DÜNYA BASINI
Lavrov: Sert davranacağız
Yayınlanma
Yazar
Hazal Yalın
Çevirmenin notu: Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un haftalık Argumentı i faktı’ya verdiği mülakatın (5 Nisan) çevirisini yayınlıyoruz.
Yalnız, şu “kestaneleri ateşten çıkarmak” deyimiyle ilgili kısa bir tekrar açıklama gerek.
Lavrov bu deyimi geçen yıl mayıs ayında, Dış Siyaset ve Savunma Siyaseti Konseyi toplantısında da kullanmıştı.
Fransızcadan (muhtemelen La Fontaine’den) gelen bu Rusça deyim, edebiyat referanslarıyla konuşmaya alışkın olan Lavrov için normal sayılabilir; ancak bu deyime uluslararası çatışmalarla ilgili anlamını veren ve onu genel bir deyim olmaktan çıkarıp Rusya dış siyasetinin değişmez başlığı haline getiren, dolaylı olarak, Stalin’dir.
Stalin 10 Mart 1939’da, BKP(b) XVIII’inci Kongre’sinde sunduğu siyasi raporda, Sovyetler Birliği’nin İngiltere ve Fransa hesabına Nazi Almanya’sı ile savaşmayacağını söylerken “ateşi başkasının elleriyle karıştırmak” deyimini kullanmıştı. Bu, sonraları “kestaneleri ateşten çıkarmak” diye ifade edilmeye başlandı ve deyim siyasi anlamıyla Stalin’e mal oldu.
Aslında Stalin özgün deyimi de kullanmıştı. 1901’de yayınlanan ilk makalelerinden birinde, marksizm içindeki sağcılığın sonucunun “işçilerin kestaneleri ateşten burjuvazi için çıkarmaya mecbur bırakacağını” söyler.
- Sergey Viktoroviç, eskiden AB ülkelerini sık sık ziyaret ediyordunuz. Şimdi, malum nedenlerle, iş gezilerinizin coğrafyası değişti. Ne dersiniz, AB Rusya’yı uzun yıllar için mi kaybetti?
Yurtdışı gezilerimin coğrafyası değişti. Bu şimdi, yenilenmiş dış siyaset konseptinde tespit edilen Rusya’nın uluslararası arenadaki önceliklerini yansıtıyor.
Avrupa Birliği’nin Rusya’yı “kaybettiğini” çok doğru belirttiniz. Bunun suçlusu kendisi. AB üyesi ülkeler ve birliğin yöneticileri, Rusya’nın (kendi deyişleriyle) stratejik bir yenilgi alması zaruretini açıkça beyan ediyorlar. Cani Kiev rejimine silah ve mühimmat yığıyor, Ukrayna’ya danışmanlar ve paralı askerler gönderiyorlar. Bu nedenlerle AB’yi dost olmayan bir birlik olarak mülahaza ediyoruz.
Zaruri çıkarımları yaptık. Düşmanca adımlara cevap olarak, zaruret halinde, Rusya’nın milli menfaatleri ve diplomatik pratikte genel kabul gören karşılıklılık prensibine dayanarak, sert eylemde bulunacağız.
Avrupalılar herhangi bir anda Rusya karşıtı tutumlarından vazgeçer ve Rusya ile karşılıklı saygıya dayanan bir diyalogdan yana tercih yaparlarsa onların tekliflerini mülahaza edecek ve, Rusya Federasyonu’nun yeni dış siyaset konseptinde Başkan V. Putin tarafından onaylandığı gibi milli menfaatlerimize bakarak kararlar alacağız.
- Geçtiğimiz günlerde ÇHC Başkanı Si Tsinpin’in Rusya’ya resmi bir ziyareti gerçekleşti. Rusya-Çin görüşmelerinin sonucunda tablo nedir?
ÇHC Başkanı Si Tsinpin’in 20-22 Mart’ta Rusya’ya yaptığı ve devlet başkanlığı görevine tekrar seçildikten sonra ilk yurtdışı gezisi olan ziyaret, Rusya-Çin ilişkilerinin çağdaş tarihinde çok önemli bir kilometretaşı, ikili işbirliğinin emsalsiz seviyesi ve özel niteliğinin tanığıdır.
Rusya ve Çin liderleri, başbaşa yemek ve şömine başında çay gibi muhtelif formatlarda yaklaşık 10 saat boyunca konuştular. Bu tür kişisel temasların ikili ilişkileri her açıdan ilerletmedeki önemi küçümsenemez. Başkan Putin’in belirttiği gibi, görüş alışverişi “sıcak, yoldaşça ve yapıcı bir atmosferde” geçti. Diğer yandan ÇHC Başkanı da Başkan Putin’le görüşmesini “açık, dostça ve yapıcı” diye niteledi.
Heyetlerin katılımıyla yapılan görüşmelerde son dönemde Rusya-Çin ilişkilerinin çokyönlü gelişmesinin sonuçları değerlendirildi, muhtelif alanlarda güncel işbirliği meselelerinin “envanteri” çıkarıldı. Si Tsinpin’in Başbakan M. Mişustin ile de yapıcı bir görüşmesi oldu; bu görüşmede pratik işbirliğinin artırılmasında başlıca istikametler konuşuldu.
Zirvenin temel sonuçları çok önemli iki belgede tespit edildi: yeni bir çağa giren kapsamlı ortaklık ve stratejik işbirliği ilişkilerinin derinleştirilmesi hakkında ortak açıklama ile Rusya-Çin iktisadi işbirliğinin 2030’a kadar kilit istikametlerde gelişmesinin planı hakkında ortak açıklama.
Devlet başkanları, dış siyasette sıkı bir koordinasyonun devamının önemini ifade ettiler. Benzer bir şekilde, uluslararası güvenlik alanında temel meydan okuyuşların ortaya çıkışının nedenlerini görüyoruz. Batının eşit haklar temelinde devletlerarası diyalog yürütmekte isteksizliğinin farkındayız. Yaptırım baskısı yöntemlerinin ve diğer iyi komşuluk dışı rekabet vasıtalarının kullanılmasına karşı çıkıyoruz. Bu bağlamda stratejik işbirliğimiz üçüncü ülkeleri hedef almıyor. Bu işbirliği bütün uluslararası sistemin dengeli bir gelişimine katkıda bulunuyor.
Çin tarafı Ukrayna probleminde dengeli tutumunu teyit etti. Pekin’in, çatışmanın siyasi-diplomatik çözümünde yapıcı bir rol oynamaya hazır oluşundan memnuniyet duyuyoruz. Çinli ortaklarımızın Ukrayna’daki durumla ilgili yayınlanan tutum belgesindeki temel ilkelerin, özellikle de Avrupa’daki ve genel olarak dünyadaki bütün ülkeler için eşit ve bölünmez bir güvenliğin sağlanmasının zarureti kısmında bizim yaklaşımlarımızla uyum içinde olduğunu görüyoruz. Barış süreci Kiev ve onun, askeri eylemleri uzatmak için her türlü çabayı gösteren batılı küratörleri tarafından şimdilik frenleniyor.
