Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

Batı’nın Yeşil Mutabakatı mı yoksa Çin’in Ekolojik Uygarlığı mı?

Yayınlanma

İster G20 buluşmaları, ister Birleşmiş Milletler (BM) oturumları, isterse de şimdi Davos’ta olduğu gibi Dünya Ekonomik Forumu olsun, son yılların öne çıkan en önemli uluslararası gündem maddelerinden bir tanesi iklim değişikliği ve çevre konuları. Bu alanda dünya çapında tanınan ve görevler üstlenmiş Erik Solheim’a sorularımızı yönelttik. 2005-2012 yılları arasında Norveç’te Bakanlık yapmış olan Solheim, 2016-2018 yılları arasında da Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) Direktörlüğü görevini üstleniyor. Şu anda Yeşil Kuşak Yol Enstitüsü’nün Başkanlığını yapan Erik Solheim, Çin ve Hindistan’ı da iyi bilen bir isim. Dolayısıyla hem Batılı ülkeleri hem de Asya coğrafyasını yakından tanıyan bir uzman olması, Erik Solheim’ın ayırt edici özelliği.

‘Ekonomi ve ekoloji arasında seçim yapmak zorunda değiliz’

Bay Solheim, zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. İlk sorumuzla başlayabiliriz. Batı ülkelerinde sıkça dile getirilen Yeşil Mutabakatı genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Batılı ülkelerin bu anlaşmayı tüm insanlığın yararına olacak şekilde uygulama potansiyeline sahip olduğunu düşünüyor musunuz?

Evet kesinlikle. Çok iyimserim ve bu, dünyada tam bir paradigma değişikliği içinde olduğumuza inanmamdan kaynaklanıyor. 20. yüzyılda bu hedefler sadece kalkınmayla ilgiliydi. Hemen hemen her ülkedeki insanlara kalkınmayı mı yoksa Toprak Ana’yı önemsemeyi mi istediklerini sorsanız, kalkınmayı tercih ederlerdi. Yakın zamana kadar hala bir seçenek vardı, çünkü kömür, petrol veya gaz kullanmıyorsanız, hızlı kalkınmanın bir yolu yoktu. Sanayi Devrimi, İngiltere’de başladı ve ardından ABD’ye, Almanya’ya, Japonya’ya, Kore’ye, Türkiye’ye, Çin’e ve her ülkeye sirayet etti. Yani, herkes kalkınmasını fosil yakıtlar üzerinden gerçekleştirdi. Ama şimdi 21. yüzyılda güneş enerjisi ve rüzgar enerjisi dünyanın her yerinde kömürden daha ucuz. Böylece iş kaybı olmadan yeşil teknolojilere ve yeşil ve temiz bir geleceğe hızlıca geçebiliriz, daha fazla iş imkanı yaratabilir ve refah içinde olabiliriz. Ekonomi ve ekoloji arasında seçim yapmak zorunda değiliz, ikisini de mümkün kılabiliriz. Bu durum, beni bu konuda çok iyimser yapıyor. 21. yüzyılda yeni bir yeşil kalkınmanın yolunu bulacağız.

‘Ukrayna savaşı yenilenebilir enerji devrimini güçlendirecek’

Sizce Ukrayna krizinin yeşil enerjiye geçiş üzerindeki etkisi nedir? Çünkü artık diğer Avrupa ülkelerinin de LNG (sıvılaştırılmış doğal gaz) gibi başka yol haritaları ve planları olduğunu görüyoruz.

Kısa vadede bu konuda biraz geri gidiş olabileceği husunda haklısınız ama uzun vadede, ne kadar korkunç olursa olsun, Ukrayna savaşı yenilenebilir enerji devrimini güçlendirecek. Neden? Avrupa, Rusya’dan gelen fosil yakıtlara bağımlı olmak istemiyor. Bunu Avrupa nasıl yapabilir? Bunu, ancak kalkınmamızı Avrupa kaynaklarına dayandırarak yapabiliriz. Güneş Avrupa kaynağı, rüzgar Avrupa kaynağı, hidroelektrik veya yeşil hidrojen, bunların hepsi Avrupa kaynakları. Dolayısıyla, enerjiye bağımlı olmamak için, Avrupa tamamen yerli kaynaklara yönelmek isteyecektir ve bunların tümü yeşil enerji kaynaklarıdır. Bu arada, Hindistan Çin, Orta Afrika veya Latin Amerika ülkeleri gibi ülkeler, Rusya’yı boykot etmiyorlar, fakat yine de petrol ve gaz piyasasındaki muazzam dalgalanmalar ve hızla yükselen petrol fiyatlarıyla ilgili büyük bir sorunları var. Örneğin Hindistan’a bakın. Petrol ve gazlarının yüzde 100’ünü ithal ediyorlar. Petrol ve doğalgazı güneş enerjisiyle değiştirebilirlerse, ithalata harcadıkları parayı azaltabilirler ve devlet bütçesinde daha çok para biriktirebilirler, bu da eğitimde çok daha iyi kullanılabilir. Bu nedenle, Hindistan’ın kalkınmasını petrol ve gaz ithali yerine güneş ve rüzgara dayandırması tam bir kazançtır. Yani evet, Avrupa Rusya’ya bağımlı olmak istemiyor ve dünyanın geri kalanı da dalgalı petrol ve gaz piyasasına bağımlı olmak istemiyor, dolayısıyla yenilenebilir enerji devriminde çok daha fazla gaza basılacağını göreceğiz.

‘Dünyayı diplomasi değil, ekonomi politik kurtaracak’

Geçmişte, hatta yakın zamanda da, BM iklim zirveleri somut sonuçlar vermemekle ve somut sonuçlara varamamakla eleştirildi. Peki, bu bağlamda son COP 27’yi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu zirvede bir Kayıp ve Hasar Fonu kurulmasına karar verildi. Sizce bu gerçekçi ve uygulanabilir mi?

