Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

Mısır’da 12 yıl sonra ikinci bir Tahrir yolda mı?

Yayınlanma

25 Ocak 2011’de başlayan halk ayaklanmasıyla 30 yıllık Hüsnü Mübarek dönemi Mısır’da son buldu. 18 gün süren birinci eylem dalgasını takiben 11 Şubat’ta Mübarek istifaya zorlandı.

Mübarek’in ardından seçimle iş başına gelen Muhammed Mursi yönetimi ise 2013 yılında yeni bir eylem dalgası ve askerin müdahalesiyle sona erdi. Askeri müdahalenin lideri olan Savunma Bakanı Abdülfettah es-Sisi, 2014 Mayıs ayında düzenlenen, katılımın yüzde 45’lerde kaldığı seçimlerde oyların yüzde 90’ını alarak Cumhurbaşkanı seçildi.

Mübarek’in devrilmesinden bu yana geçen 12 yılda Mısır’da hem çok şey hem de çok az şey değişti. Daha özgür daha müreffeh bir toplum için sokaklara çıkanların talepleri ise yerini hayal kırıklığına bıraktı.

Zengin Körfez ülkelerinden, IMF ve Dünya Bankası’ndan aktarılan kaynaklara rağmen Mısır ekonomisinin kronik sorunlarına çözüm getirecek köklü iyileştirmeler gerçekleşmedi.

Mısır ordusunun hızla modernleştirildiği ve bu alana büyük kaynakların aktarıldığı son 10 yıllık dönemde Sisi yönetiminin başkent Kahire’de yeni bir yönetim merkezi inşasına girişmek gibi mega yatırımları, Türkiye’deki tabirle “çılgın projeleri” de ülke ekonomisinde önemli bir paya sahip oldu.

Pandemi ve sağlık krizini takip eden Rusya – Ukrayna savaşı, köklü sorunları dönüştürmede başarısız olan Mısır ekonomisini hazırlıksız yakaladı. Mısır, Rus ve Ukraynalı turistlerin getirdiği dövizden mahrum kaldı. Yabancı yatırımcılar bir yıl içinde Mısır piyasasından 25 milyar dolara yakın sıcak parayı çekti. Ülke parası dolar karşısında hızla değer kaybetti ve Mısır lirası geçen yıla göre yüzde elli oranında eridi.

Dövizin hızlı yükselişi ithalat maliyetlerini artırdı. Temel tüketim mallarına yoksulların erişimi zorlaştı. Milyonlar için et, yumurta gibi ürünler lüks tüketim malzemesi haline geldi. Orta sınıf ciddi bir refah kaybı yaşadı.

Tahıl krizi de ekmek sübvansiyonlarının nüfusun yüzde 70’ini kapsadığı 104 milyonluk Mısır’da tam anlamıyla bir milli güvenlik meselesi haline geldi.

Bu ağır koşullar sonucunda Mısır, son altı yılda dördüncü kez IMF’nin kapısını çaldı. Dört yıllığına 3 milyar dolar kaynak bulan Sisi yönetimi IMF’nin sıkı koşullarını kabul etmek zorunda kaldı.

IMF’nin koşulları arasında döviz kuruna müdahalenin sonlanması, ordunun ekonomideki rolünün kısıtlanması ve özelleştirme yer alıyor. Döviz kurlarının dalgalı rejime bırakılması ilk etkisini, Mısır parasının hızla değer yitirmesiyle gösterdi. Liberalleştirme kapsamında diğer iki başlığın etkileri muhtemelen orta vadede kendisini gösterecek.

Bir yanda yükselen gökdelenler diğer yanda derinleşen yoksullukla Arap dünyasının kalbi Mısır’ı nasıl bir gelecek bekliyor?

Ağırlaşan ekonomik koşullar yeni bir Tahrir ayaklanmasını beraberinde getirir mi?

Orta Doğu’da toplumsal ayaklanmaların hızla iç savaşlara dönüştüğü geçmiş 10 yılın acı tecrübesi düşünüldüğünde Mısırlılar hakkını meydanlarda aramaya ne ölçüde istekli?

Şimdilik, büyük devrim rüzgârlarından geriye hayal kırıklığı ve bekleme duygusu kalmış gibi görünüyor. Ancak Nil nehrinin sonsuz akışından umudu kesmek kesinlikle mümkün değil…

Tahrir’de milyonların meydanları doldurmaya başladığı 25 Aralık 2011’in üzerinden 12 geçti. O günden bu güne Mısır’ın içinde bulunduğu ekonomik koşulları ve Arap Baharı fırtınasıyla yıkılan Türkiye – Mısır ilişkilerini Doğu Akdeniz ve Orta Doğu Araştırmalar Merkezi Başkanı Dalia Ziada’ya sorduk.

  • Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi, Askeri Akademi’de yaptığı konuşmada “Zorluklar var ama işler kontrolümüz altında ve bu krizin üstesinden geleceğiz” dedi. Anladığım kadarıyla Cumhurbaşkanı Sisi, Mısır toplumuna “sakin olma” mesajı vermeye çalışıyor. Şu an Mısır ne tür ekonomik zorluklarla karşı karşıya ve yönetim bunların üstesinden gelmek için ne tür adımlar atıyor?  

Mısır’da herkesin zihnini meşgul eden şey tam olarak bu. Bu sefer kriz, öncekilere göre birçok yönden daha karmaşık. Çünkü bir anlamda bütünleşik bir krizden bahsediyoruz. Bu kriz yeni değil, Kovid’le ya da Rusya-Ukrayna Savaşı ile başlamadı. Ancak bu son küresel ölçekteki olaylar Mısır’da 1960’lardan ve hatta 1950’lerden beri var olan krizi daha da körükledi. Ben buna Mısır ekonomisinin kronik krizi diyorum. Yani, şu anda bir yol ayrımında olduğumuz bir zorlukla karşı karşıyayız.

Geçmişte ekonomik plan veya makroekonomik politikalar, daha başından doğru bir şekilde uygulanmadı. Önce komünist bir cumhuriyet olarak başladık ve sosyalist politikalar uygulamaya koyulduk. Sonra liberal piyasa politikalarını deneyelim dedik. Ve sonra her şey birbirine girmişken 1990 ve 2000’ler boyunca çok çarpık bir makroekonomik sistemle karşı karşıya kaldık. Buna ek olarak, elbette uzun bir idari ve mali yolsuzluk mirasını da bugüne kadar getirdik. Bu süreç bugün Mısır’ın bu çarpık ekonomi veya makroekonomik sistemine yol açtı. Dolayısıyla birbiri ardına gelen bu iki kriz, bugün Mısır’ı bir yol ayrımına getirdi. Şimdi ya bu kronik krizi kesin olarak çözecek ve yepyeni bir makroekonomik sistem kuracağız ya da tüm bunlara göz yumup bu şekilde devam edeceğiz. Ancak işlerin bu şekilde gitmesi er ya da geç makroekonomik sistemin ve bir süredir tutmaya çalıştığımız toplam siyasi istikrarın da çöküşüne yol açacaktır.”

