Şu cümleyi üzerinde uzunca düşünüp birkaç defa karaladıktan sonra, ifadedeki sertliğe rağmen yazmak gerek: Türkiye’de ortalama entelektüel Rusya konusunda büyük ölçüde cahil.
Herhangi bir ülkeden herhangi bir “uzmanın” herhangi bir ifadesi ancak şu soruların cevapları bilindiği takdirde önem taşır: kim, neci, kimin adına, neyi temsil ediyor? Oysa aslında kimsenin ne olduğunu bilmediği bir adamın (Amerikan “think-tank”çi? Birileri adına lobici mi? Temsil ettiği kuruluş ne? Resmi olarak tanınmış mı? Hangi gözlemleri ve analizleri doğrulanmış?) sözleri, Türkiye’de “Rus uzman” diyerek, ve böylece Kremlin’in görüşlerini yansıtıyormuş izlenimi verilerek manşetlere çekilebiliyor ve ortalama entelektüel de buna inanabiliyor.
Oysa bakılması gereken, kim olduğu, neci olduğu, ne adına konuştuğu bilinen (neyin tarafında olduğu tali önem taşır) entelektüellerin görüşleri olmalıdır.
* * *
Dün kişisel blogumda yayınladığım uzunca bir notla, “Süleymancıların” faaliyetlerinin (bunu genel olarak Türkiye kökenli tarikatlara genişletmek mümkün) Rusya’da giderek artan bir tehdit algısı oluşturduğuna değindim. Aynı yerde şuna da dikkat çektim:
Rusyalı entelektüele göre: “Erdoğan ile ’nispeten kötü sayılmayacak ilişkilerimiz’ var, ama seçimleri ‘batı ülkelerinin desteklediği Kılıçdaroğlu’ kazanabilir. Bu durumda batının desteklediği islamcı radikalizmin doğurduğu ‘güvenlik sorunu’ artabilir.”
Bu fikir ilk bakışta mantıklı görünür; ancak iki temel açmazı var. Bu açmazlardan ilki, entelektüelin dar görüşlülüğünü yansıtıyor, zira bugün “nispeten kötü sayılmayacak” ilişkilerin sürdüğü mevcut hükümet seçimleri kazanırsa ilişkilerin aynı tempoda devam edeceği varsayılıyor. Oysa bu tamamen temelsiz bir iddia; aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu derin iktisadi kriz yüzünden tam tersini iddia etmek de mümkün. Yani gelecekteki belirsizlik, sadece iktidar değişikliği halinde yeni hükümetin doğuracağı bir belirsizlik değil; bu belirsizlik zaten mevcut.
Entelektüel ise günü değişmez sayıyor, geleceği ıskalıyor.
Bu dar görüşlülük Rusyalı entelektüelle sınırlı kalsaydı makul karşılanabilirdi.
Muhalefet bloğunun seçimi kazanmaya en yakın olduğu noktada, halkın hiç değilse tarafsızlık ve çatışmanın dışında kalma arzusunu, bu alabildiğine sağduyulu ve öngörülü arzuyu hiçe sayarcasına verdiği demeçler, makul olmanın çok ötesinde. Türkiye halkı, bugünkü dahil üç çeyrek asırdır bütün iktidarların sömürge ilişkilerini devam ettirmesi yüzünden bağımsızlığa değer vermesi gerektiğini az çok unutmuş olabilir, ama kanlı bir kavganın orta yerinde onu ateşe atabilecek girişimleri sezgileriyle bilir ve karşı durur. Muhalefet bloğu ise adeta, olası seçim olayları halinde şimdiden batıdan itibar ve destek garantisi sağlamaya çalışıyor. Bu, apaçık ki, akıl ve izan sınırlarının çok ötesinde bir beklentidir.
Kişisel görüşüm şudur:
Kremlin seçim ilanından bu yana Ankara hükümetine psikolojik destek anlamına gelebilecek, Ankara hükümetinin oya çevirebileceği hiçbir girişimde bulunmadı. Mevcut ilişkilerin istikametini Ankara hükümetine fiili destek çabası değil, kendi programı, kendi kabul ettiği milli menfaatler tayin etti.
