mümkün görünmüyor:

“En azından SMO gibi dost grupların temsilcilerinin yanı sıra bazı Esad dönemi yetkilileri de geçiş hükümetine katılabilir. Belki de HTŞ’nin gözetimi altında seçimler yapılacaktır.”

Boçarov, aynı zamanda Suriye’de “Libya senaryosunun” gerçekleşme ihtimalini de tamamen göz ardı etmemek gerektiğini belirtti. Uzman, bu koşullar altında Moskova’nın askeri varlığını sürdürme konusunda geçici hükümetle anlaşmaya çalışacağını ifade etti: “Doğru, silahlı muhalefetin Rus hava kuvvetlerinin saldırılarını unutması pek mümkün değil. Ancak HTŞ için Rus askeri üsleri konusu öncelikli değil, onlar daha ziyade ülkenin büyük bölümünü yönetme konusuyla ilgileniyorlar.”

Suhov’a göre, Suriye’de HTŞ’nin saha komutanları ile kapsayıcı bir hükümet kurma taahhüdünde bulunan merkezi komuta kademesi arasında çatışma yaşanabilir.

Şam’da yerel halka silah dağıttıklarını ve evleri, dükkanları yağmaladıklarını belirten uzman, “Yağmalamanın taban ile HTŞ’nin üst düzey askeri yetkilileri arasındaki çatışmadan kaynaklandığına inanıyorum,” değerlendirmesini yaptı.

Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Doğu Çalışmaları Bölümü Profesörü Aleksandr Krilov ise, Suriye’de birleşik bir hükümet kurmanın mümkün olmayacağını ve ülkenin Irak’ın kaderini tekrarlama riski taşıdığını söyledi.

Uzman, “Suriye’de Irak’tan çok daha fazla özerk topluluk olduğu için -aynı Dürziler ve Kürtler gibi- şimdi daha fazla olmasa da yaklaşık üç bölgeye bölünme olacak,” yorumunu yaptı.

Krilov, HTŞ’nin yaklaşık 8-12 milyon kişiyi temsil ettiğini belirtti. “Ülkeyi kendi bayrakları altında birleştirmeleri pek mümkün değil,” diyen Krilov’a göre, Esad’ın icraatlarına karşı halkta biriken hoşnutsuzluk ve aşiretine karşı duyulan öfke nedeniyle Suriye uzun zaman önce parçalanabilirdi.

“Yakın zamana kadar, dini bir azınlık olan Aleviler, pratikte devletteki tüm kilit pozisyonları ele geçirdi,” diyen uzman, şimdi de ülkedeki Rus üsleriyle ilgili anlaşmaya yönelik bir tehdit olduğuna inanıyor.

Aynı zamanda ABD Savunma Bakan Yardımcısı Daniel Shapiro, Washington’un “IŞİD’in eniden canlanmasını önlemek” için Suriye’nin doğusundaki Tanf üssündeki askeri varlığını sürdüreceğini söyledi.

Orta Doğu uzmanı Kirill Semyonov’a göre, Suriye’de ciddi bir iç bölgesel değişiklik olmayacak. Uzman, ülkenin halihazırda fiilen ciddi şekilde parçalanmış olduğunu ve silahlı grupların Kürtlerle nasıl müzakere edeceğinin belli olmadığını belirtti.

Uzman, Suriye’deki yönetimin muhtemelen HTŞ’ye bağlı kurtuluş hükümeti gibi yapılar tarafından yürütüleceği görüşünde.

