Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Yunanistan’la Yeni Denklem?

Yayınlanma

Dr. Süha Çubukçuoğlu, Kıdemli Araştırmacı, Trends Research & Advisory

6 Şubat 2023 depremlerinden sonra Türkiye ve Yunanistan arasında esmeye başlayan ılımlı hava karşılıklı ziyaretler ve güven artırıcı önlemlerle belli bir mesafe kat etse de ara sıra Atina’dan gelen sert söylemler sürecin kırılganlığına ve görünenin aksine anlaşmazlık yaşanan konularda pek de kolay uzlaşma yolu bulunamayacağına işaret ediyor. Özellikle bu konularda sesini hep üst tondan duyduğumuz Yunan Savunma Bakanı Nikos Dendias şahin kanada yakın bir isim olarak Türkiye’nin iyi niyet ve kararlılıkla sürdürdüğü “sorunları birlikte ele alma” iradesini açıkça baltalamaya çalışmakta. Türkiye’yi saldırgan ve hukuk-tanımaz bir haydut devlet olarak lanse etmeye gayret gösterip Yunanistan’ı ise “kural temelli dünya düzenine bağlı”, uysal ama mağdur bir uç karakol, hukuka saygılı bir ülke şeklinde konumlandırma gayreti içinde.

23 Şubat 2024’te To Vima gazetesinde çıkan ve Yunanistan’da bile şaşkınlık yaratan habere göre Dendias “Ege’de 3 milin ötesindeki her şeyin Yunanistan’a ait olduğunu” iddia etti. Yine basına yansıdığı kadarıyla, Dendias 16 Nisan 2024’te “Yunanistan’ın çıkarları gerektirdiğinde karasularımızı 12 mile çıkaracağız” şeklinde bir demeçte bulundu. Bu açıklamaları 15-17 Nisan 2024 tarihlerinde Atina’da düzenlenen “Okyanusumuz” konferansında Yunanistan’ın Ege ve İyon denizlerinde iki deniz parkı ilan etme niyetini deklare etmesi takip etti. Gri bölgeler olarak da bilinen Ege’de Aidiyeti Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıkları (EGAAYDAK) da kapsayan bu milli parklardan birisi deniz canlılarını ve doğayı koruma kılıfı altında Ege’de fiili olarak Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilanına giden bir adım olma niteliği taşıyor. Zira Yunanistan’ın taraf olduğu 1983 tarihli Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin (UNCLOS) 56. Madde, 1 Fıkra, (b) bendi MEB sahibi olan ilgili ülkeye deniz habitatının korunmasıyla muhafaza edilmesi yetki ve sorumluluğunu veriyor. Türk Dışişlerinden sert tepki gören bu adımıyla Yunanistan “denizlerin temizliği, canlıların korunması ve tabiatın muhafaza edilmesi yetkisi fiiliyatta bende olduğuna göre hukuken MEB de bende” diyebileceği bir pozisyona gelmenin ön zeminini hazırlıyor.

Yunanistan’ın bu tavrına karşı Türkiye’nin tutumu ne?

Yunanistan’dan gelen bu sert tavra karşılık mevcut ılımlı havayı olabildiğince sürdürmek adına Türkiye’den resmi adım gelmemesi bir yana 2023’e kadar Ege’de yapılagelen uçuşların askıya alındığı, Mavi Vatan tatbikatlarının iptal edildiği/isminin değiştirildiği ve Doğu Akdeniz’deki sismik arama-sondaj faaliyetlerinin sonlandığı bir döneme şahitlik ediyoruz. 2019’da Libya’yla imzalanan deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmasının kadük kalma riski mevcut. Yunanistan’ın Mısır’la yaptığı karşı anlaşmadan sonra TPAO’nun ilgili alanda sismik arama izni talep etmesine rağmen bu doğrultuda Ankara’dan gelmiş bir adım yok. Her ne kadar Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Sayın Ercüment Tatlıoğlu Aralık 2023’te “Son yıllarda Mavi Vatan’a girmeye çalışan 35 yabancı gemiyi engelledik, bizi savaşın eşiğine getiren engellemeler yaptık” şeklinde bir açıklama yapmış olsa da Türkiye ilgili sahayı fiilen kullanmadığı, orada sismik-sondaj gemisiyle bayrak gösterip ekonomik kaynaklarına sahip çıkmadığı sürece buradaki egemenliğini zımnen tartışmaya açmış olmakta, ileride olası bir müzakere masasında bu hakkını pazarlık kozu olarak tutup şartlar gerektirirse vazgeçebileceği sinyalini vermektedir.

Realist bakış açısına göre uluslararası sistemde belirleyici faktör “güç”tür. Eğer gücünüzü iyi değerlendirmez, milli çıkarlarınızın tehdit altında olduğu durumda karşı tarafa “yatıştırma” (appeasement) siyaseti uygular ve alttan alırsanız ileride ağır bir bedel ödemek durumunda kalabilirsiniz. Tarih bunun acı örnekleriyle doludur: 19. yy’da İngiltere’nin ABD’ye karşı tavrını, Osmanlı’nın Balkan Savaşları öncesindeki durumunu ve II. Dünya Savaşı’na giden süreci bunların arasında sayabiliriz. Türkiye’nin hukuki argümanlar ve uluslararası normlar üzerinden yürüttüğü diplomatik süreci mutlaka güç unsurlarıyla desteklemesi, yeri geldiğinde karşı hamle yapması, en azından Yunan tarafından gelen tahrikkâr söylemlere karşı haklı duruşumuzu teyit etmesi, kafa karışıklığına sebebiyet verecek ikircikli tutumlardan kaçınması önem arz etmektedir. Türkiye gerek savunma sanayi ve platform altyapısını güçlendirmek gerekse enerjide dışa bağımlılığı azaltıp ekonomisini rayına oturtmak için zaman kazanmak istiyor olabilir, ama uluslararası ilişkiler boşluk kabul etmez. Sizin iyi niyetli yaklaşımınızı karşı taraf zafiyet olarak değerlendirip ön alıcı hamlelerde bulunabilir.

Resmî açıklamalar dışında bu konu üzerine Türk medyasında da zaman zaman yorumlara rastlıyoruz, ancak bunlar belli bir stratejik vizyonun parçası olmaktan ziyade tepkisel, gündelik, bazen de iç siyasete dönük mahiyette tezahür ediyor. Türkiye’nin başta ekonomi olmak üzere birçok sorunla boğuştuğu ve Yunanistan’ın gündemde çok alt sıralarda yer aldığı gerçeğinden hareketle, yaşanan gerilimi “havuz meselesi” şeklinde küçümseyen yorumlar de görüyoruz, Türkiye’nin önceliğinin Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu’da petrol aramak olduğunu belirten, Akdeniz’in sözünü dahi etmeyen açıklamalara da şahit oluyoruz. Bunların dışında dikkat çeken bir başka görüş de geçtiğimiz günlerde Harici’nin YouTube kanalına demeç veren Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu’dan geldi. Sayın Kibaroğlu, Genelkurmay Eski Başkanı Em. Org. (merhum) Necip Torumtay’la yaptığı bir konuşmaya atfen “Eğer Yunanistan Ege’de bir adım atarsa karşılığını Kıbrıs’ta bulur. Bizim ikinci vuruş yeteneğimiz Kıbrıs’tır” şeklinde görüş bildirdi. Bu tespite göre Yunanistan eğer coğrafi olarak kendini avantajlı gördüğü Ege’de bir genişlemeye gider, karasularını 6 milin üstüne çıkartır ya da MEB ilan eder, bu durum da çatışmaya evrilirse Türkiye KKTC’de bulunan barış gücüyle ileri harekâta geçerek adanın güney kısmını da kontrol altına alabilir.