Bence diplomasiye odaklanmak yanlış. Dünyayı kurtaracak olan diplomasi değil, politik ekonomistler ve dünyanın önde gelen siyasi liderlerinin ve büyük şirketlerinin aldığı kararlardır. İlerlemeyi orada görüyorum. Önceki yıl Glasgow’da, büyük bir tartışma çıktı, hatta bazı Avrupalı müzakereciler işleri istedikleri gibi yapmadıkları için televizyonda feryat ediyorlardı. Tartıştıkları, çağrıyla yüzleşecekler mi yoksa çağrıyı tersine mi çevireceklerdi. Bu sadece anlamda küçük bir farklılıktı ve iklim tartışmaları dışında bir anlamı yoktu ama insanlar sanki bu büyük bir yenilgiymiş gibi hala feryat ediyorlardı. Gerçek şu ki, diplomatik çevrelerin dışındaki dünya üzerinde etkisi vardı. Geçen yıl, Şarm El-Şeyh’te gelişmekte olan dünya ilkesel bir zafer kazandı. Kuzey Amerika ve Avrupa ilk kez gelişmekte olan ülkelere verilen zararda tarihsel bir sorumluluğa sahip olduklarını kabul ettiler. Örneğin, bu yıl Pakistan’da meydana gelen büyük sellerden ve Doğu Afrika’yı vuran kuraklıklardan kısmen sorumlu olduğumuzu ve bunların tazminatını ödememiz gerektiğini kabul ettik. Dolayısıyla bu, Asya, Afrika ve Latin Amerika için ilkesel bir zaferdir. Fakat gerçek şu ki, bu ciddi zafer neredeyse hiç paraya dönüşmeyecek. Kalkınma için ihtiyaç duyulan daha büyük paralar, küresel fonlarda değil, hala özel yatırımlarda ve karbon piyasasındadır. Ve bu paralar, ayrıca çok bürokratik ve yavaş olma eğilimindedir, Afrika’ya, Hindistan’a veya Latin Amerika’ya pek yardımcı olmaz. Dolayısıyla, gelişmekte olan ülkeler ve en büyük iki gelişmekte olan ülke olan Çin ve Hindistan, neredeyse tamamen yeşil büyüme için yerel koşulları nasıl yaratabileceklerine odaklanıyorlar ve başarılı olacaklar. Bunun yerine iklim müzakerelerine ve bu küresel fon kuruluşlarına odaklanırsanız, sınırlı bir ilerleme göreceksiniz. Öyleyse odağı değiştirelim ve diplomasiyle bu kadar ilgilenmeyelim ve ekonomi politiği daha çok önemseyelim.

Yeşil dönüşümde 3 unsur: Vatandaşlar, hükümetler ve şirketler

Bu konuda dev şirketlerin rolleri de çok tartışılıyor. Peki, sizce dünyanın geleceği kimin elinde, hükümetlerin mi, yoksa şirketlerin mi?

Açıkçası ikisine de ihtiyacımız var. İlerleme görmek istediğinizde üç güce ihtiyacınız vardır. Birincisi, vatandaşlar; çünkü onlar olmadan şirketlerden ve siyasi liderlerden değişiklik talep eden kimse yok. Piyasaları düzenlemek ve vizyonu belirlemek için hükümetlere ihtiyacınız var. Ancak, gerçekten ihtiyaç duyduğumuz ölçekteki değişim, teknolojideki değişiklik, yalnızca şirketlerden gelebilir. İyi haber şu ki, bugün dünyanın çoğu yerinde iş dünyası siyasi liderlerin çok önünde. Şirketler, şu anda siyasetten çok daha çevreciler. Birkaç örnek var. Avrupa’nın mobilya devi Ikea’nın geri dönüştürülebilir ekonomi söz konusu olduğunda, Avrupa’daki tüm hükümetlerin çok ilerisinde olmasıdır. Danimarkalı Orsted şirketi, yüzde 100 petrol şirketi iken, dünyanın en büyük rüzgar enerjisi üreticilerinden biri haline geldi ve yine herhangi bir hükümetin çok ilerisinde. ABD’de Microsoft, hiçbir hükümet böyle bir şey yapmazken, şirket tarihinin tüm emisyonlarını telafi etme sözü verdi. Ve son olarak Endonezya’da, hükümetin başarılı politikaları ve aynı zamanda ülkedeki kağıt hamuru ve hurma yağı devlerinin değişmeleri gerektiğini anlamaları sayesinde ormansızlaşma yavaşladı. En büyük kağıt hamuru şirketlerinden biri olan Royal Golden Eagle’ın ormansızlaşma değeri değişikliği sıfırdır ve hatta Endonezya’daki yağmur ormanlarının önemli bir koruyucusudur. İtfaiye ve helikopterlerine sahip oldukları için, bu yağmur ormanlarını korumakta bazen hükümetlerden daha iyisini yapabiliyorlar. Bu nedenle, elbette dünyayı yok eden bazı şirketler bulsanız da, genel olarak şirketler kamu yararına çalışan güçlerdir ve şirketler, yeşil enerjiye geçişin önemini idrak etmeye geldiğinde, hükümetlerin ve tüm siyasi liderlerinin önündedir.

Bilgi teknolojileri ve yenilenebilir enerji devrimi birleştirilmeli

Diğer bir konu ise sözde IV. Sanayi Devrimi. Bu devrimin, çevre dostu teknolojiler tarafından yönlendirilen bir ekonomi yaratma potansiyeli sunduğu söyleniyor. İstihdam olanakları gibi açılardan bu potansiyelin gerçeğe dönüşme ihtimalini nasıl görüyorsunuz? Peki, çevresel sürdürülebilirlik, sosyal ve ekonomik sürdürülebilirlikle nasıl bir arada var olabilir?

IV. Sanayi Devrimi, bilgi teknolojisinde, biyoteknolojide ve enerji piyasasında yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişi sağlayan mutlak bir devrim yarattı. Bu, küresel endüstrilerde, Birleşik Krallık’taki I. Sanayi Devrimi ve ABD’de demiryollarının gelişimiyle yaşanan II. Sanayi Devrimi ve internetle sağlanan III. Sanayi Devrimi’yle aynı büyüklükte bir değişimdir. Bu, dünya için muazzam bir şekilde dönüştürücü bir değişimdir. Elbette burada sorunlar var. Bunun daha fazla mı yoksa daha az mı istihdam yaratacağını bilmiyoruz ve bu kritik bir konu. Bilişim Devrimi, internetteki nefret suçları gibi olumsuzluklar için de örnek olarak kullanılabilir. Bu nedenle, piyasayı düzenlemeye ihtiyaç var, fakat genel olarak bu, kamu yararı için çok büyük bir potansiyel güç ve elbette bunları daha fazla bilgi teknolojileriyle birleştirirseniz, enerji verimliliğini çok artırabilir. Örneğin, Çinli Huawei, güneş paneli üretimini yüzde 10-15’e kadar artırmak için yüksek teknoloji donanımını kullanıyor. Aynı şirket, daha az gübre ve daha az böcek ilacı kullanarak, çiftçilerin tarımsal verimini artırmak için droneları da kullanıyor. Böylece daha az zararlı maddeyle daha fazla verim elde ediyorsunuz. Dolayısıyla, bilgi teknolojileri ve yenilenebilir devrimin birleşmesi, dünyayı 21. yüzyılda çok daha yeşil bir hale taşımak için muazzam bir potansiyele sahip. Bu, aynı zamanda Türkiye’nin yenilenebilir endüstrilerde daha fazla istihdam yaratması için büyük bir fırsat. Yıl boyunca Türkiye’de güneş enerjisi potansiyeli çok büyük. Türkiye’nin bazı bölgeleri de çok kurak. Bu yeni teknolojileri dronelarla ağaç dikmek için kullanabilirsiniz. Bunlar yeni teknolojilerin yarattığı devasa fırsatlar.

