Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

Batı’nın Yeşil Mutabakatı mı yoksa Çin’in Ekolojik Uygarlığı mı?

Yayınlanma

İster G20 buluşmaları, ister Birleşmiş Milletler (BM) oturumları, isterse de şimdi Davos’ta olduğu gibi Dünya Ekonomik Forumu olsun, son yılların öne çıkan en önemli uluslararası gündem maddelerinden bir tanesi iklim değişikliği ve çevre konuları. Bu alanda dünya çapında tanınan ve görevler üstlenmiş Erik Solheim’a sorularımızı yönelttik. 2005-2012 yılları arasında Norveç’te Bakanlık yapmış olan Solheim, 2016-2018 yılları arasında da Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) Direktörlüğü görevini üstleniyor. Şu anda Yeşil Kuşak Yol Enstitüsü’nün Başkanlığını yapan Erik Solheim, Çin ve Hindistan’ı da iyi bilen bir isim. Dolayısıyla hem Batılı ülkeleri hem de Asya coğrafyasını yakından tanıyan bir uzman olması, Erik Solheim’ın ayırt edici özelliği.

‘Ekonomi ve ekoloji arasında seçim yapmak zorunda değiliz’

Bay Solheim, zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. İlk sorumuzla başlayabiliriz. Batı ülkelerinde sıkça dile getirilen Yeşil Mutabakatı genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Batılı ülkelerin bu anlaşmayı tüm insanlığın yararına olacak şekilde uygulama potansiyeline sahip olduğunu düşünüyor musunuz?

Evet kesinlikle. Çok iyimserim ve bu, dünyada tam bir paradigma değişikliği içinde olduğumuza inanmamdan kaynaklanıyor. 20. yüzyılda bu hedefler sadece kalkınmayla ilgiliydi. Hemen hemen her ülkedeki insanlara kalkınmayı mı yoksa Toprak Ana’yı önemsemeyi mi istediklerini sorsanız, kalkınmayı tercih ederlerdi. Yakın zamana kadar hala bir seçenek vardı, çünkü kömür, petrol veya gaz kullanmıyorsanız, hızlı kalkınmanın bir yolu yoktu. Sanayi Devrimi, İngiltere’de başladı ve ardından ABD’ye, Almanya’ya, Japonya’ya, Kore’ye, Türkiye’ye, Çin’e ve her ülkeye sirayet etti. Yani, herkes kalkınmasını fosil yakıtlar üzerinden gerçekleştirdi. Ama şimdi 21. yüzyılda güneş enerjisi ve rüzgar enerjisi dünyanın her yerinde kömürden daha ucuz. Böylece iş kaybı olmadan yeşil teknolojilere ve yeşil ve temiz bir geleceğe hızlıca geçebiliriz, daha fazla iş imkanı yaratabilir ve refah içinde olabiliriz. Ekonomi ve ekoloji arasında seçim yapmak zorunda değiliz, ikisini de mümkün kılabiliriz. Bu durum, beni bu konuda çok iyimser yapıyor. 21. yüzyılda yeni bir yeşil kalkınmanın yolunu bulacağız.

‘Ukrayna savaşı yenilenebilir enerji devrimini güçlendirecek’

Sizce Ukrayna krizinin yeşil enerjiye geçiş üzerindeki etkisi nedir? Çünkü artık diğer Avrupa ülkelerinin de LNG (sıvılaştırılmış doğal gaz) gibi başka yol haritaları ve planları olduğunu görüyoruz.

Kısa vadede bu konuda biraz geri gidiş olabileceği husunda haklısınız ama uzun vadede, ne kadar korkunç olursa olsun, Ukrayna savaşı yenilenebilir enerji devrimini güçlendirecek. Neden? Avrupa, Rusya’dan gelen fosil yakıtlara bağımlı olmak istemiyor. Bunu Avrupa nasıl yapabilir? Bunu, ancak kalkınmamızı Avrupa kaynaklarına dayandırarak yapabiliriz. Güneş Avrupa kaynağı, rüzgar Avrupa kaynağı, hidroelektrik veya yeşil hidrojen, bunların hepsi Avrupa kaynakları. Dolayısıyla, enerjiye bağımlı olmamak için, Avrupa tamamen yerli kaynaklara yönelmek isteyecektir ve bunların tümü yeşil enerji kaynaklarıdır. Bu arada, Hindistan Çin, Orta Afrika veya Latin Amerika ülkeleri gibi ülkeler, Rusya’yı boykot etmiyorlar, fakat yine de petrol ve gaz piyasasındaki muazzam dalgalanmalar ve hızla yükselen petrol fiyatlarıyla ilgili büyük bir sorunları var. Örneğin Hindistan’a bakın. Petrol ve gazlarının yüzde 100’ünü ithal ediyorlar. Petrol ve doğalgazı güneş enerjisiyle değiştirebilirlerse, ithalata harcadıkları parayı azaltabilirler ve devlet bütçesinde daha çok para biriktirebilirler, bu da eğitimde çok daha iyi kullanılabilir. Bu nedenle, Hindistan’ın kalkınmasını petrol ve gaz ithali yerine güneş ve rüzgara dayandırması tam bir kazançtır. Yani evet, Avrupa Rusya’ya bağımlı olmak istemiyor ve dünyanın geri kalanı da dalgalı petrol ve gaz piyasasına bağımlı olmak istemiyor, dolayısıyla yenilenebilir enerji devriminde çok daha fazla gaza basılacağını göreceğiz.

‘Dünyayı diplomasi değil, ekonomi politik kurtaracak’

Geçmişte, hatta yakın zamanda da, BM iklim zirveleri somut sonuçlar vermemekle ve somut sonuçlara varamamakla eleştirildi. Peki, bu bağlamda son COP 27’yi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu zirvede bir Kayıp ve Hasar Fonu kurulmasına karar verildi. Sizce bu gerçekçi ve uygulanabilir mi?

Bence diplomasiye odaklanmak yanlış. Dünyayı kurtaracak olan diplomasi değil, politik ekonomistler ve dünyanın önde gelen siyasi liderlerinin ve büyük şirketlerinin aldığı kararlardır. İlerlemeyi orada görüyorum. Önceki yıl Glasgow’da, büyük bir tartışma çıktı, hatta bazı Avrupalı müzakereciler işleri istedikleri gibi yapmadıkları için televizyonda feryat ediyorlardı. Tartıştıkları, çağrıyla yüzleşecekler mi yoksa çağrıyı tersine mi çevireceklerdi. Bu sadece anlamda küçük bir farklılıktı ve iklim tartışmaları dışında bir anlamı yoktu ama insanlar sanki bu büyük bir yenilgiymiş gibi hala feryat ediyorlardı. Gerçek şu ki, diplomatik çevrelerin dışındaki dünya üzerinde etkisi vardı. Geçen yıl, Şarm El-Şeyh’te gelişmekte olan dünya ilkesel bir zafer kazandı. Kuzey Amerika ve Avrupa ilk kez gelişmekte olan ülkelere verilen zararda tarihsel bir sorumluluğa sahip olduklarını kabul ettiler. Örneğin, bu yıl Pakistan’da meydana gelen büyük sellerden ve Doğu Afrika’yı vuran kuraklıklardan kısmen sorumlu olduğumuzu ve bunların tazminatını ödememiz gerektiğini kabul ettik. Dolayısıyla bu, Asya, Afrika ve Latin Amerika için ilkesel bir zaferdir. Fakat gerçek şu ki, bu ciddi zafer neredeyse hiç paraya dönüşmeyecek. Kalkınma için ihtiyaç duyulan daha büyük paralar, küresel fonlarda değil, hala özel yatırımlarda ve karbon piyasasındadır. Ve bu paralar, ayrıca çok bürokratik ve yavaş olma eğilimindedir, Afrika’ya, Hindistan’a veya Latin Amerika’ya pek yardımcı olmaz. Dolayısıyla, gelişmekte olan ülkeler ve en büyük iki gelişmekte olan ülke olan Çin ve Hindistan, neredeyse tamamen yeşil büyüme için yerel koşulları nasıl yaratabileceklerine odaklanıyorlar ve başarılı olacaklar. Bunun yerine iklim müzakerelerine ve bu küresel fon kuruluşlarına odaklanırsanız, sınırlı bir ilerleme göreceksiniz. Öyleyse odağı değiştirelim ve diplomasiyle bu kadar ilgilenmeyelim ve ekonomi politiği daha çok önemseyelim.

Yeşil dönüşümde 3 unsur: Vatandaşlar, hükümetler ve şirketler

Bu konuda dev şirketlerin rolleri de çok tartışılıyor. Peki, sizce dünyanın geleceği kimin elinde, hükümetlerin mi, yoksa şirketlerin mi?

