Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Rus Valday Kulübü yöneticisi: Erdoğan’dan önceki duruma dönmek mümkün değil

Yayınlanma

Şu cümleyi üzerinde uzunca düşünüp birkaç defa karaladıktan sonra, ifadedeki sertliğe rağmen yazmak gerek: Türkiye’de ortalama entelektüel Rusya konusunda büyük ölçüde cahil.

Herhangi bir ülkeden herhangi bir “uzmanın” herhangi bir ifadesi ancak şu soruların cevapları bilindiği takdirde önem taşır: kim, neci, kimin adına, neyi temsil ediyor? Oysa aslında kimsenin ne olduğunu bilmediği bir adamın (Amerikan “think-tank”çi? Birileri adına lobici mi? Temsil ettiği kuruluş ne? Resmi olarak tanınmış mı? Hangi gözlemleri ve analizleri doğrulanmış?) sözleri, Türkiye’de “Rus uzman” diyerek, ve böylece Kremlin’in görüşlerini yansıtıyormuş izlenimi verilerek manşetlere çekilebiliyor ve ortalama entelektüel de buna inanabiliyor.

Oysa bakılması gereken, kim olduğu, neci olduğu, ne adına konuştuğu bilinen (neyin tarafında olduğu tali önem taşır) entelektüellerin görüşleri olmalıdır.

* * *

Dün kişisel blogumda yayınladığım uzunca bir notla, “Süleymancıların” faaliyetlerinin (bunu genel olarak Türkiye kökenli tarikatlara genişletmek mümkün) Rusya’da giderek artan bir tehdit algısı oluşturduğuna değindim. Aynı yerde şuna da dikkat çektim:

Rusyalı entelektüele göre: “Erdoğan ile ’nispeten kötü sayılmayacak ilişkilerimiz’ var, ama seçimleri ‘batı ülkelerinin desteklediği Kılıçdaroğlu’ kazanabilir. Bu durumda batının desteklediği islamcı radikalizmin doğurduğu ‘güvenlik sorunu’ artabilir.”

Bu fikir ilk bakışta mantıklı görünür; ancak iki temel açmazı var. Bu açmazlardan ilki, entelektüelin dar görüşlülüğünü yansıtıyor, zira bugün “nispeten kötü sayılmayacak” ilişkilerin sürdüğü mevcut hükümet seçimleri kazanırsa ilişkilerin aynı tempoda devam edeceği varsayılıyor. Oysa bu tamamen temelsiz bir iddia; aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu derin iktisadi kriz yüzünden tam tersini iddia etmek de mümkün. Yani gelecekteki belirsizlik, sadece iktidar değişikliği halinde yeni hükümetin doğuracağı bir belirsizlik değil; bu belirsizlik zaten mevcut.

Entelektüel ise günü değişmez sayıyor, geleceği ıskalıyor.

Bu dar görüşlülük Rusyalı entelektüelle sınırlı kalsaydı makul karşılanabilirdi.

Muhalefet bloğunun seçimi kazanmaya en yakın olduğu noktada, halkın hiç değilse tarafsızlık ve çatışmanın dışında kalma arzusunu, bu alabildiğine sağduyulu ve öngörülü arzuyu hiçe sayarcasına verdiği demeçler, makul olmanın çok ötesinde. Türkiye halkı, bugünkü dahil üç çeyrek asırdır bütün iktidarların sömürge ilişkilerini devam ettirmesi yüzünden bağımsızlığa değer vermesi gerektiğini az çok unutmuş olabilir, ama kanlı bir kavganın orta yerinde onu ateşe atabilecek girişimleri sezgileriyle bilir ve karşı durur. Muhalefet bloğu ise adeta, olası seçim olayları halinde şimdiden batıdan itibar ve destek garantisi sağlamaya çalışıyor. Bu, apaçık ki, akıl ve izan sınırlarının çok ötesinde bir beklentidir.

Kişisel görüşüm şudur:

Kremlin seçim ilanından bu yana Ankara hükümetine psikolojik destek anlamına gelebilecek, Ankara hükümetinin oya çevirebileceği hiçbir girişimde bulunmadı. Mevcut ilişkilerin istikametini Ankara hükümetine fiili destek çabası değil, kendi programı, kendi kabul ettiği milli menfaatler tayin etti.

Rusya basınında ifade edilen endişelerin bir bölüğünü Kremlin’in de paylaştığı kabul edilebilir; buna rağmen pragmatist yaklaşımını sürdürdü ve hatta mevcut hükümet için değil seçim sonrası kurulacak hükümet için avantaja çevrilebilecek tavizler de verdi.

* * *

Aşağıdaki mülakat dün (12 Mayıs) “Argumentı i faktı” dergisinde yayınlandı. Mülakatı veren Fyodor Lukyanov, “Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Bilimsel Faaliyet Müdürü” sıfatını taşıyor. Valday, ortalama bir dış haberler okurunun bildiği gibi, Rusya’da başta Putin ve Lavrov olmak üzere karar alıcı makamlardaki önemli devlet adamlarının görüş belirtmek için sık sık kürsülerine çıktığı bir kuruluştur ve Lukyanov da bu toplantılarda genellikle moderatördür.

Lukyanov, taşıdığı sıfatın da gösterdiği önemden başka, sıra dışı bir entelektüeldir, zira Türkiye meselelerinde Rusya entelektüeline has siyasi dar görüşlülükten uzaktır.

Rusya’da Türkiye ile ilgili düşünce kuruluşlarının ve uzmanların güncel siyasi görüşleri çoğunlukla ciddiye almaya değmeyecek kadar öngörüsüzdür. Bunların gayet sağlam tarih bilgisine rağmen Türkiye siyaseti karşısında bu derece cahil ve üstelik çokbilmiş olmaları, yeni bir şey değil. Okumaya ve anlamaya çalışan biri olarak, Türkiye ile ilgili siyasi öngörüsü doğrulanan pek az uzman görüşü hatırlıyorum.

Bununla birlikte bütünüyle pragmatizmin yön verdiği Kremlin siyaseti bu uzman görüşlerinden etkilenmez. Rusya’da adı sanı çok duyulmuş kuruluşlar dahil Türkiye’ye dair Kremlin’e izafe edilen beklentiler hemen her defasında yanlışlanmıştır. Bu yüzden ben, Türkiye ile ilgili “uzman” görüşlerini çevirmekten genellikle kaçınırım ve bunlara ancak Kremlin’in siyasetiyle, açıklamalarıyla, eylemleriyle örtüştüğü ve doğrulandığı ölçüde önem veririm.

* * *

Bu söylediklerim, Lukyanov’un görüşlerini bütünüyle paylaştığım anlamına gelmiyor. Ancak her şeye rağmen ayık ve objektif bir analiz örneği, dahası ne idüğü belirsiz bir “Rus uzman” değil. Dolayısıyla ihtilaflar üzerinde durmaya gerek yok.

***

Kılıçdaroğlu Alevi olduğunu söyledi. Geleneksel olarak bunun Türkiye’de başkanlık adayı için daha ziyade bir engel olduğu düşünülür. Neden böyle ve bu durumda Kılıçdaroğlu neden bu konuda açık açık konuştu?