“Mısır borç içinde”

Geçen hafta Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlar başta olmak üzere tüm ekonomi yönetimi ve üst düzey devlet yetkililerinin her şeyin yolunda olduğuna dair çeşitli açıklamalar duyduk, ancak maalesef bu sahaya istendiği gibi yansımıyor. Şöyle ki bu açıklamaları duyduğumda bir vatandaş olarak ben mutlu oluyorum, ancak yiyecek almak için sokağa çıktığımda veya orta sınıf bir insan olarak yaptığım herhangi bir aktivitede artık çok zorlanıyorum. Örneğin, Türkiye ve diğer birçok ülkede böyle bir enflasyona, her zaman maaşlarda ve asgari ücrette yapılan zamlar eşlik eder, ancak Mısır’da buna sahip değiliz. Çünkü ülke zaten derin bir borç içinde ve maaşlarda herhangi bir artışı göze alamıyorlar. Aksine, bazı olumlu mesajlar verirlerken diğer yandan yemeklik yağ ve enerji gibi temel tüketim üzerindeki sübvansiyonların kaldırılmasından bahsediyorlar ve bu da maalesef daha fazla enflasyona sebep oluyor. Şu an piyasa üzerinde hiçbir kontrol sağlanamıyor.

“Silahlı kuvvetler Mısır devletinin bel kemiği”

  • Mısır ordusunun ekonomideki rolü Batılı uzmanlar tarafından eleştiriliyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsun?

Bu da çok iyi bir soru, çünkü bu orduya ait işletmeler meselesi, Mısır’da işlerin nasıl yürüdüğünü anlamayan biri için çok karmaşık bir mesele. Silahlı Kuvvetler, Mısır Devleti’nin hem siyasi hem de ekonomik olarak bel kemiği diyebilirim. Başka bir deyişle, Mısır’daki sivil hükümet; ordunun hem siyasette hem de ekonomide güvenlik ağı veya sigorta işlevi olmaksızın, hiçbir şey yapamaz. Tabii ki, demokratik bakış açısıyla bu tamamen yanlış ve Mısır’ın demokratik bir ülke olmasını gerçekten istiyorsak bu bir gün değişmeli. Ama soru şu, biz buna şimdi hazır mıyız? Maalesef hayır.

“IMF reformları Mısır için çok zor”

IMF’nin şu anda talep ettiği ekonomik reformlar, Mısır halkı için olduğu kadar Mısır piyasaları, tüccarlar ve üreticiler için de oldukça zor. Ülkede kendine ait özerk bir ekonomik sisteme sahip olan ve piyasada olup bitenlerden etkilenmeyen tek yapı ise ordu. Ordunun sivil hükümetin sunabileceği ile halkın ihtiyaç duyduğu emtialar arasındaki boşluğu doldurabilecek işletmeleri var. Çünkü bu boşluk inanın bana, gerçekten düşündüğünüzden daha büyük. Neticede Mısır’da bu boşluğu doldurabilecek tek yapı ordudur. Bu nedenle uzun vadede, evet, Mısır ekonomisini ve genel olarak Mısır siyasi yaşamını gerçekten geliştirmek istiyorsak ordu piyasadan tamamen çekilmeli ve özel yatırımcıların işlerini yapmalarına izin vermeli. Ancak şu anda, özellikle ekonomik arenada yaşadığımız tüm bu karmaşada, bu çok zor bir karar olur.

Rusya-Ukrayna savaşının etkileri ve IMF’nin şartları

Rusya-Ukrayna savaşı çok uzak bir coğrafyada olmasına rağmen bizi çok etkiledi. Çünkü Mısır; Rusya, Ukrayna ve Belarus’a iki temel sektörde, gıda ve turizmde çok büyük ölçüde bağlı. Bu yüzden, Rusya-Ukrayna savaşının Mısır’a etkisinin, diğer ülkelerden çok daha büyük olduğu kanısındayım. Bu yüzden tekrar bahsettiğim kriz döngüsüne düştük. Evet, şimdi yeniden kredi talep ediyoruz, ancak bu kredi elbette askerin piyasadan çekilmesi ve eski kredilerle yapılan ulusal mega projeleri yavaşlatma gibi IMF’nin talep ettiği yapısal reformları çok katı bir tutumla uygulamada kullanılacak. Bu da aslında 2016 kredisinden elde ettiğimiz tüm kazanımları riske atabilir. Bu durum, Mısırlıları yeni IMF kredisine olumsuz yaklaşmasına sebep oluyor.

Mübarek’i deviren nedenler ve ikinci Tahrir tartışmaları 

  • Rusya- Ukrayna savaşının yıkıcı etkilerini Mısır’da Türkiye’de, Avrupa’da ve dünya ölçeğinde görüyoruz. Özellikle Avrupa’da hükümetlere karşı büyük protestolara tanık oluyoruz. Eylemlerin Avrupa siyasetini nasıl şekillendireceğini bilmiyorum ancak bu tip eylemlerin Mısır’da ve Orta Doğu’da olması ihtimalini nasıl değerlendiriyorsunuz?

O dönemde insanların Mübarek’e karşı çıkmasının nedenleri arasında özelleştirmeler, devlete ait varlıkların yabancı yatırımcılara satılması gibi politikalar mevcuttu. Bu nedenle, elbette birçok analistin aklına Mısırlıların Sisi’yi protesto etmek için sokaklara çıkıp çıkmayacakları sorusunu geliyor. Kahire’den konuşuyorum ve gördüğüm kadarıyla son 10 yılda insanlar; siyasi geçişler, belirli zamanlarda güvenlik ve istikrar sorunu da dahil çok şey yaşadı ve şimdi ekonomik krizle birlikte, insanların böyle bir eylemde bulunamayacak bir yorgunlukta olduklarını düşünüyorum.

“Protesto kaosa neden olur düşüncesi var”

Sokakta “Evet, sıkıntı çektiğimizi biliyoruz ve durum iyi değil” gibi genel bir yaklaşım var ve birçok insan hükümetin politikalarına, özellikle ekonomik kısmına katılmıyor. Ama aynı insanlar “Şimdi sokağa çıkıp bir protesto düzenlersek, bu yine kaosa yol açacak ve kaos daha fazla ekonomik sıkıntıya neden olacak. Nihayetinde bu sıkıntıları aşmak için 10 yıl daha süre gerekecek” gibi bir fikre kapılıyor. Bu yüzden, hükümetin bu krizde gerçekten ne yapabileceğini görmek için henüz bekliyorlar. Dolayısıyla yakın zamanda halkın sokağa çıkabileceğini sanmıyorum. Arap Baharı’ndan bu yana geçen 10 yılda meydana gelen protestoculara da bakarsak, bunların yoksul kesimden olmadığını görürüz. Her zaman orta sınıf sokağa çıktı. Sokağa çıkarak gerçekten değişime yol açan hep orta sınıf, eğitimli kesim ve bürokratlardı.

“Mısır orta sınıfı ekonomik ve politik olarak büyük bir buhran yaşıyor”

  • Orta sınıfın hissiyatını sormak istiyorum. Bundan 10 yıl önce bu kesimler birçok şeyi protesto etti. Belki büyük hayalleri ve Mısır’ın geleceğine dair umutları vardı. Ardan geçen 10 yılın ardından hissiyat nedir?