Açıkçası ikisine de ihtiyacımız var. İlerleme görmek istediğinizde üç güce ihtiyacınız vardır. Birincisi, vatandaşlar; çünkü onlar olmadan şirketlerden ve siyasi liderlerden değişiklik talep eden kimse yok. Piyasaları düzenlemek ve vizyonu belirlemek için hükümetlere ihtiyacınız var. Ancak, gerçekten ihtiyaç duyduğumuz ölçekteki değişim, teknolojideki değişiklik, yalnızca şirketlerden gelebilir. İyi haber şu ki, bugün dünyanın çoğu yerinde iş dünyası siyasi liderlerin çok önünde. Şirketler, şu anda siyasetten çok daha çevreciler. Birkaç örnek var. Avrupa’nın mobilya devi Ikea’nın geri dönüştürülebilir ekonomi söz konusu olduğunda, Avrupa’daki tüm hükümetlerin çok ilerisinde olmasıdır. Danimarkalı Orsted şirketi, yüzde 100 petrol şirketi iken, dünyanın en büyük rüzgar enerjisi üreticilerinden biri haline geldi ve yine herhangi bir hükümetin çok ilerisinde. ABD’de Microsoft, hiçbir hükümet böyle bir şey yapmazken, şirket tarihinin tüm emisyonlarını telafi etme sözü verdi. Ve son olarak Endonezya’da, hükümetin başarılı politikaları ve aynı zamanda ülkedeki kağıt hamuru ve hurma yağı devlerinin değişmeleri gerektiğini anlamaları sayesinde ormansızlaşma yavaşladı. En büyük kağıt hamuru şirketlerinden biri olan Royal Golden Eagle’ın ormansızlaşma değeri değişikliği sıfırdır ve hatta Endonezya’daki yağmur ormanlarının önemli bir koruyucusudur. İtfaiye ve helikopterlerine sahip oldukları için, bu yağmur ormanlarını korumakta bazen hükümetlerden daha iyisini yapabiliyorlar. Bu nedenle, elbette dünyayı yok eden bazı şirketler bulsanız da, genel olarak şirketler kamu yararına çalışan güçlerdir ve şirketler, yeşil enerjiye geçişin önemini idrak etmeye geldiğinde, hükümetlerin ve tüm siyasi liderlerinin önündedir.

Bilgi teknolojileri ve yenilenebilir enerji devrimi birleştirilmeli

Diğer bir konu ise sözde IV. Sanayi Devrimi. Bu devrimin, çevre dostu teknolojiler tarafından yönlendirilen bir ekonomi yaratma potansiyeli sunduğu söyleniyor. İstihdam olanakları gibi açılardan bu potansiyelin gerçeğe dönüşme ihtimalini nasıl görüyorsunuz? Peki, çevresel sürdürülebilirlik, sosyal ve ekonomik sürdürülebilirlikle nasıl bir arada var olabilir?

IV. Sanayi Devrimi, bilgi teknolojisinde, biyoteknolojide ve enerji piyasasında yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişi sağlayan mutlak bir devrim yarattı. Bu, küresel endüstrilerde, Birleşik Krallık’taki I. Sanayi Devrimi ve ABD’de demiryollarının gelişimiyle yaşanan II. Sanayi Devrimi ve internetle sağlanan III. Sanayi Devrimi’yle aynı büyüklükte bir değişimdir. Bu, dünya için muazzam bir şekilde dönüştürücü bir değişimdir. Elbette burada sorunlar var. Bunun daha fazla mı yoksa daha az mı istihdam yaratacağını bilmiyoruz ve bu kritik bir konu. Bilişim Devrimi, internetteki nefret suçları gibi olumsuzluklar için de örnek olarak kullanılabilir. Bu nedenle, piyasayı düzenlemeye ihtiyaç var, fakat genel olarak bu, kamu yararı için çok büyük bir potansiyel güç ve elbette bunları daha fazla bilgi teknolojileriyle birleştirirseniz, enerji verimliliğini çok artırabilir. Örneğin, Çinli Huawei, güneş paneli üretimini yüzde 10-15’e kadar artırmak için yüksek teknoloji donanımını kullanıyor. Aynı şirket, daha az gübre ve daha az böcek ilacı kullanarak, çiftçilerin tarımsal verimini artırmak için droneları da kullanıyor. Böylece daha az zararlı maddeyle daha fazla verim elde ediyorsunuz. Dolayısıyla, bilgi teknolojileri ve yenilenebilir devrimin birleşmesi, dünyayı 21. yüzyılda çok daha yeşil bir hale taşımak için muazzam bir potansiyele sahip. Bu, aynı zamanda Türkiye’nin yenilenebilir endüstrilerde daha fazla istihdam yaratması için büyük bir fırsat. Yıl boyunca Türkiye’de güneş enerjisi potansiyeli çok büyük. Türkiye’nin bazı bölgeleri de çok kurak. Bu yeni teknolojileri dronelarla ağaç dikmek için kullanabilirsiniz. Bunlar yeni teknolojilerin yarattığı devasa fırsatlar.

‘Çin, yeşil teknolojide tamamen hakim pozisyonda’

İklim değişikliğiyle mücadelede Çin’in önemli bir rol oynadığı ve bu konudaki uygulamaları herkesçe biliniyor. Bu konuda bir de ortaya koydukları bir program var. Yeşil Kuşak ve Yol Girişimi neyi önermektedir? Bu arada bazı İngiliz yetkililer tarafından bu projeyi tanımlamak için Yeşil Marshall Planı terimi de kullanıldı.

Gelişmekte olan en büyük iki ülke Çin ve Hindistan’ın aynı tutumu sergilemesini son derece ilginç buluyorum. İklim değişikliğine hem ülkeleri için bir tehdit hem de muazzam bir fırsat gözüyle bakıyorlar. Örneğin, ne Çin’in ne de Hindistan’ın geleneksel bir otomobil endüstrisi var. Bu yüzden, geleceğe doğru bir adım atmaları daha kolay. Tüm elektrikli arabaların yarısı ve hatta neredeyse tamamı Çin’de satılıyor. Elektrikli taşımaya hızlı geçiş de var. Hindistan’da rekor bir sürede elektrikli scooter fabrikası kuran Ola adında bir şirket var ve sloganı ‘Batı için Tesla, geri kalanı için Ola’. Yani, elektrikli araçları Batı’dan bile çok daha ucuza üretebileceklerine inanıyorlar. Hem Çin hem de Hindistan bunu iş, refah ve ekonomik büyüme yaratmak için muazzam bir fırsat olarak görüyor ve Çin, aynı yönde ilerliyor olsa bile Hindistan’ın çok önünde. Çin, tüm yeşil teknolojilerde tamamen hakim pozisyonda. Avrupa ve Kuzey Amerika’da, Çin’le rekabet etmek istiyorsak, sabah erken kalkmamız gerekiyor. Geçen yıl dünyadaki tüm güneş panellerinin yüzde 82’si Çin’de üretildi, tüm elektrikli pillerin yüzde 70’i Çin’de üretildi. Evet, Amerikan arabası alıyorsunuz ama bataryası Çin malı ve batarya arabanın değerinin yüzde 50’sini oluşturuyor. Çin’in dünyanın geri kalanıyla, örneğin İpek Yolu üzerinden, Orta Asya üzerinden Avrupa ve Türkiye’yle ama aynı zamanda Afrika ve Latin Amerika’yla işbirliği yapan kurumu olan Kuşak ve Yol, Çin’den dünyaya yeşil yatırım sağlama konusunda ve aynı zamanda, insandan insana iletişim ve öğrenmeyi geliştirmek için muazzam bir potansiyele sahip. Evet, Çin’in diğer ülkelerden öğrenecek çok şeyi var ama elbette dünyanın geri kalanının da Çin’den öğrenmesi gerekenler giderek daha fazla.

Yeşil ve insan odaklı bir kavram: Ekolojik Uygarlık

Çin’in uygulamalarındaki bir diğer konu da ‘Ekolojik Uygarlık’ fikri. Bu fikri nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeşil Mutabakat’la karşılaştırabilir misiniz? Yeşil Mutabakat ve Çin’in ‘Ekolojik Uygarlık’ önerisi nerede birleşiyor ve ayrılıyor?