‘Çin, yeşil teknolojide tamamen hakim pozisyonda’

İklim değişikliğiyle mücadelede Çin’in önemli bir rol oynadığı ve bu konudaki uygulamaları herkesçe biliniyor. Bu konuda bir de ortaya koydukları bir program var. Yeşil Kuşak ve Yol Girişimi neyi önermektedir? Bu arada bazı İngiliz yetkililer tarafından bu projeyi tanımlamak için Yeşil Marshall Planı terimi de kullanıldı.

Gelişmekte olan en büyük iki ülke Çin ve Hindistan’ın aynı tutumu sergilemesini son derece ilginç buluyorum. İklim değişikliğine hem ülkeleri için bir tehdit hem de muazzam bir fırsat gözüyle bakıyorlar. Örneğin, ne Çin’in ne de Hindistan’ın geleneksel bir otomobil endüstrisi var. Bu yüzden, geleceğe doğru bir adım atmaları daha kolay. Tüm elektrikli arabaların yarısı ve hatta neredeyse tamamı Çin’de satılıyor. Elektrikli taşımaya hızlı geçiş de var. Hindistan’da rekor bir sürede elektrikli scooter fabrikası kuran Ola adında bir şirket var ve sloganı ‘Batı için Tesla, geri kalanı için Ola’. Yani, elektrikli araçları Batı’dan bile çok daha ucuza üretebileceklerine inanıyorlar. Hem Çin hem de Hindistan bunu iş, refah ve ekonomik büyüme yaratmak için muazzam bir fırsat olarak görüyor ve Çin, aynı yönde ilerliyor olsa bile Hindistan’ın çok önünde. Çin, tüm yeşil teknolojilerde tamamen hakim pozisyonda. Avrupa ve Kuzey Amerika’da, Çin’le rekabet etmek istiyorsak, sabah erken kalkmamız gerekiyor. Geçen yıl dünyadaki tüm güneş panellerinin yüzde 82’si Çin’de üretildi, tüm elektrikli pillerin yüzde 70’i Çin’de üretildi. Evet, Amerikan arabası alıyorsunuz ama bataryası Çin malı ve batarya arabanın değerinin yüzde 50’sini oluşturuyor. Çin’in dünyanın geri kalanıyla, örneğin İpek Yolu üzerinden, Orta Asya üzerinden Avrupa ve Türkiye’yle ama aynı zamanda Afrika ve Latin Amerika’yla işbirliği yapan kurumu olan Kuşak ve Yol, Çin’den dünyaya yeşil yatırım sağlama konusunda ve aynı zamanda, insandan insana iletişim ve öğrenmeyi geliştirmek için muazzam bir potansiyele sahip. Evet, Çin’in diğer ülkelerden öğrenecek çok şeyi var ama elbette dünyanın geri kalanının da Çin’den öğrenmesi gerekenler giderek daha fazla.

Yeşil ve insan odaklı bir kavram: Ekolojik Uygarlık

Çin’in uygulamalarındaki bir diğer konu da ‘Ekolojik Uygarlık’ fikri. Bu fikri nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeşil Mutabakat’la karşılaştırabilir misiniz? Yeşil Mutabakat ve Çin’in ‘Ekolojik Uygarlık’ önerisi nerede birleşiyor ve ayrılıyor?

Açıkçası, Avrupa veya Kuzey Amerika’daki Yeşil Mutabakat ile Ekolojik Uygarlık fikri hemen hemen aynı şeyler. Ekolojik Uygarlık kavramında sevdiğim şey, bunun olumlu bir kavram olması, çünkü geçmişteki çoğu çevreci hareketler, olumsuzla ve olumsuzluktan kaçınmayla ilgiliydi. Yani temelde, ekonomistler ‘kalkınmak istiyoruz’ dediler ve tüm insanları zenginleştirmeyi ve orta sınıfa geçirmeyi istiyorlardı. O yüzden, çevreye yıkım getirmek zorunda kaldılar. Ve sonra çevre ‘hayır, bu kabul edilemez’ dedi. Ancak şimdi buna, daha fazla iş ve refah getirecek, insanlar için daha iyi sağlık ve geçim kaynakları yaratacak ve başkalarının daha iyi korunmasını sağlayacak ve hepsini aynı anda sağlayacak bir gelecek için olumlu ve coşkulu bir vizyon diyebilirsiniz. Bana göre, ekolojik uygarlığın anlamı budur, ekoloji için herhangi bir sonuç çıkarmadan ilerleyerek, daha bölünmüş bir toplum yaratan eski vizyonun yerine, yeşil ve insan odaklı bir 21. yüzyıl vizyonu koyan bir kavram. Hepimizin benimsemesi gereken olumlu bir vizyon. Batı’da her zaman Çin’de geliştirilen bir kavramı kullanmak konusunda bir isteksizlik var. Ancak iklim müzakerelerinin ilk günlerinde Bolivya, Toprak Ana diye bir slogan ortaya attı. Sonra Batı’daki insanlar bunun çok tehlikeli olduğunu, çünkü Bolivya’nın ideolojilerinden geldiğini ve Bolivya’da kökleri yerli kültürden gelen solcu bir hükümet olduğunu söylediler. Bu yüzden, ‘bu kavramdan kaçınmalıyız’ dediler. Ama Toprak Ana ile İslam ya da Hıristiyan tutumu arasındaki tek fark, Tanrı’nın ya da Allah’ın yarattıklarını korumanız gerektiğiydi. Yani, hiçbir farkı yok. Ve birdenbire Barack Obama, Toprak Ana kavramını kullanmaya başladı ve sonra herkes, ‘her şey yolunda, bu kavramda bir sorun yok’ dedi. Şimdi de aynısı oluyor. Çin’den gelen Ekolojik Uygarlık kavramını benimsemeli ve ortak bir şekilde yaratmalıyız. Çin, Amerika, Avrupa ve Afrika ya da Hindistan, hepimiz ortaklaşa ekolojik bir uygarlık yaratabiliriz. Bu çok olumlu bir kavram.

Söyleşiyi Harici Youtube kanalından izleyebilirsiniz.

SÖYLEŞİ

Pekin’deki Filistin uzlaşı anlaşması nasıl hayata geçirilecek?

Yayınlanma

Şanghay Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi Orta Doğu Çalışmaları Enstitüsü’nde Yardımcı Doçent olan Shu Meng, Pekin’de varılan Filistin uzlaşını Harici’ye değerlendirdi: “İsrail’in Gazze’deki operasyonları devam ederken, Filistinli gruplar bölünmüşlüğün ulusal kurtuluşun önünde büyük bir engel olduğunun farkına vardı. Bu uzlaşma Filistin için daha büyük bir iç ivme taşımaktadır.”