Aleviler şiiliğe yakın dini-kültürel bir azınlık. Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 5’ini teşkil ediyorlar, ancak nüfusun kalan büyük bölümü sünni müslüman.

Erdoğan ve AKP’nin temel argümanı kendilerinin Türk halkı, konsolide bir güç oldukları şeklinde. Kılıçdaroğlu ise öyle görünüyor ki başka bir şeyi ortaya koymak, Türkiye’nin çok renkli olduğunu göstermek gerektiğini düşündü. Türkiye’de sadece Türkler değil; Aleviler, Kürtler de var, oysa bunlar Erdoğan’ın anlatısına göre neredeyse düşman, Türkiye’de yaşayan başka halklar.

Bu milli faktör seçim sonuçlarında güçlü bir etkide bulunur mu?

İzlenimim, şu an bu faktörün çok önemli bir rol oynamadığı şeklinde. Türkiye’de tamamen başka bir gündem var ve bu da öncelikle Erdoğan’ın iktidarda çok uzun süre kalmış olmasıyla ilişkili.

Erdoğan’dan birçok insan yoruldu. Onun katkılarını kabul edenler bile. “Daha ne kadar,” deniyor. Bu anlamda, seçimlerde kullandığı her zamanki yöntemleri, yani karşısında birleşmek gereken bir takım dış düşmanlar arayışı, sıkı taraftarları arasında olmayanlar için işlemiyor.

Erdoğan’ın seçmeni kim, Kılıçdaroğlu’nun seçmeni kim?

Erdoğan’ın geleneksel seçmen kitlesi kırsal alanlar ve küçük şehirler, küçük ticaret (Türkiye ekonomisinin temelini teşkil ediyor) ve kendilerini İslam’ın kurallarını uygulayan insanlar olarak tanımlayan inananlar. Erdoğan’ın sağlam seçmen kitlesinin nüfusun yüzde 30-40 kadarı olduğu düşünülüyor.

Daha önce İstanbul da elindeydi, çünkü ora doğumlu. Ayrıca bir süre belediye başkanıydı. Şu an İstanbul’u önemli ölçüde kaybetmiş durumda. 2019 seçimlerinde AKP adayına karşı şimdi Türkiye’deki en popüler siyasetçi olan Ekrem İmamoğlu kazandı. Ama İmamoğlu’na karşı ceza davası var, bu yüzden cumhurbaşkanlığı yarışına giremiyor. Seçimlere girebilmiş olsaydı Erdoğan’ın hiçbir şansı olmayacağı düşünülüyor.

Muhalefetin arkasında daha laik ve daha az İslami oryantasyonu olan kesim var. Bu büyük şehirler, bu kapsamda son seçimlerde muhalefete oy veren her iki başkent, İstanbul ve Ankara. Ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 15’ini oluşturan Kürtler. Erdoğan’ın onlarla ilişkisi çok karmaşık. Onlara yaslandığı bir dönem de oldu, ama sonra keskin bir şekilde döndü, Kürtler de ona ihanet ettiler. Çok sayıda olmaları ve elit içinde de bulunmaları yüzünden bu seçimlerde önemli bir faktör.

Muhalefet bu defa birleşmeyi başardı. Üstelik ilk defa. Bu nedenle mevzu şimdi ilk defa muhalefetin zafer şansı olması haline geldi. Erdoğan bütün önceki kampanyalarda onları parça parça etmişti. Seçimlerden sonra dağılırlar mı? Bu başka bir mesele, ama seçimlere kadar konsolide halde kaldılar. Toplamda sağlam bir yüzde 40-45’leri var.

Peki adaylar arasındaki mücadele kimin için? Türkiye’deki mütereddit seçmen kim?

Erdoğan’dan hayal kırıklığına uğrayanlar, henüz fikrini netleştirmeyenler. Geçtiğimiz günlerde bir araştırma vardı; Türkiye’deki seçim kampanyalarının tecrübesine göre seçmenlerin görece yüksek bir yüzdesi destekleyeceği adaya seçim sandığında karar veriyor. Yani eline pusula geçmeden kime oy vereceklerini söyleyemiyorlar. Eğer seçimde kesin bir lider varsa bu insanlar genelde farklı bir şeye karar vermiyor. Ama şimdi Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nun burun buruna gittikleri bir durumda son andaki etkiye açık olan bu “bilmez” seçmenler, öyle görünüyor ki, kimin başkan olacağına karar verecekler.

Erdoğan kaybederse ne olacak? Yenilgiyi kabul eder mi?

Erdoğan kuşkusuz yenilgiyi kabul edecek birine benzemiyor. Birçok Türkiyeli gözlemciyle görüştüm; ortak görüş: evet, elbette, son ana kadar dövüşecek. Özellikle de eğer fark küçük olursa. Yeniden sayım isteyecek, kanuni yollara sarılacak. Ama Türkiye gene de bir diktatörlük değil ve epey güçlü kurumlar var. Eğer kaybettiği anlaşılırsa (yeniden sayımdan sonra) kendisini desteklemesi için kimi organları (orduyu veya polisi) harekete geçirmeyi başaramaz. Bunlar buna kalkışmazlar.

Kılıçdaroğlu kazanırsa ne olacak? Rusya ile ilişkilerde nasıl yansır? Önce işbirliği istediğini yazdı, ama sonra ansızın, sanki gökten yıldırım düşmüş gibi neredeyse bize tehditte bulundu.

Dünkü tweet, izahı epey güç bir şey. Buna neyin neden olduğu, neden ihtiyaç duyulduğu tamamen belirsiz. Sanki başka bir adaya karşı yapılan sızıntıya bir tepki; o aday da bunun ardından katılmaktan vazgeçti. Ama bu reddediş Kılıçdaroğlu’nun yararına, bu yüzden neye böyle hiddetlendiği ve neden doğruca Rusya’yı hedef aldığı, anlaşılmaz. Öyle görünüyor ki bilmediğimiz faktörler rol oynadı.

Buna kadar tablo epey öngörülebilirdi. Elbette, Erdoğan’ın gidişi ilişkilerin atmosferinde belirgin değişikliklere işaret edecek; bunun nedeni de ilişkilerin şu anda epey kişiselleşmiş olması. Putin ve Erdoğan karakter olarak birbirlerine çok uyuyorlar. Kılıçdaroğlu ise tamamen başka bir karakter, başkanımızla samimi bir dostluğa yönelik bir ön gerekliliği de yok.

Artı, Kılıçdaroğlu’nun ABD ve AB ile bütün ilişkileri normalleştirmek istediğine dair bütün açıklamalar da elbette Rusya ile bağlardan bir geri dönüşün muhakkak olduğunu gösteriyor.

Diğer bir mesele, bu geri dönüşün ne kadar büyük olacağı. Objektif durum şu: Rusya ve Türkiye’nin son yıllarda çok sayıda ortak veya tezat menfaati ortaya çıktı; ama birbirine bağlı. Bunları alıp gömmek (mesela Suriye ve Ortadoğu’da) çok riskli; diğer hallerde ise anlamsız ve Türkiye’nin menfaatlerine (öncelikle iktisadi anlamda) zarar verir. Bu yüzden geri yuvarlanmada ciddi, sabit sınırlar var.

