Ben antikomünizm ve rusofobinin tavan yaptığı bir coğrafyada doğdum, bu güçlü ideolojik formasyonun ancak solun mücadelesiyle aşındığı bir coğrafyada büyüdüm.
Cahil bir köylü kadını olan anneannem benden bir ve iki önceki kuşağın eksiksiz bir tablosuydu. Patatese “Rus patatesi” denmesine çok üzülürdü ve şöyle derdi: “Öyle demeyin, günah.” Yani Rusluk sadece komünistlik değildi, aynı zamanda düpedüz deccallikti. O çağın egemen formülü şuydu: “Rus eşittir komünist.” Bu tersinir bir ilişkiydi; yani aynı zamanda “komünist eşittir Rus” sayılırdı ve tam da bu, solu deccalin casusu ilan ederek halkı ona düşman kılmanın başlıca vasıtasıydı.
Baltık, Polonya ve Çekiya’da siyasi elit, 1920-1990 arasındaki o çiğ ve aptalca “Rus eşittir komünist” formülünü daha da çiğ ve daha da aptalca bir siyasi çizgi bellediler. Bu ülkelerde “dekomünizasyon” ile “derusifikasyon” bir ve aynı şeydir. Bu sadece söz konusu ülkelerde kapitalist restorasyonun dolaylı bir sonucu değil, ABD önderliğinde troykanın küresel ihtiyaçlarının da dolaysız bir sonucudur. Zira yeniden yapılanma (“perestroyka”) sürecindeki emperyalist kapitalizm ABD’nin mutlak hâkimiyetini tesis etmeye çalışıyor ve bu da, troykanın diğer atlarında mali ve sanayi sermayesinin bağımsız hareket edebilme yetilerini ortadan kaldırarak küresel mali oligarşinin iradesiz vasalları haline getirmek demek. Bu aynı zamanda, küresel mali oligarşi için hâlâ az çok bakir bölgelerin, en başta da Rusya ve Çin’in sömürgeleştirilmesi anlamına da geliyor.
Hollywood filmlerinde eski kötü adamın, “Rus”un geri dönmüş olması boşuna değildir. Yakında “Çinli” de ona katılacaktır.
* * *
Baltık’ın demokrasi kelebeklerine bakalım.
Baltık ülkelerinin anayasaları kendilerini çokuluslu saymazlar, ancak adları sayılmamış “azınlıkların” kendi dillerinde öğrenim yapma hakkını kabul eder görünürler. En soğukkanlı metin, en azılı asimilasyon siyasetini uygulayan Letonya’nın anayasasıdır; girişinde “kahraman” tarihe (her milliyetçi hareket kendi milletini inşa ederken tarihini de yeniden kurar) her nasılsa atıfta bulunmaz. Litvanya anayasası ise “hürriyet ve bağımsızlığını asırlardır kararlı bir şekilde savunmuş, ruhunu, anadilini, yazısını ve adetlerini korumuş” Litvanya halkından söz ederek başlar. Estonya anayasası onu da geçer: bağımsızlığını 24 Şubat 1918’e tarihler, bu devletin “Eston ulusunun ve kültürünün asırlar boyunca korunması” için kurulduğunu bildirir.
Bu sonuncusu herkesin “milli aidiyetini koruma hakkı” olduğuna ve “milli azınlıkların kültürel otonomisi kanunu” tarafından düzenlenen milli kültürel özyönetim kurumları oluşturma hakkına vurgu yapar. Dahası bu azınlıklar belli bir bölgede nüfusun yarıdan fazlasını oluşturdukları takdirde başvurularına kendi anadillerinde cevap alma hakkına da sahiptirler. Bununla birlikte azınlıkların dili yabancı dil sayılır.
Oysa Letonya’da böyle bir hak hiç tesis edilmemiştir; sadece “milli azınlıklara ait kimselerin kendi dillerini, etnik ve kültürel varlıklarını geliştirme hakkı” olduğu belirtilir.
Aşağı yukarı aynı kayıt, Litvanya anayasasında da bulunur. Temel farklılık Litvanya’da milli azınlık değil milli topluluk deniliyor olmasıdır.
Bütün bunlar harika, üstelik bütün afaki ve hamasi havasına rağmen gayet demokratik ilkeler, öyle değil mi?
Değil.
Ben anayasa hukukçusu değilim; ancak anayasaların ve en genelde kanunların lafzı arasındaki farkı anlayabilecek kadar siyasi tecrübem var. Herhangi bir ülke dünyanın en demokratik anayasasına sahip olabilir. Bununla birlikte, anayasaların lafzının esasen hiçbir anlam taşımadığını ve hukukun egemen sınıfların arkasından dolanması için yazıldığını bilecek kadar da siyasi tecrübe sahibiyim.
Bugün Avrupa’nın her yerinde Ruslara olduğundan çok daha fazla, Baltık ülkelerindeki Rus etnisitesine karşı pasifikasyon siyaseti yürütülüyor.
Bu ülkelerde etnik kimliğe yönelik ayrımcılık, doğrudan doğruya Rusçaya karşı ayrımcılık olarak temayüz ediyor. Tıpkı muhteşem yazılmış kanun maddelerinin Avrupa’da ayrımcılığı engelleyememesi, tersine, ayrımcılık için etrafından dolaşılacak bir yol sunması gibi (zira herhangi bir şey sadece nasıl yapılacağını göstermekle değil, nasıl yapılmayacağını göstermekle de yapılabilir ve hukukta genellikle böyle olur), Baltık ülkelerinde de kanundaki demokratik lafız, siyasi pasifikasyonun önüne geçmiyor; tersine, pasifikasyon için normatif çerçeve sunuyor.