Hamas ve Fetih Hareketi başta olmak üzere Filistinli grupların üst düzey temsilcilerinin, Çin’in arabuluculuğunda aralarındaki bölünmüşlüğe son vermeyi ve birlik oluşturmayı amaçlayan “Pekin Diyaloğu”nu imzalamasının yankıları devam ediyor. Tüm Filistin topraklarında (Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs) tek bir geçici hükümet kurulmasını öngören bildiriye, Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’den destek gelirken, ABD ise Filistin yönetiminde “Hamas için bir rol öngörmüyoruz” diyerek karşı çıktı. Öte yandan Batı basını Çin’in başarısını görmezden gelerek, girişimin “gerçekçi olmadığını ve uygulanamayacağını” öne sürüyor.

Tüm bu tartışmaları, 1949’da kurulan Şanghay Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi Orta Doğu Çalışmaları Enstitüsü’nde Yardımcı Doçent olan Shu Meng ile konuştuk. Aynı zamanda ‘Asian Journal of Middle Eastern and Islamic Studies’in yazı işleri müdürü olan Shu Meng, Filistin uzlaşısı, Çin’in Filistin ve Orta Doğu politikası ve ABD’nin bölgedeki rolü üzerine sorularımızı yanıtladı.

Pekin’de üç gün süren toplantıların ardından aralarında Hamas ve El Fetih hareketinin de bulunduğu 14 Filistinli grup, Filistin birliğini inşa etmeyi amaçlayan ortak bir bildiri imzaladı. Bildiriye göre Filistin anayasası temelinde bir ‘geçici ulusal birlik hükümeti’ kurulacak. Bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu ilerlemenin son derece önemli olduğuna inanıyorum. Çin her zaman Filistin meselesinin temelinde uzun zamandır beklenen bağımsız bir Filistin devleti arzusunun gerçekleştirilmesinin yattığını savunmuştur. Filistinlilerin ulusal haklarına saygı gösterilmesi ve devlet olmalarının desteklenmesi, ulusal uzlaşı ve iç birliğin sağlanmasına bağlıdır. Kendi adıma, Filistin-İsrail barış görüşmelerinde iki taraf arasındaki güç eşitsizliği, kısmen Filistin içindeki bölünmüşlükten de kaynaklanarak, büyük bir engel teşkil etmiştir. Çin’in çabaları müzakere masasında her iki tarafın nispeten daha eşit bir zeminde yer almasına katkıda bulunmuştur.

Filistinli örgütler daha önce de ulusal uzlaşı belgesi imzalamış ancak bu belge uygulanmamıştı. Sizce bu kez birliktelik gerçekleşecek mi? Bu anlaşmayı diğerlerinden farklı kılan nedir?

İç uzlaşmanın tam olarak sağlanması belirli bir zorluk derecesiyle karşı karşıyadır, ancak yine de tüm tarafların bir araya gelerek bir barış anlaşması imzalaması çok önemli bir ilk adımdır.

Üstelik şu anki zamanlama önceki örneklerden farklı. İsrail Gazze’deki askeri operasyonlarını henüz durdurmadı ve çeşitli Filistinli gruplar bölünmüşlüğün ulusal kurtuluşa ulaşmada önemli bir engel teşkil ettiğinin giderek daha fazla farkına varıyor. Gazze’nin siyasi geleceğinin şekillendirilmesine herhangi bir katılım için birleşik bir Filistin zorunludur. Bu nedenle, bu uzlaşma Filistin için daha büyük bir iç ivme taşımaktadır.

Gelecekte uzlaşıya giden yolda, İsrail’le yüzleşme yöntemlerindeki farklılıklar ve parti içi rekabet gibi çok sayıda zorluk bulunmaktadır. Bununla birlikte, iç uzlaşma ve siyasi birlik, Filistin meselesinin çözümünü ilerletmek için doğru yön olmaya devam etmektedir.

Tel Aviv anlaşmaya tepki gösterdi. İsrail’i ikna etmeden böyle bir anlaşmayı uygulamak mümkün mü?

Kendi içinde birleşmiş bir Filistin’in İsrail’in çıkarına olmadığına inanıyorum. Ancak, barış anlaşmasının imzalanmasıyla birlikte, Filistin’de gelecekteki iç uzlaşı İsrail’in engelleriyle karşılaşabilirken, kilit nokta Filistinli grupların farklılıklarını gerçekten bir kenara bırakıp Filistin’in genel çıkarlarına öncelik verip veremeyeceğinde yatıyor.

İki devletli çözüme bu kadar açık bir şekilde karşı çıkan bir İsrail hükümeti varken iki devletli çözümü gerçekçi ve uygulanabilir görüyor musunuz?

Sadece Filistin’in gücüne güvenecek olursak, geçtiğimiz on yıllarda yaşanan tecrübelerin de gösterdiği üzere, iki devletli çözümün gerçekleşmesinin zor olduğu aşikârdır. Bu çözümün hayata geçirilmesi büyük ölçüde uluslararası toplumun itici gücüne bağlıdır. Uluslararası toplum tarafından somut adımlar atılmalı ve bu konuda daha fazla birliktelik sağlanmalıdır.

Çin bu anlaşmayı uygulamak için ne gibi somut adımlar atabilir ve atacak? Pekin bu konuyu İran, Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye gibi bölge ülkeleriyle görüştü mü?

Çin “üç adımlı” bir inisiyatif ortaya koymuştur: ilk adım Gazze Şeridi’nde kapsamlı, kalıcı ve sürdürülebilir ateşkesin mümkün olan en kısa sürede teşvik edilmesi ve insani yardım ve diğer yardımların erişiminin sağlanmasıdır. İkinci adım, “Filistin’i Filistinliler yönetir” ilkesini desteklemek ve Gazze’de savaş sonrası yönetimi ortaklaşa teşvik etmektir. Üçüncü adım ise Filistin’in Birleşmiş Milletler’e tam üye olmasını teşvik etmek ve “iki devletli çözümün” uygulanması için çalışmaktır.

Çin, Filistin konusunda Arap ülkeleriyle defalarca iletişim kurmuş ve bu yıl Filistin konusunda Çin ve Arap ülkeleri arasında ortak bir bildiri yayınlamıştır. Ayrıca Çin uzun zamandır ikili ve çok taraflı forumlarda Filistin meselesinin adil bir şekilde çözülmesini teşvik etmektedir.

Çin’in yumuşak güç, diplomasi ve ticari anlaşmalar yoluyla Orta Doğu’daki etkisini artırmaya çalıştığı yönünde eleştiriler var. Bu eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz? ABD Orta Doğu’yu terk ederken yerini Çin mi alacak?