Sayın Kibaroğlu’nun aktardığı görüşü günün koşulları içinde değerlendirirsek sağlam ve güvenilir olduğu kadar tartışmaya açık taraflarının da olduğunu görebiliriz. Yunanistan ileride girişmeyi tasarladığı 12 mil/MEB gibi hamlelerin hukuki olduğu kadar fiili altyapısını da hazırlamakla meşgul oladursun, Türkiye’nin buna vere(bile)ceği orantılılık ölçüsünde yanıtlar neler olabilir? Olası bir durumda 6 ile 12 mil arasındaki bölgeye askeri gemi göndermek/tatbikat yapmak, ya da balıkçı teknelerini gönderip avlanmak ilk adım olabilir. Lozan ve Paris Barış Antlaşmalarına göre askerden arındırılmış statüdeki Doğu Ege ve Menteşe Adaları (On İki Ada) bölgesini ablukaya almak, Türk hava sahasını Yunan havayollarına / boğazları Yunan bayraklı gemilere kapatmak, EGAAYDAK statüsünde ve fiilen Yunan işgalinde olan adacıkları boşaltması için Atina’ya ültimatom vermek, hatta bazılarına asker çıkarmak olabilir. Bütün bunlar uluslararası hukuka uygun “zorlayıcı diplomasi” adımlarıdır. Ancak olası bir çatışmada Ege’ye karşı yanıtı doğrudan Kıbrıs üzerinden vermek Türkiye’ye faydadan çok zarar getirebilir. Kaldı ki Yunanistan Doğu Ege ve Menteşe Adalarını antlaşmalara aykırı olarak silahlandırmasına bir gerekçe olarak Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a müdahalesini ve kendi adalarının da benzer bir tehdit altında olduğu savını ileri sürmektedir. “Ege’de bir hamleye karşı Kıbrıs’ın tamamını alırız” demek ve iki konuyu bu şekilde birbirine bağlamak, hele de bunu kamuoyu önünde açıklamak Yunanistan’ın “Türkiye’den gelen tehdit” tezine istemeyerek de olsa destek vermek ve ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir. Öte yandan Sayın Kibaroğlu’na göre Yunanistan zaten Türkiye’nin böyle bir cevap vereceğini bildiği ve “Helenizmin Kıbrıs’ın tamamını kaybetmesi ihtimalini kabul edemeyeceği” için Ege’de bir harekete girişmeyecektir. Buradan “Kıbrıs’taki Türk askeri varlığı Yunanistan için o kadar büyük caydırıcı bir unsurdur ki oradaki olası bir kaybı Ege’deki olası kazançlarını nötralize edebilecek boyuttadır” şeklinde bir çıkarım yapabiliriz.

Atina açısından bakarsak bu denklemin tam da böyle görünmediği kanaatindeyim. Bir kere uluslararası sistem ve dünyadaki güçler dengesi bakımından Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekâtını yaptığı 1974 yılından çok farklı bir yapı mevcut. İki kutuplu soğuk savaş döneminde o zamanın “Kıbrıs Cumhurbaşkanı” Makarios bağlantısızlar hareketi üzerinden Sovyetlere fazla yanaştığı için zaten bir süredir ABD’nin hedefindeydi (CIA’in suikast teşebbüslerini atlatamasa darbeyle devrilmesine bile gerek kalmayacaktı). ABD’nin dümen suyuna girmeyi reddettiği için Atina’daki Yunan cuntası eliyle 15 Temmuz 1974’te devrilerek yerine geçici olarak Nikos Sampson getirildi. Türkiye de hukuki haklarına dayanarak ve o aradaki otorite boşluğunu fırsat bilerek 20 Temmuz günü adaya operasyon başlattı. Bu birinci operasyona Watergate skandalı ile çalkalanan Washington yönetimi günün şartları gereği kısmen göz yumdu. ABD aslında kendince bir taşla üç kuş vurmuş oldu: Türkiye ve Yunanistan vasıtasıyla Makarios’a bir ders verdi, adada olası bir Sovyet üslenmesinin önüne geçti ve İsrail’in güvenliğini tahkim etti. Kısaca, Türkiye’nin harekâtına o dönemki jeopolitik dengeler gereği bir sempati vardı. Yunanistan’sa “saldırgan” ülke konumundaydı. Ama Rumların Kıbrıslı Türklere yaptığı katliamlar ve askeri zaruret gereği iş ikinci harekâta kalınca ABD başta olmak üzere bütün Batı dünyası baştaki ılımlı tutumunu bırakarak tamamen Türkiye aleyhine döndü, bizi haksız yere “işgalci” olarak niteledi – bu tavır halen de devam ediyor.

Bugünse özellikle Batı dünyasında bambaşka bir Türkiye ve Yunanistan algısı mevcut. 2004’te AB’ye üye olmuş sözde bir “Kıbrıs Cumhuriyeti” var. AB, sevelim ya da sevmeyelim, Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı – ihracatımızın %50si oraya gidiyor. Öte yandan AB üyelik perspektifimiz fiiliyatta çoktan kapanmış durumda. Yunanistan’sa AB üyeliğinin yanında adeta ABD’nin de 51. eyaleti gibi bir ileri üsse dönüşmüş halde. ABD yakın zaman önce Rumlara yönelik silah ambargosunu tümüyle kaldırdı. Keza Gazze savaşından beri ilişkilerimizin askıda olduğu İsrail de Güney Kıbrıs ve Yunanistan’a gelişmiş hava savunma sistemleri satıyor. 2016’dan beri Güney Kıbrıs-Yunanistan-İsrail ve Mısır arasında önce dörtlü ardından ABD ve Fransa’nın da katılımıyla beşli-altılı tatbikatlar yapılıyor, ismen zikredilmese de hedef ülke olarak Türkiye üzerine senaryolar oynanıyor. Kıbrıs’ta aktif vaziyetteki Dikelya ve Ağrotur üsleri gelişmiş istihbarat altyapısı sayesinde İngiltere’ye bütün Ortadoğu’yu dinleme/izleme imkânı sunuyor. İran’ın İsrail’e karşı yaptığı füze ve drone saldırısına karşılık veren Amerikan, İngiliz ve Fransız savaş uçaklarının bir kısmının bu üslerden havalandığı hatırlatalım.

Türkiye’nin Kıbrıs kozu ne kadar geçerli?

Türkiye askeri olarak elbette çok güçlü. Güney Kıbrıs’taki Yunan Alayı ve hatta Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) savaş deneyimi de olan Türk ordusuyla kıyaslanamayacak derecede küçük ve zayıf. Keza Yunanistan’ın olası bir savaşta Kıbrıs’ı lojistik-askerî açıdan takviye etmesi çok zor, bunun örneği 1974’te de görüldü. Türkiye Kıbrıs’ta durum üstünlüğünü elinde bulundursa da bütün bu verilerin ışığında Ege’de Yunanistan’la yaşaması olası bir çatışmada cepheyi Kıbrıs’a doğru genişleterek Güney’i kontrol altına alması AB, İngiltere, ABD ve İsrail’de büyük tepkiyle karşılanacak, askeri olmasa bile ekonomik olarak Türkiye’nin tecrit edilmesine, bir nevi “İranlaştırılmasına” bahane teşkil edecektir. Güney’in alınması demek Türkiye’nin İngiltere’yle (karadan) ve İsrail’le (denizden) komşu olması, ada çevresindeki bütün kaynaklara sahip olması demektir. Bu ülkelerin böyle bir jeopolitik depremi kabul edeceklerini peşinen varsaymak uygun bir yaklaşım tarzı değildir. Türkiye’nin ekonomik gücü, doğal kaynakları, askeri kapasitesi ve uluslararası sistemdeki etki yarıçapı bugün böyle bir baskıyı kaldırabilecek konumda değildir. Bir gün o güce inşallah ulaşırız, o noktada direnebilecek kararlılığı sergileyip her şeyi göze alarak Libya anlaşması örneğinde olduğu gibi bir baskınla Yunanistan’dan bile önce Ege ve Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan sınırları içinde MEB’imizi de ilan ederiz. Bu güce erişebilmek için, ABD hegemonyasının zayıfladığı ve çok kutupluluğa evrilen yeni dünya düzeninde Türkiye’nin paydaşlarını çoğaltması, AB üyeliği gibi gerçekleşmesi mümkün olmayan ve her geçen gün Türkiye’yi daha da yalnızlaştıran bir hedefte enerjisini tüketmek yerine yükselen Asya, Afrika ve Körfez ülkeleriyle ilişkilerini derinleştirmesi büyük önem arz etmektedir.