ÇHC liderinin ziyareti geniş bir uluslararası etki doğurdu, küresel enformasyon gündemini tam anlamıyla işgal etti. Bu, Rusya-Çin stratejik ortaklığının uzun zamandır sadece iki taraflı bir bağlamdan çıkmış olduğunu teyit ediyor. Belli ki açık seçik bir şekilde formüle edilen günümüz dünyasının kilit meseleleri hakkındaki ortak pozisyonlarımız duyulmuş.
- Si Tsinpin’in Rusya’ya ziyareti arifesinde ÇHC’nin Moskova Büyükelçisi Çuan Hanhuey şöyle demişti: “Çin, Rusya ile ‘sırt sırta’ stratejik işbirliğini de inşa edecek.” Siz, Çin Dışişleri Bakanı Tsin Gan’ın “sırtını” hissediyor musunuz?
Bakan Tsin Gan, tıpkı selefleri, şimdiki CKP MK Politbüro dış siyaset denetçisi Van İ, ondan önce Yan Tseçi, Li Çaosin ve başka pek çok seçkin Çinli diplomat gibi, benim iyi bir dostum ve silah arkadaşım. Hiç şüphesiz, aramızda bir kolkolalık duygusu, karşılıklı temel menfaatlerimizi savunmak için küresel arenada çabaların stratejik bir şekilde koordinasyonunu gerçekleştirerek “omuz vermeye” hazır oluş var. Rusya-Çin ilişkilerinin uluslararası hukuk ve BM’nin merkezi rolüne dayanan daha adil, dengeli, çok merkezli bir dünya düzeninin şekillendirilmesi davasında çok önemli bir rol oynadığını devamlı olarak vurguladık.
Tecrübeli, son derece profesyonel bir diplomat olan ve daha bu göreve atanmadan ülkemizde de birçok defa bulunan ÇHC Dışişleri Bakanı Tsin Gan ile efektif bir ilişki geliştirdik. Sahadaki ilk görüşmemiz 2 Mart’ta Yeni Delhi’de G-20 dışişleri bakanları toplantısında oldu. İçinde bulunduğumuz yıl için dışişleri bakanlıkları arası danışma toplantıları planı imzaladık. Mevcut önemli mekanizma çerçevesinde bakan yardımcıları ve dış siyaset organlarımızın ilgili kuruluşları arasında yüzyüze “saatleri ayarlama” işini de yeniliyoruz.
Si Tsinpin’in ziyareti sırasında Van İ ve Tsin Gan ile temaslarım oldu. Bakan Tsin Gan ile çok taraflı başka etkinliklerde de sahada görüşmeler planlanıyor. Rusya ve Çin arasındaki bağlar devamlı surette gelişmeye devam ediyor. Önümüzde, çok sayıdaki pratik meselenin çözümü için büyük çaplı ortak bir çalışma var.
- Rusya-Çin ilişkilerinin gerçekten de eşit haklar temelinde gelişmesi imkânından kuşku duyan uzmanlar olduğu sır değil. Ülkelerimizin farklı iktisadi gelişme seviyesinde oluşları da bunun nedenlerinden. Bu uzmanlara ne cevap verirdiniz?
Rusya-Çin ilişkilerinin sözümona “bağımlılığı” ve “eşitsizliği” meselesi esas olarak uzun bir süredir dost olmayan ülkelerde kabartılıyor. Bu konu, ÇHC Başkanı Si Tsinpin’in geçtiğimiz günlerdeki Moskova ziyaretinden sonra da kimi “uzmanlar” tarafından gündeme getirildi. Bunda, başarılarımızı gölgeleme, Moskova ile Pekin arasındaki dostluğa takoz koyma girişimi görüyoruz. Bu planlar kolaylıkla yanlış hesaplanıyor, protokol gereği standart geliş gidişler ise zaten sıkıcı ve kimseyi rahatsız etmiyor.
Rusya’nın enerji kaynaklarının Avrupa’ya sevkiyatının zirve yaptığı sırada batılı analistlerden hiçbiri nedense Rusya’yı AB’ye bağımlılıkla korkutmuyordu. Tam tersine, ABD, Avrupa’yı, bunun yerine kendi kaya petrolü ve kaya gazını geçirmek arzusuyla, ülkemizden karbon kaynakları sevkiyatına yoğunlaştığı için uyarıyordu. Şimdi, ihracatımızı Asya’ya yöneltirken, ansızın bizim için kaygılanmaya ve Çin’e bağımlılıkla ilgili “dostça” uyarmaya karar verdiler. Tavsiyeniz için teşekkürler, ama biz kendi kafamızla düşünecek, tamamen kendi milli menfaatlerimize ve sağlam, zamanın ve gerçek işlerin teyit ettiği Çinli dostlarımıza dayanacağız.
Ciddi uluslararası ilişkiler uzmanları, günümüzün çokkutuplu dünyasında ülkeler arasında dallanmış bağlar bulunduğunun farkındalar. Çin arka arkaya 13 yıldır Rusya’nın başlıca ticaret ortağı. Son iki yıldır karşılıklı ticaret hacmi yıllık üçte bir oranında arttı ve 2022’de 185 milyar dolar ile yeni bir rekor seviyesine çıktı. Ülkelerimizin pazarlarında ihtiyaç duyulan ürünlerin karşılıklı sevkiyatını karşılıklı fayda temelinde gerçekleştiriyoruz. Aramızdaki hesapların yarıdan fazlasının milli paralarla gerçekleştirilmekte oluşu önemli; işbirliği ticaretle de sınırlı değil, enerji ve sanayiden tarım ve uzaya kadar çok daha geniş bir spektrumu kapsıyor. Çin’le aramızda ticaret ve ekonomi alanında pozitif bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi ortaya çıktı, çalışmamızın bu sonucundan hoşnut olmamak mümkün değil.
- Britanya’nın Ukrayna’ya seyreltilmiş uranyum içeren mühimmat gönderme planlarını açıklamasından sonra Savunma Bakanı S. Şoygu, “nükleer bir çarpışmaya daha az basamak kaldığı” uyarısını yaptı. Rusya, bu “basamakların” gene daha fazla olması için diplomatik cephede ne yapabilir?
Diplomasinin misyonu, devletlerarası çelişki ve çatışmaların çözülmesinde barışçıl, siyasi-diplomatik vasıtaları aramak ve bunlar üzerinde çalışmaktır. Tabii bu kapsamda nükleer güçler arasındaki ilişkiler de var. İşte burada bir problem ortaya çıkıyor; bu problem şu epeyce kıvrak ama uygun ifadeyle çok daha net tasvir edilebilir: “tango için iki kişi gerekir”.