Rusya basınında ifade edilen endişelerin bir bölüğünü Kremlin’in de paylaştığı kabul edilebilir; buna rağmen pragmatist yaklaşımını sürdürdü ve hatta mevcut hükümet için değil seçim sonrası kurulacak hükümet için avantaja çevrilebilecek tavizler de verdi.
* * *
Aşağıdaki mülakat dün (12 Mayıs) “Argumentı i faktı” dergisinde yayınlandı. Mülakatı veren Fyodor Lukyanov, “Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Bilimsel Faaliyet Müdürü” sıfatını taşıyor. Valday, ortalama bir dış haberler okurunun bildiği gibi, Rusya’da başta Putin ve Lavrov olmak üzere karar alıcı makamlardaki önemli devlet adamlarının görüş belirtmek için sık sık kürsülerine çıktığı bir kuruluştur ve Lukyanov da bu toplantılarda genellikle moderatördür.
Lukyanov, taşıdığı sıfatın da gösterdiği önemden başka, sıra dışı bir entelektüeldir, zira Türkiye meselelerinde Rusya entelektüeline has siyasi dar görüşlülükten uzaktır.
Rusya’da Türkiye ile ilgili düşünce kuruluşlarının ve uzmanların güncel siyasi görüşleri çoğunlukla ciddiye almaya değmeyecek kadar öngörüsüzdür. Bunların gayet sağlam tarih bilgisine rağmen Türkiye siyaseti karşısında bu derece cahil ve üstelik çokbilmiş olmaları, yeni bir şey değil. Okumaya ve anlamaya çalışan biri olarak, Türkiye ile ilgili siyasi öngörüsü doğrulanan pek az uzman görüşü hatırlıyorum.
Bununla birlikte bütünüyle pragmatizmin yön verdiği Kremlin siyaseti bu uzman görüşlerinden etkilenmez. Rusya’da adı sanı çok duyulmuş kuruluşlar dahil Türkiye’ye dair Kremlin’e izafe edilen beklentiler hemen her defasında yanlışlanmıştır. Bu yüzden ben, Türkiye ile ilgili “uzman” görüşlerini çevirmekten genellikle kaçınırım ve bunlara ancak Kremlin’in siyasetiyle, açıklamalarıyla, eylemleriyle örtüştüğü ve doğrulandığı ölçüde önem veririm.
* * *
Bu söylediklerim, Lukyanov’un görüşlerini bütünüyle paylaştığım anlamına gelmiyor. Ancak her şeye rağmen ayık ve objektif bir analiz örneği, dahası ne idüğü belirsiz bir “Rus uzman” değil. Dolayısıyla ihtilaflar üzerinde durmaya gerek yok.
***
Kılıçdaroğlu Alevi olduğunu söyledi. Geleneksel olarak bunun Türkiye’de başkanlık adayı için daha ziyade bir engel olduğu düşünülür. Neden böyle ve bu durumda Kılıçdaroğlu neden bu konuda açık açık konuştu?
Aleviler şiiliğe yakın dini-kültürel bir azınlık. Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 5’ini teşkil ediyorlar, ancak nüfusun kalan büyük bölümü sünni müslüman.
Erdoğan ve AKP’nin temel argümanı kendilerinin Türk halkı, konsolide bir güç oldukları şeklinde. Kılıçdaroğlu ise öyle görünüyor ki başka bir şeyi ortaya koymak, Türkiye’nin çok renkli olduğunu göstermek gerektiğini düşündü. Türkiye’de sadece Türkler değil; Aleviler, Kürtler de var, oysa bunlar Erdoğan’ın anlatısına göre neredeyse düşman, Türkiye’de yaşayan başka halklar.
Bu milli faktör seçim sonuçlarında güçlü bir etkide bulunur mu?