Ancak 2020’de AB İrini Misyonu’na bağlı bir Alman firkateyninin Rosalyna-A isimli bir Türk gemisine yaptığı baskına cevap ver(e)meyen, dönemin Alman başbakanı Angela Merkel’in AB yaptırımlarıyla tehdit etmesini müteakip sismik araştırma faaliyetlerine son veren, hatta daha 2019’ta Suriye’deki Barış Pınarı Harekâtını ABD’den gelen baskıyla yarıda kesen Türkiye’nin Yunanistan’la olası bir çatışmada Güney Kıbrıs’ı alıp bunu elinde tutabileceğini düşünmek bugün için inanılması zor bir senaryodur. Türkiye orayı alsa dahi maruz kalacağı baskı ile kısa sürede geri çekilmeye zorlanacak ve elinde Ege’de kaybettikleriyle kalacaktır. Yunanistan Türkiye’nin Kıbrıs’taki üstünlüğünü Sayın Kibaroğlu’nun da tabiriyle “offset” etmeye yani dengelemeye çalışmaktadır. Kıbrıs çevresinde küresel ve bölgesel güçlerle yaptığı açık ya da gizli anlaşmalarla Türkiye’nin buradaki caydırıcılığını azaltmaya ve el yükseltmeye gayret etmektedir. Buna mukabil, Kıbrıs’taki varlığına dayanarak Türkiye’nin Ege’de Yunanistan’ı dengelediğini varsayması bazı geçerli sebepleri olsa da büyük resme bakıldığında çok sağlam bir argüman gibi görünmemektedir. Türkiye Batı bloğunu bu bölgede dengelemekte zorlandığı müddetçe Yunanistan’ın oldu-bittilerine karşı teyakkuzda olmak durumundadır.

Son kertede, Yunanistan’ı Ege’de maceraya girişmekten caydıracak olan Kıbrıs’taki Türk kara gücü değil, Anadolu’daki deniz ve hava gücüdür. Her şartta Türkiye’nin güçlü bir donanmaya ve hava kuvvetlerine sahip olması gerek Ege gerekse Doğu Akdeniz’de caydırıcılığını sergilemeye devam etmesi ve Yunanistan’a gerginliği arttıracak, moral üstünlüğü ele geçirecek fırsat vermemesi, tutarlı ve uzun vadeli bir politika izlemesi elzemdir. Aksi durum karşı tarafın eline koz verip cesaretlendirmekten başka bir netice yaratmayacaktır.

GÖRÜŞ

9 Mayıs

Yayınlanma

Yazar

Anlatı

Biz hepimiz, Sovyet dünyasının dışındaki herkes İkinci Dünya Savaşına dair birbiçim savaş anlatısıyla büyüdük: en çok da sert, bazen hayvani, ama çoğunlukla budala Alman askerleri ve gözünü budaktan esirgemeyen Amerikalı veya Britanyalı subaylarla onlara yardım eden direnişçiler kazılıdır hafızalarımıza. Sonra, biraz daha büyüyünce toplama kamplarıyla tanışmaya başladık; bu defa vahşi nazi askerlerinin karşısında batı Avrupalı uygar Yahudiler, Fransızlar, Britanyalı ve Amerikalı savaş esirleri, biraz da nadiren, dillerini bilmediğimiz (çünkü bütün kahramanlar ya dublajla bizim dilimizde konuşur ya da karelerin altındaki bantlarda bizim dilimizde yazarlar) hepsi de ürkek gözlerle bakan başkaları (“Ruslar”) çıktı karşımıza; bu ikinciler karınca gibi çok olduğunda bile başrole yükselemediler. 

Bu filmlerin klişesi üç ayaklıydı: 1) bizimkiler — yani kahramanlar, bizimle aynı dili konuşanlar, yani filmleri ekrana yahut perdeye düşmesine izin verilenler; 2) onlar — yani kötüler, film boyunca “ha” ve “hu” hecelerinin ağır bastığı, anlaşılmaz, sert bir dilde konuşanlar; 3) diğerleri — dilsizler, yaşamaları kimsenin umrunda olmayıp ölümleri de bizimkilerle ilişkilendirildiği ölçüde anlam taşıyanlar, gereksiz değilse bile anlamsız bir karınca sürüsü.

Henüz internetin olmadığı eski güzel zamanlarda hasbelkader gelen tek tük filmleri izlemeye koşmadıysa yahut daha sonra bilgisayar ekranında Hollywood’dan fırsat bulup da tıklamadıysa, bu barbar karıncalar pek az insanın ilgisini çekmiş olmalı. Bu yüzden hakim anlatı gücünü korumaya devam ediyor ve savaşın tarihi her zamanki gibi galibin gözünden yazılıyor. 

Galip, düşmana diz çöktüren değildir; galip, kendini galip olarak sunma gücüne ve bunun ideolojik vasıtalarına sahip olandır. Kanını dökerek kazanan bu ideolojik vasıtalara sahip değilse her zafer kolaylıkla Pirus zaferine dönüşebilir. Böylece, sahte bir anlatı düzerseniz eğer (ve ideolojinin gücü orada yatar) onu gerçeğin yerine koyabilirsiniz.

Oysa hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar tartışma götürmez hakikat şudur ki, zafer ancak Sovyet halkları sayesinde mümkün olmuştur.

1994 yapımı bir film var; adı: Fatherland. Klişe bir hikaye, alternatif tarih — her şey farklı bitmiş, faşist ordular Leningrad’ı, Moskova’yı, Stalingrad’ı ele geçirmiş, Normandiya çıkartması başarısız olmuş, Londra hükümeti Kanada’ya kaçmış, ABD ve Almanya arasında atom bombası sayesinde bir stratejik denge oluşmuş; Hitler şeker bir ihtiyar, bir Alman vatanseveri; ama ansızın soykırımın kanıtları saçılır ortalığa ve Hitler’in doğumgünü için Berlin’e gelen Kennedy son dakikada görüşmeden vazgeçer. Eh, ne de olsa “hür dünya”, demokrasi, hümanizm. Gene de, bu alabildiğine ırkçı, batıcı alternatif tarihte bile reddedilemeyen tek şeydir, Sovyet halklarının inat, azim ve kararlılığı: Urallara kadar çekilmiş olan Kızıl Ordu Stalin’in önderliğinde inatla direnmeye devam etmektedir — ama belki de tıpkı Hitler’in vazettiği gibi doğulu barbarlar olduklarındandır bu.

İşbirlikçilik

Hollywood tarihi, pop tarih, emperyalist tarih bize işbirlikçiliği, Avrupa’nın tamamının nazi çizmeleri altında inlemek şöyle dursun nazi işbirlikçiliğiyle malül olduğunu, ve bütün bu faşist güçlerin bir olup Sovyetler Birliği üzerine saldıran faşist haçlılara katıldığını anlatmaz yahut çok az anlatır. 