Rusya devamlı surette yapıcı girişimlerde bulundu, uluslararası güncel problemlerin çözümü için pragmatik, politize olmayan teklifler sundu. Bunlar arasında, 2021 aralık ayında Başkan V. Putin’in, Rusya’ya batı istikametinde hukuki yükümlülük taşıyan garantiler sunulmasına yönelik olarak ileri sürdüğü inisiyatifi de var. Ama Washington ve Brüksel’de bizi ya yok saydılar, ya da tepkileri olumsuz oldu. Neticede bu, Ukrayna’da bugünkü krize yol açtı.
ABD ve onun NATO’daki uyguları bugün çatışmanın daha da tırmanmasına yönelik son derece riskli bir bahis oynamış bulunuyorlar. Kolektif batı açık bir şekilde Rusya’nın “stratejik yenilgisi” görevini deklare ediyor.
Biz ise daha önce olduğu gibi, Avrupa ve Avrupa-Atlantik’teki durumu sağlıklı kılmak hedefiyle temaslara açığız, ama eşit haklar temelinde ve Rusya’nın menfaatlerinin kesinkes hesaba katılması şartıyla. Burada başlıca önşart, batının saldırgan düşmanca tutumundan vazgeçmesi. Ama oradakiler buna ve bizimle yapıcı bir diyaloğa hazır değiller, 7-24 Rusya’yı çevrelemenin yeni yöntemlerini aramakla meşguller. Böyle bir çizginin tehlikeleri açıktır. Elimizdeki bütün yöntemlerle bu konuda batılı meslektaşlarımızı uyarıyoruz.
- Amerikalıların esas olarak son derece ilkel bir etki yöntemi kullanarak Afrika ülkelerine baskı yapmakta olduklarını defalarca söylediniz. Afrikalıların yönelttiği, “peki batının tarafında yer alanlar karşılık olarak ne alacaklar?” sorusuna Washington, cezalandırılmayacakları cevabını veriyor. Peki Rusya Afrika’ya ne teklif ediyor?
ABD ve vasalları gerçekten de Rusya’nın uluslararası tecridini gerçekleştirmek için mümkün olan her şeyi yapıyorlar. Özellikle de temmuz sonunda St. Petersburg’da yapılması planlanan ikinci “Rusya-Afrika” zirvesini baltalamaya, Afrikalı dostlarımızı buna katılmaktan vazgeçirmeye çalışıyorlar.
Hayati menfaatlerini Washington ve onun uşaklarına kurban etmek, eski sömürgeci metropoller için “kestaneleri ateşten çıkarmak” isteyenlerin çok daha az olması ise başka bir mesele. Bu yüzden küresel güney ve doğu devletleriyle işbirliğimizi engelleme girişimleri devam ediyor, ama başarı hiç de garanti değil.
Bizim batılılardan başlıca farkımız şudur: biz yabancı ortaklarımıza asla nasıl yaşamaları gerektiğini öğretmiyoruz. Bizim gizli gündemimiz yok. Biz “çifte standart” uygulamıyoruz. Devletlerarası işbirliğini ve ilişkileri uluslararası hukuk, eşitlik, karşılıklı saygı ve menfaatlerin gözetilmesi ilkeleri üzerinde inşa ediyoruz. Görünüşe göre tam da bu yaklaşım Afrikalıları olumlu etkiliyor. Sadece onları da değil. Bütün normal ülkeleri olumlu etkiliyor.
Tabii Afrikalı dostlarımıza milli güvenliklerinin sağlanması, insani alanda ihtiyaçlarının tatmini planında da teklif ettiğimiz şeyler var. Afrika devletleri, Rusya’nın onların profesyonel kadrolarının hazırlanmasına katılmasını istiyorlar. Bu alanda geleneksel olarak güçlüyüz; Sovyet ve Rusya yüksek eğitimi birkaç kuşaktır Afrikalılar arasında büyük talep görüyor.
Bu, Rusya ile Afrika ülkeleri arasında karşılıklı yarara dayanan ve bizim her alanda geliştirmeye niyetli olduğumuz çokyönlü işbirliğinin muhtelif istikametlerinden ancak küçük bir kısım.
- Bu yaz St. Petersburg’da yapılacak olan ikinci zirve ve iktisadi ve insani “Rusya-Afrika” forumu, konuşmalardan ve vaatlerden çıkıp somut stratejik projelerin hayata geçirilmesi gerçekleşirse belli ki başarılı olacak. Moskova sürprizlere hazır mı?
St. Petersburg zirvesini Rusya ile Afrika arasında işbirliğinin sistem-yapıcı bir unsuru olarak mülahaza ediyoruz. Muhtevasının dolu olması için çalışmalar da Afrikalı dostlarımızla sıkı bir işbirliği içinde devam ediyor.
Tepedeki buluşmanın gündeminde teknoloji transferi, kıtadaki sanayi ve kritik altyapının geliştirilmesi gibi meseleler var. Rusya’nın Afrika devletlerinin dijitalizasyonu, enerji sektörünün, tarımın geliştirilmesi ve yararlı minerallerin çıkarılması, gıda ve enerji güvenliğinin temini projelerine katılımını somut olarak görüşmeyi hedefliyoruz. Bu, dikkatlerin odağında bulunacak konular listesinin çok uzağında.
Zirvenin Rusya-Afrika stratejik işbirliğini güçlendireceğine, Afrika kıtasıyla orta vadede bütün ilişkilerin gelişmesinde bir vektör meydana getireceğine ve keza bölgesel ve uluslararası problemlerin etkin çözümünde büyük bir katkı olacağına eminim.
İlginizi Çekebilir
-
Putin adaylığını duyurdu, Reuters ‘Batı yaptırımlarının başarısızlığına’ bağladı
-
ÇKP liderleri 2024’te iç talebi ve ekonomik toparlanmayı teşvik etme sözü verdi
-
Avrupalı enerji şirketleri gaz depolamak için Ukrayna’ya yöneliyor
-
“Nükleer Savaş Tehlikesi ABD’den Geliyor”
-
“Türkiye garantörlüğe çok uygun
-
İsrail politikası koltuğundan edecek
DÜNYA BASINI
‘Gazze sonrası İsrail-Suudi normalleşmesi mümkün’
Yayınlanma
2 gün önce08/12/2023
Yazar
Harici.com.tr
Aşağıda çevirisini odaklayacağınız makale İsrail-Hamas savaşı ve İsrail’in Gazze’deki saldırılarına rağmen Suudilerin İsrail’le normalleşmesinin hâlâ mümkün olduğunu savunuyor. Makaleye göre Washington, Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan İsrail’in Gazze’den çıkamayacağını düşünüyor. Makalede, “ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor” deniyor.
