Diplomasi
Mearsheimer: Liberal teoriler mevcut dünya düzenini açıklamakta yetersiz kalıyor

Chicago Üniversitesi’nden Profesör John Mearsheimer, International Security dergisindeki yeni makalesinde, siyasetin doğası gereği çatışmacı olduğunu ve bu durumun savaşı uluslararası sistemin kaçınılmaz bir özelliği haline getirdiğini savundu. Mearsheimer, büyük güç rekabetinin kızıştığı günümüz dünyasında, devletlerin hayatta kalma güdüsüyle hareket edeceğini ve savaşların tırmanma riskinin yüksek olduğunu belirtti.
Chicago Üniversitesi’nden tanınmış siyaset bilimci Profesör John Mearsheimer, International Security dergisinde yayımlanacak olan “Savaş ve Uluslararası Politika” başlıklı kapsamlı makalesinde, savaşın uluslararası siyasetin hakim bir özelliği olduğu ve bunun temel nedeninin siyasetin doğasında yattığı tezini işledi.
Mearsheimer, özellikle tek kutuplu dönemin (1991-2017) sona ermesiyle Çin, Rusya ve ABD gibi büyük güçler arasındaki güvenlik rekabetinin yeniden şiddetlendiği günümüzde, büyük güçler arası savaş olasılığının göz ardı edilemeyeceğini vurguladı.
Mearsheimer’a göre, siyaset özünde çatışmacı bir girişimdir ve arka planında her zaman şiddet olasılığını barındırır. Bu argüman, Carl von Clausewitz’in meşhur “savaş, siyasetin başka araçlarla devamıdır” sözünden farklılaşarak, savaşın uluslararası sistemdeki yaşama hakim olduğunu öne sürüyor.
Profesör, makalesinde siyaset ve savaş arasındaki bu etkileşimin, devletlerin silahlı çatışmaları nasıl başlattığını ve yürüttüğünü inceleyerek, savaş başlatma konusundaki sınırların ne olduğunu ve siyasi ile askeri faktörlerin tırmanmaya nasıl katkıda bulunduğunu analiz ediyor.
‘Siyaset bir temas sporudur’
Mearsheimer, “Siyasetin özünü kavramadan savaşın uluslararası sistemdeki rolünü takdir etmek mümkün değildir,” diyerek, siyasetin hem iç hem de uluslararası arenada temelde rekabetçi ve potansiyel olarak ölümcül bir girişim olduğunu ifade etti.
Bireylerin, grupların ve devletlerin her zaman farklılıkları olacağını ve bu anlaşmazlıkların bazen hayati önem taşıyan konuları içereceğini ifade eden Mearsheimer, bu durumun çözümsüz çatışmalar yaratabileceğini vurguladı.
Bu farklılıkların temel ilkelerinin, ahlaki meseleleri ve iyi yaşam hakkındaki soruları içerebileceğine işaret eden Mearsheimer, “Siyaset, en temelde, kilit konuları içeren acı anlaşmazlıklarda kendi yolunu bulmaktır. Bu tür durumlarda kazanmak büyük önem taşır,” değerlendirmesinde bulundu.
Uluslararası sistemde üst bir otoritenin bulunmaması (anarşi), devletleri kendi güvenliklerini sağlamak için kendi başlarının çaresine bakmaya iter. Mearsheimer, bu durumun devletleri birbirlerinden korkmaya ve sürekli güç için rekabet etmeye yönelttiğini, savaş olasılığının ise her zaman arka planda gizlendiğini kaydetti.
Mearsheimer, “Bu avantaj mücadelesi, savaşın neden uluslararası siyasetin merkezi özelliği olduğunu, olduğunu ve her zaman olacağını açıklıyor,” değerlendirmesini yaptı.
‘Devletler için hayatta kalma, hukuk ve ahlaktan önce gelir’
Profesör Mearsheimer, büyük güçlerin ne zaman savaşa başlayacakları konusunda anlamlı yasal veya ahlaki engeller koymanın neredeyse imkânsız olduğunu söyledi.