ABD ve Britanya, HTŞ’yi “terör” listesinden çıkarmayı planlıyor

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

ABD daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Donald Trump’ın göçmenlik politikalarıyla tarihsel bir paralellik kurarak, ABD tarihindeki zorunlu göç, kolonizasyon ve nüfus arındırma politikalarını inceliyor. Metin, 19. yüzyılda Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin kölelik karşıtı ama dışlayıcı politikalarından başlayarak, Thomas Jefferson ve Abraham Lincoln gibi ABD kurucu figürlerinin bu süreçteki tayin edici rollerine değiniyor. Yine, ABD’de tarihsel olarak kimin “gerçek Amerikalı” sayılacağına dair kadim tartışmaları, kölelik, Kızılderili Tehciri, 1924 Göç Yasası ve güncel göç politikalarına uzanan bir bağlamda ele alırken, bunun kapitalist ulus-devletin kurucu unsuru olan işgücü denetimi ve mülkiyet rejimleriyle ne denli iç içe geçebileceğini de nüanslı şekilde vurguluyor.

ABD’nin göç ve nüfus politikalarındaki tarihsel sürekliliğe dair bu hatırlatma, ülkedeki güncel göçmenlik politikalarının bir liderin ideolojik tercihlerinin ötesinde ABD’deki sermaye birikim süreçleri ve üretim ilişkilerinin tarihsel olarak oluşturduğu yapısal zorunluluklar üzerine de yeniden düşünmeye davet ediyor.


Amerika daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı

Eric Foner
The Nation
25 Kasım 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Donald Trump’ın başkanlık kampanyası sırasında ortaya attığı sayısız vaat arasında hiçbiri, ABD’de yaşayan tahmini 11 milyon kağıtsız göçmeni sınır dışı etme planı kadar destekçilerinde coşku; karşıtlarında ise esef duygusu yaratmadı. Nüfusun böylesine kitlesel bir şekilde ve zorla yerinden edilmesi, birçok eyaletteki işgücü piyasasını kaosa sürükleyeceği gibi, dünyanın geri kalanı için de sarsıcı bir şok demek. Yine de bir toplumu istenmeyen kişilerden arındırma fikri çok da emsalsiz sayılmaz.

Modern tarihte, 1492’de İspanyol Yahudilerinin ve Yedi Yıl Savaşları sırasında Akadyalılar (İngilizler tarafından Nova Scotia’dan sürülen Fransız yerleşimciler) da dahil olmak üzere büyük nüfus gruplarının zorla yurtlarından edildiği pek çok örnek mevcut. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1830 tarihli Kızılderili Tehcir Yasası, Mississippi Nehri’nin doğusundaki Kızılderili nüfusunun neredeyse tamamının bugünkü Oklahoma’ya sürülmesine yol açmıştı; bu zorunlu yürüyüş bugün hala “Gözyaşı Yolu” olarak anılmakta. Yine 1929 Büyük Buhranı sırasında da eyalet yetkilileri ve ulusal yetkililer Meksika kökenli binlerce kişiyi ABD sınırları dışına sürmüştü.

Amerikan sınırları içinde siyasi liderlerden en büyük desteği alan nüfus arındırma planı ise 1816’da kurulan Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin (AKC) öncülüğünde gerçekleştirilmişti. Yeni bir özgür Afrikalı Amerikalı nüfus yaratmadan köleliğe son vermeyi amaçlayan bu topluluk, köleleştirilmiş kadın, erkek ve çocukların (İç Savaş patlak verdiğinde sayıları 4 milyon kadar olan) kademeli olarak özgürleştirilmelerini ve halihazırda özgür olan yarım milyon siyahla birlikte Birleşik Devletler dışına taşınmasını önermişti.

Frederick Douglass’ın gözlemlerine göre “neredeyse her saygın adam” bu topluluğun üyesiydi: John Marshall, James Madison, Daniel Webster, Roger B. Taney ve hatta Harriet Beecher Stowe (Stowe’un Tom Amca’nın Kulübesi adlı kölelik karşıtı romanı, kahramanı George Harris’in “Afrika vatandaşlığını” onaylaması ve Birleşik Devletler’den göç etmesiyle sona erer mesela)… Sömürgeleştirme o topluma özgülüğüyle benzersiz bir Amerikan fikriydi. Harper’s Weekly’nin¹ de belirttiği gibi, Batı Yarımküre’deki birçok toplumda kölelik vardı, ancak başka hiçbir yerde “özgürleşmeden sonra kölelerin kökünün kazınması” önerilmemişti. Kolonizasyon fikri, savunucularının hem kölelikten hem de istenmeyen Afrikalı Amerikalı varlığından kurtulmuş bir toplum hayal etmelerine olanak sağlamıştı.