Orta sınıf birçok yönden çok büyük bir buhranın içinde. Bunlardan birisi elbette ekonomik, çünkü burada ekonomik bir sınıftan bahsediyoruz. Ama aynı zamanda başka bir kısmı da siyasi. Çünkü hükümetin demokratik değerler, özgürlükler ve insan hakları konusunda daha iyi performans göstereceği konusunda çok büyük umutlarımız vardı. Maalesef bugün hâlâ 10 yıl önce mücadele ettiğimiz ifade özgürlüğü, insan hakları ve demokratikleşme gibi sorunlarla boğuşuyoruz. En ufak bir değişiklik olduğunda ve olumlu bir açılım yapıldığında bile “ekonomik krizler” veya “terörle mücadele” gibi güvenlik sorunları gerekçe gösterilerek hemen rafa kaldırıldı. Dolayısıyla bu siyasi buhranın kaynağı, ekonomik reform sürecinde veya güvenlik sıkıntılarıyla karşı karşıya kalındığında, bu hayallerin unutulmasından korktuğumuz gerçeği. Umarım insanlar gelecekte bunun gerçekleşmesi için yıkıcı bir şekilde değil de, yapıcı bir şekilde baskı yapmaya devam ederler. Ancak tüm bunlar bizi, ancak ekonomik olarak istikrarlı bir ülkede demokrasiyi ve insan haklarını savunabileceğimiz noktasına getiriyor.

Rötarlı normalleşme: Ankara-Kahire diyaloğu yavaşladı

  • Arap Baharı’nın ardından Orta Doğu’da oldukça karmaşık bir “normalleşme” süreci yürüyor. Araplar arasında bir süreç var. İran ile Arap dünyası ve Türkiye ile Arap devletleri arasında normalleşme süreçleri yaşanıyor. Ankara ve Kahire arasındaki diyaloğu nasıl değerlendiriyorsun? Ne gibi engeller var?

Türkiye’yi elbette Orta Doğu’nun bir parçası olarak görüyorum. Burada lehimize olan şey, Arapların çoğunun Türkiye’ye, örneğin İran’a baktıkları gibi olumsuz bir şekilde bakmamalarıdır. En büyük Körfez ülkesi ve bölgedeki ana aktörlerden biri olan Suudi Arabistan da dahil olmak üzere çoğu Körfez ülkesi için bugün İran hâlâ bir düşman olarak görülüyor. Ama Kuzey Afrika’daki ülkelerde o kadar olmasa da, Türkiye hemen hemen herkes için her zaman dost olmuştur. Elbette son yedi, sekiz yıldaki diplomatik ve medya rekabetinden önce Türkiye her zaman bu bölgenin ayrılmaz bir parçası, çok önemli bir ortak ve bir oyuncu olmuştur. Özellikle Mısır ve Türkiye için bu ilişki diğer tüm ülkelerden de daha kritik. Bu sadece iki ülke arasındaki coğrafi yakınlıktan kaynaklanmıyor ki o da önemli: Afrika’nın kapısında olan Mısır ve Avrupa’nın kapısında olan Türkiye arasında ekonomik işbirliği her iki ülkeye de birçok fırsat sunuyor ve birlikte birçok şey yapabilecek durumdayız. İki Devlet Başkanı Sisi ve Erdoğan arasındaki tarihi el sıkışmadan sonra, aslında Mısır’da da umutlar çok yükseldi ve belki de sonunda doğru noktayı bulduğumuzu ve işlerin doğru yönde ilerlediğini düşündük. Ama ne yazık ki, bunların hiçbirisi gerçekleşmedi. Aradan iki ay geçti ve ne istihbarat teşkilatlarından ne de Dışişleri Bakanlıklarından yeni bir adım geldi. Hâlâ aynı noktadayız.

Üç anlaşmazlık noktası: Libya, Doğu Akdeniz, İhvan

  • Süreç dondu ve Kahire’nin Ankara’dan ne tür beklentileri var?

Bence bu görüşmelerin dondurulmasının temel nedeni, her iki ülkenin de uzlaşmaya varmasını zorlaştıran üç ana konunun varlığı. Birincisi elbette Libya. Libya, Mısır ile en uzun sınırı paylaşan ülke. Dolayısıyla Mısır için burada devlet, Libya’yı ulusal stratejik derinliğin bir parçası olarak görüyor. Yani orada gerçekleşen herhangi bir eylem bizi doğrudan etkileyecektir. Şimdi burada, Türkiye’nin Libya’daki varlığı ve Libya ile anlaşmalar yapmaya çalışması konusunda daha fazla hoşgörü görebiliyorum. Çatışmaların yaşandığı ve Mısır’ın Türk askerlerinin varlığına çok kızdığı 2020 yılına göre çok daha fazla hoşgörü var. Çünkü Mısır devleti, artık Türkiye’nin ulusal güvenliğimiz için bir tehdit olmadığını anlamaya başladı ki bence Türkiye’nin buradaki Mısırlı yetkililerle net bir şekilde iletişim kurabilmesi çok önemli bir atılımdı.

Mısır’ın “Suriyesi” Libya sınırı

Ancak öte yandan, Türkiye ve Mısır, Libya çatışmasında hâlâ iki farklı tarafı destekliyor ve Mısır, Doğu gruplarını desteklememeyi göze alamaz, çünkü Mısır’ın Batı sınırını kontrol ediyorlar ve Mısır’ın Batı çölüne silah kaçakçılığını engellemede veya terörizmin Mısır’a sızmasını engellemede çok önemli rolleri var. Dolayısıyla, Türkiye’nin Trablus’un meşru hükümet olduğuna inandığı ve BM tarafından tanındığı için onu desteklemeye devam ettiği ve ayrıca Türkiye’nin Trablus merkezli hükümet üzerinde jeo-ekonomik veya jeopolitik çıkarları olduğu sırada onları kaybetmeyi göze alamazlar. Bu yüzden onu desteklemeleri de kendilerince mantıklı.

“Türk-Yunan gerilimine Mısır dahil oldu”

Bir diğer kritik konu da elbette Doğu Akdeniz. Son üç yılda gördüğümüz gibi, özellikle Mısır, Yunanistan ile Türkiye arasındaki çekişmelere yoğun bir şekilde dahil oldu. Mübarek döneminden beri bu çatışmaya dahil olmaktan her zaman kaçınıyorduk. Yunanistan’ın Mısır’dan deniz yetki anlaşması imzalamasını istemeye başladığı 2005 yılında bile Mısır hep “Hayır, önce gidip Türkiye ile sorununuzu çözün, ancak ondan sonra konuşabiliriz” dedi. Bu, Türkiye’nin deniz yetki alanlarına ya da Türkiye’nin Akdeniz’deki haklarına saygısından yapılan bir hareketti. Ancak ne yazık ki son yedi-sekiz yılda yaşanan siyasi gerginlikler, Yunanistan’ın Kahire’ye bu tür taleplerde bulunmasını kolaylaştırdı ve Kahire’nin de bu taleplere olumlu yanıt vermesini mümkün kıldı. Ancak Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile imzaladığı anlaşmalara rağmen Mısır, Türkiye’nin ilan ettiği deniz yetki alanına girmemek için her zaman dikkatli olmaya devam etti ve bu da aslında olumlu bir duruma işaret etmektedir. Dolayısıyla Mısır’ın Güney Kıbrıs ve Yunanistan’la yaptığı anlaşmaların, Kahire’nin Ankara ile benzer bir anlaşmaya varmasını engellememesi gerektiğini düşünüyorum.