Makalenin yayınlandığı Londra merkezli yayın yapan Majalla sitesinin Suudi sermayeli olduğunu da hatırlatmakta fayda var.
Gazze savaşından sonra Suudilerin İsrail ile normalleşmesi hâlâ mümkün
KHALED HAMADEH
Kalıcı bir barış için, Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ve Arap ve uluslararası garantörlerin olası formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.
Ateşkes sona erdi ve İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı yeniden başladı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu dünya kamuoyuna meydan okudu ve kalıcı bir ateşkes için yapılan uluslararası çağrıları reddetti.
İsrail kapsamlı bombardımanına geri dönüp silahlarını Gazze’nin güneyine çevirirken, görüşmelerin devam etmesi ihtimali de zayıf görünüyor.
ABD’nin İsrail’e sivilleri korumak için daha fazla çaba göstermesi, askeri hedeflerini ve savaş alanlarını daha net bir şekilde tanımlaması yönünde talimat verdiğini iddia etmesine rağmen İsrail “savaşına” daha da yoğun bir şekilde devam etti.
Çatışmalara ara verildiğinde, 88 İsrailli rehine ve 22 yabancı uyruklu kişi İsrail hapishanelerindeki Filistinli kadın ve çocuklarla takas edildi. Takas nispeten sorunsuz geçti ve bir başarı olarak lanse edildi.
Ancak İsrail, Hamas ile esir takası konusunda yürütülen müzakerelerin Gazze’nin geleceğini tartışmak için bir sıçrama tahtası olarak kullanılmayacağı konusunda kararlıydı.
Kalıcı barış için Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ile Arap ve uluslararası garantörlerin beklenen formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.
Bu durum, ateşkesin sağlanmasına yardımcı olan Mısır ve Katar gibi Arap arabuluculardan oluşan mevcut çevrenin genişletilmesini gerektirebilir.
Zaman kazanma
Sonra İsrail Filistinli sivillere yönelik katliamlarına devam etti ancak bu kez ABD’nin bölgede bulunmaması dikkat çekti.
Bu durum, çatışmanın başında Washington’un savaşın kapsamını genişletecek müdahaleler konusunda bölgesel güçleri uyardığı yoğun diplomatik faaliyetleriyle tezat oluşturuyor.
Bu arada ABD Başkanı Joe Biden, Dışişleri Bakanı Blinken ve Savunma Bakanı Lloyd Austin ile birlikte Gazze’deki sivil kayıpları en aza indirme ihtiyacını vurgulayarak Gazze’yi çatışmanın “ağırlık merkezi” olarak nitelendirdi. Sivillerin korunmasını hem ahlaki bir sorumluluk hem de stratejik bir gereklilik olarak nitelendirdi.
Austin’in yorumlarına rağmen, ABD bunu yapmanın en iyi yolunun kalıcı bir ateşkese varmak ve ardından bunu düşmanlıklara kalıcı bir son vermeye dönüştürmek olduğunu açıkça ifade etmedi.
Mısır ise İsrail’in Gazze’deki Filistinli nüfusu Sina’ya iterek ikinci bir Nakbe’ye zorlamasından açıkça endişe duyuyor.
Mısır Dışişleri Bakanı Sameh Şükri şunları söyledi: “Dünya tarafından reddedilen ve uluslararası hukukun ihlali olarak görülen zorla yerinden etme ve kitlesel göç İsrail’in hedefi olmaya devam ediyor.”
“Bu sadece İsrailli yetkililerin açıklamaları ve çağrıları yoluyla değil, aynı zamanda Gazze’deki Filistinli nüfusun topraklarından sürülmesini, anavatanlarından tecrit edilmesini ve vatanlarının ele geçirilmesini amaçlayan acı bir gerçeklik yaratarak da gerçekleşmektedir.”
Ancak Mısır ekonomisi zaten zor durumdayken, olası yeni bir zorunlu göç dalgasının etkileri Mısır’ı olduğu kadar, kıyılarında daha fazla göçmen görmek istemeyen Avrupa’yı da endişelendiriyor.
Mısır’ın bu konudaki tutumu üst düzey destek gördü. ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, Dubai’deki COP28 iklim konferansı çerçevesinde düzenlenen bir toplantı sırasında Kahire ile ortak bir açıklama yayınladı.
Her iki ülke de Filistinlilerin Gazze ya da Batı Şeria’dan zorla göç ettirilmesini, Gazze ablukasını ya da Gazze’nin sınırlarının yeniden çizilmesini kesinlikle reddediyor.
İsrail ise tampon bölgenin Gazze için gelecekteki güvenlik planlarının anahtarı olduğunda ısrar ediyor. İsrailli kaynaklar şunları söyledi: “Bu, İsrail’in Gazze’den toprak alacağı anlamına gelmiyor, daha ziyade Filistinlilerin İsrail’e girme kabiliyetlerini sınırlamak için Gazze’nin içinde kendi statüsüyle birlikte güvenli bölgeler kurulacağı anlamına geliyor.”
Reuters’in geçen günlerde geçtiği bir habere göre İsrail, savaş sonrasında bölgedeki durumla ilgili önerilerinin bir parçası olarak, Gazze sınırlarının Filistin tarafında, gelecekteki saldırıları önlemek için bir tampon bölge kurma isteğini bazı Arap ülkelerine bildirdi.
Ancak İsrail’in istediği “tampon bölge” konusunda uluslararası ya da bölgesel aktörlerden herhangi bir resmi yorum gelmedi.
Siyasi belirsizlik
Bu durum ABD’nin pozisyonu ve İsrail’e askeri saldırılarını durdurması için baskı yapması halinde Washington’un ne elde etmek istediği konusunda soru işaretleri yaratıyor.
Washington Arap arabuluculuğunu diğer Arap ülkelerini -özellikle de Suudi Arabistan’ı- kapsayacak şekilde genişletmek mi istiyor, yoksa Hamas’ı onaylamadığı bilinen Riyad’ı görüşme çemberinin dışında mı tutuyor?
Beyaz Saray Orta Doğu’da daha iyi bağlantılar kurulmasını istiyor ve İsrail’i Suudi Arabistan’la diplomatik ilişkiler kurmaya teşvik ediyor olabilir.
New York Times köşe yazarı Thomas Friedman, Kasım ayında şöyle yazmıştı: “İran destekli Hamas’ın Suudi-İsrail normalleşmesini engellemek ve Tahran’ın izole edilmesini önlemek için savaş başlattığını anlamak için Arapça, İbranice ya da Farsça bilmenize gerek yok.”
Suudi-İsrail normalleşmesi hâlâ mümkün
Netanyahu, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının sona ermesinin ardından Suudi Arabistan’la ilişkileri normalleştirmeye devam etme olasılığını gündeme getirdi.