Günümüzde kağıtsız göçmenlerin sınır dışı edilmesi fikri gibi, kolonizasyon da kimin “gerçek” Amerikalı olduğu ve ulusun kucaklayıcı mı yoksa dışlayıcı mı olması gerektiğine dair çok boyutlu tartışmanın önemli bir yanını oluşturuyor. Kolonizasyon fikrini destekleyenler ABD’nin “beyaz bir cumhuriyet” olması gerektiğine inanıyordu. Bu bağlamda Trump’ın güncel sınır dışı planı, Kızılderililerin tehciri, Çinlilerin dışlanımı ve güney ve doğu Avrupa’dan göçü ciddi şekilde azaltan 1924 yasası da dahil olmak üzere nüfusun arındırılmasına dönük diğer çabalarla birlikte değerlendirilmeli. 1862 yılında, henüz İç Savaş devam ederken, Temsilciler Meclisi Özgürleştirme ve Kolonizasyon Komitesi, “tüm ülkenin” siyahlardan arındırılarak beyazlar tarafından ele geçirilmesi çağrısında bulunmuştu. Bugün bu görüşün yankılarını, göçmenlerin beyaz Amerikalıların yerini aldığına dair komplo teorilerinde ve kitlesel yerinden etmelerin bunun panzehiri olduğunu savunan “ikame teorisi” yanlılarında izlemek mümkün.

Kolonizasyonun belki de en önde gelen savunucularından biri, Virginia Eyaleti Üzerine Notlar adlı monografisinde siyahların fiziksel ve entelektüel kapasiteleri üzerine yaptığı meşhur tartışmaya ek olarak, kademeli özgürleştirme ve sınır dışı etme için ayrıntılı bir plan ortaya koyan Thomas Jefferson’dı. Bu çalışmada ayrıntılandırıldığı üzere, kölelerden doğan çocuklar kamu kaynakları aracılığıyla eğitilecek ve yetişkinliğe ulaştıklarında özgürleştirilip Afrika’ya taşınacaklardı. Eş zamanlı olarak dünyanın diğer bölgelerine gemiler gönderilerek “eşit sayıda beyaz nüfusun” Birleşik Devletler’e getirilmesi sağlanacaktı. Jefferson, “bir grup işçinin yerine bir başkasını koymak” için bu kadar zahmete girmenin anlamsız göründüğünü kabul ediyordu aslında. Ne var ki, kolonizasyon olmaksızın köleliğin sona ermesini ırksal savaşın, ya da örtük şekilde bahsedilen, ırksal “karışım”ın, (ki bu Jefferson’ın kendisinin de uyguladığı ancak daha kitlesel bir nüfus söz konusu olduğunda hiçbir şekilde hoşlanmayacağı bir şeydi) izleyebileceği konusunda endişeliydi.

1824’teki ölümünden kısa bir süre önce Jefferson, federal hükümetin “her yıl artan çocukları” (yeni doğan çocuklar) sınır dışı etmesini önermişti. Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki ailelerin ayrılması politikasına [“sıfır hoşgörü”] benzer şekilde, “bebeklerin annelerinden ayrılmasının” insani itirazlara yol açacağını tahmin ediyordu. Ancak bu tür şikâyetler ona “pireyi deve yapmak” olarak göründü. Trump’ın kağıtsız göçmenler hakkındaki aleni yalanları, kolonizasyon topluluğunun başkanlığını yapmış olan Kentuckyli siyasetçi Henry Clay’in sözlerini anımsatıyor. Clay, siyah nüfusu doğuştan suça yatkın olmakla itham etmişti. Bu nedenle özgürlüğüne kavuşturulmuş kölelerin kitlesel olarak sınır dışı edilmesinin “kesinlikle vazgeçilmez” olduğunu ilan etmekten çekinmiyordu.