Öte yandan yönünü batıya geri çevirmenin önünde de ciddi sınırlar var, çünkü Erdoğan’dan önceki duruma dönmek mümkün değil. Türkiye başka, batı başka, dünya başka, Ortadoğu tamamen bambaşka. Türkiye’nin yeni batı yanlısı bir liderin yönetiminde güvenle güney kanadında batının sadık müttefiki yuvasına yürüyeceğini düşünmek de mümkün değil, zira eski pozisyonu yeniden kazanmaya imkân verecek hiçbir şey yok.

Bence Rusya’ya yönelik tutumda bir soğukluk ve temkinlilik dönemi olacaktır. Kılıçdaroğlu, birkaç gün önce The Wall Street Journal mülakatında, yaptırımlara katılmaya hazır oldukları şeklinde yorumlanabilecek bir cümle söyledi. Arkasından dış siyaset danışmanı, Kılıçdaroğlu’nun bunu kastetmediğini açıkladı. Türkiye’nin hiçbir yaptırım getirmeyeceğini, ama batının yaptırımlarının etrafından dolanmak için kullanılmasına da izin vermeyeceğini. Öyle görünüyor ki bu, Kılıçdaroğlu’nun zaferi halinde kaçınılmaz bir sonuçtur. Ama bence gene de bir orta yol yürütmek için Türkiye’nin yeterince gücü var. Erdoğan yönetiminde Türkiye’nin rol ve ağırlığı nitel olarak değişti. Bunu alıp eski statüye geri dönmeye ne toplum izin verir ne de sağduyu. Bu milli menfaatlerine uygun değil.

Rusya ile ilişkilerden geri yuvarlanmak Almanya’nın da menfaatine değildi, ama bu onların bize yönelik siyasetinde köklü bir değişiklik yapmalarına engel olmadı.

Almanya’nın böyle bir egemenliği yoktu. Batı Almanya savaşta bozguna uğradıktan sonra Amerikan merkezli sisteme entegre edildi ve ardından bu rotada sıkı bir gözetim altında tutuldu. Bu Amerikan rotası birkaç defa değişti. Biri 70’lerde, diğeri 2000’lerde, üçüncüsü de şimdi. Washington’un müttefiklerinden ne istediğinin kavranışı dalgalıydı. Rusya ile yapıcı iktisadi ilişkiler olmasının ve hatta Rusya’nın kimi menfaatlerinin bir tür kondüktörü olmanın caiz sayıldığı sırada harikaydı. Bu şimdi bitti; Almanya çok aktif bir şekilde yeni bir modele entegre oldu; bunun nedeni kısmen, başka bir şeyi akıllarından bile geçirememeleri. Çağdaş Almanya’nın aksi takdirde egemen bir siyaset yürütebileceğini [mümkün] görmüyorlar.

Türkiye ise başka bir durum. Daha Erdoğan’dan önce, “soğuk” savaşın bitişinden sonra, Türkiye kendisine yeni bir yer aramaya başlamıştı. “Turan”, Türk dünyası; bunlar Erdoğan’dan önce. Erdoğan iktidarında bütün bunlar çok güçlü bir şekilde aktive oldu. 20 yıl önce ABD’nin Irak’a saldırısına katılmayı reddetmişlerdi. Bu, kendi menfaatlerini gözeteceklerine dair çok ciddi bir işaretti. Bence bu tecrübe varken kim gelirse gelsin eğer tam bir kukla değilse (durumun böyle olduğunu düşünmüyorum), birincisi mevcut, ikincisi de adeta fethedilmiş olan imkânlardan vazgeçmek aptallıktır.

Erdoğan pervasız davranıyordu. Türkiye’nin egemenliğini batıya meydan okurcasına gösteriyordu. Ama her zaman böyle değildi. 2007’ye kadar AB’nin yakınlaşma şartı olarak koyduğu talepleri gayet iyi niyetle yerine getiriyordu. Ama sonra kimsenin Türkiye’yi almayacağını kavradı; öyleyse karşılarında bir komedi vardı. Bu yüzden bence herhangi bir batılı ülkeyle benzetme söz konusu olamaz. Bu tamamen başka bir durum.

Erdoğan kazanırsa ne olacak? İlişki paradigması herhangi bir şekilde değişir mi?

Hayır, bence paradigma değişmeyecektir. Ben bu paradigmanın bizde çok kesin çizgilerle geliştirildiğini düşünüyorum. Çok sıkı ilişkiler; bunların temelinde birbirimiz karşısında gidecek bir yerimizin olmadığı, bağlı olduğumuz ve öyle kalacağımız, çelişkileri (Belki de çok yapıcı ve verimli olabilecek bir) işbirliğine engel olmayacak şekilde resmileştirmek gerektiği kavrayışı var.

Bence Erdoğan kazanırsa ilişkiler güçlenir bile, zira bu zafere Rusya tarafının katkısı da görünüyor. Kılıçdaroğlu’nun bizi suçladığı şeyden söz etmiyorum; iktisadi, siyasi adımlarımızdan söz ediyorum. Doğalgaz ödemesinin ertelenmesi, Erdoğan’a nezaket olarak kendisinin iyi bir müzakereci olduğunu göstermek için hububat anlaşması. Bu nedenle, iktidarda kalırsa ilişkilerin kötü olmayacak şekilde gelişeceğini düşünüyorum. Dolayısıyla, eğer o olmazsa elimizdeki pek çok kişisel başarı da gidecektir.

DÜNYA BASINI

Anneler Günü’nü kim icat etti?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Mayıs ayının ikinci pazar günü tüm dünyada Anneler Günü olarak kutlanıyor. Bu özel günlerin her birinin belli başlı çıkış noktaları var ve bazılarının mazisi son derece karanlık. Anneler Günü öyle bir gün. Küçük ev aletleri satan dükkanların, züccaciyelerin ve çiçekçilerin vurgun yapması gibi tali durumların dışında, bu günün Nazilere dayanan ilginç bir tarihi var.


Anneler Günü’nü kim icat etti?

Heidrun Holzbach-Linsenmaier

Emma

1 Mayıs 1997

Anneler Günü’nün tarihine yakından bakıldığında, kökenlerinin duygusal bağlamdan ziyade ticari faaliyetlerle (özellikle çiçekçiler) ve propagandayla (Nasyonal Sosyalistler tarafından) yakından alakalı olduğu görülüyor. Heidrun Holzbach-Linsenmaier’ın Anneler Günü’nün kökenlerine dair analizi.

Siz de Anneler Günü’nde annenize çiçek veriyor musunuz? Bu, uzun süredir süregelen bir gelenek gibi görünüyor, değil mi? Yanılıyorsunuz. Almanya’da Anneler Günü geleneği, sadece 1923 yılından itibaren biliniyor, o da Alman Çiçekçiler Birliği sayesinde. Kurum, bu fikri 1914’ten bu yana Anneler Günü’nün resmî tatil olarak kutlandığı Amerika’dan ithal etmişti. Fakat Almanya’da Anneler Günü yalnızca Hitler diktatörlüğü döneminde gerçek manada onurlandırıldı. 1939’dan itibaren, savaş yılı olan bu dönemde, Führer’e pek çok Aryan oğlu ve kızı olan iyi Alman anneler “Anne Haçı” verilerek taçlandırılmıştı.