“Çin yumuşak güç, diplomasi ve ticaret anlaşmaları yoluyla Orta Doğu’daki etkisini artırmaya çalışıyor” demek yerine, “Çin’in Orta Doğu’da yumuşak güç, diplomasi ve ticaret alanlarındaki büyümesi bölgedeki etkisini artırdı” demek daha uygun olacaktır.

Tarihsel olarak hem Çin hem de Orta Doğu ülkeleri görkemli medeniyetlerin doğduğu yerlerdir. Gerçekte, Çin ve Orta Doğu ülkeleri çeşitli alanlardaki değişim ve işbirliğini aktif bir şekilde genişleterek Çin medeniyeti ile Orta Doğu’nun çeşitli medeniyetleri arasındaki karşılıklı anlayış ve değişimi büyük ölçüde teşvik etmiştir. Orta Doğu bugün küresel jeopolitiğin en karmaşık bölgelerinden biridir. Orta Doğu’daki karmaşık ve sürekli değişen durum karşısında Çin, Orta Doğu halklarının kendi kalkınma yollarını bağımsız olarak keşfetmelerini ve Orta Doğu ülkelerinin bölgesel güvenlik sorunlarını ele almak için birlikte çalışmalarını her zaman desteklemiştir. Çin’in adil duruşunun ve ortak kalkınmayı teşvik eden tutumunun, bölgesel etkisini görünmez bir şekilde sürekli olarak artıracağına inanılmaktadır.

İkinci soruya gelince, ilk olarak ABD Orta Doğu’dan tamamen çekilmeyecek, ikinci olarak da Çin onun yerini almayacaktır. İki tarafın Orta Doğu’da farklı avantajları vardır ve aralarında karşılıklı bir ilişki yoktur. Orta Doğu büyük güçler için bir oyun alanı değildir ve Orta Doğu’daki çeşitli ülkelerin etkisi sıfır toplamlı bir oyun değildir. Çin’in Orta Doğu’da ABD’nin yerini almak gibi bir niyeti yok. Bunun yerine Çin, Orta Doğu ülkeleriyle dayanışma içinde çalışmayı ve tüm insanlık için ortak bir geleceğe sahip bir topluluğu birlikte inşa etmeyi ummaktadır.

Çin’in Orta Doğu’da ABD’den farklı olarak ne tür hedefleri, ilkeleri ve çıkarları var?

Çin’in politikaları daha adil ve tarafsız hale gelmekte, herhangi bir müttefiki kayırmaktan kaçınmaktadır. Tüm ülkelerle normal ilişkilerini sürdürerek dengeli bir bağlantısızlık politikası izlemektedir.

Çin kışkırtıcı olmak yerine arabulucu olmayı tercih ediyor. Hiçbir bölgesel krize önemli ölçüde müdahale etmemiştir.

Çin, bölge ülkelerinin büyük güçler arasında bir denge sağlamak ve özerkliklerini artırmak istediklerinin farkındadır. Hiçbir ülkeyi taraf seçmeye zorlamamaktadır.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

Venezuela’da devlet başkanlığı seçimleri ve göç sorunu

Yayınlanma

Venezuelalı siyaset bilimci Micaela Ovelar, Pedro Gual Yüksek Diplomatik Çalışmalar Enstitüsü müdürü ve Venezuelalı Göçmenlerin Kapsamlı Bakımından Sorumlu Devlet Bakan Yardımcısı Pedro Sassone ile mülakat gerçekleştirdi.

28 Temmuz 2024’te Venezuela’da, ülke halkının desteğiyle Hugo Chavez’in Bolivarcı Devrimi kurmayı başarmasından bu yana en önemli başkanlık seçimleri yapılacak. Pek çok analist, bunun ‘Venezuela’nın istikbali ve milli, bölgesel ve uluslararası istikrar için belirleyici bir seçim yarışması’ olduğunu düşünüyor.

Seçilme şansı en yüksek olan iki aday, mevcut başkan Nicolás Maduro ile son anda siyasi seçimlere katılma hakkı bulunmayan muhalefet lideri María Corina Machado’nun yerine gelen ve ABD’nin çıkarlarını gözeten Edmundo Gonzalez.

Venezuelalı ünlü sosyolog ve diplomat Pedro Sassone, Harici’nin sorularını yanıtladı. Sassone, diğer sorumluluklarının yanı sıra Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nin Ekvador’daki Misyon Şefi Konsolosluğu ve Güney Ülkeleri Birliği (UNASUR) Genel Sekreterliği’nde Venezuela Temsilcisi olarak görev yaptı.

Halihazırda, Pedro Gual Yüksek Diplomatik Çalışmalar Enstitüsü’nü yönetmenin yanı sıra, ülkesinin Dış İlişkilerden Sorumlu Halk Gücü Bakanlığı’nda Venezuelalı Göçmenlerin Kapsamlı Bakımından Sorumlu Devlet Bakan Yardımcısı olarak görev yapıyor.

Bu 28 Temmuz 2024’te Venezuela’da neler olacak?

Venezuela’da son derece güzel ve umut verici şeyler oluyor. Yani güçlü ve gelişen bir demokrasi ve ABD ve Avrupa’nın yaptırımlarına rağmen istikrara kavuşan bir ekonomi görüyoruz. Birkaç hafta önce Venezuela halkı, ülkenin en yüksek seçim otoritesi olan Ulusal Seçim Konseyi (USK) tarafından düzenlenen ve Venezuelalıların bu yıl (28 Temmuz’da) oy kullanma konusundaki potansiyel istekliliklerini ifade etmek üzere kitlesel olarak katıldığı bir genel seçim simülasyonu gerçekleştirdi. Dolayısıyla Venezuela için yeni bir demokratik parti olacak olan bu seçim pazar günü halkın ifadesinde somutlaşacaktır.

Oy kullanma hakkı ya da oy verme uygulaması Venezuela halkı ve vatandaşları açısından gerçek bir yurttaşlık geleneğidir. Halkımız oy kullanmayı sever ve tıpkı zorunlu olmadığı için binlerce insanın gönüllü olarak katıldığı tatbikat sırasında bunu ifade ettikleri gibi, bu pazar, 28 Temmuz’da da Venezuela toplumunun siyasi tercihinin adayına oy vermek için kitlesel olarak dışarı çıkmasını bekleyebiliriz. Bizim adayımız, siyasi, iktisadi ve sosyal istikrarı garanti eden tek aday olan Devlet Başkanı Nicolás Maduro’dur.

Bu birkaç şeyi yansıtıyor. Birincisi, bugün Venezuela’da yaşanan demokratik, katılımcı ruhu ve barışı; ikincisi ise, kentine sadık kalarak tüm engellerle yüzleşmeyi ve bunların üstesinden gelmeyi bilen Başkan Maduro’nun yönetimine duyulan güveni ve takdiri yansıtıyor.