Netanyahu, 27 Kasım’da İsrail’e gelen ve 7 Ekim’de Hamas tarafından saldırıya uğrayan İsrail yerleşimlerinden birini ziyaret eden Amerikalı işadamı Elon Musk ile yaptığı görüşmede şunları söyledi:
“Hamas’ı yendikten sonra Suudi Arabistan ile barışa dönebileceğiz ve inanıyorum ki Arap ülkeleriyle barış çemberini iddialı beklentilerimizin ötesinde genişletebileceğiz… Ama önce kazanmamız gerekiyor.”
Görünen o ki Gazze’deki savaş Netanyahu’nun Riyad’la ilişkileri normalleştirme görüşünü değiştirmemiş.
Eylül sonunda CNN Arabic’e konuşan Netanyahu şunları söyledi: “Suudiler İbrahim Anlaşması’na katılmayarak ve kendilerini bunun dışında tutarak hata yaptılar.”
İsrail’in Suudi Arabistan’la normalleşme karşılığında Filistinlilere ne gibi tavizler vereceği sorulduğunda ise şu yanıtı verdi: “Tüm paketi bir kerede sunmak daha iyi olur. Suudi Arabistan Krallığı ile barış yapmanın ve esasen Arap-İsrail çatışmasını sona erdirmenin Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmemize yardımcı olacağına inanıyorum.”
“Önce Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmeniz ve ardından Arap dünyasına içeriden dışarıya doğru bir yöntem izlememiz gerektiğine inanıyorlar. Bence dışarıdan içeriye yaklaşımın hem Arap ülkeleriyle hem de Filistinlilerle olan çatışmaları sona erdirmek için şansı daha yüksek.”
Netanyahu, Batı Şeria ve diğer belirlenmiş bölgelerdeki İsrailli yerleşimcilerin durdurulmasının masada olup olmadığı sorusuna şu yanıtı verdi: “İsrail’in ulusal çıkarlarını ve güvenliğini tehlikeye atmayacağım ve bunu kamuoyu önünde tartışarak başarıyı riske atmayacağım.”
İki devletli çözüm
ABD’nin Gazze’ye ilişkin tutumundaki belirsizlik, Hamas’ın kovulması halinde Gazze’yi kimin yöneteceği konusundaki endişesinden daha fazlasını yansıtıyor gibi görünüyor. Aslında, iki devletli bir çözüme destek vermeye doğru ilerliyor olması oldukça olası.
Washington, İsrail’in Filistin Yönetimi ile bir barış sürecine ihtiyacı olduğunu ve İsrail’in Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan Gazze’den çıkamayacağını anlıyor.
ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai bir çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor.
DÜNYA BASINI
‘İsrail ABD’ye rağmen Gazze’yi işgal ederse kimse şaşırmasın’
Yayınlanma
2 gün önce07/12/2023
Yazar
Harici.com.tr
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin itirazlarına rağmen İsrail’in yine de Gazze’yi yeniden işgal etme olasılığına odaklanıyor. Makalenin yazarı Steven Cook’a göre ABD’nin ortaya koyduğu ve kimseyi memnun etmeyen ertesi gün planı hem uygulanabilir değil hem de İsrail’in güvenliğini garanti altına almıyor. Cook; “Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı” diyor:
İsrail Neden Muhtemelen Gazze’yi Yeniden İşgal Edecek?
Herkes bunun kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir ama yine de olabilir.
Steven A. Cook
Orta Doğu’da savaşın sürdüğü son iki ay boyunca Washington’da ya da başka bir yerde hiç kimse Gazze Şeridi’ndeki çatışmalar sona erdiğinde ne olması gerektiği konusunda iyi bir fikir ortaya koyamadı. Aynı zamanda herkes İsrail’in Gazze’yi yeniden işgal etmesinin kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir görünüyor. Biden yönetimi İsrail hükümetini bölgede askeri yönetime geri dönülmesini desteklemeyeceği konusunda uyardı bile.
Yine de İsrail işgalinin yenilenmesi ihtimali pek çok kişinin düşündüğünden daha yüksek. Çünkü İsrailliler güvenlik istiyor ve Gazze için mevcut fikirlerin hepsi uygulanamaz ya da siyasi olarak savunulamaz (ya da her ikisi de). Aynı zamanda İsrailliler Hamas’la mücadeleyi varoluş nedeni olarak görüyorlar ve e bu nedenle hayatta kalmanın bedeli ise uluslararası tepkileri göze almaya hazır gibi görünüyorlar.
Gazze’de “ertesi günü” düşünürken, İsrail’in 2005’te bölgeden çekilmesiyle ilgili bazı ayrıntıları anlamak önemli. Dönemin Başbakanı Ariel Şaron, İsrail’in Gazze Şeridi’ni işgalinin artık maliyetine değmeyeceğine karar verdiğinde, birçok İsrailli de aynı fikirdeydi. Kalmak için ikna edici bir neden yoktu.
Batı Şeria’nın aksine Gazze Şeridi hiçbir zaman tarihi İsrail topraklarının bir parçası olmadı. Ve İkinci İntifada’nın son günlerinde orada güvenlik sorunu devam etse de İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) liderliği, askerler artık bölgede olmasa bile, bunun yönetilebilir olduğuna inanıyordu. Dahası, İsrail yerleşim yerlerini boşaltıp bölgeyi terk ettiği için dünya çapında itibar kazanacaktı. Açıkça belirtilmeyen şey ise Şaron için Gazze’den çekilme, Batı Şeria’nın her zaman İsrail kontrolünde kalmasını istediği kısımlarında İsrail’in kontrolünü sıkılaştırma çabalarını sürdürmek için tüm kaynaklarını kullanabileceğiydi.
İsrail’deki pek çok kişi için Gazze Şeridi’nin işgali Haziran 1967 zaferinin zehirli kadehiydi ve burayı Filistin Yönetimi’ne (FY) devretmek bir kazanım gibi görünüyordu. Ancak tüm İsrailliler böyle destekleyici değildi. Yerleşimciler Şaron’un ihaneti olarak algıladıkları bu durumu kınadılar ve bazıları direndi. Dönemin Ulaştırma Bakanı Avigdor Lieberman muhalefeti nedeniyle hükümetten ayrılmak zorunda kaldı. Ve Likud partisi bölündü. Şaron, Ehud Olmert ve Tzipi Livni gibi tanınmış Likud üyeleriyle birlikte Kadima adında yeni bir parti kurdu. Lieberman ve aralarında eski Knesset Başkanı Yuli Edelstein’ın da bulunduğu diğer muhaliflere göre Gazze’den çekilmenin iyi niyet ya da güvenlik getireceğine inanmak hataydı. Şaron’un aksine, egemen İsrail’de İsraillilerin güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun Gazze’nin işgalini sürdürmek olduğuna inanıyorlardı.