Açıkçası, Avrupa veya Kuzey Amerika’daki Yeşil Mutabakat ile Ekolojik Uygarlık fikri hemen hemen aynı şeyler. Ekolojik Uygarlık kavramında sevdiğim şey, bunun olumlu bir kavram olması, çünkü geçmişteki çoğu çevreci hareketler, olumsuzla ve olumsuzluktan kaçınmayla ilgiliydi. Yani temelde, ekonomistler ‘kalkınmak istiyoruz’ dediler ve tüm insanları zenginleştirmeyi ve orta sınıfa geçirmeyi istiyorlardı. O yüzden, çevreye yıkım getirmek zorunda kaldılar. Ve sonra çevre ‘hayır, bu kabul edilemez’ dedi. Ancak şimdi buna, daha fazla iş ve refah getirecek, insanlar için daha iyi sağlık ve geçim kaynakları yaratacak ve başkalarının daha iyi korunmasını sağlayacak ve hepsini aynı anda sağlayacak bir gelecek için olumlu ve coşkulu bir vizyon diyebilirsiniz. Bana göre, ekolojik uygarlığın anlamı budur, ekoloji için herhangi bir sonuç çıkarmadan ilerleyerek, daha bölünmüş bir toplum yaratan eski vizyonun yerine, yeşil ve insan odaklı bir 21. yüzyıl vizyonu koyan bir kavram. Hepimizin benimsemesi gereken olumlu bir vizyon. Batı’da her zaman Çin’de geliştirilen bir kavramı kullanmak konusunda bir isteksizlik var. Ancak iklim müzakerelerinin ilk günlerinde Bolivya, Toprak Ana diye bir slogan ortaya attı. Sonra Batı’daki insanlar bunun çok tehlikeli olduğunu, çünkü Bolivya’nın ideolojilerinden geldiğini ve Bolivya’da kökleri yerli kültürden gelen solcu bir hükümet olduğunu söylediler. Bu yüzden, ‘bu kavramdan kaçınmalıyız’ dediler. Ama Toprak Ana ile İslam ya da Hıristiyan tutumu arasındaki tek fark, Tanrı’nın ya da Allah’ın yarattıklarını korumanız gerektiğiydi. Yani, hiçbir farkı yok. Ve birdenbire Barack Obama, Toprak Ana kavramını kullanmaya başladı ve sonra herkes, ‘her şey yolunda, bu kavramda bir sorun yok’ dedi. Şimdi de aynısı oluyor. Çin’den gelen Ekolojik Uygarlık kavramını benimsemeli ve ortak bir şekilde yaratmalıyız. Çin, Amerika, Avrupa ve Afrika ya da Hindistan, hepimiz ortaklaşa ekolojik bir uygarlık yaratabiliriz. Bu çok olumlu bir kavram.

Söyleşiyi Harici Youtube kanalından izleyebilirsiniz.

SÖYLEŞİ

‘Türkiye’de göçmen sorunu var. Afganistan’da durum daha da kötüleşirse Türkiye için ciddi bir sorun olacak’

Yayınlanma

Afganistan’ın Ankara Büyükelçisi Amir Mohammad Ramin Harici’ye konuştu. Afganistan’daki ekonomik, sosyal durumu, güvenlik sorunlarını ve siyasi sorunları değerlendiren Büyükelçi Ramin, ülkeye “bildirimde bulunmadan gelen” ve sonra da ekonomi, istikrar, güvenlik konusunda herhangi bir taahhütte bulunmadan ülkeyi terk eden ABD’nin rolüne işaret etti.

 Büyükelçi Amir Mohammad Ramin, Afganistan’daki son durum, bölge ülkeleri ile ilişkiler, güvenlik meselesi, tanınma müzakereleri ve yabancı yatırımlarla ilgili sorularımızı yanıtladı.

ABD Afganistan’dan çekildi ama büyük bir ekonomik krizi geride bıraktı ve aynı zamanda açlık, yoksulluk, salgın hastalıklar ve daha birçok sorun devam ediyor. Sizce Afganistan nasıl toparlanacak?

Ne yazık ki, genel kamuoyunun ve Afganistan halkının beklentilerinin aksine, Amerika Birleşik Devletleri, elbette bir BM Güvenlik Konseyi Kararı aracılığıyla da olsa Afganistan’a önceden herhangi bir bildirimde bulunmadan geldi, ancak aynı zamanda Afganistan’ın güvenliği, ekonomik istikrar, gelecekteki istikrar ve kalkınma konusunda herhangi bir taahhütte bulunmadan aniden Afganistan’dan ayrıldı. Afganistan’da ekonomik durum ölü. İnsanlar zor durumda. Bunun nedeni de Ağustos 2021 sonrasında gelişen durum. Yeni fiili otorite tanınmadı. Ve şu anda dünyada Afganistan’la resmi bir ekonomik ilişki yok. Ve bazı açılardan Afganistan yaptırımlar altında kalmaya devam ediyor. Örneğin SWIFT sistemi Afganistan’da çalışmıyor. İşte tüm bu nedenlerden dolayı Afganistan çok zor bir dönemden geçiyor. Buna hiç şüphe yok. Konu genel kamu haklarına, insan haklarına gelince, durum çok vahim. Peki Afganistan’daki durumun iyileşmesi için ne yapılabilir? En iyisi olaya iki açıdan bakmak olacaktır. Birincisi, yerel bakış açısı. Yurt içi perspektiften bakıldığında, fiili otoritelerin açılmaları, halkla etkileşime geçmeleri, kurallara dayalı bir sistem oluşturmaya çalışmaları, bir anayasa oluşturmaya çalışmaları, kuralları, düzenlemeleri ve halkın haklarını tanımlamaya çalışmaları gerektiğini düşünüyorum. Halklara önemli hakları verilmedikçe ve insanların sesi duyulmadıkça Afganistan’daki duruma çözüm bulmak zor olacaktır. İç meşruiyet meselesi çok önemli. Ve bu ancak halkla bu fiili otorite arasında bir tür karşılıklı etkileşim ve anlayışla gerçekleşebilir. İkincisi ise, iç meşruiyet meselesi ele alınınca sıra bölgesel ve uluslararası meşruiyete geliyor. Ve eminim ki, Afganistan’ın iç meşruiyet meselesi ülke içinde gerçekleştiğinde dış meşruiyet de doğal olarak gelecektir. Ancak şu anda Afganistan’daki vahim durum göz önüne alındığında, 35 milyon veya 40 milyon insanı unutmamamız çok önemli, onların insani ihtiyaçlarını da karşılamamız gerekiyor. İşte bu yüzden tüm uluslararası aktörleri Afganistan’daki insanların insani ihtiyaçlarını karşılamaya devam etmeleri için teşvik etmeye devam ediyorum. Bu konuda Türkiye iyi gidiyor. Türkiye’nin şu anda Afganistan’a gönderdiği insani yardımlardan dolayı çok müteşekkirim. Afganistan’da 60’tan fazla kuruluş faaliyet gösteriyor. Çoğu, her ikisi de çok önemli olan insani yardım ve eğitim olmak üzere iki alanla ilgileniyor. Ancak kısa vadede insani yardım, uzun vadede ise eğitim konusu hayati önem taşıyor çünkü eğitim Afganistan için uzun vadeli bir yatırım. Durumun nasıl daha iyiye gidebileceğine ve ilerleyebileceğine dair görüşlerim bunlar.

 ABD, tabiri caizse Afganistan’ın parasına el koydu. Afganistan’ın şu anda bu paraya çok ihtiyacı olduğu aşikâr. Bununla ilgili uluslararası bir girişim olacak mı? Bu olayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Para donmuş halde kalmaya devam ediyor. Ancak benim anladığım kadarıyla paranın insanlara ulaşmasını sağlamanın yolları var. Ve onların ihtiyaçları giderilebilir. Kullanılacak belirli yollar olması gerekir. Ben şahsen bu işin içinde değilim, New York ve Cenevre’deki bazı diplomatik misyonlarımızın bu gelişmeleri takip ettiğini biliyorum. Ama kişisel olarak takip etmiyorum. Ancak benim dileğim, paranın halkın ihtiyaçlarına yönlendirilmesini sağlayacak bir yol bulunursa çok iyi olur. Fakat uzun vadeli ve fiili çözüm Afganistan’daki durumun iyileşmesini sağlamak olacaktır.

Taliban hükümetinin tanınma çabalarından bahsedelim. İran, Rusya, Çin ve Pakistan’ın Afganistan’la iyi ilişkileri var. Ancak Taliban hükümetinin resmi olarak tanınması pek mümkün görünmüyor. Taliban hükümetinin tanınma konusundaki takvimi nedir, bilginiz var mı? Diğer hükümetlerden hangi ipuçlarını alıyorsunuz?

Benim anlayışıma göre tanınma meşruluktur, uluslararası meşruiyettir. Dolayısıyla, ülke içi meşruiyet sorunu çözülmediği sürece -ki bunun 21. yüzyılda hükümetlerin halkın desteğine sahip olmasıyla gerçekleşmesi gerekiyor ve bir hükümetin halkın desteğine sahip olduğunu nasıl belirttiğine dair bazı ilkelerin olması gerekiyor- herhangi bir gösterge olmadan basitçe halkın desteğine sahip olduğunuzu söyleyemezsiniz. Yani bir yol olması gerekiyor.

Afganistan için bu yol nedir?

En iyi şey, iç meşruiyet meselesine ilişkin belli bir dereceye kadar halkın katılımını sağlayacak bir çerçevenin mevcut olduğundan emin olmak olacaktır. Bu sorun çözülmediği sürece uluslararası tanınırlığın yakın zamanda gerçekleşeceğini görmek zor olacak. Aynı zamanda bunun yakın zamanda resmi olarak gerçekleşeceğini de düşünmüyorum. Afganistan halkının hakları, kadın hakları ve kadınların eğitime erişimi, kadınların işgücüne katılımı, kadınların topluma katılımı gibi çok önemli konular ele alınmadıkça bu olmaz. Bana göre, bu konular ele alınmadıkça tanınma meselesine hızlı bir çözüm bulunamaz. Dolayısıyla bunun için bir zaman çizelgemiz yok.