Venezuela bugün iç, siyasi ve sosyal açıdan istikrarlı mı?

Evet, yaklaşık iki ya da üç yıldır ülke, ABD’nin haksız bir şekilde ‘yaptırımlar’ olarak adlandırılan tek taraflı zorlayıcı tedbirleri bize dayatmasından bu yana görülmemiş bir barış ve huzur yaşadı. Ardından Kovid-19 salgını geldi, ancak Bolivarcı hükümet, yavaş yavaş ekonomik ablukanın üstesinden gelmeyi başardı, öyle ki Venezuela ekonomisi bugün istikrarlı ve yıldan yıla giderek iyileşiyor. Venezuela’ya yönelik saldırılar bir saniye bile durmamasına rağmen bunu yineliyorum.

Bu nedenle, ülkemizdeki seçim sürecinin mükemmel bir şekilde gelişmesi ve 28 Temmuz Pazar günü yapılacak başkanlık seçimlerine gölge düşürecek herhangi bir şiddet eyleminin yaşanmaması en büyük dileğimizdir. Dinamiklerin Venezuela halkının alışık olduğu gibi olmasını bekliyoruz. Yani oy kullanmak bir görev ve yurttaşlık bilincinin ifadesidir, oy kullanmak Bolivarcı Devrimin ve Venezuela’nın yaşadığı demokratik ruh ve barışın kurumudur.

Emperyalist kasırganın hedefinde olduğumuz için, başta Venezuela petrolü olmak üzere tabii kaynaklarımızın kullanımına ilişkin egemenlik hakkımızı savunduğumuz için karşı karşıya olduğumuz tehlike ve tehditlerin farkındayız. Ülkemiz dünyanın en büyük petrol rezervine sahip olmaya devam ediyor, Venezuela’nın maruz kaldığı saldırıların, ablukaların ve her türlü baskının arkasında ne yazık ki kaynaklarımızın yabancı güçler tarafından kontrol edilmesi yatıyor, yatıyor ve yatacak. Buna rağmen ilerlemeye devam ediyoruz.

Bize Venezuela yönetiminin yeni oluşturduğu ve yardımcılığını üstlendiğiniz  bakanlıktan bahseder misiniz?

Bu, Venezuela Dışişleri Bakanlığı’nın yeni bir bakan yardımcılığı. Göçmenlik konusu hükümetimizde bir Devlet politikası olarak ele alınmaktadır, bu çerçevede Devlet Başkanı Nicolás Maduro’nun Vatana Dönüş Büyük Misyonu (GMVP) olarak adlandırdığı bir sosyal misyondur (kamu politikaları dediğimiz şey). Bu, Venezulea’nın şu anda sahip olduğu tek uluslararası misyon olduğunu söyleyebileceğimiz bir sosyal misyondur (veya devletin kamu politikasıdır).

Büyük Anavatana Dönüş Misyonu (GMVP), Venezuelalı göçmenlerin sosyal koruma ve hakları için dört köşeye sahip: 1. Hukuki yardım ve kimlik garantisi; 2. Eğitim, Kültür ve Spor Alanlarında Kapsamlı Bakım; 3. Geri Dönüş için Kapsamlı Sosyoekonomik Koruma ve 4. İletişim ve Lojistik Planı.

İlk tepe noktası, göçmenlere ‘bulundukları ülkelerde maruz kaldıkları suistimallere karşı’ destek sağlayacak, böylece ‘en iyi avukatlar, en iyi hukuk firmaları, insanlarımız için emek suistimalleriyle başa çıkmak için işe alınacak… Ayrıca pasaportlarının onlara ulaşmasını da sağlayacak’.

Her bir ülkede, her bir misyonda, temelde Venezuelalıların en çok akın ettiği yerlerde, hukuki ilgi için konsolosluklarımızı konuşlandıracağız, güçlendireceğiz. Neden mi? Zira hukuk ihlalleri var, yabancı düşmanlığı var, iş hukuku açısından ihlaller söz konusu.

İkinci tepe noktası ise ‘eğitim, kültür ve spor konularında gereken ilgiyi göstererek, diğer şeylerin yanı sıra, lise, üniversite ve teknik okullardaki eğitimlerini tamamlamalarına olanak sağlamanın yanı sıra -Viva Venezuela Mi Patria Querida Büyük Misyonu aracılığıyla- farklı sanatsal tezahürlerde niteliklerini geliştirmelerini kolaylaştıracaktır.

Şimdi genişleteceğimiz ilk pilot planı halihazırda test ettik. Programın adı ‘Bakaloryanı Tamamla’, böylece dünyanın dört bir yanındaki genç Venezuelalılar kurumlarımızda eğitim görebilecekler. Bu öneri, biri lise diğeri ticaret olmak üzere iki sertifikaya sahip olacak bir derece olması ve bu ticaret sertifikasının Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından tanınması gibi bir özelliğe sahip.

Üçüncü tepe noktası sadece Venezuela’ya geri dönüşü garanti altına almakla kalmayacak, aynı zamanda ‘sosyoekonomik koruma sağlamanın yanı sıra, anavatana geldiklerinde girişimcilik ve küçük yatırım projeleri’ başlatacaktır.

Son olarak, dördüncü tepe noktası ‘göçmenlerimiz hakkında gerçeği anlatmayı, Venezuela hakkında gerçeği anlatmayı ve geri dönmek isteyen binlerce göçmene aşamalı ama sürdürülebilir bir şekilde destek sağlamak için lojistik plan yapmayı’ amaçlıyor.

Tüm bunlar Venezuela devletinin sosyal koruma politikasının uluslararası düzeyde bir izdüşümü. Bolivarcı hükümetin sosyal politikası, geri dönmeniz için hizmetinizdedir.

Yurt dışında bulunan Venezuelalıların geri dönme zamanının geldiğine inanıyorum, zira geri dönmek onların hakkıdır ve ülkenin onlara ihtiyacı vardır. Venezuela, uluslararası örgütlere geri dönüşün bir hak olduğunu ve hükümetimizin güvenli geri dönüş için gerekli koşulları sağlayacağını söylemişti.

Yurt dışındaki Venezuelalı göçmenlerin sayısı hakkında çok şey söylendi. Resmi bir rakam var mı?

Resmi rakamlardan bahsetmek spekülasyon olur, çünkü böyle bir rakam yok. Rakamlar yok çünkü hiç kimse hacimleri tam olarak bilmiyor. Ve bunlar, terimin de ifade ettiği üzere, ‘insan hareketliliğindeki’ insanlar, yani buradalar, Kolombiya’dalar, Peru’dalar, Ekvador’dalar. Yani sorun sayı değil. Peki rakamlara ne oldu? Diğerlerinin yanı sıra ABD hükümeti ve uluslararası kuruluşlar tarafından manipülasyon unsuru oldular.