“Müslüman Kardeşler sorunu Libya ve Akdeniz kadar önemli değil”

Bana göre ilk ikisi kadar büyük olmayan üçüncü ve son mesele ise Müslüman Kardeşler meselesidir. Mısır, Müslüman Kardeşler’in silahlı kanadına dahil olan veya herhangi bir şiddet eylemine karışmayan üyeleri fark etmeksizin hepsinin Mısır’a iadesini ve cezalandırılmasını istiyor. Türkiye ise daha insani bir perspektiften yola çıkarak, sadece Mısır’a karşı siyasi muhalefet uygulayan ve aslında şiddet olaylarına karışmamış kişileri geri göndermek için iyi bir neden görmüyor. Bu iki devletin bu konu üzerinde de anlaşmaya varması gerekiyor ama bence bu kısım Doğu Akdeniz ve Libya gibi iki büyük meseleden daha ufak bir teferruat.

 

SÖYLEŞİ

Pekin’deki Filistin uzlaşı anlaşması nasıl hayata geçirilecek?

Yayınlanma

Şanghay Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi Orta Doğu Çalışmaları Enstitüsü’nde Yardımcı Doçent olan Shu Meng, Pekin’de varılan Filistin uzlaşını Harici’ye değerlendirdi: “İsrail’in Gazze’deki operasyonları devam ederken, Filistinli gruplar bölünmüşlüğün ulusal kurtuluşun önünde büyük bir engel olduğunun farkına vardı. Bu uzlaşma Filistin için daha büyük bir iç ivme taşımaktadır.”

Hamas ve Fetih Hareketi başta olmak üzere Filistinli grupların üst düzey temsilcilerinin, Çin’in arabuluculuğunda aralarındaki bölünmüşlüğe son vermeyi ve birlik oluşturmayı amaçlayan “Pekin Diyaloğu”nu imzalamasının yankıları devam ediyor. Tüm Filistin topraklarında (Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs) tek bir geçici hükümet kurulmasını öngören bildiriye, Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’den destek gelirken, ABD ise Filistin yönetiminde “Hamas için bir rol öngörmüyoruz” diyerek karşı çıktı. Öte yandan Batı basını Çin’in başarısını görmezden gelerek, girişimin “gerçekçi olmadığını ve uygulanamayacağını” öne sürüyor.

Tüm bu tartışmaları, 1949’da kurulan Şanghay Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi Orta Doğu Çalışmaları Enstitüsü’nde Yardımcı Doçent olan Shu Meng ile konuştuk. Aynı zamanda ‘Asian Journal of Middle Eastern and Islamic Studies’in yazı işleri müdürü olan Shu Meng, Filistin uzlaşısı, Çin’in Filistin ve Orta Doğu politikası ve ABD’nin bölgedeki rolü üzerine sorularımızı yanıtladı.

Pekin’de üç gün süren toplantıların ardından aralarında Hamas ve El Fetih hareketinin de bulunduğu 14 Filistinli grup, Filistin birliğini inşa etmeyi amaçlayan ortak bir bildiri imzaladı. Bildiriye göre Filistin anayasası temelinde bir ‘geçici ulusal birlik hükümeti’ kurulacak. Bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu ilerlemenin son derece önemli olduğuna inanıyorum. Çin her zaman Filistin meselesinin temelinde uzun zamandır beklenen bağımsız bir Filistin devleti arzusunun gerçekleştirilmesinin yattığını savunmuştur. Filistinlilerin ulusal haklarına saygı gösterilmesi ve devlet olmalarının desteklenmesi, ulusal uzlaşı ve iç birliğin sağlanmasına bağlıdır. Kendi adıma, Filistin-İsrail barış görüşmelerinde iki taraf arasındaki güç eşitsizliği, kısmen Filistin içindeki bölünmüşlükten de kaynaklanarak, büyük bir engel teşkil etmiştir. Çin’in çabaları müzakere masasında her iki tarafın nispeten daha eşit bir zeminde yer almasına katkıda bulunmuştur.

Filistinli örgütler daha önce de ulusal uzlaşı belgesi imzalamış ancak bu belge uygulanmamıştı. Sizce bu kez birliktelik gerçekleşecek mi? Bu anlaşmayı diğerlerinden farklı kılan nedir?

İç uzlaşmanın tam olarak sağlanması belirli bir zorluk derecesiyle karşı karşıyadır, ancak yine de tüm tarafların bir araya gelerek bir barış anlaşması imzalaması çok önemli bir ilk adımdır.

Üstelik şu anki zamanlama önceki örneklerden farklı. İsrail Gazze’deki askeri operasyonlarını henüz durdurmadı ve çeşitli Filistinli gruplar bölünmüşlüğün ulusal kurtuluşa ulaşmada önemli bir engel teşkil ettiğinin giderek daha fazla farkına varıyor. Gazze’nin siyasi geleceğinin şekillendirilmesine herhangi bir katılım için birleşik bir Filistin zorunludur. Bu nedenle, bu uzlaşma Filistin için daha büyük bir iç ivme taşımaktadır.

Gelecekte uzlaşıya giden yolda, İsrail’le yüzleşme yöntemlerindeki farklılıklar ve parti içi rekabet gibi çok sayıda zorluk bulunmaktadır. Bununla birlikte, iç uzlaşma ve siyasi birlik, Filistin meselesinin çözümünü ilerletmek için doğru yön olmaya devam etmektedir.

Tel Aviv anlaşmaya tepki gösterdi. İsrail’i ikna etmeden böyle bir anlaşmayı uygulamak mümkün mü?

Kendi içinde birleşmiş bir Filistin’in İsrail’in çıkarına olmadığına inanıyorum. Ancak, barış anlaşmasının imzalanmasıyla birlikte, Filistin’de gelecekteki iç uzlaşı İsrail’in engelleriyle karşılaşabilirken, kilit nokta Filistinli grupların farklılıklarını gerçekten bir kenara bırakıp Filistin’in genel çıkarlarına öncelik verip veremeyeceğinde yatıyor.

İki devletli çözüme bu kadar açık bir şekilde karşı çıkan bir İsrail hükümeti varken iki devletli çözümü gerçekçi ve uygulanabilir görüyor musunuz?

Sadece Filistin’in gücüne güvenecek olursak, geçtiğimiz on yıllarda yaşanan tecrübelerin de gösterdiği üzere, iki devletli çözümün gerçekleşmesinin zor olduğu aşikârdır. Bu çözümün hayata geçirilmesi büyük ölçüde uluslararası toplumun itici gücüne bağlıdır. Uluslararası toplum tarafından somut adımlar atılmalı ve bu konuda daha fazla birliktelik sağlanmalıdır.

Çin bu anlaşmayı uygulamak için ne gibi somut adımlar atabilir ve atacak? Pekin bu konuyu İran, Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye gibi bölge ülkeleriyle görüştü mü?