Almanya’da çiçekçilerin Anneler Günü’nün tanıtılmasına yönelik kampanyası Weimar Cumhuriyeti’nde yeşermeye başlamıştı. Dernekler, Anneler Günü fikrinin çiçekçi dükkanlarının aşırı öne çıkmasının zararlı olabileceğini fark ettiler. Bu sebeple, fikrin tarafsız bir platformda yayılabilmesi için kâr amacı gütmeyen bir kuruluş arayışına girdiler. Bu arayış, 1919’da kurulan ve halk sağlığı, nüfus politikası ve eğitim gibi konulara odaklanan Arbeitsgemeinschaft der Volksgesundung (Halk Sağlığı Çalışma Grubu) adlı dernekle nihayete erdi. Bu derneğin üyeleri arasında devlet yetkilileri, kiliseler ve bağımsız sosyal yardım kuruluşlarının temsilcileri vardı.

Arbeitsgemeinschaft für Volksgesundheit’ın genel müdürü Hans Harmsen, aynı zamanda İç Misyon Merkez Komitesi üyesi, Protestan Hastaneleri Genel Birliği’nin genel müdürü ve öjenik Protestan Konferansı’nın başkanıydı. Harmsen, Anneler Günü’nü, derneğin hedeflerini daha geniş bir kitleye tanıtmak için “oldukça makul bir fırsat” olarak değerlendirmişti.

Hedef, sadece Almanya’da doğum oranını artırmak değil, aynı zamanda “tüm ulusu zararlı kalıtsal faktörlerden” kurtarmaktı. “Kalıtsal olarak üstün, sosyal olarak yetenekli sınıflardaki” çocukların sayısının da özellikle “uygunsuz, aşağı nüfus gruplarındaki” çocuk bolluğunu dengelemek için yüksek olması gerekiyordu.

Anneler Günü lehine yapılan propaganda, kadınların rolünün belirgin şekilde tanımlanmasıyla alakalıydı. Bir çalışma grubu, 1927 tarihli bir memorandumda kadının “gerçek mesleğinin” “kocasının sürüsünde bir rahibe ve çocuklarının annesi” olmaktan ibaret olduğunu beyan etti. Aynı dönemde, kürtaja ve cinsel özgürlüğe karşı güçlü bir kampanya yürütüldü. Özellikle 1929 ile 1932 arasındaki dönemde, 218. Anayasa maddesine karşı mücadelenin doruk noktasında olduğu zamanlarda Anneler Günü propagandası daha da yoğunlaştırıldı.

Çiçekçiler, çalışma grubunun yanında, görünüşte siyasetten uzak olan Anneler Günü’nü tanıtmaya devam etti. Bu, çiçekçilerle nüfus politikacıları arasında etkili, ancak örtük bir iş birliğiydi; çalışma grubu konunun çiçekçilerle olan alakasını, çiçekçiler ise çalışma grubunun ideolojik kaygılarını gizledi. Anneler Günü, kamu bilincinde bir gelenek olarak yerini bulmaya başladı ve çiçek satışları arttı.

Naziler iktidara geldikten hemen sonra, mayıs ayının ikinci pazar gününü “Alman Anneler Onur Günü” olarak ilan ettiler. Bu gün, “Führer’in Doğum Günü” ve “İktidarı Ele Geçirme Günü” gibi Nasyonal Sosyalist kutlama takviminin bir parçası haline geldi. Anneler Günü kutlamaları, artık ülke genelinde okullar da dahil olmak üzere düzenlendi ve bu vesileyle Nazi şairleri tarafından yazılmış adanmışlık oyunları, ilahiler ve sahneler sergilendi.

Kız ve erkek çocuklar, günün kahramanı olan Alman annelerine gençlik yemini sunmakla yükümlüydü. Erkekler, toprağı verimli tutacaklarına ve anavatanı koruyacaklarına söz vermekteydi. Kızlar ise, güçlerinin sessizlikte, sıcak ve derin kanlarında yattığını ifade ediyorlardı. Bir başka sahnede ise şunlar söylenmişti: “Genç adam kavga ve aşk için çabalıyor. Yarı şüpheci, yarı bilinçli kız şimdi annelik mücadelesi veriyor. Erkeğe katılır ve kendisi de bir anne olur.”

Hitler, kendisi de Nazi erkek devletinde kadınların rolünü birçok kez açıklamıştı. Örneğin, 1934’te Reichsfrauenschaft önünde şunları dile getirmişti: “‘Kadınların özgürleşmesi’ terimi, Yahudi zihniyeti tarafından uydurulmuştur. Kadınların erkeklerin dünyasına girmesini, onların alanına müdahale etmesini doğru bulmuyoruz. Fakat, bu iki dünyanın ayrı olduğunu düşünüyoruz. Erkek savaş alanında kahramanlık gösterirken, kadın sonsuz bir sadakatle, sonsuz bir dayanma gücü ve tahammülle ona destek olur. Doğurduğu her çocuk, halkının varlığı ya da yokluğu için verdiği bir savaşın bir parçasıdır. Bu nedenle, her ikisi de her birinin doğanın ve kaderin kendisine verdiği rolü yerine getirdiğini gördüklerinde birbirlerini takdir etmeli ve saygı göstermelidir”.

Hitler, bilinçaltında kadınların aslında daha değerli insanlar olduğunu düşünüyordu. Zira sürekli olarak kendilerini feda etmek zorunda olduklarını, oysa erkeklerin fedakârlığının sadece savaşta gerektiğini savunuyordu. BDM liderliği de kadın rol modelini şu şekilde tanımlamıştı: “Bu kadınlar makam ve mevkiler için çabalamazlar, sadece hizmet etme ve kendilerine verilen görevleri yerine getirme hakkı talep ederler, başka herhangi bir ‘hak’ arayışında değillerdir”.

1933 yılında Joseph Goebbels, kadınların “günlük siyasetten” dışlanmasını şu şekilde açıklamıştı: “Bunu kadınlarda aşağı bir şey gördüğümüz için değil, onlarda ve misyonlarında farklı bir şey gördüğümüz için yapıyoruz… Erkeklere ait olan şeyler de erkeklerde kalmalıdır. Buna siyaset ve savunma gücü de dahil”.

Yalan propaganda, güya modern ancak gerici bir kadın politikası adına daha etkiliydi, zira klasik rol dağılımı, özellikle de orta sınıf için yaşamın gerçekliği olarak kabul ediliyordu ve bu koşullar sadece olumlu bir şekilde onaylanmakla kalmıyor, yüceltiliyordu da. Tek yüksek rütbeli Nazi politikacısı olan “Reichsfrauenführerin” Gertrud Scholtz-Klink, 1981 yılında Amerikalı tarihçi Claudia Koonz’a verdiği mülakatta, kadınlara yönelik siyasi propagandanın ne kadar hesaplı olduğunu açıkça ortaya koymuştu: “Siz genç kadınlar, normal ev kadınlarına hayatlarını boşa harcadıklarını söyleyebileceğinizi sanıyorsunuz… Size bir şey söyleyeyim: Hayatlarının olduğu yerden başlamalısınız; onları kararlarında cesaretlendirin, başarılarını övün. Mutfaktan ve çocuk odasından başlayın. Biz de öyle yapmıştık”.