Takip eden yıllarda, çekilmeden bu yana Gazze’den atılan roketler düzenli aralıklarla İsrail’e düşerken ve Birleşmiş Milletler İsrail’i birçok İsraillinin var olmadığını söylediği bir işgal nedeniyle eleştirmeye devam ederken, İsrail sağı Şaron’un çekilmesinin büyük bir hata olduğunu savundu. Bu görüş, 7 Ekim’deki terör saldırılarından bu yana İsrail’de daha fazla taraftar bulmuşa benziyor. Kısa bir süre sonra yapılan bir ankette İsraillilerin yüzde 30’u Gazze’nin işgalini ve askeri yönetimini destekliyordu.
Elbette bu anket, devlet tarihindeki en büyük güvenlik başarısızlığının hemen ardından yapılmıştı. Hiç şüphesiz, kanlı ve yaralı İsrail’de duygular çok yoğundu (ve hâlâ öyle). Anketin yansıttığından çok daha az İsrailli Gazze’yi yeniden işgal etmek istiyor olabilir. Ancak bu durum 2005’teki çekilmeye karşı çıkanların o zaman olduğundan daha ikna edici bir anlatıya sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor: İsrail, Gazze Şeridi’ni işgal ettiğinde göreceli bir sükûnet vardı ve ülkeye çok az roket düşüyordu; IDF çekildiğinden beri ise mini savaşlardan (2008-09, 2012, 2014, 2021) başka bir şey olmadı ve şimdi de tam ölçekli bir çatışma yaşanıyor.
Bana söylenenlere göre İsrail savunma teşkilatında hiç kimse -Hamas’ın planlarına ilişkin uyarıları yıllarca görmezden gelen aynı kişiler- Gazze’yi yeniden işgal etmek istemiyor. Savunma Bakanı Yoav Gallant, savaşın üçüncü aşamasının “İsrail’in Gazze şeridindeki sorumluluğunu ortadan kaldırmayı ve İsrail vatandaşları için yeni bir güvenlik gerçekliği oluşturmayı gerektireceğini” söyleyecek kadar ileri gitti ve Hamas yok edildikten sonra IDF’nin Gazze’yi terk edeceğini ve İsrail’den izole edileceğini öne sürdü. Bu onun (gerçekçi olmayan) niyeti olabilir ama başkalarının söylediği tam olarak bu değil.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu 6 Kasım’da ABC News’e verdiği demeçte “İsrail belirsiz bir süre için … [Gazze’de] genel güvenlik sorumluluğuna sahip olacak çünkü sahip olmadığımızda neler olduğunu gördük” dedi. Elbette başbakan IDF’nin savaştan sonra Gazze’yi işgal edip yöneteceğini kesin bir dille ifade etmedi ancak bunu da reddetmedi.
Bir de Netanyahu’nun en yakın danışmanlarından biri olan İsrail Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer var. Dermer geçen günlerde gazetecilere yaptığı açıklamada İsrail ordusunun 17 yıldır Gazze’de bulunmadığını ve dolayısıyla Batı Şeria’da rutin olarak gerçekleştirdiği güvenlik operasyonlarını yapamadığını belirterek 2005’teki çekilmenin İsrail’in güvenliğini tehlikeye attığını ima etti. “Açıkçası (bunu) tekrarlayamayız” diyerek Netanyahu’nun daha önce söylediklerini, özellikle de IDF’nin Gazze’de “süresiz olarak öncelikli güvenlik sorumluluğuna” sahip olacağını teyit etti.
Buradan, İsrail’in güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun işgalden geçtiğini öne sürdükleri anlaşılıyor; ancak elbette her iki adamın sözlerinde de belli bir miktar dolambaçlı ifade var. Bununla birlikte, yeniden işgale karşı olsalardı, “İşgale karşıyız, ancak X, Y ve Z’yi yaparak egemen İsrail’i güvence altına alacağız” demek kolay olurdu.
Netanyahu söylediklerinde ciddi olsun ya da olmasın hatta İsrail siyaseti savaştan sonra şu ya da bu şekilde onu iktidardan alsa bile çatışmanın sonunda Gazze Şeridi’nin yeniden işgali edilebilir. Bir beyin fırtınası yapalım: İsrail yönetiminin Gazze Şeridi’ni işgal etmek istemediğini ancak Hamas’ın yok edilmesinin İsrail’in hedefi olmaya devam ettiğini varsayalım. Ve İsrail halkının oldukça şahin olduğunu düşünelim. Şimdi ne Washington’un ne de diğer büyük küresel ya da bölgesel güçlerin savaş sonrası Gazze için uygulanabilir ve siyasi olarak savunulabilir bir plan geliştiremediğini durumda İsraillilerin tam olarak neyle karşı karşıya kalıyor?
Biden yönetiminin, bazı kısımları Dışişleri Bakanı Antony Blinken tarafından kamuoyuna açıklanan mevcut planına göre, yeniden canlandırılmış bir Filistin Yönetimi kontrolü ele alana kadar Gazze’de bir tür uluslararası istikrar sağlanacak ve ardından ABD’nin iki devletli çözüm arayışı yeniden başlayacak.
Bu planın hiçbir aşaması gerçekçi değil. Gazze’de çok uluslu bir güç olması pek olası değil çünkü İsrail, Hamas’ı İsrail’in güvenliğini tehdit edemez hale getirse bile bu son derece tehlikeli olacaktır. Filistin Yönetimi yolsuzluk, işlevsizlik ve meşruiyet eksikliği nedeniyle -İsrail’e bağımlılığı ve İsrail’le koordinasyonunun yanı sıra Filistin lideri Mahmud Abbas’ın seçimlere katılmayı reddetmesi nedeniyle- yardım edilemeyecek kadar zor durumda. Reforme edilse bile Netanyahu ve danışmanları Filistin Yönetimi’ni bir ortak olarak görmediklerini açıkça ortaya koydular ve Ramallah’taki Filistinli liderler de İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki vekili olmayacaklarını açıkça belirttiler. Son olarak, ABD’li politika yapıcıların İsraillileri ve Filistinlileri barışa zorlamak için daha önce denenmemiş pek bir şey sunması mümkün görünmüyor.
İsrail halkının Gazze Şeridi’ni işgal etmek isteyip istemediği açık bir soru olmaya devam ediyor, ancak İsrailli dostlarımın ve muhataplarımın son iki aydır bana aktardığı üzere, mevcut çatışmada imkânsız bir durumla karşı karşıyalar. Filistin meselesinden ellerini çekmek ve güvenliğe kavuşmaktan başka bir şey istemiyorlar. Gazze’den çekilmenin bu hedefleri gerçekleştireceğini düşünüyorlardı ama 7 Ekim saldırıları bu inançlarını yerle bir etti. Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı. Güvenlik isteyen İsrailliler için muhtemelen başka seçenek yok.