Açıkça söylemek istediğim şey, Venezuela’dan göçün araçsallaştırıldığı ve Venezuela hükümetine saldırmak için siyasi bir faktör olarak kullanıldığı. Dolayısıyla rakamlar, her bir ülkedeki Venezuelalılara verilen sözde destek için harcanan parayı meşrulaştırmaya dönük spekülasyonlar.

Nihayetinde bu siyasi nitelikte bir araç, bu nedenle rakamlardan bahsedemeyiz, süreçlerden bahsedebiliriz. Evet, tarihimizdeki en büyük ve önemli Venezuelalı göç akını süreci yaşandı. Venezuela devleti, bunu bu şekilde tanımladı ve Devlet Başkanımız Nicolás Maduro da Venezuelalı Göçmenlerin Kapsamlı Bakımı misyonunu tanımlarken buna hak ettiği önemi ve düzeyi verdi.

Bu, yurt dışındaki Venezuelalıların bakımını üstlenen tüm sosyal, kültürel ve sağlık yapısıdır ve aynı zamanda hükümetimizin Venezuela Dışişlerine, büyükelçiliklerimize ve konsolosluklarımıza sağladığı tüm destek de önemli. Meksika’dan geliyorum, tüm dışişleri teşkilatımız barışa dönüşün korunması ve desteklenmesi için koordinasyon sağlıyor.

Peki 28 Temmuz’da yapılacak başkanlık seçimlerine aktif olarak katılmak üzere kaç Venezuelalının ülkeye gideceğine ya da geri döneceğine dair bir tahmininiz var mı?

Hayır, bu konuda bir hesabımız yok, zira bu herkesin kendi iradesine ve ülkeye dönme hakkına bağlı. Ve kaç Venezuelalının bu seçimlerde oy kullanmak üzere geri döndüğünü bilmek için elimizde herhangi bir rakam yok. Buna ek olarak Venezuelalılar, Venezuela konsolosluklarının her birinde, yasal olarak ikamet ettikleri ülkede ve Venezuela yasaları tarafından belirlenen şartlara uyarak oy kullanma imkanına sahip olacaklar. Her bir konsolosluk bunu usulüne uygun olarak bildirdi.

Bu seçim sürecinin sonunda Venezuela açısından ne bekleyebiliriz?

Her bir devlet başkanı adayının kendi siyasi seçeneğinin tanıtımını barışçıl bir şekilde sonlandırmasını, Venezuela halkına karşı samimiyet ve sorumlulukla konuşmasını ve sonuçların tüm adaylar tarafından kabul edilmesini umuyoruz. Bizim açımızdan, Devlet Başkanı Nicolás Maduro’nun adaylığıyla ilgili olarak, açık bir diyalog olduğunu, halkla diyaloğun devam ettiğini, 2024-2030 için iktisadi ve sosyal kalkınma rehberimiz olan yedi ana dönüşüm hattı açısından projelendirildiğini biliyoruz. Yani, ekonomik bir önerimiz var, rakamlar var, zira bu yılı yüzde 4’lük bir GSYİH büyümesi ile kapatıyoruz.

Enflasyonu kontrol altına aldık, yatırımlar iktisadi bir savaşın ortasında geliyor. Uluslararası topluma, ülkemize yönelik tek taraflı zorlayıcı tedbirlerin askıya alınmadığını, 930 tek taraflı zorlayıcı tedbir olduğunu söylemek istiyorum. Venezuela, Uluslararası Kamu Hukuku ve İnsan Haklarını ihlal eden bu yasadışı zorlayıcı tedbirlerle siyasi açıdan boğulmaya devam ediyor.

Fakat Venezuela ekonomisi tüm bunlara rağmen toparlanıyor ve Venezuelalıların refahını pekiştirmek ve temel felsefe olan ekonomik refah ve sosyal refahı sağlamak açısından umut var, ayrıca Nicolás Maduro’nun yeniden seçileceğine dair umudumuz ve inancımız tam.

Ayrılan ve geri dönmeye hevesli olan Venezuelalılara, işte ülkesi, işte onu bekleyen bir hükümet demeliyiz. İşte onlar için politika tasarlayan bir hükümet. Ülke bekliyor.

Aileniz sizi bekliyor. İnsanın vatanından daha önemli, daha yüce bir şey yoktur, zira vatan anneniz gibidir, size sağlamlık veren, size kimlik veren şeydir. Sizinki gibi bir ülke yok ve ülkenizle yeniden birleşmek de bir haktır. Venezuelalıların geri dönüşünün, ülkeyi güçlendirmenin ve Bolivarcı Devrime olan demokratik bağlılığı yeniden teyit etmenin, Nicolás Maduro’yu bu 28 Temmuz’da Venezuela kültürünün özellikleri olan barış ve neşe içinde yeniden seçmenin zamanı geldi.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

BAE-Türkiye Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması ne aşamada?

Yayınlanma

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Ekonomi Bakanlığı Uluslararası Ticaret İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı Juma Mohammed Al Kait, BAE-Türkiye arasındaki ekonomik-ticari ilişkilere ve potansiyel işbirliği alanlarına dair sorularımızı yanıtladı.

Juma Al Kait ayrıca BAE Ticaret Başmüzakerecisi olarak görev yapmaktadır. Son 20 yılda Hindistan, İsrail, Endonezya, Gürcistan, Türkiye ve Kamboçya ile müzakere edilen Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşmaları da dahil olmak üzere neredeyse tüm önemli ticaret meselelerinde önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca BAE’nin Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) çerçevesindeki ticaret müzakerelerine katılımına liderlik etmektedir.

Geçen yıl normalleşme sürecinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında Türk heyeti tarafından BAE’ye önemli bir ziyaret gerçekleştirildi. O toplantıda başta savunma sanayii yatırımları olmak üzere Türkiye’ye yatırım konusunda birçok söz verildi. BAE’nin Türkiye ile yatırımlar ve uluslararası ticaret konusundaki son durumu ve kapasite artırma vaatleri ne durumda?