Faşist orduların milli bileşimiyle ilgili somut bir veri yok; ama bu bileşimi az çok eksiksiz yansıtan başka bir şey var: savaş esirlerinin milliyetleri.

28 Ocak 1949 tarihli bir rapor, Sovyetler Birliği İçişleri Halk Komiserliği’nin savaş esirleriyle ilgili dairesi tarafından hazırlanmış. Mümkün olduğunca anlaşılır kılmaya çalışarak özetlemeye değer. Bu tarih itibariyle kamplarda bulunan sayıca en kalabalık savaş esirleri Almanlar (2 milyondan fazla); onları Macarlar, Rumenler, Avusturyalılar, Çekoslovaklar, Polonyalılar ve Fransızlar takip ediyor. Uyruğu bulunduğu ülkenin 1939 nüfusuna oranla en kalabalık esirler Macarlar; arkasından Almanlar, Avusturyalılar, Rumenler, Çekoslovaklar, Moldovalılar, Estonyalılar, Lüksemburglular geliyor.

pastedGraphic.png 

pastedGraphic_1.png

Bu insan potansiyeline bir de sanayi potansiyelini eklemeli. 1941 ortası itibariyle faşist Almanya , üstelik Avusturya ile birlikte, işgal ettiği alanlarla ve müttefikleriyle topraklarını 5,9 katına, nüfusunu 3,7 katına, elektrik enerjisini 2,1 katına, kömür üretimini 1,9 katına, demir cevheri üretimini 7,7 katına, bakır cevheri üretimini 3,2 katına, boksit üretimini 22,8 katına, petrol üretimini 20 katına, dökme demir üretimini 2,3 katına, çelik üretimini 2,2 katına, alüminyum üretimini 1,7 katına, hububat üretimini 4 katına, büyükbaş hayvan üretimini 3,7 katına, domuz üretimini 2,4 katına, yün üretimini 7,1 katına çıkarmıştı. Ve bütün bunlar esas itibariyle müttefiki ülkelerdeki tarım ve sanayi altyapısıyla kazanılmıştı — yani işbirlikçileri sayesinde. Başka deyişle, bütün Avrupa faşist Almanya’nın savaş makinesine çalışıyordu ve hiç de gönülsüz çalışmıyordu. Bir avuç komünist, antifaşist, direnişçi bir kenara konulacak olursa Avrupa açısından emsalsiz bir işbirlikçiliktir bu. 

Bölüşüm

1939 temmuzunda, Göring’in ekonomi müsteşarı Helmuth Wohltat bir balina avcılığı konferansına katılmak için Londra’ya geldi. Konferans gerçekte Wohltat ile Foreign Office Denizaşırı Ticaret Departmanı Başkanı Robert Hudson ve başbakan Chamberlain’in gölge dışişleri bakanı diye anılan Horace Wilson arasındaki görüşmeler için perdeydi. Faşist Almanya’nın Londra büyükelçisi Herbert von Dirksen’in Berlin’e gönderdiği rapora göre Wilson, “Chamberlain’in de onayladığını açıkça belli ettiği” bir ortak eylem programı sundu. Program şunları içeriyordu:

1) Siyasi planda. İki ülke arasında Çin ve Rusya’ya (Sovyetler Birliği’ne) karşı Japon ve Alman saldırganlığının “saldırganlık ilkesi dışında tutulacağı” bir saldırmazlık paktı ve keza ikisi arasında “geniş alanların sınırının belirlenmesini içerecek” bir müdahalesizlik paktı. 

2) İktisadi planda. Afrika’daki eski Alman sömürgelerinin geri verilmesi; Almanya için hammadde temini, sınai pazarlar, borçlar meselesinin kapatılması ve “karşılıklı mali yardım”. Bu sonuncusunda “doğu ve güneydoğu Avrupa’nın tadilatı” öngörülüyordu. 

Wilson bununla yetinmedi: 

“… açıkça, bir saldırmazlık paktı imzalanmasının İngiltere’ye Polonya’ya yönelik yükümlülüklerinden kurtulma imkanı vereceğini söyledi.” 

Wohltat Almanya’ya döndükten sonra görüşmeleri bir de kendi kaleminden rapor etti. Burada elçinin raporundan farklı olarak Wilson’un şöyle dediğini de belirtir: “Fransa ve İtalya’yı daha sonra katmak gerek.” Britanya tarafının doğu ve güneydoğu Avrupa’ya Alman yayılmasına bir itirazı yoktu, ancak: “İngiltere sadece Avrupa işlerine dahlinin korunmasını istiyor.” Sömürgelere gelince, Britanya hükümeti Afrika’da “müşterek hakimiyet” önermişti. Ve sadece Afrika da değil: “Sir Horace Wilson vedalaşırken, Avrupa’nın bu iki büyük sanayi devletinin ortak bir dış ticaret siyaseti sürdürmesini mümkün gördüğünü söyledi.” Ama dünya ikisinden ibaret değildi, ABD de vardı ve Hudson bu paylaşım planına ABD’yi de dahil ediyordu: “Rusya’yı, Çin’i ve Avrupa devletlerinin muhtelif sömürgelerini sermaye genişlemesi için neredeyse sınırsız açılımlar sunabilecek ve bizim, Almanların ve ABD’nin ağır sanayisi için pazar olarak işlev görebilecek yerler olarak telakki ediyor.” 

Gerçekten de, Sovyet dış istihbaratının 24 Temmuz tarihli ve ABD  kaynaklı bir raporu, eski ABD Başkanı Herbert Hoover’dan, onun döneminin (ve sonrasının da) etkili diplomatlarından Francis White’a ve Foreign Office Denizaşırı Ticaret Departmanı Başkanı Robert Hudson’a kadar uzanan bir Nazi yanlısı mali destek ağını ortaya seriyor ve bunları Wall Street simsarlarıyla ilişkilendiriyordu. … Hoover, Wall Street simsarları ve belki Cumhuriyetçi Parti’nin de Hitler’in yükselişindeki mali rolünü gösteren son derece önemli bir belgedir bu.” 

Demek ki Britanya hükümetinin faşist Almanya’ya ABD’yle birlikte emperyalist ortaklık teklifi şunları kapsıyordu: dünyanın Britanya, Almanya ve ABD arasında paylaşılması; bu kapsamda doğu Avrupa’da ve Sovyetler Birliği’nde Alman yayılmasının kabulü; Britanya’nın en yakın müttefiki Fransa’ya sömürgelerinden yoksun bırakmaya yönelik ayaküstü ihanet ve Polonya’nın da alenen satılması.

Olayların bundan sonraki gelişimi bu planı uygulamaya imkan bırakmadı; ama sadece 1939 temmuzunda değil, martta Çekoslovakya’da, önceki yılın eylülünde Münih’te, daha önce Anschluss’ta, daha önce Vestfalya’da… ve hatta sadece bütün bu dönüm noktalarında değil faşistlerin iktidara yükselişinin ardından her aşamada plan, tamı tamına buydu. 

Tek amaç,  dünyayı faşist Almanya, ABD ve Britanya arasında paylaşmak, Sovyetler Birliği’ni faşist Almanya’nın önüne atmaktı.