Rusya’nın Taliban hükümetini Kazan’daki İslam zirvesine davet edeceğini duyurması yönündeki girişimini yorumlayabilir misiniz? Bu ne sağlayacak? Rusya’nın amacı nedir ve bu Taliban hükümetine ne getirecek?

Sanırım bu, son birkaç yıldır olan bir şey. Çeşitli etkinliklere katılım oldu, ancak önemli bir şeye ya da büyük bir ilerlemeye yol açmadı. Mesela 2022 yılının mart ayında Taliban heyeti gelip Antalya Diplomasi Forumu’na katıldı. Ama bundan önemli bir şey çıkmadı. Yani Kazan İslam Dünyası Konferansı’na katılım sadece katılımla sınırlı olacaktır. Katılım dışında bir şey getireceğini düşünmüyorum.

Ancak Rusya’nın yapmak istediği şey Taliban’ın yanında bir duruş sergilemek. Bu doğru mu?

Yani benim anladığım kadarıyla Rusya’nın Afganistan konusunda, özellikle de IŞİD konusunda güvenlik kaygıları var, çünkü yakın zamanda Rusya’da bir IŞİD-Horasan saldırısı yaşandı. Yani Rusya için olduğu gibi diğer komşu ülkeler için de geçerli. Rusya komşu ülke olmasa da durumdan etkileniyor. İran ve Pakistan için, durumun daha da zorlaşmamasını veya daha da kötüleşmemesini sağlamak için durumu nasıl yönetebileceklerini görmeleri gerektiğini düşünüyorum. Örneğin Afganistan’da güvenlik durumu kötüleşirse veya daha da kötüye giderse, bu komşu ülkeler ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bölge ülkeleri ilk etkilenenler olacak. İşte bu yüzden mevcut durumun devam ettiğinden emin olmak için bir dereceye kadar iletişimi sürdürüyorlar. Yani mevcut durumun devamı olacak. Bu büyük bir atılım olmayacak.

Afganistan’a yapılan yabancı yatırımlar ne durumda? Çin ve Rusya’nın birçok projesi var. Rusya ile Afganistan arasında bazı Türk şirketlerinin de dahil olduğu bir demiryolu projesi var. Bu projeler hakkında ne biliyoruz? Bizi bu konuda aydınlatabilir misiniz?

 Yani evet, Çinliler yatırım yaptı. İran’ın Afganistan’da bazı yatırımları var. Rusya bazı yatırımlar yaptı. Türk şirketleri Afganistan’da belirli sektörlere yatırım yaptı. Benim anladığım kadarıyla Afganistan’da yatırım yapan yaklaşık 11 farklı şirket var, Türk şirketleri. İnşaat da var, hidroelektrik de, güneş enerjisi de… Yatırım yaptıkları sektörlerden bazıları bunlar. Ruslar ve Çinliler madenlerle ilgileniyor. Petrole de yatırım yaptılar. İranlıların da maden yatırımları var. Ruslar ne yapabileceklerini görmek istiyor. Henüz büyük bir yatırımları yok. 

Rusya’nın büyük yatırımları yok mu?

 Büyük bir yatırımı yok ama şu anda demiryoluna yaptıkları yatırım ilk yatırımlardan biri. İmzalandı. Ve yavaş yavaş inşa etmeye başlayacaklar. Bu, Afganistan’dan İran’a, Batı Afganistan’a, Herat vilayetine kadar uzanan demiryolu bağlantısı olacak. Bu da gelecekte potansiyel olarak Afganistan’ı Türkiye’ye bağlayabilir. Çünkü potansiyel olarak Türkiye’ye kadar gelebilir.

Rusya ile Afganistan’ı nasıl birbirine bağlıyor?

Şu anda diğer kısımların Rusya’ya bağlanmasına başlanmış değil. Çünkü burası sadece Afganistan’ı İran’a bağlayan kısım. Gelecekte durum daha iyiye gittiğinde bu elbette Özbekistan ve Tacikistan’a bağlayacağı diğer iki ülkeye de yansıyacak. Daha sonra Özbekistan ve Tacikistan üzerinden potansiyel olarak hem Çin’e hem de Rusya’ya ulaşacak. Ancak bu acil bir plan dahilinde değil.

Takvim nedir?

Afganistan’da genellikle takvimlerden bahsetmek oldukça zordur çünkü şu anda tartıştığımız demiryolu projesi yaklaşık 15 yıl önce tartışılmıştı. Ve güvenlik olayları nedeniyle her zaman ertelendi. Kaynaklara, şirketlerin yatırımlarına ve taahhütlerine ve genel olarak güvenlik durumuna bağlı olarak, eğer durum iyi olursa, yatırım devam eder, yatırım taahhütleri devam eder, benim anlayışıma göre önümüzdeki beş yıl içinde Özbekistan ile Pakistan arasında Afganistan üzerinden ve ayrıca İran yoluyla bağlantı. Bu da Rusya, Çin ve Hindistan gibi diğer ülkeleri birbirine bağlamaya yardımcı olacak.

Pakistan’la hem göçmenlerle ilgili hem güvenlikle ilgili sorunlarınız basına yansıyor? Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Afganistan’ın güvenliğine gelince, bu aslında tüm bölgenin güvenliği açısından çok anlamlı. Ekonomik İşbirliği Örgütü Genel Sekreteri Büyükelçi Husrav Noziri bölgenin geri kalanının güvenliği için Afganistan’ın da güvenli olması gerektiğinin altını çiziyor. Afganistan bu güvenlik sorunlarıyla nasıl başa çıkacak?

Yani güvenlik sorununun bir kısmı Afganistan’da. Bir başka kısmı da bölgeseldir, özellikle Pakistan’da. Pakistan’da Veziristan’da olduğu gibi federal idari alanlar gibi yönetilmeyen alanlar var. Pakistan ordusu bu bölgelerin tam kontrolünü elinde tutar vaziyette değil. İşte bu yüzden bu bölgeler artık Pakistan topraklarının içinde ve bu bölge, aralarında TTP ve IŞİD’in de bulunduğu bazı gruplar için güvenli bir sığınak haline geldi. Komşu İran’da da aynı durumun yaşandığı bazı bölgeler olduğunu düşünüyorum. 4 Nisan’da İran’da Adalet Birlikleri olarak adlandırılan Ceyş el-Adl tarafından bize terör saldırısı düzenlendi. Dolayısıyla üç ülkenin sınır bölgelerinde ve içlerinde, üç ülke tarafından sıkı bir şekilde kontrol edilmeyen bazı alanlar bulunmakta. Benim anlayışıma göre, yönetilmeyen alanların azaltılmasını sağlamak için ülkelerin yakın iş birliği yapması gerekecek. Ve bu yönetilmeyen bölgeler de Pakistan’ın içinde çünkü burası Veziristan ve diğer yerler gibi çok dağlık bir bölge. Ancak Afganistan’daki güvenlik durumunun iyileşmesi komşu ülkeleri de etkileyecektir. Pakistan gibi komşu ülkelerdeki güvenlik durumunun iyileşmesi Afganistan’daki güvenlik durumunu da olumlu etkileyecektir.

Önceki hükümet tarafından Ankara’ya Büyükelçi olarak atandınız. Taliban hükümetiyle çalıştınız mı?

Afganistan’da 35 milyon vatandaşımız var. Onlara yardım etmemiz gerekiyor. Onlardan sorumluyuz. Konsolosluk işleri yapıyoruz, ekonomik kalkınma ve insani yardım için çalışıyoruz. Bu nedenle Taliban’la çalışıyoruz. Afganistan için çalışıyorum. Kabil’deki Türk misyonu da Afganistan’daki insanlar için çok aktif bir şekilde çalışıyor. Türkiye’nin Mezar-ı Şerif’teki konsolosluğu da aktif olarak çalışmakta.

Taliban hükümeti tarafından Büyükelçiliğe atanan diplomatlarınız var mı?

İki diplomatımız var. Bunlardan biri hukuk alanında çalışıyor. Örneğin Afgan vatandaşlarının hukuki sorunlarıyla ilgili olarak cezaevleri ve hukuk görevlileriyle birlikte çalışıyor. İkincisi ekonomik alanda çalışıyor. Yatırımlara ve insani yardımlara odaklanıyor.