İzlenimim, şu an bu faktörün çok önemli bir rol oynamadığı şeklinde. Türkiye’de tamamen başka bir gündem var ve bu da öncelikle Erdoğan’ın iktidarda çok uzun süre kalmış olmasıyla ilişkili.
Erdoğan’dan birçok insan yoruldu. Onun katkılarını kabul edenler bile. “Daha ne kadar,” deniyor. Bu anlamda, seçimlerde kullandığı her zamanki yöntemleri, yani karşısında birleşmek gereken bir takım dış düşmanlar arayışı, sıkı taraftarları arasında olmayanlar için işlemiyor.
Erdoğan’ın seçmeni kim, Kılıçdaroğlu’nun seçmeni kim?
Erdoğan’ın geleneksel seçmen kitlesi kırsal alanlar ve küçük şehirler, küçük ticaret (Türkiye ekonomisinin temelini teşkil ediyor) ve kendilerini İslam’ın kurallarını uygulayan insanlar olarak tanımlayan inananlar. Erdoğan’ın sağlam seçmen kitlesinin nüfusun yüzde 30-40 kadarı olduğu düşünülüyor.
Daha önce İstanbul da elindeydi, çünkü ora doğumlu. Ayrıca bir süre belediye başkanıydı. Şu an İstanbul’u önemli ölçüde kaybetmiş durumda. 2019 seçimlerinde AKP adayına karşı şimdi Türkiye’deki en popüler siyasetçi olan Ekrem İmamoğlu kazandı. Ama İmamoğlu’na karşı ceza davası var, bu yüzden cumhurbaşkanlığı yarışına giremiyor. Seçimlere girebilmiş olsaydı Erdoğan’ın hiçbir şansı olmayacağı düşünülüyor.
Muhalefetin arkasında daha laik ve daha az İslami oryantasyonu olan kesim var. Bu büyük şehirler, bu kapsamda son seçimlerde muhalefete oy veren her iki başkent, İstanbul ve Ankara. Ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 15’ini oluşturan Kürtler. Erdoğan’ın onlarla ilişkisi çok karmaşık. Onlara yaslandığı bir dönem de oldu, ama sonra keskin bir şekilde döndü, Kürtler de ona ihanet ettiler. Çok sayıda olmaları ve elit içinde de bulunmaları yüzünden bu seçimlerde önemli bir faktör.
Muhalefet bu defa birleşmeyi başardı. Üstelik ilk defa. Bu nedenle mevzu şimdi ilk defa muhalefetin zafer şansı olması haline geldi. Erdoğan bütün önceki kampanyalarda onları parça parça etmişti. Seçimlerden sonra dağılırlar mı? Bu başka bir mesele, ama seçimlere kadar konsolide halde kaldılar. Toplamda sağlam bir yüzde 40-45’leri var.
Peki adaylar arasındaki mücadele kimin için? Türkiye’deki mütereddit seçmen kim?
Erdoğan’dan hayal kırıklığına uğrayanlar, henüz fikrini netleştirmeyenler. Geçtiğimiz günlerde bir araştırma vardı; Türkiye’deki seçim kampanyalarının tecrübesine göre seçmenlerin görece yüksek bir yüzdesi destekleyeceği adaya seçim sandığında karar veriyor. Yani eline pusula geçmeden kime oy vereceklerini söyleyemiyorlar. Eğer seçimde kesin bir lider varsa bu insanlar genelde farklı bir şeye karar vermiyor. Ama şimdi Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nun burun buruna gittikleri bir durumda son andaki etkiye açık olan bu “bilmez” seçmenler, öyle görünüyor ki, kimin başkan olacağına karar verecekler.
Erdoğan kaybederse ne olacak? Yenilgiyi kabul eder mi?