Oysa bugün komünizm ve faşizmi eşitleme siyaseti tam gaz ve üstelik en çok Avrupa’nın sözümona solcuları, yani gerçekte soldan başka her şey olan bugünün sosyal-demokratları, yeşilleri ve liberalleri tarafından yapılıyor bu; “soğuk savaşın” “tiranlığa” karşı demokrasi mücadelesinin devamı sayılması bu tarih yazımının alametifarikasıydı zaten, ama 2022’den bu yana bütün sınırlar aşıldı. Artık faşistler kahraman, faşizme karşı savaşanlar düşman ilan ediliyor. Geçen yılın sonu itibariyle sadece Polonya’da toplam 561 Sovyet savaş anıtından (buna mezarlar da dahil) 468’i tamamen yok edilmişti; her biri demokrasi incisi Baltık ülkelerinde bu vandallığın hesabı da tutulmuyor; Belarus dışında bütün doğu Avrupa ülkelerinde Sovyet anıtlarındaki orak çekiçler, yıldızlar, kızıl bayraklar sökülüyor.

Bütün bunlar, tarihin gördüğü en büyük vandallık saldırısıdır. 

Sağduyu

Geçen yıl Kazakistan’da milli mesele üzerine yazarken şöyle demiştim: “Burada milli meselede en çok dikkat çeken birinci faktör, Kazakistan’daki Rus etnisitesi açısından Sovyet tarihinin Rus milli kimliğiyle artık tamamen örtüşmesidir. Başka deyişle, ideolojik-siyasi değil ama tarihi-duygusal bir bütünlük var.” Aslında aynı şeyi, şu veya bu ölçüde, bütün Rusya halkı için de söylemek mümkündür: kurtuluş teolojisine yakınsayan bir ortodoksluk veya düpedüz imparatorluk geçmişini savunurken Sovyet sosyalizminin de propagandasını yapan akımlar ancak burada bulunabilir. Bu çokrenklilik Sovyet geçmişinin yarattığı kaçınılmaz bir ideolojik bütünlüğün sonucudur; eklektik niteliği bunların sosyal adaletçi niteliğine zarar vermez. 

Bütünlüğü sağlayan temel halka faşizme karşı zaferdir. 

Ukrayna meselesine Rusya halkının yaklaşımı batıda büyük Rus şovenizmiyle, Kremlin propagandasıyla, Putin’in barbarca saldırganlığıyla, Kiev’de Avrupa’yı savunan demokrasi kalesine karşı Moskova’daki totalitarizmle, vb. “açıklanıyor”. Bunların hepsi de yanlıştır, hepsi de gerçek hayatta hiçbir karşılığı olmayan sanal bir takım ideolojik varsayımlara dayanır. 

Buna karşılık Rusya halkı İkinci Dünya Savaşı ve günümüzdeki olaylar arasında tartışma götürmez bir neden-sonuç ilişkisi görüyor: tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nda faşizme karşı savaşta olduğu gibi, Kiev’de ABD ve müttefiklerinin eliyle kurulmuş liberal-faşist ittifakına karşı silahlı mücadele. 

Ve bu, iktidar propagandasının değil sağduyunun sonucudur. 

Yıllar önce, siyaset ve tarih çalışmalarıma başlamadan önce, bütün bunlara bir “ideoloji” temeli atmak gerektiğini düşünmüş ve aşağı yukarı küçük bir broşür ölçeğinde yazmıştım çıkarımlarımı; orada şöyle demiştim: 

“(1) Halk insanının… kafa yapısının öğeleri, “kanılar, inançlar, ayırt etme ölçütleri ve davranış kurallarıdır.”

(2) Bütün bunlara karşı ağzı laf yapan bir entelektüel inandırıcı kanıtlar ileri sürdü diye, halk, onları (yani onlara olan inancını) değiştirmez.

(3) Bu inanç, her şeyden önce, üyesi bulunduğu toplumsal gruba yöneliktir; halk, kendi grubu içinde muhakkak kendisinden daha akıllı insanlar bulunduğuna ve bunların, bütün bu normları kendisinden daha iyi ifade edeceğine inanır.

(4) İnanır, çünkü bir defa inanmış bulunmaktadır.”

Bunlar resmi ideolojinin potansiyel gücünü gösterir ama o güç aslında sağduyuya dayanır.

Ve sağduyu, maddi dünyanın sezgisel, doğru kavranışıdır; resmi propaganda sağduyuyu destekliyorsa, ancak o zaman karşılık bulur.

“Rusya…”da, iktidara sunulan desteğin altında Sovyet ilişkiler sisteminin (devlet-toplum ilişkileri, etnik gruplar arasındaki ilişkiler, aile ilişkileri, insan ilişkileri, asker-sivil ilişkileri; yani sadece sosyalist üretim ilişkileri değil (ve bu artık tali bir taleptir) esas olarak bir “değerler sistemi”) restorasyonu arzusunun yattığını yazmış ve bunun “toplumun demokratik tohumlarını yansıttığını” vurgulamıştım. İktidarın uygulamaları bu arzuyla örtüştüğü ölçüde demokratik ve ilerici bir nitelik taşır. 

Bütün bu ilişki biçimleri bir şeylerin muhafazasını hedeflediği ölçüde muhafazakardır; ama bu hiç de siyasi muhafazakarlık anlamına gelmez. Bu ilişki biçimleri tarihten kopup geliyor ve doğruluğu sağduyuya dönüşmüş olarak yaşamaya devam ediyor.

“Gel ve Gör”

Gel ve Gör, faşist Almanya ve müttefiklerinin Sovyetler Birliği’ne karşı açtığı savaşın şiddetini en çıplak gösteren filmlerden biridir. Son sekansında filmin kahramanı olan çocuk, yüzü benzersiz bir dehşet içinde, omzuna ilk defa yüklendiği tüfekle, gözlerini yerdeki çamura bulanmış Hitler portresine diker. Sonra kaldırır tüfeği, çeker kızağı, doğrultur Hitler’in yüzüne ve basar tetiğe. Zaman geriye akar: siyah beyaz karelerde Hitler ölüme gönderdiği çocukların yüzünü okşar — ve basar gene tetiğe — ateş ve demir, alevler içinde yıkılan binalar, gemiler enkazını toplar, birleşir; bir toplama kampında çizgili üniformaları içinde ölüme yürür rahibe kılıklı birkaç kadının eşliğinde kadınlar ve çocuklar (bütün bu geriye akışa tezat olan tek sahne), bir uçak filosu geriye uçar, gerisin geri yürüyerek mevzilerine döner askerler, bir tanktan yükselen dumanlar küçülür, yanan köylerin alevi, ölülerinin başında ağlayan kadınlar, çiçeklerle karşılanan Hitler, sağ eliyle faşist sembolü yapan sevimli bir çocuk, neşe içinde kadınlar, mutlulukla gülümser Hitler. Asıl tetiğe — uçaklardan dökülen bombalar haznelerine yükselir; yanmış ve kurşuna dizilmiş cesetler, çöken bir binanın ön cephesi düştüğü yerden kalkar; nazi birlikleri gerisin geri yürür; Çekoslovakya, Münih’te imzayı atan kalem siler imzasını. Asıl tetiğe — Anschulss, Kristalnacht, namlular karşısında elleri havada siviller, paraşütçüler atladıkları uçağa geri dönerler, nazi subayının ihtiyar bir kadına şaklayan kırbacı. Bir daha, bir daha: çılgın kalabalıklar, yanan kitaplar havalanıp geri döner atan ellere, yahudilerin dükkanlarına Davut yıldızını çizen el şimdi siler. Asıl, asıl — ve asıldıkça zaman geriye akmaya devam eder: Münih darbesi, Hamburg ayaklanması, sonra caz kulüplerinde çılgın eğlenceler, harb-i umuminin solgun kareleri, o da nesi: Alman ordusunda bir onbaşı. Asıl tetiğe — mezuniyet, ilkokul, ve sonra… sonra anasının kucağında bir bebek. Delirmiş gözler önce anneye bakar, sonra bebeğe kayar — besili, yanaklarının allığı siyah beyaz karede bile belli, tombul bir oğlan. Gözlerinin altı gözyaşlarının tuzuyla örtülmüş, alnı ölüm döşeğinde bir ihtiyar kadar kırışık delikanlı bakar öylece, bakar, kıpkızıl yanar bir köy ve delikanlı bakmaya devam eder ve ancak o zaman kırpar gözlerini. Şimdi delilik değil şefkattir, bir damla yaşın yuvarlandığı gözlerinde. Bir daha da basamaz tetiğe.