Çin “üç adımlı” bir inisiyatif ortaya koymuştur: ilk adım Gazze Şeridi’nde kapsamlı, kalıcı ve sürdürülebilir ateşkesin mümkün olan en kısa sürede teşvik edilmesi ve insani yardım ve diğer yardımların erişiminin sağlanmasıdır. İkinci adım, “Filistin’i Filistinliler yönetir” ilkesini desteklemek ve Gazze’de savaş sonrası yönetimi ortaklaşa teşvik etmektir. Üçüncü adım ise Filistin’in Birleşmiş Milletler’e tam üye olmasını teşvik etmek ve “iki devletli çözümün” uygulanması için çalışmaktır.

Çin, Filistin konusunda Arap ülkeleriyle defalarca iletişim kurmuş ve bu yıl Filistin konusunda Çin ve Arap ülkeleri arasında ortak bir bildiri yayınlamıştır. Ayrıca Çin uzun zamandır ikili ve çok taraflı forumlarda Filistin meselesinin adil bir şekilde çözülmesini teşvik etmektedir.

Çin’in yumuşak güç, diplomasi ve ticari anlaşmalar yoluyla Orta Doğu’daki etkisini artırmaya çalıştığı yönünde eleştiriler var. Bu eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz? ABD Orta Doğu’yu terk ederken yerini Çin mi alacak?

“Çin yumuşak güç, diplomasi ve ticaret anlaşmaları yoluyla Orta Doğu’daki etkisini artırmaya çalışıyor” demek yerine, “Çin’in Orta Doğu’da yumuşak güç, diplomasi ve ticaret alanlarındaki büyümesi bölgedeki etkisini artırdı” demek daha uygun olacaktır.

Tarihsel olarak hem Çin hem de Orta Doğu ülkeleri görkemli medeniyetlerin doğduğu yerlerdir. Gerçekte, Çin ve Orta Doğu ülkeleri çeşitli alanlardaki değişim ve işbirliğini aktif bir şekilde genişleterek Çin medeniyeti ile Orta Doğu’nun çeşitli medeniyetleri arasındaki karşılıklı anlayış ve değişimi büyük ölçüde teşvik etmiştir. Orta Doğu bugün küresel jeopolitiğin en karmaşık bölgelerinden biridir. Orta Doğu’daki karmaşık ve sürekli değişen durum karşısında Çin, Orta Doğu halklarının kendi kalkınma yollarını bağımsız olarak keşfetmelerini ve Orta Doğu ülkelerinin bölgesel güvenlik sorunlarını ele almak için birlikte çalışmalarını her zaman desteklemiştir. Çin’in adil duruşunun ve ortak kalkınmayı teşvik eden tutumunun, bölgesel etkisini görünmez bir şekilde sürekli olarak artıracağına inanılmaktadır.

İkinci soruya gelince, ilk olarak ABD Orta Doğu’dan tamamen çekilmeyecek, ikinci olarak da Çin onun yerini almayacaktır. İki tarafın Orta Doğu’da farklı avantajları vardır ve aralarında karşılıklı bir ilişki yoktur. Orta Doğu büyük güçler için bir oyun alanı değildir ve Orta Doğu’daki çeşitli ülkelerin etkisi sıfır toplamlı bir oyun değildir. Çin’in Orta Doğu’da ABD’nin yerini almak gibi bir niyeti yok. Bunun yerine Çin, Orta Doğu ülkeleriyle dayanışma içinde çalışmayı ve tüm insanlık için ortak bir geleceğe sahip bir topluluğu birlikte inşa etmeyi ummaktadır.

Çin’in Orta Doğu’da ABD’den farklı olarak ne tür hedefleri, ilkeleri ve çıkarları var?

Çin’in politikaları daha adil ve tarafsız hale gelmekte, herhangi bir müttefiki kayırmaktan kaçınmaktadır. Tüm ülkelerle normal ilişkilerini sürdürerek dengeli bir bağlantısızlık politikası izlemektedir.

Çin kışkırtıcı olmak yerine arabulucu olmayı tercih ediyor. Hiçbir bölgesel krize önemli ölçüde müdahale etmemiştir.

Çin, bölge ülkelerinin büyük güçler arasında bir denge sağlamak ve özerkliklerini artırmak istediklerinin farkındadır. Hiçbir ülkeyi taraf seçmeye zorlamamaktadır.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

Venezuela’da devlet başkanlığı seçimleri ve göç sorunu

Yayınlanma

Venezuelalı siyaset bilimci Micaela Ovelar, Pedro Gual Yüksek Diplomatik Çalışmalar Enstitüsü müdürü ve Venezuelalı Göçmenlerin Kapsamlı Bakımından Sorumlu Devlet Bakan Yardımcısı Pedro Sassone ile mülakat gerçekleştirdi.

28 Temmuz 2024’te Venezuela’da, ülke halkının desteğiyle Hugo Chavez’in Bolivarcı Devrimi kurmayı başarmasından bu yana en önemli başkanlık seçimleri yapılacak. Pek çok analist, bunun ‘Venezuela’nın istikbali ve milli, bölgesel ve uluslararası istikrar için belirleyici bir seçim yarışması’ olduğunu düşünüyor.

Seçilme şansı en yüksek olan iki aday, mevcut başkan Nicolás Maduro ile son anda siyasi seçimlere katılma hakkı bulunmayan muhalefet lideri María Corina Machado’nun yerine gelen ve ABD’nin çıkarlarını gözeten Edmundo Gonzalez.

Venezuelalı ünlü sosyolog ve diplomat Pedro Sassone, Harici’nin sorularını yanıtladı. Sassone, diğer sorumluluklarının yanı sıra Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nin Ekvador’daki Misyon Şefi Konsolosluğu ve Güney Ülkeleri Birliği (UNASUR) Genel Sekreterliği’nde Venezuela Temsilcisi olarak görev yaptı.

Halihazırda, Pedro Gual Yüksek Diplomatik Çalışmalar Enstitüsü’nü yönetmenin yanı sıra, ülkesinin Dış İlişkilerden Sorumlu Halk Gücü Bakanlığı’nda Venezuelalı Göçmenlerin Kapsamlı Bakımından Sorumlu Devlet Bakan Yardımcısı olarak görev yapıyor.

Bu 28 Temmuz 2024’te Venezuela’da neler olacak?

Venezuela’da son derece güzel ve umut verici şeyler oluyor. Yani güçlü ve gelişen bir demokrasi ve ABD ve Avrupa’nın yaptırımlarına rağmen istikrara kavuşan bir ekonomi görüyoruz. Birkaç hafta önce Venezuela halkı, ülkenin en yüksek seçim otoritesi olan Ulusal Seçim Konseyi (USK) tarafından düzenlenen ve Venezuelalıların bu yıl (28 Temmuz’da) oy kullanma konusundaki potansiyel istekliliklerini ifade etmek üzere kitlesel olarak katıldığı bir genel seçim simülasyonu gerçekleştirdi. Dolayısıyla Venezuela için yeni bir demokratik parti olacak olan bu seçim pazar günü halkın ifadesinde somutlaşacaktır.