Fakat övgü ve onurlandırma, çalışan kadınların —iş gücünün üçte biri— ev işlerine geri dönüp daha fazla çocuk doğurmalarını teşvik etmek için yeterli değildi. Naziler iktidara geldiklerinde, özellikle kadın istihdamını azaltmayı arzulamışlardı, zira seçmenlerine çifte gelirlilere karşı yürütecekleri kampanyanın işsizliği çözeceğini söylemişlerdi. Bu, günümüzde hala muhafazakâr politikacılar tarafından kullanılan bir günah keçisi yaklaşımının bir örneği.

1933’te kabul edilen bir yasa, evli kadın memurların, eşlerinin geliriyle geçinmeleri mümkün olduğunda işten çıkarılabilmelerini öngörüyordu. Ayrıca, kadınların daha düşük maaş derecelerine sınıflandırılmasını ve “resmi ihtiyaçlar” gerekçesiyle kadın memurların üst düzey görevlerden alınmasını mümkün kılıyordu. Bu yasa sonucunda, örneğin, sadece Prusya’da daha önce Sosyal Demokratlar tarafından yönetilen kız ortaokullarındaki kadın müdürlerin sayısı 1933 ile 1939 yılları arasında üçte iki oranında azaldı!

Ağustos 1933’te Reich İş ve İşçi Bulma Kurumu, “kadınların özgürleşmesinin giderek artan inatçı ve kör taleplerini geri püskürtmek” amacıyla yeni atamalarda erkekleri tercih etmeyi zorunlu kıldı. 1933 yazından itibaren, evlenmek isteyen çiftlere, “Alman kökenli” olmaları, “siyasi açıdan kusursuz davranışlara sahip olmaları” ve “fiziksel ile genetik sağlığa” sahip olmaları şartıyla, müstakbel eşin işini bırakması koşuluyla faizsiz kredi veriliyor, bu kredi miktarı bin marka kadar ulaşıyordu. Evlilikten doğan her çocuk için, bu miktarın dörtte biri geri ödenmesi gerekmeyen bir hibe olarak veriliyordu.

Aralık 1933’te Reich İçişleri Bakanı Wilhelm Frick, birinci sınıftaki kız öğrencilerin sayısını, yeni kayıt yapan tüm öğrencilerin yüzde onuyla sınırlamaya karar verdi. 1934 yılında liseden mezun olan 10 bin kız öğrenciden sadece 1500’ü lisans programına başlayabildi. Toplam kız öğrenci sayısı 1939’da 6 binin altına düştü, yani 1932 seviyesinin üçte birinden az oldu!

1934’ten itibaren, kamuda çalışan doktorlara yönelik yeni bir ruhsat yönetmeliği yürürlüğe girdi; bu da “yeterince” kazanan evli kadın doktorların ruhsatlarının iptal edilmesi anlamına geliyordu. Kadınlar, ruhsatlandırma sürecinde erkeklerin ardından ikinci sıraya düşürüldü. Yetkililer, hastanelerde kadın doktorların istihdam edilmemesi yönünde talimat verdi. Ancak, huzur ve bakım evlerinde pozisyonlar onlara açıktı.

1935’ten itibaren her kız sınıfının ortaokul ders programında haftada iki saat el işi bulunmalıydı; ancak, bir saat İngilizce ve bir saat matematik derslerinin yerini almıştı. Ağustos 1936’da Hitler, “kadınların hâkim ya da avukat olamayacağını” duyurdu. Dolayısıyla kadın avukatlar yalnızca kamu hizmetinde veya idarede istihdam edilebilecekti.

Erkekler, kadınların yüksek mevkilerden uzaklaştırılmasındaki bu etkili baskıdan kazançlı çıktılar. Ancak, işgücü piyasası politikası açısından sonuç pek de belirleyici değildi, zira bu mevkilerdeki kadınlar, ekonominin genelinde hala mutlak bir azınlık konumundaydılar. Geniş kadın işgücü, çoğunlukla mali olarak “çifte gelire” bağımlıydı; bu işçiler, aile hizmetçileri ve düşük maaşlı çalışanlardan oluşuyordu.

Her ne olursa olsun, birkaç yıl sonra rejim kadınların kariyerlerini yeniden düzenlemek zorunda kaldı. Devletin silahlanma politikasıyla canlanan ekonomi, işgücüne olan talebi artırdı ve şirketler daha ucuz işgücünü tercih etmeye başladı; kadın işçiler erkeklerin maaşlarının sadece yüzde 70’ini alıyordu. Bu nedenle, Ekim 1937’de evlilik kredisi yönetmeliği değiştirildi: Müstakbel eş artık kariyerinden vazgeçmek zorunda değildi.

Savaş sırasında, kadınlar kaçınılmaz olarak işgücünde giderek daha fazla erkeğin yerini almaya başladılar. Hitler, kadınların siyasi hedeflerini savaşın gereksinimlerine uygun hale getirmenin zor olduğunu kabul etmişti. 1944’te, halihazırda çalışan nüfusun yarısından fazlasının kadın olduğu dönemde, Alman İşçi Cephesi’nin iş performansını artırmak amacıyla kadınların ücretlerini artırma önerisini reddetti: Führer, karargâhındaki bir toplantıda, “Kadınların ücretlerini erkeklerin ücretleriyle eşit seviyeye getirmek isteyerek Nasyonal Sosyalistlerin milli birliği koruma ilkesine tamamen karşı çıkmış olursunuz,” dedi.

Ancak savaş, Nazilerin en katı biçimde kısıtladığı alan olan üniversiteleri ve akademik kariyerleri geniş ölçekte yeniden kadınlara açmaya zorladı. 2 Ocak 1943 tarihli Reich Şansölyeliği notuna göre, “en azından kadınlar”, “yeterli sayıda genç erkek tekrar bulunana kadar” akademik görevleri üstleneceklerdi.

Mecburiyetten doğan bu değişiklik, parti makamları nezdinde mutlak desteğe sahip olmadı. Münih Gauleiter’i Paul Giesler, Ocak 1943’te kız öğrencilerden açık açık, okumak yerine “Führer’e bir çocuk vermelerini” ve tercihen her üniversite yılında “erkek çocuk şeklinde bir sertifika” sunmalarını istedi. Ayrıca, “Bazı kızlar bir erkek arkadaş bulacak kadar çekici değilse, her birine yardımcılarımdan birini atamak isterim ve ona hoş bir sonuç vaat edebilirim,” dedi.

Savaş, “safkan” genç yetenek üretimini daha da önemli hale getirdi. Hitler’in 1938 yılında Noel’de Alman halkına duyurduğu Alman Annesi Onur Haçı’nın çıkışı da bu bağlamda değerlendirilmeli.

1939’da ilk kez kutlanan Anneler Günü’nde, Anne Haçı adı verilen ödül, farklı kademelerde (dört çocuk için bronz, altı çocuk için gümüş ve sekiz çocuk için altın) sunuluyordu. Fakat, çok çocuk sahibi olmak “Alman anne” unvanını almak için tek başına yeterli değildi. Nazilerin belirlediği ilk ve en önemli kriter, “Alman kanına” sahip olmaktı.