Bebeği Hitler de olsa öldüremeyenlerin zaferidir büyük zafer.

Şan olsun!

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Modi hükümetinin diplomatik sicili üzerine

Yayınlanma

Hindistan’da 19 Nisan’da başlayan genel seçimler hâlâ sürerken halk 1 Haziran’a kadar sandık başına gitmeye devam edecek. 4 Haziran’da sonuçlanacak bir ulusal seçim sürecinde olan ülkede iki dönemdir iktidarda olan Modi hükümeti üçüncü dönemi de alacağından emin görünüyor. 2014’ten bu yana Hindistan politikasına inovatif bir biçimde yön veren Başbakan Narendra Modi son 10 yılda bazı büyük küresel zaferler elde etti. Yakın ülke ilişkileri Amerika’ya kadar uzandı, Quad’ı kurdu ve G-20 dönem başkanlığı sürecini başarılı bir biçimde yürüttü. Ama Çin politikası başarısız oldu.

Narendra Modi, 2014’ten bu yana dış politikayı hükümetinin odak noktası haline getirdi. Bunun hakkında çokça konuştuk. Şimdi – hâlihazırda ülkede bir genel seçim süreci yaşanıyorken – 10 yıllık Modi hükümetinin ardından Modi’nin dünya sahnesinde neyi başardığına ve neyi başaramadığına bir bakalım. O halde onun büyük dış politika kazanımları ile başlayalım…

Amerika Birleşik Devletleri (ABD)

Modi döneminde ABD, Hindistan’ın en önemli ilişkisi haline geldi. 2014’te birçok kişi Modi’nin ABD ile zor bir ilişkisi olmasını bekliyordu. Çünkü bir zamanlar ABD, 2002 Gujarat ayaklanmalarındaki şüpheli rolü nedeni ile ona vize vermemişti. Buna karşın Modi ısrarla ABD ile daha yakın ilişkileri destekledi.

Modi, ülke içindeki tartışmalara karşın ABD ile 4 temel savunma anlaşmasını imzaladı. Bu, Hindistan’ın ABD ile savunma bağlarının temelini oluşturdu. Hindistan’ın en büyük ticaret ortağı ve Çin ile rekabette yakın bir ortak. Ve en can alıcı nokta: ABD algısı bir zamanlar Hindistan’da toksik iken Modi bunun değişmesine yardımcı oldu.

Quad (Quadrilateral Security Dialogue – Dörtlü Güvenlik Diyaloğu)

Modi, Quad’ın yeniden canlandırılmasına yardımcı olduğu için övgüyü paylaşıyor. Doğrusu birkaç nedenden dolayı bu büyük bir başarıydı:

– Hindistan’ın ciddiye alınması elzem bir güç olduğunu gösterdi,

– Japonya ve Avustralya gibi hayati önemde olan ülkeler ile güven inşa edildi,

– Çin’in Asya’daki nüfuzu dengelendi.

Sonuç olarak – Quad’ın etkinliğine ilişkin sorgulamalar ve getirilen eleştiriler göz önünde bulundurularak ifade etmek gerekirse – Hindistan için bu büyük bir ilerleme…

G-20

Bu, iki nedenden dolayı büyük bir kazançtı. Birincisi, – bu noktada aslında oldukça ilgisiz olan – Hindistan halkının dış politika ve diplomasiye yatırım yapmasını sağlamayı başardı. Ki eğer büyük bir güç olmak istiyorsanız buna ihtiyacınız var. Ve ikincisi, Hindistan Ukrayna konusunda Rusya ve Batı’nın işine yarayacak bir uzlaşmaya vardı; her ne kadar az etkili, geçici ve deklarasyondaki ifadeler yumuşatılmış da olsa…

Körfez

Modi’nin Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan’a erişimi büyük bir başarıydı. Hindistan onlarca yıldır bazı Körfez ülkelerine kuşkuyla yaklaşan bir aktördü. Bunlar genellikle ABD ile müttefik olan muhafazakâr, dini monarşilerdi. Ancak Modi yönetiminde Körfez ülkeleri Hindistan için büyük ortaklar haline geldi.

BAE ve Suudi Arabistan yatırım olarak Hindistan’a milyarlarca dolar akıttı. Ayrıca her ikisi de Hindistan’ın bölgedeki nüfuzunu artıracak Hindistan Orta Doğu Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) gibi planların birer parçası. Dolayısıyla bu ülkeleri güvenilir ortaklara dönüştürmek Başbakan Modi için büyük bir başarıydı.

Bangladeş

Modi’nin komşuluk politikasının göze çarpan başarısı Bangladeş oldu. Her iki taraf da bir serbest ticaret anlaşması imzalıyor, demiryolu ve karayolu bağlantısı artıyor ve siyasi güven yüksek. Bunların çoğu Modi’nin Bangladeş Başbakanı Sheikh Hasina ile olan ilişkisi üzerine inşa edildi.

***

Evet, bunlar Modi’nin başbakan olarak kazandığı 5 büyük diplomatik zafer iken şimdi de sırada onun Hindistan’ın başbakanı olarak geçirdiği 10 yıldaki başarısızlıkları yer alıyor…

Çin

Hindistan ve Çin dört yıl boyunca Fiili Kontrol Hattı konusunda gergin bir çıkmaza girdiler. Siyasi ilişkiler 2020’den bu yana berbat durumda. Aynı zamanda Hindistan’ın Çin’e ekonomik bağımlılığı da arttı. Bu, Çin ile etkileşime geçmek için çok zaman ve enerji harcayan Modi için kötü bir sonuç.

Oysaki bir zamanlar özellikle Hindistan çevrelerince ikili ilişkilerde ve hatta genel diplomaside dahi çığır açıcı bir yenilik getireceği beklenen Modi ve Xi’nin gayriresmi zirvelerinden söz ediyorduk… Modi, 2018 gibi yakın bir tarihte dahi aralarındaki farklılıkları çözmek için Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’i sözünü ettiğimiz gayriresmi bir zirve için Hindistan’a davet etmişti. Ancak gelinen gerçek şu ki Modi’nin Hindistan’ın en güçlü komşusu ile yapıcı bir ilişki kurma umudu suya düştü. Ve Hindistan için bu, güvenlik ve politik açıdan sürekli ve kritik bir baş ağrısı anlamına geliyor.

Pakistan

Modi göreve geldiğinde bir kez daha Pakistan ile bir anlayış kurmaya çalıştı. Ve 10 yıl sonra çok az şey değişti. Her iki taraf da rakip olmaya devam ediyor. Ve terörizm gibi sorunlar hâlâ söz konusu. Ancak Pakistan politikası söz konusu olduğunda iç politikada Modi’nin iki başarısı dikkate alınıyor. Örneğin, Hindistan’ın 2019’da Pakistan’a yönelik gerçekleştirdiği nokta operasyon yurt içinde popüler oldu. Ve diğeri, 2021’de Hindistan ve Pakistan, Kontrol Hattı’nda ateşkes konusunda anlaşmaya vardı. Ancak daha geniş anlamda bir ilişki ciddi anlamda düşük noktada kalıyor.