“Büyük kurtarıcı” [Abraham Lincoln] bile yıllarca siyah Amerikalıların Afrika, Karayipler ya da Orta Amerika’ya devlet destekli olarak yerleştirilmesini savundu. İç Savaş’tan önce Lincoln, Illinois Kolonizasyon Topluluğu’nun Yönetim Kurulu’nda bulunuyordu. Başkanlığının ilk iki yılında kolonizasyonu teşvik etti ve kanun yapıcıları bunu uygulamak için fon ayırmaya çağırdı. Lincoln, Aralık 1862’de Kongre’ye gönderdiği yıllık mesajında açıkça “Kolonizasyonu şiddetle desteklediğimi daha açık ifade edemem” diyecekti.

Jefferson ve Clay, Lincoln’ün en hayranlık duyduğu devlet adamlarıydı. Fakat onların aksine, Lincoln’ün planı özgürleştirmeyi zorunlu değil “gönüllü kolonileşme” ile birleştiriyordu, zaten bu yüzden de hiçbir yere varamadı. Köle sahipleri, maddi tazminat teklif edildiği durumlarda dahi “insan mülkleri”nden vazgeçmek istemediler; siyah liderler ise, hatta neredeyse tamamı, halklarının Birleşik Devletler’in “renkli vatandaşları” olarak tanınması gerektiğinde ısrarcıydılar. Lincoln ırksal “karışım” ile kafayı bozmuş değildi ve siyahları beyaz Amerikalıların güvenliği için bir tehlike olarak damgalamıyordu. Beyaz Saray’da kendisiyle görüşen bir grup siyah Amerikalıya kolonileşmeyi desteklemesinin ardındaki sebebin, ırkçılığın Amerikan toplumunda fazlasıyla derinlere işlemesi ve eski kölelerin bu ülkede eşitlikten asla tam anlamıyla yararlanamayacağı olduğunu söylemişti.

1862 yılının sonuna gelindiğinde, Özgürlük Bildirgesi’ni yayımlamadan bir gün önce, Lincoln, İç Savaş sırasında Birlik ordusuna sığınan yüzlerce kölenin Haiti açıklarındaki bir adaya taşınması için şaibeli sayılabilecek bir girişimciyle sözleşme imzaladı. Ancak bildiriyle birlikte bakış açısında dramatik bir değişim yaşandı. Belgede sömürgeleştirmeye atıfta bulunulmuyor, bunun yerine azat edilen kölelerin Amerikan toplumunun “üretken birer üyesi” olarak yerlerini almaları öngörülüyordu. Diğer bir deyişle onları ABD’de “makul ücretler karşılığında sadakatle çalışmaya” çağırıyordu. Böylece Lincoln ilk kez siyah erkeklerin askere alınmasına alan açarak onları Amerikan yurttaşları olarak tanımaya dönük önemli bir adım atmış oldu.

Kökten değişen koşullar ve yaygın bir muhalefetle karşı karşıya kalan Lincoln, önceki planından vazgeçmişti. Köleliğe yaklaşımından sömürgeleştirmeyi çıkarması, ABD’nin eşitlerden oluşan iki ırklı bir toplum olarak hayal edilmeye başlanmasını sağladı. Donald Trump’tan da aynı evrimi bekleyebilir miyiz peki? İşte o biraz şüpheli.


¹ İlk kez 1857’de “bir uygarlık dergisi” olarak yayımlanmaya başlayan ve özellikle Amerikan İç Savaşı ile New York’taki Tammany Hall hakkındaki önemli haberlerle dikkat çeken dergi. İlk dönem yayın hayatı 1916’da sona erdikten sonra The Independent’a dâhil edildi. 1920’ler ve 1970’lerde kısa süreli canlandırma girişimlerinde bulunulsa da ancak 2000’lerin başlarında, haftalık bir haber özeti sunan elektronik “Harper’s Weekly Review” aracılığıyla, yeniden yayın hayatına dönebildi. (ç.n)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’ın düşüşü ‘Direniş Ekseni’ için ne anlama geliyor?