1939’da Nazi Partisi’nin başbakanlık tarafından yönetimler ve parti büroları için yayımlanan “seçim broşürlerinden” biri, annenin “değersiz” olmasına ya da “kalıtsal olarak hasta” veya “anti sosyal” ailelerden gelmesine müsamaha yoktu. Kürtaj nedeniyle halihazırda kendini cezalandırılmış olan kadınlar “değerli” olarak kabul edilmiyordu. Naziler, “kalıtsal hastalıkları” şu şekilde tanımlıyordu: “embesillik, şizofreni, manik-depresif sendrom, Aziz Vitus dansı, epilepsi, körlük, sağırlık, dilsizlik, ciddi alkolizm, belirgin fiziksel deformiteler ve tehlikeli ahlak suçları”.

Mesela, “vatan hainleri, ırk istismarcıları, işten kaçınanlar, cinsel sınırları olmayanlar, sürekli bağımlılık içinde olanlar, fahişeler ve kürtajdan mahkûm olanlar” gibileri anti sosyal olarak nitelendiriliyordu.

Milyonlarca Alman kadın, yaşlılar da dahil olmak üzere, “Onur Haçı” alırken aileleri rejimi eleştirmeyen reddedilmiş anneler ciddi bir sosyo-psikolojik baskı altında kaldı. Irmgard Weyrather, Der Kult um die ‘deutsche Mutter’ im Nationalsozialismus (Nasyonal Sosyalizmde ‘Alman Anne’ Kültü) adlı çalışmasında, torunlarının tamamı Hitler Gençliği’ne katılan 79 yaşındaki bir kadınınki gibi tamamen kasıtlı “ayıklamanın” etkilerinin canlı örneklerini aktarıyor. Bu kadın, Hitler’e şunları yazmış: “Führer’im, artık o kadar mutsuzum ki, yaşlı bir kadın olarak torunlarımın yüzüne bakamaz oldum, hep bana büyükannelerinin neden haç almadığını soruyorlar”.

Halk arasında “Tavşan Nişanı” olarak bilinen Anne Haçı için aynı derecede saçma ve insanlık dışı kriterler, bir kuşak kadınının karakterini belirledi: Umut vaat eden anne onuru kampanyasının ardında, en alt düzeydeki parti görevlisi bile, münferit durumlarda her kadının aleyhine yorumlanabilecek olan “iyi Alman anne” standardından sapma tehlikesi yatıyordu. Hiçbir kadın “değersiz” ya da “anti sosyal” olarak görülmek istemezdi.

Anne Haçı başvuruları reddedilenlerin bilgileri, sağlık yetkililerinin zorla kısırlaştırma, sınır dışı etme ve öldürme gibi uygulamaların bürokratik olarak hazırlandığı “kalıtsal dosyalarında” saklanıyordu. Herhangi bir nedenden ötürü “ayıklanma” korkusu, kadınların uyum sağlama isteğini artırdı. Nasyonal Sosyalist erkek devleti, kadınların henüz yeni başlamış olan özgürleşmesini aniden durduran etkisini 1945’ten sonra da sürdürdü.

Bugün 12 Mayıs, Anneler Günü bir kez daha geldi. Herkese kutlu olsun!

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Birkaç bin bombanın eksikliği ABD’nin suç ortaklığını örtmez”

Yayınlanma

İsrail’in Refah’a yönelik kapsamlı saldırısını engellemek için ABD’nin İsrail’e bazı silahların sevkiyatını geçici olarak durdurması tartışmalara yol açtı. Aşağıda çevirisini okuyacağınız görüş yazısında toplamda 3 bin 500 bomba sevkiyatının askıya alındığı hatırlatılıyor ve bu rakamın şimdiye kadar yapılan ve yapılacak olan sevkiyatların yanında “devede kulak” kaldığına dikkat çekiliyor:

***

Birkaç bombayı kenara bırakırsak ABD’nin soykırımdaki suç ortaklığı ‘kesin’

Biden yönetiminin 3 bin 500 bombanın teslimatını geciktirme kararı, İsrail ölüm makinesine ihanet anlamına gelmiyor.

Belén Fernández

8 Mayıs Çarşamba günü ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, ABD hükümetinin İsrail’e silah sevkiyatını alışılmadık bir şekilde durdurduğunu kamuoyuna açıklayan ilk üst düzey yönetim yetkilisi oldu. İsrail ordusu geçen yedi ay boyunca Gazze Şeridi’nde ABD’nin de desteğiyle yaklaşık 35 bin Filistinliyi öldürdü.

Senato alt komitesindeki bir oturumda konuşan Bakan Austin, bu duraklamanın Gazze’nin güneyinde 600 binden fazlası çocuk olmak üzere tahminen 1 milyon 400 bin Filistinlinin barındığı Refah kentinde “gelişen olaylar bağlamında” gerçekleştiğini belirtti. Bu insanların büyük çoğunluğu, İsrail’in Filistinlileri tekrar tekrar mülteci haline getirme yöntemine uygun olarak Gazze’nin diğer bölgelerinden Refah’a kaçmak zorunda kalmıştır.

Refah, İsrail’in son yedi aydır kıyı bölgesinde yürüttüğü operasyonların geneline damgasını vuran terör ve katliamdan neredeyse hiç etkilenmemiş olsa da şehirde kapana kısılmış sivillere yönelik geniş çaplı bir saldırı tehdidi, İsrail’in sadık, en iyi dostu olan küresel süper gücü bile biraz tedirgin etti.

Bu amaçla, hafta sonu Joe Biden yönetiminin Refah saldırısında kullanılabilecek mühimmatın İsrail’e sevkiyatını askıya alma tehdidinde bulunduğuna dair haberler çıkmaya başladı. Sevkiyatın 3 bin 500 bombadan oluştuğu, bunların bin 800’ünün 907 kilo ve bin 700’ünün 500 227 kilo kategorisinde olduğu söyleniyordu.

İsrail’e yapılacak diğer bazı silah transferlerinin de gözden geçirilmekte olduğu belirtiliyor.

Elbette, ABD’nin altı aydan uzun bir süredir Gazze’deki soykırım ve açlığa her türlü mühimmat ve parayla aktif bir şekilde yardım ettiği göz önüne alındığında, Refah vakasının neden birdenbire emperyalist kaygılara yol açtığı tam olarak açık değil. Ama, hey, bu potansiyel olarak iyi bir PR.

Bakan Austin’in çarşamba günü yaptığı açıklamalardan önce ABD’li yetkililer silah sevkiyatının askıya alındığı yönündeki haberlerle ilgili herhangi bir açıklamada bulunmamışlardı. Örneğin 6 Mayıs’taki bir basın brifinginde Ulusal Güvenlik İletişim Danışmanı John Kirby haberlerin doğru olup olmadığını teyit etmeyi reddetti ve bunun yerine şu açıklamayı yaptı: “Size söyleyebileceğim tek şey … İsrail’in güvenliğine olan desteğimizin sarsılmaz olduğudur. Bir sevkiyatın diğerlerinden üstünlüğünün ayrıntılarına girmeyeceğim.”

Öyle görünüyor ki, İsrail’e verilen desteği tanımlamak söz konusu olduğunda ABD siyaset kurumunun yeni favori kelimesi “sarsılmaz” – bu da günün sonunda İsrail’in Filistinlileri katletme alışkanlığının Filistinlilerin katledilmeme hakkı karşısında her zaman savunulacağı anlamına geliyor.