Oy kullanma hakkı ya da oy verme uygulaması Venezuela halkı ve vatandaşları açısından gerçek bir yurttaşlık geleneğidir. Halkımız oy kullanmayı sever ve tıpkı zorunlu olmadığı için binlerce insanın gönüllü olarak katıldığı tatbikat sırasında bunu ifade ettikleri gibi, bu pazar, 28 Temmuz’da da Venezuela toplumunun siyasi tercihinin adayına oy vermek için kitlesel olarak dışarı çıkmasını bekleyebiliriz. Bizim adayımız, siyasi, iktisadi ve sosyal istikrarı garanti eden tek aday olan Devlet Başkanı Nicolás Maduro’dur.

Bu birkaç şeyi yansıtıyor. Birincisi, bugün Venezuela’da yaşanan demokratik, katılımcı ruhu ve barışı; ikincisi ise, kentine sadık kalarak tüm engellerle yüzleşmeyi ve bunların üstesinden gelmeyi bilen Başkan Maduro’nun yönetimine duyulan güveni ve takdiri yansıtıyor.

Venezuela bugün iç, siyasi ve sosyal açıdan istikrarlı mı?

Evet, yaklaşık iki ya da üç yıldır ülke, ABD’nin haksız bir şekilde ‘yaptırımlar’ olarak adlandırılan tek taraflı zorlayıcı tedbirleri bize dayatmasından bu yana görülmemiş bir barış ve huzur yaşadı. Ardından Kovid-19 salgını geldi, ancak Bolivarcı hükümet, yavaş yavaş ekonomik ablukanın üstesinden gelmeyi başardı, öyle ki Venezuela ekonomisi bugün istikrarlı ve yıldan yıla giderek iyileşiyor. Venezuela’ya yönelik saldırılar bir saniye bile durmamasına rağmen bunu yineliyorum.

Bu nedenle, ülkemizdeki seçim sürecinin mükemmel bir şekilde gelişmesi ve 28 Temmuz Pazar günü yapılacak başkanlık seçimlerine gölge düşürecek herhangi bir şiddet eyleminin yaşanmaması en büyük dileğimizdir. Dinamiklerin Venezuela halkının alışık olduğu gibi olmasını bekliyoruz. Yani oy kullanmak bir görev ve yurttaşlık bilincinin ifadesidir, oy kullanmak Bolivarcı Devrimin ve Venezuela’nın yaşadığı demokratik ruh ve barışın kurumudur.

Emperyalist kasırganın hedefinde olduğumuz için, başta Venezuela petrolü olmak üzere tabii kaynaklarımızın kullanımına ilişkin egemenlik hakkımızı savunduğumuz için karşı karşıya olduğumuz tehlike ve tehditlerin farkındayız. Ülkemiz dünyanın en büyük petrol rezervine sahip olmaya devam ediyor, Venezuela’nın maruz kaldığı saldırıların, ablukaların ve her türlü baskının arkasında ne yazık ki kaynaklarımızın yabancı güçler tarafından kontrol edilmesi yatıyor, yatıyor ve yatacak. Buna rağmen ilerlemeye devam ediyoruz.

Bize Venezuela yönetiminin yeni oluşturduğu ve yardımcılığını üstlendiğiniz  bakanlıktan bahseder misiniz?

Bu, Venezuela Dışişleri Bakanlığı’nın yeni bir bakan yardımcılığı. Göçmenlik konusu hükümetimizde bir Devlet politikası olarak ele alınmaktadır, bu çerçevede Devlet Başkanı Nicolás Maduro’nun Vatana Dönüş Büyük Misyonu (GMVP) olarak adlandırdığı bir sosyal misyondur (kamu politikaları dediğimiz şey). Bu, Venezulea’nın şu anda sahip olduğu tek uluslararası misyon olduğunu söyleyebileceğimiz bir sosyal misyondur (veya devletin kamu politikasıdır).

Büyük Anavatana Dönüş Misyonu (GMVP), Venezuelalı göçmenlerin sosyal koruma ve hakları için dört köşeye sahip: 1. Hukuki yardım ve kimlik garantisi; 2. Eğitim, Kültür ve Spor Alanlarında Kapsamlı Bakım; 3. Geri Dönüş için Kapsamlı Sosyoekonomik Koruma ve 4. İletişim ve Lojistik Planı.

İlk tepe noktası, göçmenlere ‘bulundukları ülkelerde maruz kaldıkları suistimallere karşı’ destek sağlayacak, böylece ‘en iyi avukatlar, en iyi hukuk firmaları, insanlarımız için emek suistimalleriyle başa çıkmak için işe alınacak… Ayrıca pasaportlarının onlara ulaşmasını da sağlayacak’.

Her bir ülkede, her bir misyonda, temelde Venezuelalıların en çok akın ettiği yerlerde, hukuki ilgi için konsolosluklarımızı konuşlandıracağız, güçlendireceğiz. Neden mi? Zira hukuk ihlalleri var, yabancı düşmanlığı var, iş hukuku açısından ihlaller söz konusu.

İkinci tepe noktası ise ‘eğitim, kültür ve spor konularında gereken ilgiyi göstererek, diğer şeylerin yanı sıra, lise, üniversite ve teknik okullardaki eğitimlerini tamamlamalarına olanak sağlamanın yanı sıra -Viva Venezuela Mi Patria Querida Büyük Misyonu aracılığıyla- farklı sanatsal tezahürlerde niteliklerini geliştirmelerini kolaylaştıracaktır.

Şimdi genişleteceğimiz ilk pilot planı halihazırda test ettik. Programın adı ‘Bakaloryanı Tamamla’, böylece dünyanın dört bir yanındaki genç Venezuelalılar kurumlarımızda eğitim görebilecekler. Bu öneri, biri lise diğeri ticaret olmak üzere iki sertifikaya sahip olacak bir derece olması ve bu ticaret sertifikasının Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından tanınması gibi bir özelliğe sahip.

Üçüncü tepe noktası sadece Venezuela’ya geri dönüşü garanti altına almakla kalmayacak, aynı zamanda ‘sosyoekonomik koruma sağlamanın yanı sıra, anavatana geldiklerinde girişimcilik ve küçük yatırım projeleri’ başlatacaktır.

Son olarak, dördüncü tepe noktası ‘göçmenlerimiz hakkında gerçeği anlatmayı, Venezuela hakkında gerçeği anlatmayı ve geri dönmek isteyen binlerce göçmene aşamalı ama sürdürülebilir bir şekilde destek sağlamak için lojistik plan yapmayı’ amaçlıyor.

Tüm bunlar Venezuela devletinin sosyal koruma politikasının uluslararası düzeyde bir izdüşümü. Bolivarcı hükümetin sosyal politikası, geri dönmeniz için hizmetinizdedir.

Yurt dışında bulunan Venezuelalıların geri dönme zamanının geldiğine inanıyorum, zira geri dönmek onların hakkıdır ve ülkenin onlara ihtiyacı vardır. Venezuela, uluslararası örgütlere geri dönüşün bir hak olduğunu ve hükümetimizin güvenli geri dönüş için gerekli koşulları sağlayacağını söylemişti.