Öncelikle Türkiye’de olmak ve TPS-OIC Ticari Müzakere Komitesi 3. Bakanlar Toplantısı’na katılmak çok memnuniyet verici. Yaptığı tüm düzenlemeler için Türk hükümetine teşekkür etmek istiyorum. Türkiye’nin de üyeler arasındaki ticareti ileriye taşıyacak plan ve öneriler ortaya koyduğunu görmek güzel. Mal ticaretinin yanı sıra yatırım ve hizmetlerin kolaylaştırılmasıyla ilgili masaya konan ve tartışılan pek çok olumlu öneri var. BAE açısından bakıldığında, BAE ile Türkiye arasında çok iyi bir ekonomik ticaret ilişkisinin tadını çıkarıyoruz. BAE ile Türkiye arasında Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması’nı imzaladığımızı ve bu anlaşmanın yürürlüğe girdiğini görmekten gurur duyuyorum. Her iki ekonomiye de faydası var. Özellikle bu anlaşmanın imzalanmasının ardından BAE ile Türkiye arasındaki ticaret akışının arttığını fark ettik. Bahsettiğiniz gibi son dönemde iki ülke arasında çok sayıda üst düzey ziyaret gerçekleşti. Liderlerin son ziyaretleri, birçok farklı sektörde çok sayıda mutabakat zaptı (MoU) ve anlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlandı. İlişkinin böyle olması gerektiğini düşünüyoruz. Her zaman yeni işbirliği alanlarına bakmanın yolları vardır. Bu MoU’lar sadece özel sektörümüzü olağan iş yapma biçimine bakmaya yöneltmeyecek, aynı zamanda genellikle ilgilenmediğimiz diğer alanlardaki yeni fırsatları da keşfedecek.

Sizin için yeni alanlar neler?

Yeni alanlar derken, teknolojinin sanayi sektörleri de dahil olmak üzere birçok farklı sektöre girmesi ve içindeki teknoloji unsuru, finansal hizmetler, inşaat, tarım teknolojisi ve daha birçok alanda ortaya çıkması gibi ekonomideki yeni gelişmeleri kastediyorum. Her iki taraf da birbirini tamamlayabilir. Türkiye’de bazı şirketlere yatırım yapan ve Türkiye’den BAE’ye yatırım çekmeye çalışan BAE, yatırım ekosistemini geliştirmek için çeşitli teşvikler sağladı. BAE altyapı ve bağlantı alanındaki gelişimini genişletirken birçok fırsat var. Bu, Türk şirketlerinin bundan faydalanması ve BAE’de faaliyet göstermesi için iyi bir fırsatı temsil ediyor. Bunu Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması’nda da belirledik. Türk şirketleri ve BAE şirketleri bu anlaşma aracılığıyla avantajlı muameleden yararlanacak ve bu avantajlı düzenleme başkalarına uygulanmayacaktır. Aramızda ticaret, yatırım ve hizmet tedarikçileri konusunda daha iyi muamele görüyoruz.

BAE’ye hangi spesifik sektörler veya şirketler geliyor?

Bahsettiğim gibi, öncelikle inşaat, gıda işleme, profesyonel hizmetler gibi hizmet sağlayıcılar ve konaklama, oteller, restoranlar ve finansal hizmetler gibi diğer alanlar. Özel sektörümüzün iş yapması için uygun bir yasal çerçeve oluşturmayı başardık. Bu daha fazla kullanılmalıdır. İş dünyamızı bu anlaşmanın yararları konusunda bilinçlendirmek hükümet olarak bizim görevimizdir. Artık her iki tarafın ihracatçıları da birçok sektörde gümrük vergisi olmadan ürün ihraç edebiliyor.

Her iki ülke de gümrüksüz ihracat yapabilir mi?

Evet, anlaşmanın hüküm ve koşullarına göre.

Belirli sektörlerle sınırlı mı?

Çoğu sektörü kapsıyor. Ek olarak, yenilenebilir enerji, sürdürülebilir kalkınma ve yeni ekonomiyle ilgili diğer alanlar gibi her iki taraf için de önemli olan alanlarda daha fazla işbirliği için bir başlangıç noktası olarak kabul edilen, daha önce imzalanan mutabakat anlaşmaları da mevcut. Bu Mutabakat Zaptı ve her iki taraf arasında imzalanan Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması aracılığıyla bu alanlarda daha fazla işbirliği yapabilir, ticaret ve yatırımın arttığını görebiliriz.

Sanırım geçen yıl bu Mutabakat Zaptı’nın toplamı neredeyse 50 milyar dolardı. Şu ana kadar bunun hangi kısmı uygulandı veya bir girişim var mı?

Her iki taraf da bu anlaşmalardan bazılarını uygulamaya çalışıyor. Halihazırda başlatılan ve uygulanan çok sayıda Mutabakat Anlaşması var. İşler yolunda gidiyor ve ilerleme için özel bir izleme süreci var. Her şeyin bu Mutabakat Zaptı’na ve liderlerimizin vizyonuna göre sorunsuz ilerlemesini sağlamak istiyoruz.

Neredeyse bir yıl oldu değil mi?

Evet. Bu Mutabakat Zaptı’nda pek çok farklı sektör vardı. BAE’nin gelip Türk özel savunma sektörüne yatırım yapması Türkiye’de çok konuşuldu. Daha önce de açıkladığım gibi her alanda yatırım daha da kolaylaşacak. Her iki taraftaki yatırımcılar daha iyi iletişim kurabilecek ve anlaşmaları daha verimli bir şekilde imzalayabilecek. Her iki taraf arasında yakın gelecekte yapılabilecek birçok şey var. Bir hükümet temsilcisi olarak her iki özel sektörü de daha fazla çalışmaya ve yeni fırsatları keşfetmeye teşvik etmek benim için önemli. BAE’nin ayrıca dünya çapında birçok ülkeyle imzaladığı anlaşmalar Türk yatırımcılar için altın bir fırsat teşkil ediyor. BAE pazarlarında faaliyet gösterdikten sonra, ticari anlaşmalar imzaladığımız diğer pazarlarda da işlerini genişletebilirler. BAE’nin bu anlaşmaları imzalama konusunda neler yaptığının farkında olduğunuza eminim. Afrika, Latin Amerika ve Asya’da birçok ülkeyle anlaşma imzaladık. Türk şirketleri BAE pazarında faaliyet gösterdiklerinde bundan faydalanacak. BAE’deki gelişmiş altyapı, Türk ürünlerinin diğer pazarlara daha iyi taşınmasına yardımcı olacak. Türk sanayisinin BAE üzerinden uluslararası alanda genişlemesine destek olacak bir platform.

Normalleşme sonrasında Katar’la ticari ilişkileriniz iyi mi? Katar’la pozisyonunuz nedir?

Ekonomik açıdan bakıldığında herkesle her zamanki gibi iş yapıyoruz. Katar dahil tüm Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkeleriyle çok iyi ticari ilişkilerimiz var. İkili ticaretimizde artışa tanık olduk. Körfez İşbirliği Konseyi üyeleri arasındaki iç ticareti geliştirmeye yönelik Körfez İşbirliği Konseyi düzeyinde de çabalar var. Bildiğiniz gibi gümrük birliğimiz var, ekonomik anlaşmalarımız var ve son dönemde liderlerimiz arasında yapılan ziyaretler ekonomik gündemimize olumlu katkı sağladı. Yakın zamanda Doha’ya gittik, Körfez İşbirliği Konseyi ticaret bakanları toplantılarından bazılarına ev sahipliği yaptık ve çok iyi sonuçlar elde ettik. Yani işler çok iyi gidiyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English