Bu arada Kirby’nin “bir sevkiyatın diğerine üstünlüğü” hakkındaki yorumu en hafif tabirle manidar. Ne de olsa ABD’nin İsrail’e çok sayıda silah sevkiyatı var ve 3 bin 500 bombanın teslimatını geciktirmek, ABD sağ kanadının daha dramatik bazı üyelerinin tasvir etmeyi seçtiği gibi İsrail ölüm makinesine ihanet anlamına gelmiyor.

Öncelikle Bakan Austin, Senato alt komitesinde yaptığı konuşmada, silah sevkiyatının durdurulmasının ABD Kongresi’nin Nisan ayında onayladığı İsrail’e 26 milyar dolarlık ek yardımı etkilemeyeceğini vurguladı. Dış İlişkiler Konseyi’nin belirttiğine göre bu para, “İsrail’in ABD askeri teçhizat ve hizmetlerini satın almak için kullanması gereken fonlar olan Yabancı Askeri Finansman (FMF) programı kapsamında hibe olarak sağlanıyor.”

Askıya alma, Biden yönetiminin İsrail için onayladığı 827 milyon dolar değerindeki ek askeri ekipmanı da etkilemeyecek.

Başka bir deyişle, her zamanki gibi bir iş söz konusu- birilerine her gün yüzlerce dolar verip sonra da beş sentini esirgeme gösterisi gibi bir şey.

ABD Konvansiyonel Silah Transferi Politikasına göre, ABD hükümeti “insan hakları ya da uluslararası insancıl hukuk ihlallerini kolaylaştırma ya da bunlara katkıda bulunma riski taşıyan silah transferlerini … önlemekle” yükümlü. Peki, ABD dış politikasının kendisi tüm bunların büyük bir ihlali değilse nedir?

2001 yılında “Teröre Karşı Savaş” olarak bilinen büyük küresel ihlalin başlamasından önce bile ABD, Latin Amerika’dan Orta Doğu’ya ve ötesine kadar kitlesel katliamları mümkün kılmak için on yıllarını harcamıştı. İsrail özelinde, ABD’nin Filistin ve Lübnan’da insan hakları ve uluslararası insancıl hukukun ahlaksızca ihlal edilmesine verdiği sürekli destek, Konvansiyonel Silah Transferi Politikası’nı yazma zahmetine neden katlanıldığını merak ettiriyor.

Şimdi Bakan Austin de durdurulan mühimmat sevkiyatı karşısında bile ABD’nin İsrail’e olan “sarsılmaz” bağlılığını yeniden teyit etti- ki bu da hareketin büyük ölçüde kozmetik doğasının ve bir dereceye kadar insani farkındalık ve endişe yansıtma ihtiyacının altını çiziyor.

Biden’ın kendisi de çarşamba günü Refah’a topyekûn bir saldırı olması halinde İsrail’e saldırı silahları tedarik etmeyeceği uyarısında bulunarak “bu bombaların bir sonucu olarak Gazze’de sivillerin öldürüldüğünü” belirtti.

Evet, öyle.

Soykırım soykırımdır. Ve birkaç bin bombayı bir kenara bırakırsak, ABD’nin bu soykırımdaki suç ortaklığı tamamen kesin.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

FT: ABD-Suudi ilişkilerini İsrail üzerinden şekillendirmek riskli

Yayınlanma

ABD’yle Suudi Arabistan arasındaki görüşmelerin ilerlediği ve anlaşma aşamasına iyice yaklaşıldığı yönündeki haberler, Ortadoğu’da yeni bir dönemin habercisi olabilecek nitelikte. Suudiler İsrail ile normalleşme karşılığında ABD’den ‘barışçıl’ nükleer teknoloji geliştirebilmek için yardım ve güvenlik garantisi istiyor. Biden yönetimi ise Çin’e karşı yanına çekmeyi istediği Suudi Arabistan’ın taleplerine Kongreyi ikna etmenin tek yolunun denkleme İsrail’in dahil edilmesi olduğu görüşünde. ABD’li uluslararası ilişkiler uzmanı Steven A. Cook bu ABD-Suudi Arabistan-İsrail denklemine itiraz ediyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız makalesinde Cook, bu ilişki biçiminin barındırdığı riskleri açıklıyor:

***

Suudi Arabistan yeni Mısır olma yolunda

Washington, Riyad ile ilişkilerini derinden sarsabilecek bir diplomatik anlaşmaya aracılık ediyor.

Steven A. Cook

Yapacaklar mı, yapmayacaklar mı? Orta Doğu’yu takip eden dünyanın son birkaç haftadır sorduğu soru bu. ABD ve Suudi Arabistan, her iki ülke yetkililerinin en azından 2023 ortalarından beri üzerinde çalıştığı büyük savunma anlaşmasını açıklayacak mı?

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın Nisan ayı sonunda Riyad’a yaptığı ziyaret ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın yaklaşan ziyareti, olası bir anlaşma hikayesinde öncelik ve beklenti yarattı. Haberlere göre, Suudiler ve Biden yönetimi hazır, ancak İsraillilere gönderme yapmanın güzel bir yolu olan “engeller devam ediyor.”

Washington ve Riyad’daki yetkililer arasındaki görüşmeler başladığında, Biden yönetimi açıkça Suudi Arabistan ile tek başına bir anlaşmanın Capitol Hill’de asla yeterli desteği bulamayacağına inanıyordu. Senato’da herhangi bir savunma anlaşmasını imzalaması gereken çok sayıda Demokrat ve daha az sayıda Cumhuriyetçi, ABD’nin Suudi Arabistan’ın savunmasını üstlenmesine muhtemelen karşı çıkacaktı. Ancak Beyaz Saray, böyle bir anlaşmanın İsrail ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesi etrafında şekillenmesi halinde Kongre desteğinin daha olası olduğunu düşündü.

Eylül 2023’te zarif bir fikirdi ama şimdi çok da zekice görünmüyor. Gazze’de yedi ay süren acımasız savaşın ardından Suudilerin normalleşme için talep ettiği bedel, yaklaşık üçte ikisi bu fikre karşı olan İsrailliler için çok fazla. Sadece buna dayanarak bile savunma karşılığı normalleşme anlaşmasını sürdürmek için hiçbir gerekçe yok.

Şüphesiz Washington’daki yetkililer ve özellikle de Riyad’ın İsrail’i her halükârda önerilen anlaşmadan çıkarmak istemesi gerekiyor. Aksi bir durum ikili ABD-Suudi ilişkileri üçlü bir çerçeveye oturtulacak. Eğer ABD-Mısır ilişkileri göz önüne alınırsa, bu durumun Washington ve Riyad arasındaki ilişkiyi son derece olumsuz etkileyeceği öngörülebilir.

ABD Başkanı Joe Biden’ın Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı “istenmeyen adam” ilan etmesinin ve ABD Kongresi üyelerinin Prens’in insan hakları ihlallerinden sorumlu tutulmasını talep etmesinin üzerinden uzun zaman geçmiş gibi görünüyor.