Yurt dışındaki Venezuelalı göçmenlerin sayısı hakkında çok şey söylendi. Resmi bir rakam var mı?

Resmi rakamlardan bahsetmek spekülasyon olur, çünkü böyle bir rakam yok. Rakamlar yok çünkü hiç kimse hacimleri tam olarak bilmiyor. Ve bunlar, terimin de ifade ettiği üzere, ‘insan hareketliliğindeki’ insanlar, yani buradalar, Kolombiya’dalar, Peru’dalar, Ekvador’dalar. Yani sorun sayı değil. Peki rakamlara ne oldu? Diğerlerinin yanı sıra ABD hükümeti ve uluslararası kuruluşlar tarafından manipülasyon unsuru oldular.

Açıkça söylemek istediğim şey, Venezuela’dan göçün araçsallaştırıldığı ve Venezuela hükümetine saldırmak için siyasi bir faktör olarak kullanıldığı. Dolayısıyla rakamlar, her bir ülkedeki Venezuelalılara verilen sözde destek için harcanan parayı meşrulaştırmaya dönük spekülasyonlar.

Nihayetinde bu siyasi nitelikte bir araç, bu nedenle rakamlardan bahsedemeyiz, süreçlerden bahsedebiliriz. Evet, tarihimizdeki en büyük ve önemli Venezuelalı göç akını süreci yaşandı. Venezuela devleti, bunu bu şekilde tanımladı ve Devlet Başkanımız Nicolás Maduro da Venezuelalı Göçmenlerin Kapsamlı Bakımı misyonunu tanımlarken buna hak ettiği önemi ve düzeyi verdi.

Bu, yurt dışındaki Venezuelalıların bakımını üstlenen tüm sosyal, kültürel ve sağlık yapısıdır ve aynı zamanda hükümetimizin Venezuela Dışişlerine, büyükelçiliklerimize ve konsolosluklarımıza sağladığı tüm destek de önemli. Meksika’dan geliyorum, tüm dışişleri teşkilatımız barışa dönüşün korunması ve desteklenmesi için koordinasyon sağlıyor.

Peki 28 Temmuz’da yapılacak başkanlık seçimlerine aktif olarak katılmak üzere kaç Venezuelalının ülkeye gideceğine ya da geri döneceğine dair bir tahmininiz var mı?

Hayır, bu konuda bir hesabımız yok, zira bu herkesin kendi iradesine ve ülkeye dönme hakkına bağlı. Ve kaç Venezuelalının bu seçimlerde oy kullanmak üzere geri döndüğünü bilmek için elimizde herhangi bir rakam yok. Buna ek olarak Venezuelalılar, Venezuela konsolosluklarının her birinde, yasal olarak ikamet ettikleri ülkede ve Venezuela yasaları tarafından belirlenen şartlara uyarak oy kullanma imkanına sahip olacaklar. Her bir konsolosluk bunu usulüne uygun olarak bildirdi.

Bu seçim sürecinin sonunda Venezuela açısından ne bekleyebiliriz?

Her bir devlet başkanı adayının kendi siyasi seçeneğinin tanıtımını barışçıl bir şekilde sonlandırmasını, Venezuela halkına karşı samimiyet ve sorumlulukla konuşmasını ve sonuçların tüm adaylar tarafından kabul edilmesini umuyoruz. Bizim açımızdan, Devlet Başkanı Nicolás Maduro’nun adaylığıyla ilgili olarak, açık bir diyalog olduğunu, halkla diyaloğun devam ettiğini, 2024-2030 için iktisadi ve sosyal kalkınma rehberimiz olan yedi ana dönüşüm hattı açısından projelendirildiğini biliyoruz. Yani, ekonomik bir önerimiz var, rakamlar var, zira bu yılı yüzde 4’lük bir GSYİH büyümesi ile kapatıyoruz.

Enflasyonu kontrol altına aldık, yatırımlar iktisadi bir savaşın ortasında geliyor. Uluslararası topluma, ülkemize yönelik tek taraflı zorlayıcı tedbirlerin askıya alınmadığını, 930 tek taraflı zorlayıcı tedbir olduğunu söylemek istiyorum. Venezuela, Uluslararası Kamu Hukuku ve İnsan Haklarını ihlal eden bu yasadışı zorlayıcı tedbirlerle siyasi açıdan boğulmaya devam ediyor.

Fakat Venezuela ekonomisi tüm bunlara rağmen toparlanıyor ve Venezuelalıların refahını pekiştirmek ve temel felsefe olan ekonomik refah ve sosyal refahı sağlamak açısından umut var, ayrıca Nicolás Maduro’nun yeniden seçileceğine dair umudumuz ve inancımız tam.

Ayrılan ve geri dönmeye hevesli olan Venezuelalılara, işte ülkesi, işte onu bekleyen bir hükümet demeliyiz. İşte onlar için politika tasarlayan bir hükümet. Ülke bekliyor.

Aileniz sizi bekliyor. İnsanın vatanından daha önemli, daha yüce bir şey yoktur, zira vatan anneniz gibidir, size sağlamlık veren, size kimlik veren şeydir. Sizinki gibi bir ülke yok ve ülkenizle yeniden birleşmek de bir haktır. Venezuelalıların geri dönüşünün, ülkeyi güçlendirmenin ve Bolivarcı Devrime olan demokratik bağlılığı yeniden teyit etmenin, Nicolás Maduro’yu bu 28 Temmuz’da Venezuela kültürünün özellikleri olan barış ve neşe içinde yeniden seçmenin zamanı geldi.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

BAE-Türkiye Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması ne aşamada?

Yayınlanma

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Ekonomi Bakanlığı Uluslararası Ticaret İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı Juma Mohammed Al Kait, BAE-Türkiye arasındaki ekonomik-ticari ilişkilere ve potansiyel işbirliği alanlarına dair sorularımızı yanıtladı.

Juma Al Kait ayrıca BAE Ticaret Başmüzakerecisi olarak görev yapmaktadır. Son 20 yılda Hindistan, İsrail, Endonezya, Gürcistan, Türkiye ve Kamboçya ile müzakere edilen Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşmaları da dahil olmak üzere neredeyse tüm önemli ticaret meselelerinde önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca BAE’nin Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) çerçevesindeki ticaret müzakerelerine katılımına liderlik etmektedir.

Geçen yıl normalleşme sürecinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında Türk heyeti tarafından BAE’ye önemli bir ziyaret gerçekleştirildi. O toplantıda başta savunma sanayii yatırımları olmak üzere Türkiye’ye yatırım konusunda birçok söz verildi. BAE’nin Türkiye ile yatırımlar ve uluslararası ticaret konusundaki son durumu ve kapasite artırma vaatleri ne durumda?