İşleyiş şimdilik şöyle: Rusya’ya vatandaşlık bağıyla bağlı olduğu halde bu ülkelerde yaşayan etnik Ruslar vatandaş olamıyor; her nasılsa geçici oturma izni almış olanların oturumları uzatılmıyor; her nasılsa sürekli oturma izni almış olanlar ise dil sınavından geçiriliyor. (Bu son iki gruptaki Rusların sadece Letonya’daki sayısı geçen yıl mart ayında 55 bini aşıyordu.) Kanun milli azınlıkların (veya milli toplulukların) anadilini (şimdilik) garanti altına aldığı için, bu sürekli oturum sahipleri tıpkı aynı etnisiteyi paylaştıkları vatandaş statüsündeki “azınlık” mensupları gibi, baskın ulusun dilini öğrenmek zorunluluğu ne hissediyorlardı ne de bunun için bir kanuni dayatma vardı; ama şimdi, var.
Ve dahası, asimilasyonda başı çeken Letonya’daki geçtiğimiz günlerde parlamentodan geçen kanunun gösterdiği bir başka eğilim daha var: bu ülkelerde anayasal güvence altındaki “azınlık dili” statüsü fiilen iptal ediliyor ve onun yerine en yakın zamanda devletin resmi dilinde eğitim yapılması öngörülüyor. Üstelik sözkonusu “azınlıklar” binde yahut yüzde 1-2 gibi bir oran da değil: Letonya’nın 1,8 milyonluk nüfusunun yüzde 24,5’inin anadili Rusça; bu oran 1 milyon 350 bin kişilik Estonya’da yüzde 24, 2 milyon 800 bin kişinin yaşadığı Litvanya’da ise yüzde 5. Dahası bütün bu ülkeler daha milliyetçi kalkışmadan bu yana kesif bir Russuzlaştırma siyaseti izledikleri halde oranlar hâlâ böylesine yüksek: Litvanya’da 1989’da nüfusun yüzde 9,4’ü, Estonya’da aynı yıl yüzde 30,3’ü, Letonya’da yüzde 34’ü etnik Rus’tu.
Bütün bu ülkelerde Rusça konuşma oranının kendilerini Rus etnisitesinden sayanların oranından daha yüksek olması bir yana, Letonya ve Estonya’daki yeni burjuva iktidarları Sovyet dönemini işgal olarak tanımladıkları için 1940-1992 arasında buraya taşınmış ve burada doğmuş etnik Rusları vatandaş kabul etmiyorlar; bunların yaşama ve sosyal yardım alma hakkı var ama devlet kurumlarında çalışma, orduya girme ve siyasi faaliyet sürdürme hakları yok. Ve sayıları hiç de az değil: 2023 başında bunların Estonya nüfusuna oranı yüzde 4,7, Letonya nüfusuna oranı yüzde 9,3’tü.
Demek ki bu eğilim yeni ortaya çıkmış değil; bu ülkelerde daha 90’ların ortalarından beri açık seçik görülüyor. Ama Ukrayna çatışması, eğilimi yapısallaştırdı.
Bugün Rusya’nın tutumunu savunan etnik Ruslar da kriminalize ediliyor ve cezalandırılıyor. Geçen yıl 24 Şubat’ın hemen ardından Letonya’da hükümet ortağı Milli Blok’tan parlamento üyesi Aleksandrs Kiršteins, etnik Rusların Rusya’yı desteklediklerinden yakınmış, bu tür “suçlulara” karşı uzun uzadıya konuşmaya gerek olmadığını söylemişti: “Bundan böyle sadece asimilasyon; hoşuna gitmeyen olursa da defolsun! İlk iş, beşinci kolu ilköğretim okullarından ve yüksek okullardan temizlemek olmalı.”
Faşizme karşı büyük zafer anısına dikilmiş anıtların, ortak kahramanların, direniş hatıralarının yerle bir edilmesinden hiç söz etmiyorum.
Bu, dolaylı olarak milli çatışmalara ve boğazlaşmalara yol açacak bir siyaset değil. Tersine, bu, bilinçli olarak milli çatışma ve boğazlaşmaları kışkırtmaya yönelik bir siyaset.
Lenin’den beri asimilasyonun iki yolu olduğunu biliyoruz: doğal ve mecburi asimilasyon. İlki halkların birbiri içinde erimesinin dolaysız sonucudur ve uzun tarihi dönemlere veya gerçek bir altüst oluş yaratan devrim dönemlerine yayılır; iradi değil doğaldır ve her zaman işler. Mecburi asimilasyon ise ya hiç işlemez ya da ancak korkunç boğazlaşmaların ardından asimilasyona direnenin yok edilmesiyle işler.
Baltık ülkeleri, üstelik de Sovyetler Birliği gibi çokulusluluğu ilke edinmiş bir ülkenin mirası üzerinde ikincisini tercih ediyorlar.
2014 darbesi üzerine yazarken birçok defa Ukrayna’daki iktidarı “neoliberal-faşist ortaklığı” olarak andım. Ne var ki bu tekil bir örnek değil; aslında düpedüz kapitalizmin küresel bir eğilimini temsil ediyor.