Atatürk’ün imzasıyla Afganistan’a atanan ilk Türk Büyükelçi kararnamesi

Türk hükümeti ile Taliban hükümeti arasındaki ilişkiler nasıl? İki taraf arasında yapılan birçok görüşmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye Afganistan’la son derece pragmatik bir şekilde çalışıyor. Çünkü Türkiye olaylara şöyle bakıyor: “Ben onlara yardım etmek istiyorum. Onlara destek olmak istiyorum. Aynı zamanda Afganistan’daki durumu iyileştirmek istiyorum. Çünkü Afganistan’daki durum kötüye giderse bu Türkiye için sorun olur”. Türkiye’de göçmen sorunu var. Afganistan’da durum daha da kötüleşirse Türkiye için ciddi bir sorun olacak. Aynı zamanda bölgenin istikrarı da Türkiye ile eşgüdümlü etkileniyor. Yıllar önce Türkiye’nin ekonomisi çok iyiydi. Elbette farklı faktörler vardı ama asıl önemli olan öncelikle Suriye, Irak, Libya ve Afganistan’ın istikrarlı olmasıydı. Çünkü Türkiye bölgenin istikrarından doğru orantılı olarak olumlu etkilendi. Ama şu anda ekonomik kriz var çünkü Afganistan’da kriz var, Pakistan’da kriz var, Suriye’de kriz var, Irak’ta kriz var, Libya’da kriz var. Bu durum Türkiye’yi olumsuz yönde doğrudan etkiledi.

Türkiye’nin özellikle göçmenler yüzünden ekonomik sıkıntı yaşadığını mı söylüyorsunuz?

Sadece göçmenler değil. Afganistan’da çalışan çok sayıda Türk şirketi var. NATO’dan, ABD’den, Afganistan’dan büyük projeler aldılar. Milyarlarca dolarlık projeler aldılar. Türkiye, Afganistan’daki ekonomik durumun daha önce iyi olmasından doğrudan iyi yönde etkileniyordu. Bu nedenle Türkiye bu bölgede çok olumlu, çok pragmatik çalışıyor. Bu nedenle Türkiye’de bazı kişiler diyor ki -bazen vatandaşlarımızdan da bu mesaj geliyor –  “Türkiye’nin bu ilişkileri durdurması gerekiyor”. Bunun pek mantıklı olmadığını ve aynı zamanda hiçbir işe yaramayacağını düşünüyorum. Çünkü durumun daha da kötüleşmesine neden olabilir. Bu nedenle Türkiye’nin Afganistan’daki varlığının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Afganistan Türkiye’den gelecek diplomatik, siyasi ve yardımlarla durumu değiştirebilir. Türkiye bu bölgede çok güzel işler yapıyor.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Gürcistan’ın AB üyeliği bugün yarın gündemde değil, uzun vadeli bir süreç’

Yayınlanma

Avrupa Birliği’nin (AB) Güney Kafkasya ve Gürcistan’daki Krizden Sorumlu Özel Temsilcisi Toivo Klaar, Tiflis’in Brüksel ile ilişkilerini ve AB’ye katılım sürecini Harici’ye değerlendirdi: “Bu katılım müzakereleri uzun yıllar sürecek. Gürcistan’ın üyeliği yarın veya ertesi gün gündemde değil. Bu uzun vadeli bir süreçtir.”

Gürcistan başkenti Tiflis hafta boyunca protestolara sahne olurken, parlamento çok tartışılan “yabancı ajanlar” hakkındaki yasa tasarısının ilk okumasını onayladı. Tasarının, yasalaşması için iki kez daha okunması gerekiyor.

Söz konusu yasa tasarı yasalaşırsa, yabancı ülkelerden fon alan kurum ve kuruluşlar kendilerini yabancı ajan olarak kaydettirmek zorunda kalacak. Muhalefet bunun Rus tipi bir yasa olduğunu savunarak eleştiriyor. Kremlin ise bu adlandırmayı eleştiriyor.

AB Konseyi Başkanı Charles Michel ise, konuyla ilgili açıklamasında “Gürcü halkı Avrupa yolunu seçti, buna karşılık Avrupa Konseyi geçen yıl aralık ayında Gürcistan’a aday statüsü verdi. Açık konuşayım: Kanun tasarısı Gürcistan’ın AB’ye katılma arzusuna uymuyor ve Gürcistan’ı Avrupa Birliği’ne yaklaştırmayacak, aksine uzaklaştıracak” diyerek uyarıda bulundu.

Peki Gürcistan’ın AB’ye katılım süreci nasıl işleyecek? Önündeki zorluklar neler? Rusya ile ilişkiler bu sürecin neresinde? AB’nin Güney Kafkasya ve Gürcistan’daki Krizden Sorumlu Özel Temsilcisi Toivo Klaar ile konuştuk.

‘Gürcistan Rusya’ya karşı yaptırımları aşmıyor’

Gürcistan, Ukrayna kriziyle ilgili olarak Rusya’ya herhangi bir yaptırım uygulamadı. Gürcistan’ın 2008’de savaşa giren ve şu anda yaptırım uygulamayan bir ülke olarak Rusya’ya bakışı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Tabii biz Gürcistan’la sürekli temas halindeyiz, sürekli görüşüyoruz. Gürcistan’la çok yakın ilişkilerimiz var. Bizim açımızdan önemli olan yaptırımların aşıldığını görmememizdir. Yani Gürcistan, yaptırımların geniş çapta delinmesi için bir kanal değil. Bu da AB için önemli. Yaptırımların gerekli olduğuna inanıyoruz. Ortaklarımızın kendi bölgelerinin yaptırımları aşmak için kullanılamayacağından emin olmalarını bekliyoruz. Bu bakımdan Gürcistan’la iyi bir iş ilişkimiz olduğunu düşünüyorum.

‘Katılım için kapıyı açtık’

Tiflis artık AB’ye katılım sürecine kararlı. Peki engeller ve zorluklar neler? Bu noktaya gelinmesinin uzun zaman aldığı göz önüne alındığında, Brüksel’in Gürcistan’a yönelik tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sonuçta Gürcistan’ın aday ülke olabileceği konusunda hemfikir olmamız ve üye devletlerin buna karar vermesi bir sürecin yalnızca başlangıcıdır. Neticede, öncelikle katılım müzakerelerine başlamak ve ardından elbette katılım müzakerelerini fiilen bitirmek, kriterleri karşıladıklarını kanıtlamak başvuran her ülkeye düşüyor. Yani bu anlamda biz kapıyı açtık. Artık Gürcistan’ın giriş yoluna adım atması ve ardından üyeliğe fiilen hazır olmak için çalışmaya başlaması gerekiyor.

‘Kriterleri yerine getirmek Gürcü yetkililerin sorumluluğu’

Bu süreçte zorluklar neler?

Pek çok zorluğun olduğunu düşünüyorum. Ve her şeyden önce katılım müzakerelerinin başlatılmasına yönelik kriterlerin yerine getirilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Ve sonra mesele, üyelik için gerekli tüm kriterleri yerine getirmeye başlamaktır. Ve bu kolay bir süreç değil. Dolayısıyla tüm aday ülkeler üyeliğe hazırlanırken oldukça zor zamanlar geçirdi. Gürcistan için de durum farklı değil. Bu nedenle, bunu ciddiye almak ve Gürcistan’ın ilk olarak bir sonraki aşamaya geçmeye ve daha sonra katılım müzakerelerinde gerçekten başarılı olmaya hazır olduğunu kanıtlamanın artık gerçekten Gürcü yetkililere ait olduğunun farkına varmak, Gürcü makamlarının görevi olacaktır.

‘Aday ülkeden beklentimiz dış politikanın uyumlulaştırılması’

Yeni atanan Başbakan Irakli Kobakhidze, Çin ile daha fazla yakınlaşmanın hükümetinin önceliklerinden biri olduğunu söyledi. Gürcistan AB’ye giden bu yolda yürürken size göre Çin’le yakınlaşmadan nasıl faydalanıyor?

Ben her ülkenin elbette üçüncü ülkelerle ilişkiler geliştirme hakkına sahip olduğunu düşünüyorum. Aynı şey Gürcistan için de geçerli. Sorun şu ki, dış politikanın uyumlaştırılması söz konusu olduğunda, bu kesinlikle aday bir ülkeden aradığımız ve sonuçta bunun önemli olduğuna inandığımız bir şeydir. AB ve üye devletler tek bir ağızdan konuşuyor ve üçüncü ülkelere ve dünya siyasetindeki konulara benzer bir yaklaşım sergiliyor. Ve dolayısıyla, bu bağlamda, Gürcistan’ın Çin ile bir ilişki geliştirmesinin tamamen doğru olduğunu düşünüyorum, ki tüm AB üye devletlerinin Çin ile ilişkileri var. Ancak önemli olan, Gürcistan’ın genel dış politika yaklaşımının giderek AB’nin yaklaşımıyla daha uyumlu hale gelmesini beklememiz.

‘Önemli olan yaptırımların aşılmaması’

Tiflis ayrıca Rusya ile ekonomik işbirliğini “son derece faydalı” olarak görüyor. Batı’nın bu konuda Gürcistan’a tepkisini nasıl yorumluyorsunuz?