Demokrasi ve Azınlıklar

Modi bazı ülkelerde Hindistan’ın imajını olumsuz etkiledi. Modi’nin Hindistan demokrasisini zayıflattığı ve azınlıklara karşı ayrımcılık yaptığı yönünde ciddi eleştiriler gündeme geliyor. Ancak Modi’nin destekçilerinin çoğu, bunun küresel medyanın Başbakan’a karşı önyargısını yansıttığına inanıyor.

Ama ne olursa olsun bunun Hindistan’a olumsuz etkisi yurt içinde, en azından iktidar çevrelerinde odada duran büyük bir fil… Ancak yurt dışındaki üst düzey diplomatların çoğu Modi’nin azınlıklara yönelik politikaları hakkındaki kaygılarını defalarca dile getirdiler. Hindistan’ın etkileşimleri sırasında satır aralarında bu politikaların Hindistan’ın küresel imajına ve yurt dışındaki ilişkilerine zarar vereceğinden kaygı duyduklarına ilişkin pek çok ifade yakalanabilir.

Suikast Tartışması

Geçen yıl Kanada ve ABD, Hindistan hükümetinin yabancı topraklarda düzenlenen suikastlara karıştığını savundu. Açık olmak gerekirse perde arkası bilinmiyor.

Kanada gibi vakalarda Hindistan güçlü bir biçimde karşı çıktı. Ancak Modi hükümeti 2023 yılının ikinci dilimini bu gibi suikast iddialarına karşı koymakla enerji tüketerek geçirmiş olsa da gerçek şu ki her şeyden önce Hint hükümetinin bazı unsurlarının dost ülkelerdeki cinayetlere karıştığı yönündeki algı Hindistan için utanç verici. Ve günün sonunda her ne kadar bu davalar Modi’ye kendi ülkesinde zarar vermeyecek veya büyük Batılı güçler ile işbirliğini durdurmayacak olsa da güveni ve kamuoyunun algısını olumsuz yönde etkiliyor oluşu uzun vadede yeri geldiğinde bizatihi başlı başına bir mesele olabilir…

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Neoconlar, ‘çocukluk hastalığı’, Çin…

Yayınlanma

Yazar

İronik elbette; eski CIA analisti Ray McGovern, ABD dış politikasını belirleyen neocon’ların halini, Lenin’in ‘Sol komünizm: Bir çocukluk hastalığı’ tespitinden hareketle izah ediyor. Joe Biden’ın liderliği altında son üç yılda çok sık tekrarlanan “ABD’nin sadece ‘istisnai ulus’ olmadığı, dünyanın ‘vazgeçilmez ülkesi’ olarak ‘liderlik etme zorunluluğu’ bulunduğu” inancını anımsatıyor. Somut gerçekliğin artık bu ‘inancı’ taşıyamadığı görüşündeki McGovern, neocon’lara atfen, “Vazgeçilmez değiller, hatta istisnai da değiller” diyor.

21’inci yüzyılın ikinci on yılında Amerikan hegemonyasındaki sarsılmayı gözlemlememek mümkün değil. ABD siyasetinde iyiden iyiye ‘görünmez’ hale gelen realistlerin yerini ‘sağlı-sollu’ neocon’lar almışken, sorun daha ziyade çöküşün dünyaya etkileri olacak gibi.

‘AB imparatorluğu’ diye yaka silkerek Brexit dalgası üzerinde yükselmiş Birleşik Krallık’ın eksantrik eski Başbakanı Boris Johnson, geçenlerde “Ukrayna düşerse bu Batı için felaket olur; Batı hegemonyasının sonu olur” dedi. Bu öngörüsü gerçekleşmekteyken; Anglo-Amerikan elçisi olarak Kiev’e giderek 2022 Mart sonunda barış şansını bizzat sabote ettiği için bunda önemli pay sahibi olacak. Ne ki BoJo’ya hacet yok. Amerikan hegemonyası gardını ‘daha da doğudan’ almakta.

Neocon’ların medya ve ‘think tankland’lerinde ‘önce kaynak zengini Rusya’yı sonra Çin’i halletmek’ formülü, Slav ovalarında batağa saplanmış olabilir. ‘İnancın’ sağlamlığı Çin Halk Cumhuriyeti’yle iştigalden belli.

Biden idaresi, Şubat 2022’de Ukrayna üzerinden Rusya Federasyonu’na taarruza geçtiğinde, kurgudaki anlatı ‘Çin’in de Moskova’ya sırt çevirdiği/çevireceği’ olmuştu. Başlıkları ‘Rusya tecrit altında’ cümleleri süslerken, ağır Batı yaptırımları ile ‘çöküş kaçınılmazdı’… Yaklaşık 1.5 sene idare etti. İki yıl sonra bugün kurgu değişti; Rusya tecrit edilemedi, yaptırımlar işe yaramıyor. Ana anlatı artık ‘Rusya’ya yardım eden Çin’in Biden’ın kırmızı çizgisini aştığı’ şeklinde. (Bu noktada Harici’de 2023 Şubat ve Mart aylarında Batı kurgusunun beyhudeliğini sergileyen iki yazımı anmak isterim. https://harici.com.tr/cin-rusya-amerikan-hegemonyasina-itaatsizler-cephesi/ ile https://harici.com.tr/moskova-zirvesi-ve-senkronize-edilen-kuresel-perspektif/ )

ABD’nin Çin Halk Cumhuriyeti ile iştigalin fonunda ‘Ukrayna’ var fakat durum bunun çok ötesinde. Geçen hafta ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın bütün bir insanlığı ilgilendiren Çin ziyaretinde tüm ‘ihtişamıyla’ ortaya serildi.

Neoconlar, Batı militarizmi ve mükemmel fırtına – 1

SİNO-AMERİKAN NETLEŞMESİ

Ama önce son üç yılın hafızasını tazeleyelim…

20 Ocak 2021’de başkanlık görevine başlayan Joe Biden, ‘Delaware cowboy’u misali silahlarını iki ay sonra ateşlemiş, 17 Mart’ta Rusya lideri Putin’e ‘katil’ deyivermişti. O sırada baş diplomatı Antony Blinken, ‘çömez’ Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’la birlikte ‘Trump bezgini’ Çin yönetimiyle ilk diplomasi sınavı için Alaska’nın yolunu tutmaktaydı. 18-19 Mart’ta ismini Alaska’daki kentten alan ‘Anchorage görüşmeleri’ diplomasi faciasına dönüşmüştü.

Çin tarafında Dışişleri Bakanı Vang Yi ile Merkez Komitesi Dış İlişkiler Direktörü Yang Jieçi vardı. Daha basın önündeyken Blinken, ABD’nin ‘kurallar temelli düzenini’ tehdit ettiğini söylediği “Sincan, Hong Kong, Tayvan, siber saldırılar, müttefiklere karşı ekonomik baskılar…” diyerek peşreve girişmişti. Yang, sözü aldığında ‘ABD’nin üslubundan ötürü bu konuşmayı yapmak zorunda hissettiğini’ belirterek, “Öyleyse burada şunu söyleyeyim, ABD, Çin ile güç pozisyonundan konuşmak yeterliliğine sahip değil” diye çıkıştı. Ve 15 dakikayı aşan had bildirme konuşmasının sonunda gülümseyerek İngilizce “Bu, çevirmen için bir sınav” esprisini yaptı. Vang ise ABD’nin ‘temelsiz suçlamalarına’ atıfla “Bu misafirleri karşılama şekli olmamalı” diye vurguladı.

O gün Amerikan tarafı basını dışarı çıkarmak durumunda kalmıştı. Vang Yi ise daha Alaska’dayken Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’u Pekin’e davet etti.