Erdoğan kuşkusuz yenilgiyi kabul edecek birine benzemiyor. Birçok Türkiyeli gözlemciyle görüştüm; ortak görüş: evet, elbette, son ana kadar dövüşecek. Özellikle de eğer fark küçük olursa. Yeniden sayım isteyecek, kanuni yollara sarılacak. Ama Türkiye gene de bir diktatörlük değil ve epey güçlü kurumlar var. Eğer kaybettiği anlaşılırsa (yeniden sayımdan sonra) kendisini desteklemesi için kimi organları (orduyu veya polisi) harekete geçirmeyi başaramaz. Bunlar buna kalkışmazlar.
Kılıçdaroğlu kazanırsa ne olacak? Rusya ile ilişkilerde nasıl yansır? Önce işbirliği istediğini yazdı, ama sonra ansızın, sanki gökten yıldırım düşmüş gibi neredeyse bize tehditte bulundu.
Dünkü tweet, izahı epey güç bir şey. Buna neyin neden olduğu, neden ihtiyaç duyulduğu tamamen belirsiz. Sanki başka bir adaya karşı yapılan sızıntıya bir tepki; o aday da bunun ardından katılmaktan vazgeçti. Ama bu reddediş Kılıçdaroğlu’nun yararına, bu yüzden neye böyle hiddetlendiği ve neden doğruca Rusya’yı hedef aldığı, anlaşılmaz. Öyle görünüyor ki bilmediğimiz faktörler rol oynadı.
Buna kadar tablo epey öngörülebilirdi. Elbette, Erdoğan’ın gidişi ilişkilerin atmosferinde belirgin değişikliklere işaret edecek; bunun nedeni de ilişkilerin şu anda epey kişiselleşmiş olması. Putin ve Erdoğan karakter olarak birbirlerine çok uyuyorlar. Kılıçdaroğlu ise tamamen başka bir karakter, başkanımızla samimi bir dostluğa yönelik bir ön gerekliliği de yok.
Artı, Kılıçdaroğlu’nun ABD ve AB ile bütün ilişkileri normalleştirmek istediğine dair bütün açıklamalar da elbette Rusya ile bağlardan bir geri dönüşün muhakkak olduğunu gösteriyor.
Diğer bir mesele, bu geri dönüşün ne kadar büyük olacağı. Objektif durum şu: Rusya ve Türkiye’nin son yıllarda çok sayıda ortak veya tezat menfaati ortaya çıktı; ama birbirine bağlı. Bunları alıp gömmek (mesela Suriye ve Ortadoğu’da) çok riskli; diğer hallerde ise anlamsız ve Türkiye’nin menfaatlerine (öncelikle iktisadi anlamda) zarar verir. Bu yüzden geri yuvarlanmada ciddi, sabit sınırlar var.
Öte yandan yönünü batıya geri çevirmenin önünde de ciddi sınırlar var, çünkü Erdoğan’dan önceki duruma dönmek mümkün değil. Türkiye başka, batı başka, dünya başka, Ortadoğu tamamen bambaşka. Türkiye’nin yeni batı yanlısı bir liderin yönetiminde güvenle güney kanadında batının sadık müttefiki yuvasına yürüyeceğini düşünmek de mümkün değil, zira eski pozisyonu yeniden kazanmaya imkân verecek hiçbir şey yok.
Bence Rusya’ya yönelik tutumda bir soğukluk ve temkinlilik dönemi olacaktır. Kılıçdaroğlu, birkaç gün önce The Wall Street Journal mülakatında, yaptırımlara katılmaya hazır oldukları şeklinde yorumlanabilecek bir cümle söyledi. Arkasından dış siyaset danışmanı, Kılıçdaroğlu’nun bunu kastetmediğini açıkladı. Türkiye’nin hiçbir yaptırım getirmeyeceğini, ama batının yaptırımlarının etrafından dolanmak için kullanılmasına da izin vermeyeceğini. Öyle görünüyor ki bu, Kılıçdaroğlu’nun zaferi halinde kaçınılmaz bir sonuçtur. Ama bence gene de bir orta yol yürütmek için Türkiye’nin yeterince gücü var. Erdoğan yönetiminde Türkiye’nin rol ve ağırlığı nitel olarak değişti. Bunu alıp eski statüye geri dönmeye ne toplum izin verir ne de sağduyu. Bu milli menfaatlerine uygun değil.