Önemli olan yine yaptırımların aşılmamasıdır. Yani üçüncü bir ülkenin malların transit geçişini sağlaması veya izin vermesi veya Ukrayna ile savaşı nedeniyle Rusya’ya verilmemesi gerektiğini düşündüğümüz malların tedarikini sağlaması gibi bir durum söz konusu değildir. Ve bu bağlamda, bir kez daha, Gürcistan’ın Rusya ile ticaret bağlamında hiçbir yaptırım hilesinin yapılmadığından emin olduğunu görmemizin önemli olduğunu düşünüyorum.

‘Katılım müzakereleri uzun yıllar sürecek’

Bunun AB’nin Gürcistan’ın üyeliğini değerlendirmesinde bir kriter olacağını düşünüyor musunuz?

Tekrar söylüyorum, öncelikle Gürcistan’ın üyeliği yarın veya ertesi gün gündemde değil. Bu uzun vadeli bir süreçtir. Bu, katılım sürecidir. Öncelikle katılım müzakerelerinin başlatılmasına karar verilmesi gerekiyor. İkincisi, bu katılım müzakereleri uzun yıllar sürecek. Dolayısıyla bu bakımdan, bir şeyin gerçekten katılmanın bir koşulu olup olmadığı hakkında konuşmaya başlamanın tamamen teorik olduğunu düşünüyorum. Ama genel anlamda spesifik bir şey var, beklediğimiz şey, yine daha önce de belirttiğim gibi, aday bir ülkenin dış politikasının Avrupa Birliği’nin dış politikasıyla giderek daha uyumlu hale gelmesini sağlamasıdır.

Abhazya ve Güney Osetya ile birleşmenin hangi koşullar altında mümkün olduğunu düşünüyorsunuz? Bu sorunun çözümüne yönelik son dönemde atılan adımlardan bahseder misiniz?  

Tabi, bunun kolay bir süreç olduğunu düşünmüyorum. Bu konuda en önemli aktörün elbette Rusya olduğunu düşünüyorum. Rusya, 2008’de imzalanan ve Gürcistan’la yaşanan çatışma öncesindeki mevzilere askerlerini çekmeyi taahhüt ettiği altı maddelik anlaşmaya uymalı. Dolayısıyla, eğer Rusya bunu yaparsa, eğer Rusya, Abhazya ve Güney Osetya’yı tanımayı geri çekerse ve Gürcüler, Abhazlar ve Güney Osetyalıların aralarındaki çatışmayı aşmalarına yardım etme konusunda gerçekten yapıcı bir rol oynamaya başlarsa, o zaman bu sorunun çözülmesinin mümkün olduğuna inanıyorum. Rusya şu anda olduğu gibi engelleyici olmaya devam ettiği sürece Abhazya’da, Güney Osetya’da askerlerini tutmaz ve altı maddelik anlaşma kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmemekte ısrar ederse bu çatışmaları gerçekten çözmek zor olacaktır. Rusya bu konuda büyük bir engel.

‘Hükümetin rolü Gürcü toplumuna AB değer ve normlarını teşvik etmek’

 Gürcü toplumunun Sovyet kültürü, Sovyet mirası ve Batı etkisi arasında kaldığı yönünde bir yargı var. AB gibi Batı ittifakının bir parçası ve aynı zamanda gözlemci olarak bu yargıya katılır mısınız? Sizce ülkede insanlar arasında böyle bir kutuplaşma var mı?

Sanırım Gürcülerin ezici bir çoğunluğunun Avrupa Birliği’ne katılmak istediğini görüyoruz. Elbette bu süreç bağlamında kültürel farklılıklar, farklı görüşler olacaktır. Ancak bunun bir süre devam edecek ama sonuçta yakınlaşmayla ve toplumun Avrupa Birliği’nin yaşadığı normları kabul etmesi ve bunlara değer vermeyi öğrenmesiyle sona erecek bir uyumlaşma süreci olduğuna inanıyorum. Ve bence Gürcistan hükümetinin önemli bir rolü, Gürcü toplumunda Avrupa değerlerinin ve anlayışlarının desteklenmesini sağlamak ve teşvik etmektir. Bu konuda, çoğulculuk, farklı görüşlerin teşvik edilmesi ve azınlıklara yönelik hoşgörü açısından muhtemelen daha fazlasının yapılabileceğini düşünüyorum. Bunun Avrupa kültürünün çok önemli bir yönü olduğunu düşünüyorum. Gürcistan’da hala yapılması gereken bazı işler var.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

İsrail sosyal medyayı ve teknolojiyi dezenformasyon için nasıl kullanıyor?

Yayınlanma

Dijitalleşme uzmanı Doç. Dr. Marc Owen Jones, İsrail’in Gazze savaşında sosyal medyayı manipülasyon ve yalan haberleri yaymak için nasıl kullandığını, yapay zeka teknolojisinin bu dezenformasyon kampanyasına nasıl dahil edildiğini Harici’ye anlattı.

Hamad bin Khalifa Üniversitesi’nde Orta Doğu Çalışmaları bölümünde doçent olan Marc Owen Jones, siyasi baskı ve enformasyon kontrol stratejileri üzerine dersler vermekte ve araştırmalar yapmaktadır.

Çalışmalarında sosyal medyanın Orta Doğu’da dezenformasyon ve yalan haber yaymak için nasıl kullanıldığına odaklanan Doç. Dr. Marc Owen Jones, İsrail’in Gazze saldırılarına eşlik eden dezenformasyon kampanyalarını ortaya çıkarmaktadır.

Jones, Gazze savaşında sosyal medyada yürütülen psikolojik savaş, büyük şirketlerin rolü ve yapay zeka algoritmalarının bu kampanyalarda kullanımı üzerine sorularımızı yantladı.

Dezenformasyon ve yanlış bilgilendirme üzerine yaptığınız araştırmalardan hızlıca bahsetmeye başlayalım. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarına yaygın dezenformasyon ve yanlış bilgilerin eşlik ettiğini söylüyorsunuz. İsrail’in bunun için hangi yöntem ve araçları kullandığını anlatır mısınız?

7 Ekim’den bu yana İsrail’in esasen bir dezenformasyon ve yanlış bilgilendirme kampanyasına tanık oluyoruz. Dezenformasyonun amacı öncelikle Hamas’ı şeytanlaştırmak ve İsrail’in tepkisini meşrulaştırmak için Hamas’ın saldırılarını olabildiğince acımasız göstermek. Gördüğümüz en vahim, en bariz örneklerden bazıları, örneğin, Hamas’ın 40 bebeğin kafasını kestiği yönündeki suçlamalar. Hamas’ın kadınlara sistematik tecavüz uyguladığı yönündeki suçlamaları da gördük. Bu anlatıların asılsız olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Ancak bu anlatılar kasıtlıdır. Bunlar tesadüfi değil. Tüm çatışmaların tarihi boyunca, Birinci Dünya Savaşı’ndan beri, düşmanın bebeklere nasıl saldırdığını, kadınlara nasıl tecavüz ettiğini gösteren anlatıları gördük. Neden? Çünkü bunlar hemen hemen her kültürde kırmızı çizgilerdir. İnsanlar bebekleri ve çocukları öldürme fikrinin korkunç olduğunu düşünüyor ki gerçekten de öyle. Dolayısıyla, eğer insanları, düşmanın yaptığı şeyin bu olduğuna, Hamas’ın yaptığının da bu olduğuna ikna edebilirseniz, o zaman aynı insanları, batıdaki, özellikle İsrail’in büyük müttefiki ABD gibi ülkeleri, İsrail’in Gazze’deki acımasız soykırımını desteklemeye de ikna edebilirsiniz. Bunlar büyük örneklerden bazıları ancak başka teknikler ve araçlar da var. Örneğin, çevrimiçi sahte hesapların kullanılması. Bu bildiğimiz çok yaygın bir taktik. Örneğin, İsrailli firmaların yalnızca X’te değil, Twitter’da, Facebook’ta, TikTok’ta binlerce sahte hesap oluşturabilecekleri becerilere sahip olması durumu var. Ve sonra bu hesaplar propaganda ve yanlış bilgi yaymaya girişecek. Çok ilginç olduğunu düşündüğüm operasyonlardan biri, Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı UNWRA hakkında dezenformasyon yaymak için çok sayıda sahte hesabın kullanılmasıydı. Bu, İsrail’in UNWRA’yı karalama kampanyasının büyük bir parçasıydı.