DÜNYA BASINI
Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler
Yayınlanma
2 gün önce07/12/2023
Yazar
Emre Köse
Çevirmenin notu: Batı’nın uzun yıllardır ucuz iş gücü fırsatları için sanayisizleşmeyi göze alması karşısına Çin gibi bir tehlikeyi çıkardı. Ve Çin ve onun şirketleri, ABD ve AB’nin boşalttığı yerleri mükemmel bir şekilde dolduruyor. Afrika’nın ve Asya’nın tamamında ve ayrıca Latin Amerika’da, akıllara seza devasa altyapı projelerinin çoğunun altında Çin’in imzası var. Pekin kaz gelecek yerden tavuk esirgemiyor ve gittiği yerlerdeki muhataplarını borçla harçla uğraştırmıyor. Bu fena bir dönüşümün belirtileri ve sancılar şiddetli.
Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler
Natalya Eremina
Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC)
4 Aralık 2023
İngiliz küresel stratejisindeki (“Küresel Britanya”) Afrika tarafı pek açık tanımlanmadı, İngiliz devletinin kıtadaki hedeflerini belirlemedi ve Birleşik Krallık parlamentosundaki Afrika gündemine ilişkin tartışmanın da gösterdiği üzere hem iş dünyası hem de siyaset kurumu arasında soru işaretlerine yol açıyor. Bu nedenle, Britanya’nın Afrika’daki stratejisi şu anda, gözlerimizin önünde şekilleniyor ve hala ülkenin sömürge deneyimine dayanıyor. Ne de olsa bu, daha önce dominyon (mesela Güney Afrika), Britanya İmparatorluğu’nun protektorası (mesela Nijerya), koloni (mesela Gambiya, Kenya, Malavi, Sierra Leone, Uganda, Zambiya) ya da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra manda bölgesi (mesela Tanzanya) olan ülkelerden oluşan İngiliz Milletler Topluluğu’na dayanıyor. Ayrıca İngiliz Milletler Topluluğu, olumsuz bir sömürge tadı taşıyan ortak bir tarihle (Mozambik, Gabon, Ruanda) Britanya’ya bağlı olmaksızın fayda arayan Afrika ülkelerini de içeriyor. Ayrıca Afrika ülkelerinin İngiliz Milletler Topluluğu’ndan ayrıldıklarında bir süre sonra yeniden üye olduklarını da gözlemlememiz gerek (Güney Afrika, Gambiya). Yalnızca Zimbabve 2003 yılında ayrıldığı örgüte geri dönmedi. Dolayısıyla aslında Birleşik Krallık, Afrika’nın yönünü önemli ve umut verici olarak görmese bile kıtadaki varlığını her zaman sürdürdü. Fakat yaklaşık beş yıl önce durum değişmeye başladı: Çin kendi ticari ve iktisadi ilişkiler ağını kurarak Afrika’da net bir yer edindi, Rusya güvenlik ve iktisadi işbirliği projeleriyle Afrika’ya geri döndü, AB, Global Gateway programı çerçevesinde Afrika’nın önemini ilan etti, ABD, Afrika’da yeni bir strateji açıkladı ve genel olarak, büyüme ve iktisadi kalkınma hususlarının küresel Güney denilen bölgeye kayması belirginleşti, bu da özellikle Birleşik Krallık için yatırım konusunu keskinleştirdi. Çeşitli Avrupa ülkelerinin sömürgecilik sorunu ve sömürgecilik sonrası yaklaşımlarının tam da şu anda aktif bir şekilde ele alınması ve yeniden değerlendirilmesi tesadüf değil ve bunun için diğerlerinin yanı sıra İngiliz siyaset kurumunun ve İngiliz kalıtsal aristokrasisinin temsilcilerinin sorumluluk alması gerekiyor. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Birleşik Krallık, Afrika’nın önemini ve ülkenin kıtadaki hedeflerini ifade etme ihtiyacı sorusunu gündeme getirme konusunda ortaklarını takip etti (Afrika Stratejisi 2019’da yayımlandı ve aynı yıl Afrika Birliği ile mutabakat zaptı imzalandı, Afrika yönü de ülkenin dış politika incelemelerinin bir parçası olarak kabul edildi). Mevcut koşullarda Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine yönelik önerdiği yaklaşımların güçlü ve zayıf yönlerini kısaca ele alalım.
Birleşik Krallık’ın Afrika ajandasının güçlü yönleri
Afrika, farklı aktörlerin çıkarları arasında önemli bir kesişme noktası olarak nitelendiriliyor ve Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine katılımı kaçınılmaz olarak ülkenin profilini ve uluslararası ilişkilerdeki önemini artırıyor.
Birleşik Krallık, küresel enerji katılımı ve yatırımları açısından Afrika’nın iktisadi önemi konusunda oldukça net. Bu durum, 2020 yılında Afrika ile yapılan İlk Yatırım Zirvesi’nde de ortaya konmuştu. O dönemde İngiliz tarafı, Afrikalı ortaklarına 2027 yılına kadar tüm G7 ülkelerinden 80 milyar dolara kadar özel sektör yatırımı sağlama sözü bile vermişti. İngilizler, Afrika’daki çeşitli projeler için yaklaşık 4 milyar pound (bunun 2,4 milyar pound’u özel yatırım) toplamaya hazır olduklarını söylediler. İlk zirvede ayrıca 6,5 milyar pound değerinde sözleşmeler de yapıldı. Nisan 2024’te Birleşik Krallık Afrika ile İkinci Yatırım Zirvesi düzenlemeyi planlıyor (24 Afrika ülkesinden delegasyon bekleniyor: Cezayir, Angola, Kamerun, Fildişi Sahili, Kongo, Mısır, Etiyopya, Gana, Kenya, Malavi, Moritanya, Mauritius, Fas, Mozambik, Namibya, Nijerya, Ruanda, Senegal, Sierra Leone, Güney Afrika, Tanzanya, Tunus, Uganda ve Zambiya). Buna ek olarak, İngiliz hükümeti, işletmelerini riskleri azaltmaya ve Afrika’da yeni ortaklar bulmaya davet eden yatırım araçları oluşturdu. Bu araçlar arasında İngiliz Uluslararası Yatırım grubu, UKEF (Britanya İhracat Finansmanı) ve Growth Gateway programı bulunuyor.
Birleşik Krallık için Afrika’daki varlığının oldukça ciddi olumlu yönlerinden biri de askeri ortaklıkların ve hatta askeri üslerin varlığı. Kenya ve Nijerya, siyasi-askeri alanda sürekli bir ilişkinin olduğu iki Afrika ülkesi olarak öne çıkıyor. 2018 yılında Birleşik Krallık ile Nijerya, İngilizlerin Nijeryalı askerleri eğittiği ve ekipman tedarik ettiği Güvenlik ve Savunma Ortaklığı Anlaşması imzaladı. Kenya’da ise İngilizler 1963’ten bu yana düzenli olarak güncellenen bir savunma anlaşması aracılığıyla yakın askeri işbirliği geliştirdi.