Öncelikle Türkiye’de olmak ve TPS-OIC Ticari Müzakere Komitesi 3. Bakanlar Toplantısı’na katılmak çok memnuniyet verici. Yaptığı tüm düzenlemeler için Türk hükümetine teşekkür etmek istiyorum. Türkiye’nin de üyeler arasındaki ticareti ileriye taşıyacak plan ve öneriler ortaya koyduğunu görmek güzel. Mal ticaretinin yanı sıra yatırım ve hizmetlerin kolaylaştırılmasıyla ilgili masaya konan ve tartışılan pek çok olumlu öneri var. BAE açısından bakıldığında, BAE ile Türkiye arasında çok iyi bir ekonomik ticaret ilişkisinin tadını çıkarıyoruz. BAE ile Türkiye arasında Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması’nı imzaladığımızı ve bu anlaşmanın yürürlüğe girdiğini görmekten gurur duyuyorum. Her iki ekonomiye de faydası var. Özellikle bu anlaşmanın imzalanmasının ardından BAE ile Türkiye arasındaki ticaret akışının arttığını fark ettik. Bahsettiğiniz gibi son dönemde iki ülke arasında çok sayıda üst düzey ziyaret gerçekleşti. Liderlerin son ziyaretleri, birçok farklı sektörde çok sayıda mutabakat zaptı (MoU) ve anlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlandı. İlişkinin böyle olması gerektiğini düşünüyoruz. Her zaman yeni işbirliği alanlarına bakmanın yolları vardır. Bu MoU’lar sadece özel sektörümüzü olağan iş yapma biçimine bakmaya yöneltmeyecek, aynı zamanda genellikle ilgilenmediğimiz diğer alanlardaki yeni fırsatları da keşfedecek.

Sizin için yeni alanlar neler?

Yeni alanlar derken, teknolojinin sanayi sektörleri de dahil olmak üzere birçok farklı sektöre girmesi ve içindeki teknoloji unsuru, finansal hizmetler, inşaat, tarım teknolojisi ve daha birçok alanda ortaya çıkması gibi ekonomideki yeni gelişmeleri kastediyorum. Her iki taraf da birbirini tamamlayabilir. Türkiye’de bazı şirketlere yatırım yapan ve Türkiye’den BAE’ye yatırım çekmeye çalışan BAE, yatırım ekosistemini geliştirmek için çeşitli teşvikler sağladı. BAE altyapı ve bağlantı alanındaki gelişimini genişletirken birçok fırsat var. Bu, Türk şirketlerinin bundan faydalanması ve BAE’de faaliyet göstermesi için iyi bir fırsatı temsil ediyor. Bunu Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması’nda da belirledik. Türk şirketleri ve BAE şirketleri bu anlaşma aracılığıyla avantajlı muameleden yararlanacak ve bu avantajlı düzenleme başkalarına uygulanmayacaktır. Aramızda ticaret, yatırım ve hizmet tedarikçileri konusunda daha iyi muamele görüyoruz.

BAE’ye hangi spesifik sektörler veya şirketler geliyor?

Bahsettiğim gibi, öncelikle inşaat, gıda işleme, profesyonel hizmetler gibi hizmet sağlayıcılar ve konaklama, oteller, restoranlar ve finansal hizmetler gibi diğer alanlar. Özel sektörümüzün iş yapması için uygun bir yasal çerçeve oluşturmayı başardık. Bu daha fazla kullanılmalıdır. İş dünyamızı bu anlaşmanın yararları konusunda bilinçlendirmek hükümet olarak bizim görevimizdir. Artık her iki tarafın ihracatçıları da birçok sektörde gümrük vergisi olmadan ürün ihraç edebiliyor.

Her iki ülke de gümrüksüz ihracat yapabilir mi?

Evet, anlaşmanın hüküm ve koşullarına göre.

Belirli sektörlerle sınırlı mı?

Çoğu sektörü kapsıyor. Ek olarak, yenilenebilir enerji, sürdürülebilir kalkınma ve yeni ekonomiyle ilgili diğer alanlar gibi her iki taraf için de önemli olan alanlarda daha fazla işbirliği için bir başlangıç noktası olarak kabul edilen, daha önce imzalanan mutabakat anlaşmaları da mevcut. Bu Mutabakat Zaptı ve her iki taraf arasında imzalanan Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması aracılığıyla bu alanlarda daha fazla işbirliği yapabilir, ticaret ve yatırımın arttığını görebiliriz.

Sanırım geçen yıl bu Mutabakat Zaptı’nın toplamı neredeyse 50 milyar dolardı. Şu ana kadar bunun hangi kısmı uygulandı veya bir girişim var mı?

Her iki taraf da bu anlaşmalardan bazılarını uygulamaya çalışıyor. Halihazırda başlatılan ve uygulanan çok sayıda Mutabakat Anlaşması var. İşler yolunda gidiyor ve ilerleme için özel bir izleme süreci var. Her şeyin bu Mutabakat Zaptı’na ve liderlerimizin vizyonuna göre sorunsuz ilerlemesini sağlamak istiyoruz.

Neredeyse bir yıl oldu değil mi?

Evet. Bu Mutabakat Zaptı’nda pek çok farklı sektör vardı. BAE’nin gelip Türk özel savunma sektörüne yatırım yapması Türkiye’de çok konuşuldu. Daha önce de açıkladığım gibi her alanda yatırım daha da kolaylaşacak. Her iki taraftaki yatırımcılar daha iyi iletişim kurabilecek ve anlaşmaları daha verimli bir şekilde imzalayabilecek. Her iki taraf arasında yakın gelecekte yapılabilecek birçok şey var. Bir hükümet temsilcisi olarak her iki özel sektörü de daha fazla çalışmaya ve yeni fırsatları keşfetmeye teşvik etmek benim için önemli. BAE’nin ayrıca dünya çapında birçok ülkeyle imzaladığı anlaşmalar Türk yatırımcılar için altın bir fırsat teşkil ediyor. BAE pazarlarında faaliyet gösterdikten sonra, ticari anlaşmalar imzaladığımız diğer pazarlarda da işlerini genişletebilirler. BAE’nin bu anlaşmaları imzalama konusunda neler yaptığının farkında olduğunuza eminim. Afrika, Latin Amerika ve Asya’da birçok ülkeyle anlaşma imzaladık. Türk şirketleri BAE pazarında faaliyet gösterdiklerinde bundan faydalanacak. BAE’deki gelişmiş altyapı, Türk ürünlerinin diğer pazarlara daha iyi taşınmasına yardımcı olacak. Türk sanayisinin BAE üzerinden uluslararası alanda genişlemesine destek olacak bir platform.

Normalleşme sonrasında Katar’la ticari ilişkileriniz iyi mi? Katar’la pozisyonunuz nedir?

Ekonomik açıdan bakıldığında herkesle her zamanki gibi iş yapıyoruz. Katar dahil tüm Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkeleriyle çok iyi ticari ilişkilerimiz var. İkili ticaretimizde artışa tanık olduk. Körfez İşbirliği Konseyi üyeleri arasındaki iç ticareti geliştirmeye yönelik Körfez İşbirliği Konseyi düzeyinde de çabalar var. Bildiğiniz gibi gümrük birliğimiz var, ekonomik anlaşmalarımız var ve son dönemde liderlerimiz arasında yapılan ziyaretler ekonomik gündemimize olumlu katkı sağladı. Yakın zamanda Doha’ya gittik, Körfez İşbirliği Konseyi ticaret bakanları toplantılarından bazılarına ev sahipliği yaptık ve çok iyi sonuçlar elde ettik. Yani işler çok iyi gidiyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English