Yayınlanma

Seyyid Ali Rıza, Batı Asya uzmanı
Press TV, 8 Aralık 2024

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Şam’daki hükümeti, geçen hafta Halep’ten başlayarak savaşın harap ettiği Arap ülkesini kasıp kavuran bir grup militan gruba yenik düştü.

Arap ülkesinin çöküşü, İsrail rejiminin binlerce sivilin hayatına mal olan ancak kayda değer bir askeri hedefe ulaşamayan yaklaşık 70 günlük dizginsiz saldırganlığının ardından geçen hafta başında Lübnan’da ateşkes ilan edilmesinden kısa bir süre sonra başladı.

Heyet Tahrir Eş-Şam (HTŞ)  (eski adıyla al-Nusra) liderliğindeki yağmacı militan gruplar Halep’e yıldırım hızıyla bir saldırı başlattı, ardından İdlib, Hama ve Humus’a doğru hızla ilerledi ve nihayetinde pazar günü erken saatlerde Şam’ı ele geçirdi.

Suriye Arap Ordusu’nun ilk direnişine rağmen hükümet güçleri kilit bölgelerden kademeli olarak geri çekilerek Batılı ve Arap devletlerin yanı sıra İsrail rejimi tarafından da desteklenen militan grupların Şam’a doğru çarpıcı askeri ilerlemeler kaydetmesini sağladı.

Devrik Suriye Devlet Başkanı’nın nerede olduğu bilinmiyor; ya Suriye içindeki bir Rus askeri üssünde saklandığı ya da BAE veya Rusya’ya kaçtığı yönünde spekülasyonlar var.

Filistin esas mesele

Suriye her zaman Direniş Ekseni’nin hayati bir dişlisi olmuştur ve olmaya da devam etmektedir; Şam’da kontrolü kim ele geçirirse geçirsin bu durum değişmeyecektir. Ülkenin stratejik önemi azalmadan devam etmektedir.

Dahası, Suriye’deki dramatik gelişmelere rağmen, daha geniş Direniş Ekseni içindeki dinamikler etkilenmemiştir. Filistin, ittifak için temel mesele olmaya devam ediyor.

Suriye tarihsel olarak Lübnanlı ve Filistinli direniş hareketlerine silah ve diğer kaynakların sağlanmasında bir kanal görevi görmüştür. Ancak bu hareketler artık füzeler ve insansız hava araçları da dahil olmak üzere kendi silahlarını üreterek kendi kendilerine yeter hale geldiler.

İran’ın Direniş Ekseni’ne desteği Suriye’nin liderliğinden bağımsız olarak devam edecek ve Filistin, İslami Direniş ve bölgesel müttefikleri için en önemli öncelik olmaya devam edecek.

Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin son dönemde bölge genelinde gerçekleştirdiği diplomatik temaslar, bu gelişmelerin ortasında Filistin meselesinin ön planda kalmasını sağlamayı amaçlıyordu.

Cumartesi günü Doha’da Hamas’ın üst düzey yöneticileriyle bir araya gelen Arakçi, “İran İslam Cumhuriyeti’nin Siyonist rejimin işgal ve saldırganlığına karşı Filistin ve Lübnan halkını ve direnişini destekleyen ilkeli tutumu güçlü bir şekilde devam edecektir” dedi.

Arakçi, Rusya ve Türkiye’den mevkidaşlarıyla birlikte Suriye konulu bölgesel konferansa katılmak üzere Doha’da bulunuyordu.