Afrika, Birleşik Krallık’ın imaj hedeflerinin gerçekleştirilmesi açısından önemli bir bölge olmaya devam ediyor; zira ülke, gayri safi milli gelirinin yüzde 0,5’ini başta Afrika olmak üzere insani yardıma ayırmakla iftihar duyuyor. Ayrıca İngilizler, iç çatışmalar ve doğal afetler nedeniyle ülkelerinden kaçan Afrikalı mültecilere verdikleri desteği de vurguluyor (şu anda 1,5 milyondan fazla kişi kendisini siyah, siyah İngiliz, siyah Galli, Karayipli veya Afrikalı olarak tanımlıyor).
Britanya’nın Afrika ajandasındaki zayıflıklar
Afrika, Britanya’nın dış politika ajansında bir “yüze” sahip değil, hala küresel Güney’in bir parçası olarak görülüyor ve mevcut bağlamda farklı Afrika ülkeleri için farklı yaklaşımlar formüle etme girişimi dahi yok. Dolayısıyla, Afrika hala tek bir varlık olarak algılanıyor ve daha ziyade Arap Afrika’sı için bir istisna yapılıyor ama bu durum Afrika stratejisinin metninde ortaya konmuyor. Buna ek olarak, söz konusu kıta İngiliz çıkarlarının “geniş çevresi” kavramına dahil, yani ülkenin dış politika öncelikleri hiyerarşisinde son sırada yer alıyor. Aynı zamanda Afrika, bir işbirliği bölgesi olmaktan ziyade Çin ve Rusya ile bir rekabet alanı olarak görülüyor.
Britanya’nın Afrika kıtasındaki konumunun bir başka zayıflığı da özellikle uzun bir sömürgecilik mazisinden (halkların sömürgeciler tarafından ayrılması) kaynaklandığı için, krizleri önlemek ve dengelemek üzere operasyon başlatma konusunda bağımsız bir kabiliyete sahip olmaması. Birleşik Krallık askeri operasyonlar yürütmek için çoğunlukla Fransa ile işbirliği yapmak zorunda kalıyor. Bu durumda Birleşik Krallık, kendi stratejisinden ziyade Fransa’nın stratejisinin yerine getirilmesinin altında kalıyor. Aynı durum Birleşik Krallık’ın ABD ile ortaklığı için de geçerli. Aynı zamanda, İngiliz tarafının Afrika ülkelerindeki iç krizleri ortaklarıyla birlikte bile çözemeyeceği kabul ediliyor. İngilizler, Afrika’nın geleneksel olarak krizlerle boğuşan bu bölgelerine Sahel bölgesini de dahil ediyor. Afrika’daki iç risklerin çokluğu, askeri işbirliğini haklı gösterse de İngiliz tarafının iktisadi varlığını güçlendirmesini engelliyor. Bu nedenle Britanya, Afrika’daki güvenlik programlarında tek başına hareket etmiyor, yalnızca uluslararası işbirliğine ve makro-bölgesel sürdürülebilirliğe bel bağlıyor. Diğer hususların yanı sıra Britanya, bu amaçla Afrika Birliği ile bir anlaşma imzaladı.
Birleşik Krallık’ın sözde yumuşak gücü son derece karmaşık bir konu olmayı sürdürüyor. Bir yandan British Council, 19 Afrika ülkesinde faaliyet gösteriyor ve eğitim programları (örneğin Chevening programı) bulunuyor. Fakat bu tür programlar hala pek çok Afrika ülkesi için erişilmez olmaya devam ediyor. Buna ek olarak, Afrika’da sömürgeciliğin kalkınmadaki rolü ya da her zaman iktisadi ortaklık eksikliğinden kaynaklanan “kalkınamama” konusunda son derece aktif bir tartışma mevcut. Afrika’dan çıkarılan değerli eşyaların iadesi konusu sık sık gündeme geliyor.
Sonuçlar
Britanya, Afrika’daki konumunu güçlendirmek için mevcut iktisadi (yatırım) programlarını ve kurumlarını oluşturabildi, girişimcilerine Afrikalı ortaklarıyla daha rahat etkileşim yolları sunabildi; bu sadece ülkenin Afrika’daki imajı ve konumu için değil, aynı zamanda İngiliz iş dünyasının kendi hükümetine olan güvenine de katkıda bulunuyor. Ancak krizlere yalnızca iktisadi araçlarla karşı koymak mümkün değil. Bunun yanında Afrika’da hala Britanya’ya bağımlı bir grup ülkeden bahsedebiliriz. İngiliz Milletler Topluluğu içinde Britanya ile işbirliklerini analiz edersek İngiliz askeri üslerinin varlığı da dahil olmak üzere askeri-politik işbirliği faktörünün yanı sıra ticaret ve iktisadi etkileşime ilişkin mevcut verileri, Afrika ülkelerinin Britanya ve bir bütün olarak Batı dünyasıyla dayanışma sergilemek için önemli olan Rusya karşıtı kararlara ilişkin tutumlarını dikkate alırsak, Britanya’ya en “koşullu bağımlı” ülkeler olarak (bağımlılığın zayıflama sırasına göre) şu ülkeleri seçebiliriz: Sierra Leone, Malawi, Zambiya, Kenya, Nijerya ve Zambiya. Afrika ülkeleriyle işbirliği geliştirmeye çalışan Rus karar alıcıların bu koşulları göz önünde bulundurmaları muhtemelen mantıklı olacaktır.

‘Gazze’yi Batı Şeria ile buluşturan başkenti Kudüs olan bir çözüm, tek geçerli çözümdür’

Uzmanlar yanıtlıyor: Savaş nasıl bitecek? Bir sonraki nasıl önlenebilir?

Putin adaylığını duyurdu, Reuters ‘Batı yaptırımlarının başarısızlığına’ bağladı

Alman Dışişlerinin Brüksel’deki lüks mülkleri Sayıştay denetimine takıldı

ÇKP liderleri 2024’te iç talebi ve ekonomik toparlanmayı teşvik etme sözü verdi
Çok Okunanlar
-
AMERİKA1 hafta önce
Kısa Kissinger portresi: Akıllı, gerçekçi, gaddar
-
DÜNYA BASINI5 gün önce
İran’ın Gazze savaşına doğrudan dahil olmamasının 7 nedeni
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Batı aklının ‘büyülü kurbanı’ Ukrayna
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 2
-
GÖRÜŞ7 gün önce
Filistin’in geleceği – 3
-
SÖYLEŞİ6 gün önce
‘Gazze’deki çatışma Batı medeniyetinin gerçek yüzünü gösterdi’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Napoléon Efsanesi