Riyad’daki yetkililerin o zaman tahmin ettiği gibi, Başkan’ın Suudi lidere ihtiyaç duyacağı bir zaman gelecekti. Çok fazla beklemediler. Kovid-19 sonrası seyahat dalgası ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sırasında benzin fiyatları üzerinde oluşan yukarı yönlü baskı Beyaz Saray’ın karşısına benzersiz zorluklar çıkardı; bu zorlukların üstesinden gelmek için Suudilerin yardımı gerekiyordu. Küresel enerji fiyatlarında ortaya çıkan artış, ABD ekonomisinin sağlamlığını ve buna bağlı olarak Biden’ın seçim beklentilerini tehdit ediyordu çünkü Amerikalılar artan fiyatlarla boğuşuyor ve yüksek sesle homurdanıyordu. Bu durum Biden’ı Suudi yetkilileri daha fazla petrol üretmeye ikna ederek Amerikalıları rahatlatma ve Başkan’ın anketlerde düşen oranlarını bir nebze yükseltme umuduyla Riyad’a diplomatlar göndermeye -nihayetinde Temmuz 2022’de bizzat kendisi ziyaret etti- zorladı.

Kısmen yüksek enerji fiyatlarının yol açtığı enflasyon ve Rusya’nın Avrupa’daki saldırganlığı, Beyaz Saray’ın Çin’e karşı sert yaklaşımının arka planına gerçekleşti. Biden, yönetiminin başından itibaren Pekin’i dünya çapında alt etmeyi bir öncelik haline getirdi. En etkili Arap devleti olarak Suudi Arabistan’ın bu stratejinin kritik bir bileşeni olması bekleniyordu.

Bir de İran tehdidi vardı. ABD’li yetkililer iki yılın büyük bir bölümünü Tahran’ı, dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın 2018’de Washington’ı çekmiş olduğu nükleer anlaşma olan Kapsamlı Ortak Eylem Planı’na yeniden katılması için kovalamakla geçirdikten sonra, Biden İran’ın aslında ABD ve Basra Körfezi’nin Batı yakasındaki komşularıyla yeni bir ilişki istemediği sonucuna varmış görünüyor.

Sonuç olarak Washington, İranlıları çevrelemeyi ve caydırmayı amaçlayan bölgesel güvenliği güçlendirme çabasına girişti ki bu çabada Suudilerin önemli bir rol oynaması bekleniyor. Ancak Riyad’daki yetkililer, nükleer anlaşma ve Trump’ın 2019’da İran’ın kendi topraklarına yönelik saldırılarına karşılık verme konusundaki isteksizliğinden sonra akıllandılar. Sonuç olarak şimdi Washington’un Suudi Arabistan’ın güvenliğine bağlılığını ortaya koyan resmi bir anlaşma istiyorlar.

Suudi Arabistan’ın, bir zamanlar Suud Hanedanı’nın sadık bir hizmetkârı ve veliaht prensin bir dönem muhalifi olan gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesiyle doruğa ulaşan 2017 ve 2018’de kendi kendine açtığı yaralar nedeniyle Capitol Hill’de devam eden sevimsizliği göz önüne alındığında, popüler bir İsrail’in anlaşmayı nihayete erdirmesi gerekiyordu. Her ne kadar iyi tasarlanmış bir fikir olsa da normalleşmeyi bir savunma anlaşmasıyla takas etmek, ABD ve Suudi yetkililerin son derece önemli olduğuna inandıkları bir ilişki için önemli aşağı yönlü riskler barındırıyor.

Eğer ABD’nin Suudi Arabistan’a yönelik taahhüdü, Suudi Arabistan’ın İsrail ile normalleşmesine bağlıysa, İsrail-Suudi ilişkilerinin Washington ile Riyad arasındaki ikili ilişkiye hem bariz hem de çok bariz olmayan şekillerde etki etmesi muhtemeldir.

Mısır bu dinamiğin nasıl gelişebileceğinin en iyi örneği. Eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek dönemi boyunca, ama özellikle de uzun süren iktidarının son yıllarında, ABD-Mısır-İsrail ilişkilerinin üçlü mantığı, Mısır rejimine yönelik yıkıcı bir siyasi eleştiriye yol açtı. Mübarek’in muhalifleri, özellikle de Müslüman Kardeşler, Washington’un İsrail yüzünden Mısır’ı bölgede ikinci sınıf bir güç haline getirdiğini savundu.

Yani Mübarek ve danışmanları İsrail’in Lübnan’ı iki kez işgal etmesine, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ne yerleşmesine ve Kudüs’ü ilhak etmesine seyirci kaldılar çünkü aksini yapmak İsrail ile ilişkileri tehlikeye atacak bu da ABD ile ilişkilere zarar verecekti. Sonuç olarak Mısır, İsrail’e doğrudan meydan okumak yerine, İsrail’in provokasyonlarını BM’de ve diğer uluslararası platformlarda -zayıfları silahıyla- protesto etmek zorunda kaldı.

Mısır’dan Gazze Şeridi’ne uzanan kaçakçılık tünellerinin varlığı ilk kez 2007 yılında ortaya çıktığında, İsrail ve destekçileri Washington’da bu konuyu dillerine doladılar. Elbette öfkelenmekte haklıydılar, ancak Mısırlı yetkililer özel görüşmelerde İsraillilerin durumu ikili bir mesele olarak ele almak yerine Washington’u devreye sokmayı tercih ettiklerinden ve bunun da Kahire’nin askeri yardımını tehlikeye atacağından korktuklarından yakındılar. Bu aynı zamanda ABD Kongresi üyelerinin Mısır’a askeri yardımı kesip başka destek biçimlerine kaydırmayı açıkça tartıştığı bir döneme denk geldi. Mısırlılar açısından bakıldığında, özellikle hassas bir dönemde kaçakçılık tünelleri nedeniyle kendilerine yöneltilen eleştiriler, Mısır-İsrail arasındaki ikili bir sorunu Washington ve Kahire arasındaki bir mesele haline getirerek ABD-Mısır ilişkilerine haksız bir şekilde gerginlik yarattı.

Suudi Arabistan ile bir güvenlik anlaşmasına İsrail’i de dahil etmek, zaten karmaşık olan ikili ilişkileri daha da karmaşıklaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Buna değecek gibi görünmüyor. Elbette Mısır ve Suudi Arabistan arasında pek çok farklılık var. Aynı sınırı paylaşmadıkları düşünüldüğünde, İsrail’in güvenlik kaygılarının ABD-Mısır ilişkilerinde olduğu gibi ABD-Suudi ilişkilerini etkilemesi pek olası değil.

Yine de Suudi Arabistan’ın İran’ı yönetme konusundaki incelikli yaklaşımı İsraillileri korkutursa ne olur? Mısırlılar gibi Suudiler de ABD’nin güvenlik yardımına bağımlı ve İsrailliler kraliyet sarayının dış politikasını yürütme şeklini beğenmezse, ABD-Suudi ilişkilerinde sorun çıkma potansiyeli gerçek bir olasılık.

Biden yönetimi Suudi Arabistan ile bir savunma anlaşması yapmak istiyorsa, yapalım. Yeterince iyi bir gerekçe olmalı ve Başkan şüphecileri ikna edebilecek kadar yetenekli bir siyasetçi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English