Neden? Çünkü UNWRA, Filistinlilerin en büyük işverenlerinden biri ve temelde Filistinlilerin devlet olma iddiasını ayakta tutan kuruluşlardan biri. İsrail, UNWRA’yı terörizme bağlamak için büyük bir kampanya yürütüyor. Bu da başka bir dezenformasyon taktiğidir. Meşru örgütleri terörle ilişkilendirip onları suçlama taktiği…

Bu dezenformasyon kampanyasında, sahte web siteleri oluşturan, sahte sosyal medya hesapları oluşturan ve daha sonra bunları UNWRA’nın terörizmle bağlantılı olduğuna dair dezenformasyon yaymak için kullanan sahte hesaplar vardı. Bu sadece bunun bir başka örneği. Bu kampanyaların etkinliği net değil ancak örneğin bazı ülkelerin UNWRA’dan fonları kesmeye başladığını biliyoruz. Ve son zamanlarda örneğin Amerika Birleşik Devletleri, gelecek yıl UNWRA’ya fon sağlanmasını da yasaklayan bir federal fon yasa tasarısını kabul etti. Öyle görünüyor ki, bu kampanyaların aslında çok talihsiz bir etkisi var ve bu etki, Filistin davasına verilen zararı baltalamaya ve meşruiyetini ortadan kaldırmaya yönelik.

Yani aslında İsrail’in hedeflediği şeyin, amaçları doğrultusunda sonuçlandığını söylediniz.  Bazı ülkeler UNWRA’ya fon sağlamayı bıraktı ve Hamas militanlarını çalıştırdıkları yönündeki iddialar uluslararası alanda yayıldı. Daha spesifik olarak konuşmak gerekirse, bu çevrimiçi aldatmacalar Gazze meselesinin anlaşılmasının engellenmesi bakımından nelere yol açıyor?

Sanırım artık bilginin giderek daha fazla çevrimiçi tüketildiğini biliyoruz. Ve herkesin bir anlatı yanılsaması yaratması kolaylaştı. Tekniklerin önemli bir unsuru, biri bir şey söylese görmezden geliyorsun. Bir şeyi binlerce kişi söylüyorsa o zaman bu bir anlatıya, bir bilgi parçasına dönüşüyor. Sorun çevrimiçi. Bin kişi, bin sahte hesap oluşturmak çok kolay.  İşte tam da bunu görüyoruz. Gazze hakkındaki bilgilerin çoğunun sosyal medya aracılığıyla internette tüketildiğini düşünüyorum.  Neden? Çünkü İsrail gazetecilerin Gazze’ye girip orada ne olduğunu görmesini yasaklıyor.  Yani gördüğümüz tek bilgi ya İsrail Devleti’nin Bakanlıkları aracılığıyla filtrelenmiş bilgiler ya da dezenformasyon ya da şanslı olduğumuzda Filistinli vatandaşların çektikleri görüntüler. Ve bu oldukça çevrimiçi bir savaş, bir dezenformasyon savaşı, oldukça sosyal medya odaklı bir dezenformasyon savaşı. Çevrimiçi ortamda bir şeyin viral hale gelmesi çok kolay. İsrail’le bağlantılı İsrail resmi devlet hesaplarının, ister İsrail Savunma Kuvvetleri olsun ister İsrail Dışişleri Bakanlığı olsun, sosyal medyayı açıkça dezenformasyon yaymak için kullandığını biliyoruz. Ve bu söylediğimde sildikleri dezenformasyon da var. Size bir örnek vereceğim.  İsrail Dışişleri Bakanlığı’nın resmi hesabı, birçok kez, örneğin Filistinlilerin oyuncak bebekler kullandıkları ve ölü bebeklermiş gibi numara yaptıkları bilgisini yaydı. Dışişleri hesabının bunu söylediği en az üç olay oldu.  Ve bunun yalan olduğu kanıtlandı. Bunun doğru olduğunu bilmemelerine imkan yok. Yani kasıtlı olarak bu tür yalan söylemler yayıyorlar ama bunlar binlerce retweet alıyor. Sonra, örneğin, ABD’de bu iddiaları tekrarlayan birileri var. Örneğin, Bakan Blinken ve Joe Biden’ın bizzat sosyal medyada kafaları kesilen bebeklerle ilgili iddiaları tekrarladıklarını ve bunları bir basın toplantısında yinelediklerini biliyoruz. Böylece İsrail, İsrail Savunma Kuvvetleri veya İsrail kuruluşları tarafından üretilen sosyal medya alanından gelen bilgiler ortaya çıkıyor. Bunlar sosyal medyadan diğer medya biçimlerine geçiyor ve işin sırrı da bu.  Bu iş böyle olur.  Dezenformasyon anlatısını dijital ortamda çevrimiçi olarak başlatıyorsunuz ve ana akım medyayı bununla besliyorsunuz. Yani güvenilir görünmesini sağlıyorsunuz.

Sosyal medya şirketlerinin bunda rolü nedir?

Çinli TikTok dışında Instagram, META, Snapchat gibi yaygın olarak kullanılan sosyal medya şirketlerinin çoğu Batılı. Merkezleri ABD’de bulunuyor ve bu sosyal medya şirketlerinin çoğu İsrail yanlısı önyargıya sahip olmakla suçlanıyor. Yapılan çalışmalardan biliyoruz ki, içeriğin sakıncalı olmadığından emin olmak için yapılan içerik moderasyonu uygulanırken genellikle İsrail yanlısı anlatılardan yana olunuyor. Filistinli hesapların ve Filistinli aktivistlerin gölgede bırakıldığı, hesaplarının sosyal medya şirketleri tarafından sınırlandırıldığına dair pek çok örnekle karşılaştık. Hatta şöyle birkaç örnek bile oldu. Instagram’daki Arapçanın otomatik çevirisinde, örneğin bir Filistinlinin “Ana Falestini, Elhamdulillah” ifadesi vardı,  bu da “Filistinliyim, Allah’a hamd olsun” anlamına geliyor.  Bu ifade “ben Filistinli bir teröristim” şeklinde tercüme edildi. Bunun üzerine sosyal medya şirketleri bunun bir halüsinasyon olduğunu söylemeye çalıştı. Ancak bu aslında bu şirketlerin makine öğrenimi modellerine Arapça terminolojiyi terörizmle ilişkilendirmeyi nasıl öğrettiklerini yansıtıyor. Yani Filistinlilere karşı doğal bir önyargı var. Son çatışmalardan çıkan en tanınmış yurttaş gazetecilerden biri olan Motaz Azaiza ile ilgili başka ilginç örnekler de var. Yakın zamanda Facebook’tan hesabı engellendi. Dolayısıyla, genel olarak ABD’nin İsrail konusundaki tutumuyla aynı çizgide olan Amerikan şirketlerinin, sosyal medyada Filistinlilerin seslerine orantısız bir şekilde müdahale ettiğini görüyoruz. Ve şimdi bu tür bir savaşı TikTok’ta da görüyoruz. TikTok’a yönelik savaş açıkça veri gizliliğiyle ilgili endişeler nedeniyle tasarlandı. Ancak birçok Amerikalının TikTok’un Filistin yanlısı içeriğin gelişmesine izin verdiğine dair endişelerini dile getirdiğine yönelik bir iddia da var. Ve artık gizlilik sorunları nedeniyle değil, Filistin yanlısı olarak görüldüğü için TikTok’un yasaklanmasını isteyen güçler var. Yani sosyal medya şirketleri; Amerikalılar, kesinlikle içeriği sansürleme ve engelleme konusunda İsrail’in yanında yer alıyor. Hatta artık Amerikalı olmayan diğer sosyal medya şirketlerinin de Filistin içeriklerini Amerikalılar kadar sansürlememeleri nedeniyle yasaklanması gerektiğini görüyoruz.

İsrail’in hem saldırı teknolojilerinde hem de sosyal medya manipülasyonunda yapay zeka kullandığına dair pek çok iddia var. Bu konuda bize ne söyleyebilirsiniz?  Yapay zeka araçları açısından İsrail’in kullanımı hakkında ne biliyoruz?