Hızlı çöküşün sebepleri

Suriye hükümetinin hızla düşmesi pek çok kişinin bunun nasıl olduğunu sorgulamasına neden oldu. Bu çöküş, Taliban’ın yaklaşık üç yıl önce Kabil’i ele geçirmesinden bile daha dramatik olarak nitelendiriliyor.

Ancak bu bir gecede gerçekleşmedi. HTŞ’nin başını çektiği militan gruplar, kaleleri sayılan bölgelerde dış destekle yıllardır bu an için zemin hazırlıyordu.

İsrail’in Gazze’de devam eden soykırım savaşı ve Lübnan’daki saldırganlığıyla daha da şiddetlenen bölgedeki kaos, onlara kararlı bir şekilde saldırma fırsatı sağladı. Bu bekledikleri andı.

Birçoklarının haklı olarak savunduğu gibi bu militan (HTŞ vb.) grupların hiçbiri Gazze ya da Lübnan için ayağa kalkmadı çünkü Tel Aviv rejimini kızdırmak istemiyorlardı. Suriye’ye odaklanmaya devam ettiler.

Geçen haftadan itibaren Esad güçleri çok az bir direnişle geri çekildi. Suriye Arap Ordusu’nun militanların ilerleyişine karşı koyamamasının birkaç nedeni var ve bunlardan biri de Suriye toplumunun her kesimini etkileyen ülkedeki vahim ekonomik durum.

Suriye’nin ekonomik durumu yıllar içinde, özellikle de ABD’nin Aralık 2019’da “Sezar Yasası” kapsamında uyguladığı felç edici yaptırımlardan bu yana endişe verici bir şekilde kötüleşti. Bu yaptırımlar, ekonomik reformları başlatamadığı için Esad hükümetinin karşılaştığı zorlukları daha da artırdı.

ABD ayrıca Esad rejimine muhalif birçok militan gruba da destek verdi ki bu durum sızdırılan telgraflarda ve üst düzey ABD yetkililerinin açıklamalarında geniş bir şekilde belgelenmiştir.

Ancak Esad’ın devrilmesi ne Suriye için istikrara dönüş anlamına geliyor ne de yaptırımların kalkmasını ya da hafiflemesini garanti ediyor. Yeni yöneticiler uyumlu bir yapıdan ziyade farklı ideolojilere, bağlantılara ve siyasi hedeflere sahip militan gruplardan oluşan bir koalisyon.

Aralarında Katar, Türkiye, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu bazı bölge ülkeleri, Esad hükümetini deviren bu militan grupları kendi bölgesel emelleri için doğrudan ya da dolaylı olarak destekledi.

Taliban benzetmesi

Şam’daki yeni iktidar koalisyonu, Kabil’deki de facto Taliban hükümetine benzer şekilde, özellikle uluslararası meşruiyet kazanma konusunda önemli zorluklarla karşılaşacaktır.

Ayrıca bu militan grupların hedefleri temelde uyuşmadığı için eninde sonunda birbirlerine düşmeleri de güçlü bir olasılık. Her bir grubun güçten daha fazla pay alma arayışında olması muhtemeldir.

Bölgesel güvensizlik ve kaostan beslenen İsrail rejiminin durumu daha da kötüleştirmeye devam etmesi bekleniyor. Son raporlar, İsrail’in devam eden kargaşadan faydalanarak Suriye topraklarındaki işgalini halihazırda işgal altında olan Golan Tepeleri’nin ötesine genişletmeye çalıştığını gösteriyor.

Bu militan grupların Siyonist rejim tarafından sağlanan destekten faydalandıkları aşikâr olmakla birlikte, Suriye’nin demokratik yollarla seçilmiş hükümetini devirmiş olmalarından dolayı bu destek artık devam etmeyecektir.

Önümüzdeki günler ve haftalar bölgenin hangi yönde ilerleyeceğini belirleyecek kritik öneme sahiptir. Ancak kesin olan bir şey var ki o da direniş ekseninin sağlam ve daha güçlü bir konumda olduğu.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English