Temel kaygılarının hayatta kalmak olduğunu belirten Mearsheimer, devletlerin, hayatta kalmalarının tehdit altında olduğunu düşündüklerinde, uluslararası hukuku veya adil savaş teorisini ihlal etse bile savaşı seçeceklerini kaydeden Mearsheimer, “Önleyici savaşlar ve fırsat savaşları, uluslararası siyasetin tekrarlayan özellikleridir ve yakın gelecekte bu gerçeği hiçbir şey değiştirmeyecektir,” tespitini yaptı.
Mearsheimer, Michael Walzer’ın Adil ve Haksız Savaşlar adlı eserindeki “yüce acil durum” kavramını eleştirerek, bir devletin varoluşsal bir tehditle karşılaştığında realist davranmak için son ana kadar beklemesinin anlamsız olduğunu belirtti. Ona göre, bu mantık, devletleri başından itibaren realist güdülerle hareket etmeye ve adil savaş teorisini, ancak güç dengesi mantığıyla uyumlu olduğunda dikkate almaya iter.
Mearsheimer, “Hayatta kalma zorunluluğu, diğer devletlerin gelecekteki niyetlerini kestirmenin zorluğuyla birleştiğinde, devletlere koşullar gerektirdiğinde önleyici savaşlar ve fırsat savaşları izlemekten başka pek seçenek bırakmaz,” dedi.
Bunun yanı sıra Mearsheimer, ahlaki değerlendirmelerin varlığını kabul etmekle birlikte, stratejik mantığın çatışma durumunda neredeyse her zaman galip geldiğini vurguladı.
‘Sınırlı savaşlar mutlak savaşa tırmanma eğilimindedir’
Makalesinde savaşların tırmanma dinamiklerine de geniş yer ayıran Mearsheimer, sınırlı savaşların –özellikle büyük güçler arasında– belirleyici bir zaferin amaçlandığı mutlak veya topyekûn savaşlara dönüşme eğiliminde olduğunu savundu.
Bu tırmanmanın ardındaki güçlü siyasi ve askeri kuvvetlerin, liderlerin savaşı kontrol altında tutmasını ve sınırlı kalmasını sağlamasını zorlaştırdığını, hatta bazen imkânsız hale getirdiğini belirtti.
Tırmanmanın arkasındaki itici güçlerden birinin siyasete içkin olan yoğunluk ve düşmanlık olduğuna dikkat çekerek “Siyasetin savaşın siyasi kontrolünü baltalayabilmesi paradoksaldır,” diyen Mearsheimer, milliyetçilik gibi siyasi ideolojilerin devletleri mutlak savaşa doğru itebileceğini ifade etti.
Örneğin, savaşan ulus devletlerde milliyetçiliğin genellikle hiper-mililyetçiliğe dönüştüğünü ve karşı tarafın sadece aşağı değil, aynı zamanda tehlikeli olduğuna ve sert bir şekilde muamele görmesi gerektiğine dair bir inanç yarattığını ifade etti.
Askeri tercihlerin de tırmanmaya katkıda bulunduğunu belirten Mearsheimer, komutanların genellikle sınırlı savaşlardan hoşlanmadığını ve kesin zaferleri tercih ettiğini vurguladı.
Mearsheimer, “Askeri liderler, savaşa girdiklerinde gücü hızlı, kitlesel ve kararlı bir şekilde kullanmayı tercih ederler,” değerlendirmesini yaptı.
Ayrıca, savaşın kendi dinamiklerinin de devletleri tırmanmaya ittiğini; başarı durumunda daha fazlasını isteme (“zafer hastalığı”), başarısızlık durumunda durumu kurtarmak için tırmanma, uzun süren savaşlarda sivil halkı hedef alma ve kasıtsız tırmanma gibi faktörlerin rol oynadığını açıkladı.
Mearsheimer, nükleer çağda tırmanmanın özellikle tehlikeli bir olgu olduğunu ve siyasi liderlerin bu dinamikleri anlayarak kontrol edebilmelerinin hayati önem taşıdığını belirterek makalesini sonlandırdı.
Son olarak, uluslararası siyasetin acımasız gerçekleriyle yüzleşmenin, iyimser hayallere kapılmaktan daha doğru olduğuna işaret etti.