Rusya ile ilişkilerden geri yuvarlanmak Almanya’nın da menfaatine değildi, ama bu onların bize yönelik siyasetinde köklü bir değişiklik yapmalarına engel olmadı.
Almanya’nın böyle bir egemenliği yoktu. Batı Almanya savaşta bozguna uğradıktan sonra Amerikan merkezli sisteme entegre edildi ve ardından bu rotada sıkı bir gözetim altında tutuldu. Bu Amerikan rotası birkaç defa değişti. Biri 70’lerde, diğeri 2000’lerde, üçüncüsü de şimdi. Washington’un müttefiklerinden ne istediğinin kavranışı dalgalıydı. Rusya ile yapıcı iktisadi ilişkiler olmasının ve hatta Rusya’nın kimi menfaatlerinin bir tür kondüktörü olmanın caiz sayıldığı sırada harikaydı. Bu şimdi bitti; Almanya çok aktif bir şekilde yeni bir modele entegre oldu; bunun nedeni kısmen, başka bir şeyi akıllarından bile geçirememeleri. Çağdaş Almanya’nın aksi takdirde egemen bir siyaset yürütebileceğini [mümkün] görmüyorlar.
Türkiye ise başka bir durum. Daha Erdoğan’dan önce, “soğuk” savaşın bitişinden sonra, Türkiye kendisine yeni bir yer aramaya başlamıştı. “Turan”, Türk dünyası; bunlar Erdoğan’dan önce. Erdoğan iktidarında bütün bunlar çok güçlü bir şekilde aktive oldu. 20 yıl önce ABD’nin Irak’a saldırısına katılmayı reddetmişlerdi. Bu, kendi menfaatlerini gözeteceklerine dair çok ciddi bir işaretti. Bence bu tecrübe varken kim gelirse gelsin eğer tam bir kukla değilse (durumun böyle olduğunu düşünmüyorum), birincisi mevcut, ikincisi de adeta fethedilmiş olan imkânlardan vazgeçmek aptallıktır.
Erdoğan pervasız davranıyordu. Türkiye’nin egemenliğini batıya meydan okurcasına gösteriyordu. Ama her zaman böyle değildi. 2007’ye kadar AB’nin yakınlaşma şartı olarak koyduğu talepleri gayet iyi niyetle yerine getiriyordu. Ama sonra kimsenin Türkiye’yi almayacağını kavradı; öyleyse karşılarında bir komedi vardı. Bu yüzden bence herhangi bir batılı ülkeyle benzetme söz konusu olamaz. Bu tamamen başka bir durum.
Erdoğan kazanırsa ne olacak? İlişki paradigması herhangi bir şekilde değişir mi?
Hayır, bence paradigma değişmeyecektir. Ben bu paradigmanın bizde çok kesin çizgilerle geliştirildiğini düşünüyorum. Çok sıkı ilişkiler; bunların temelinde birbirimiz karşısında gidecek bir yerimizin olmadığı, bağlı olduğumuz ve öyle kalacağımız, çelişkileri (Belki de çok yapıcı ve verimli olabilecek bir) işbirliğine engel olmayacak şekilde resmileştirmek gerektiği kavrayışı var.
Bence Erdoğan kazanırsa ilişkiler güçlenir bile, zira bu zafere Rusya tarafının katkısı da görünüyor. Kılıçdaroğlu’nun bizi suçladığı şeyden söz etmiyorum; iktisadi, siyasi adımlarımızdan söz ediyorum. Doğalgaz ödemesinin ertelenmesi, Erdoğan’a nezaket olarak kendisinin iyi bir müzakereci olduğunu göstermek için hububat anlaşması. Bu nedenle, iktidarda kalırsa ilişkilerin kötü olmayacak şekilde gelişeceğini düşünüyorum. Dolayısıyla, eğer o olmazsa elimizdeki pek çok kişisel başarı da gidecektir.