Öncelikle sosyal medya ve dezenformasyon açısından yapay zekanın giderek büyüyen bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bunun sayısız örneğini gördük.  Bunların mutlaka İsrail olduğunu söylemeyeceğim çünkü bildiğimiz kadarıyla hepsi doğrudan İsrail’le bağlantılı değil.  Ama olabilir de. Ancak örneğin yapay zekayı kullanan çok sayıda İsrail yanlısı, Filistin karşıtı dezenformasyon görüyoruz. Amerikalı bir model olan ve çatışmanın başlarında Filistin yanlısı güçlü bir sesi olan Bella Hadid vardı. Birisi onun videosunu Hamas’ı kınadığını ve önceki duruşundan dolayı özür dilediğini söylediği bir biçimde değiştirdi, bu açıkça yalandı. İsrail yanlısı hesapların ve İsrail Dışişleri Bakanlığı hesabının da dahil olduğu, yapay zeka tarafından oluşturulan görüntülerin, örneğin, bir vakada Filistinlilere yardım ulaştırılmasını temsil ettiğini iddia eden çok sayıda örnek gördük. Daha sonra bunu sildiler ve yapay zeka tarafından yaratıldığını kabul ettiler. Bu yüzden sahte görsellerin insanları kandırmak için kullanıldığını kesinlikle görüyoruz. Ancak bence bunun daha endişe verici unsuru, Gospel’in İbranice karşılığı olan Habsora gibi sistemlerin yaratılmasıdır. Bu, Gazze’deki hedefleri seçip ele geçirmeyi amaçlayan yeni bir yapay zeka aracı. Yani Gazze’nin bombalanacak bölgelerini otomatik olarak seçmek için bu aracı kullanıyorlar. Bu aracın insandan çok daha verimli ve hızlı olduğunu iddia ediyorlar. Yani aslında yapay zeka artık insanların hedef seçerken yaptığı işi yapıyor.  Bildiğimiz kadarıyla bu araç ilk kez kullanılıyor. Ancak bunun Gazze’de tarihteki en ölümcül savaş olduğunu ve 32.000’den fazla insanın öldürüldüğünü de biliyoruz. Sivil ölüm oranının çok yüksek olduğu bir dönemde bu yeni araçların kullanıldığını görüyoruz. Bu, yapay zeka hedeflemesinin bu yeni verimliliğinin aslında Filistinlilerin kitlesel öldürülmesiyle de ilişkili olduğunu gösteriyor gibi görünüyor. Ve bu özellikle endişe verici çünkü yapay zeka modelleri verilerle eğitiliyor ve İsrail bir işgalci devlet, bir apartheid devleti; modelin; bir, eğitildiği verilerin muhtemelen Filistin karşıtı olması çok muhtemel  ve iki, muhtemelen bu önyargıları baz alıyor ve şöyle diyor: “Hedefi ben seçeceğim ve beş Filistinli sivilin ölmesi önemli değil çünkü ben bunu yapmak için eğitildim”. Yani bu yapay zeka modelinin tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz çünkü şeffaf değiller. Ama bunu insanları öldürmek için kullanıyorlar. Ve bence bu gerçekten çok endişe verici bir şey.

Yapay zeka araçlarının hem savaş bölgesindeki hem de dijital alandaki kullanımı hakkında ne biliyoruz?

Yani İsrail, Gospel’i ve belki başka yapay zeka araçlarını kullanıyor. Bunun alanın olmadığını biliyorum ama Orta Doğu bölgesiyle ilgili çalışan bir araştırmacısın.  Belki bu konuda bir yorumun vardır. Yapay zeka olasılıkları sonsuzdur. Sorun bu. Yani teorik olarak artık binlerce, belki de milyonlarca sahte hesap oluşturabilecek ve binlerce belki de milyonlarca sahte hesabın daha önce hiç görmediğimiz ölçekte dezenformasyon ve propaganda üretmesine olanak tanıyacak yapay zeka araçlarına sahip olabilirsiniz. Sanırım bunun kanıtlarını son birkaç yılda gördüm, İsrail’de olmasa da. Savaş açısından yine çok büyük zarar veriyor. Gospel’den bahsettik ama yüz tanıma konusu ne olacak? Binlerce yüzü, milyonlarca yüzü aynı anda işleyebilme, bunu yapabilme ve daha sonra bu yüzleri otomatik olarak hedefleyebilme, DNA’yı işleyebilme, karmaşık algoritmalar kullanarak insanların bilgi profillerini işleyebilme…  Daha sonra o kişinin tehdit olup olmadığına karar veriyor… Sanırım savaş açısından yapay zekanın sınırlarının yalnızca insan yaratıcılığının sınırlarıyla eşdeğer olduğunu biliyorsunuz. Ne yazık ki yapay zekanın sorununun ne yapabileceğiyle ilgili olmadığını düşünüyorum. Kararları kimin verdiği, onu kimin kontrol ettiği önemli. Yani eğer apartheid ve işgale dayalı bir siyasi sistemimiz varsa yapay zekanın kullanımı bunu yansıtacaktır. Bunu kesinlikle görüyoruz. Bilgi alanı, sosyal medya, dezenformasyon yapay zekaya hazır değil. Tarihte benzeri görülmemiş bir ölçekte propaganda yaratmak için yapay zekanın silah haline getirildiğini giderek daha fazla göreceğiz.

Yakın zamanda Birleşmiş Milletler’in yapay zekanın yapıcı kullanımına ilişkin bir karar çıkardığını duyduk.  Türkiye ve bölgedeki bazı ülkeler de dahil olmak üzere pek çok ülke tarafından destek ve sponsorluk verildi. Peki İsrail’in uygulamaları gibi, Birleşmiş Milletler’de yapay zekanın bu olumsuz anlamda kullanılmasına ilişkin tartışmaları takip ediyor musun? Yapay zeka savaş alanında ve dijital cephede bu kadar çok kullanılacaksa, yapay zekanın geleceği ne olacak?

Bu mevzuatların hepsinde sorun var; ister BM, ister AB olsun, yapay zekanın etik kullanımına ilişkin bazı mevzuatlar da başlattı. Ancak yine güvenlik ve ulusal güvenlik söz konusu olduğunda bu alanlar çoğu zaman mevzuat açısından ayrıdır. Bunun nedeni, ulusal güvenliğin sıklıkla kırmızı çizgi olarak görülmesi. Bütün bunlar bana temelde ülkelerin hala yapay zeka ile istediklerini yapma konusunda biraz serbestliklerinin olduğunu gösteriyor. Üretken yapay zekanın savaş için kullanımının zorunlu olarak aynı şekilde sınırlandırılacağını, kontrol edileceğini veya kısıtlanacağını düşünüyorum.  Örneğin nükleer alanın düzenlenmesini görüyoruz. Hala insanların nükleer silahlara sahip olduğu bir yerde yaşıyoruz ve bu, son 10 yıldaki gidişatta, belki de nükleer silahların eskisi kadar kontrol edilmediği bir alan gördük. Aynı mantığı yapay zekaya uygularsak, temelde içinde bulunduğumuz çağın, devletlerin savunma sanayi konusunda giderek daha tehlikeli riskler aldığı bir çağ olduğunu söyleyebiliriz. Neden aniden nükleer savaşa yaklaşımımızı daha sorumlu hale getireceğimizi ama yapay zekayı denetleyeceğimizi anlamıyorum. Bunda bir mantık göremiyorum.

Dolayısıyla mutlaka bir ayrışmanın olduğunu düşünmüyorum. Yapay zeka açısından bu kararların, savaş için nasıl kullanabileceklerini mutlaka etkileyeceğini düşünmüyorum. Gazze’de olup bitenler dikkate alınacaksa, o zaman aslında insanlar İsrail gibi ülkelere giderek teknolojilerinin nasıl çalıştığını, onu nasıl kullanabileceklerini ve onu nasıl daha iyi hale getirebileceğimizi söyleyecekler. Ve biz yapay zekayı genel olarak, önleyici polislik dedikleri şeyi, suçlar meydana gelmeden önce polislik yapmaya çalışacak şekilde değiştiriyoruz. Ve bu çok endişe verici bir şey. Bu yüzden yüz tanımadan bahsettim. Çünkü teorik olarak insanları izleyebilir, bilgilerine göre takip edebilirseniz, erkenden tutuklayabilir veya kontrol altına alabilirsiniz. Yani yapay zekanın önleyici polislik noktasına geçeceğini düşünüyorum ama bunu yaptığında, potansiyel olarak bir polis devletine sahip olma alanında olduğumuz kanaatindeyim.

Kitle; sahte haberleri, dezenformasyonları gerçek olanlardan nasıl ayırt edebilecek? Çünkü yalan bilgi gerçekten çok yaygın ve bunun sahte olup olmadığını anlamak neredeyse imkansız. Tavsiye olarak kısaca bize neler söyleyebilirsiniz?

Yapay zekanın dezenformasyonu tespit etmesinin tek bir yolu yok; bu imkansız. Ancak bazı şeylere inanmaya bu kadar istekli olmamanıza yardımcı olacak şeyler yapmaya başlayabilirsiniz. Mesela diyelim ki X kullanıyorsanız, birinin tweet’ini görüyorsanız o hesap gerçek mi? Başka bir kurumla bağlantıları var mı? Fotoğraf stok fotoğrafına benziyor mu? Zaman tüneli sürekli olarak aynı konulardan mı bahsediyor?  Bunlar dikkate alınması gereken önemli şeyler. Eğer sizde duygusal bir tepkiyi tetikliyorsa sahte olma ihtimali yüksektir. Dezenformasyonun bir yönü; öfkelenmenize, üzülmenize, kızmanıza veya gülmenize neden olacak şekilde tasarlanmış olmasıdır. Yani eğer sizde duygusal bir tepkiyi tetikliyorsa, sizi manipüle etmeye çalışıyor olabilir. Bu nedenle, bazı bilgileri gördükten sonra belirli bir şekilde hissederseniz, ona daha dikkatli davranın. Sanırım size verebileceğim en büyük tavsiye bu. Sizi özellikle duygusallaştıran içeriklere dikkat edin. Çünkü bu bilgiyi tasarlayan kişilerin yapmaya çalıştığı şey bu.

Yani esas olarak hepimize sosyal medyada gördüğümüz her şeyi iki kere kontrol etmemizi tavsiye ediyorsunuz.

Hayır. Üç kere kontrol edin…

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English