Sino-Amerikan ilişkilerinin üç yılı, ilk facianın yarattığı havayı dağıtamadı. Nancy Pelosi’nin ‘korsan’ Tayvan ziyareti ve Amerikan ‘balonu’ gibi facialar eşliğinde, ABD Başkanı Joe Biden ile Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Bali ve sonuncusu geçen kasımda San Francisco’daki APEC zirvesi olmak üzere iki yüz yüze görüşmesinde sadece top çevrildi. San Francisco’da, daha görüşmesinin dumanı tüterken, Biden’ın sorular üzerine Xi için ‘diktatör’ diye tekrarladığı esnada Blinken’ın bezginlik ifadesi zirveye damgasını vurmuştu.

ÇİN’E ÇİN’İ TEHDİT ETMEK İÇİN GİTMEK

Geçen hafta ABD baş diplomatı, Biden idaresi artık son yazındayken, Çin başkentine bu kez ültimatom çekmeye gitti. Ziyareti nisan başında ABD Hazine Bakanı Jenet Yellen’ınkinin ‘tamamlayıcısıydı’. Geçen yaz Pekin’e gidişinde Çinlilere Amerikan tahvillerini almaları için ‘yalvardığı’ yorumlarına konu olan Yellen ‘Çin’in kapasite fazlası’ formülüne geçmişti.

Blinken, Biden’ın 20 Nisan’da ABD Kongresi’nden geçen Hint-Pasifik (Tayvan) için 8 milyar dolarlık askeri yardımı ve TikTok’un ana şirketi ByteDance’in Amerika’daki faaliyetlerini men eden yasayı imzaladığı gün Şanghay’a ulaştı. 25-26 Nisan’da Çinli mevkidaşı Vang Yi ve ardından Devlet Başkanı Xi Jinping ile görüşmelerini aslında ‘karşılanması ve uğurlanması’ tam manasıyla yansıtıyor. Blinken’a ‘kırmızı halı’ serilmedi, vali yardımcısı düzeyinde karşılandı, kendi büyükelçisi tarafından uğurlandı.

Blinken’ın Pekin’den ayrılmadan verdiği beyanatın provokatif doğası çarpıcı. ABD’li bakan, ‘ABD’nin istikrarlı ilişkiler istediği, rekabeti yönetmek istediği, Çin’in ekonomisinin gelişmesini sınırlandırmak istemediği’ klişe cümleleri tekrarladıktan sonra sadede geldi:

“Çıkarlarımızın örtüştüğü noktalarda işbirliğini derinleştirmeye çalışsak da ABD, Çin’in yarattığı zorluklar ve geleceğe yönelik rekabet halindeki vizyonlarımız konusunda son derece açık görüşlüdür” diyerek, neye odaklanacaklarını ABD’nin belirleyeceğini öne sürdü. “Amerika her zaman temel çıkarlarımızı ve değerlerimizi savunacaktır” cümlesindeki ‘değerler’ vurgusu Çin’i ‘irrite etme’ formülasyonuydu.

Blinken, “Çin, Rusya’nın savunma sanayi üssünü güçlendirmek için kullandığı makine aletleri, mikro elektronik, mühimmat ve roket itici gazlarının yapımında kritik öneme sahip nitroselüloz ve diğer çift kullanımlı ürünlerin en büyük tedarikçisidir” iddiasıyla Rusya’nın Çin olmaza askeri gücü olamayacağını öne sürebildi.

Adeta ‘parya Avrupa’nın asıl sahibinin ABD olduğunu söylermişçesine “Pekin, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana Avrupa güvenliğine yönelik en büyük tehdidi desteklerken Avrupa ile daha iyi ilişkiler kuramaz” diye buyurdu. Ardından aleni tehdit geldi: “Çin’e bir süredir Transatlantik güvenliğinin sağlanmasının ABD’nin temel çıkarlarından biri olduğunu söylediğimiz gibi, görüşmelerimizde de Çin’in bu sorunu çözmemesi halinde bizim çözeceğimizi açıkça ifade ettim.”

ABD’nin baş diplomatının tehdidini derin serzenişi izledi: “Ayrıca Çin’in adil olmayan ticaret uygulamaları ve özellikle güneş panelleri, elektrikli arabalar ve bunlara güç sağlayan bataryalar gibi 21. yüzyıla yön verecek bir dizi kilit sektörde küresel ve ABD pazarlarındaki endüstriyel kapasite fazlalığının potansiyel sonuçları konusundaki endişelerimizi de dile getirdim. Çin tek başına bu ürünlere yönelik küresel talebin %100’ünden fazlasını üretmekte, piyasaları doldurmakta, rekabeti baltalamakta ve dünya genelinde geçim kaynaklarını ve işletmeleri riske atmaktadır.”

Blinken, ustaca ABD’deki 5 Kasım seçim kampanyasının iç siyasi tüketimine geçiş yaparken, doğrusu ‘acıklı’ bir görünüm sergiledi: “Bu daha önce de gördüğümüz bir film ve nasıl bittiğini biliyoruz; Amerikan işletmeleri paramparça oldu ve Amerikan istihdamı kayboldu. Başkan Biden bunun kendi gözetiminde olmasına izin vermeyecektir. Amerikalı işçilerin eşit şartlarda rekabet edebilmelerini sağlamak için ne gerekiyorsa yapacağız.”

Blinken, ‘Çin’in gelişimini engellemeyi ve ekonomilerini ayrıştırmayı amaçlamadıklarını’ söylerken, “Ancak Çin’in büyüme şekli önemlidir..bu, Amerikan işçilerinin ve firmalarının eşit ve adil muamele gördüğü sağlıklı bir ekonomik ilişkinin teşvik edilmesi anlamına gelmektedir” diye ekledi. Yani ‘Çinliler tişört üretsin’ demediği kaldı!

Bu ültimatomun özeti; Çin’in dış politikasını Batı belirler, Pekin itaat etmezse ‘ABD çözecek’. ABD Çin’e yarı iletkenler için yaptırım uygular fakat Çin Rusya ile ticaret yapamayacak. Çin’in nasıl büyüyeceğine ABD karar verecek, ABD’nin istedikleri yapılmazsa Çin cezalandırılacak. Çin bankalarına yaptırımlar uygulanacak, gümrük duvarları konacak.

Dünya Ticaret Örgütü kurallarını, serbest rekabeti geçiniz… Blinken, ‘Çin tipi sosyalizmle rekabet edemiyoruz’ diye hayıflanırken, mali kapitalizmin askeri-sınai kompleksinin işlevinden de seslendi. Pekin’i Güney Çin Denizi’ndeki ‘İkinci Thomas Sığlığı’nda (Ren’ai Jiao resifi) tehlikeli eylemlerle suçlayıp Filipinler ve Japonya’ya ‘savunma taahhütlerinin sapasağlam olduğunu’ vurguladı. Geçen şubat ayında ABD özel kuvvetlerinin konuşlandırıldığı Tayvan konusunda ‘tek Çin’ politikasını bir kez daha teyit ederken, Tayvan değil, ‘Tayvan Boğazı’nda barış ve istikrarın korunmasının kritik öneminin’ altını çizdi.

ÇİN ATASÖZLERİYLE YANIT

Çin liderliği bu ültimatoma nokta atışlı açıklamalarla yanıt verdi. Sıradışı bir biçimde de Xi Jinping’in Blinken’ı Pekin’deki Büyük Halk Salonu’nda kabulün hemen öncesinde çekilen video yayınlandı. Videoda Blinken’i bekleyen Xi yardımcısine “Ne zaman gidiyor?” diye sorarken görülüyor. Yardımcısı “Bu gece” diye yanıt verince “İyi” yahut “Hele şükür” mealinde yanıt veriyor. ‘Bitse de gitsek’ tarzında…

Xi Jinping’in Blinken’la görüşmesine dair Çin okuması (readout) son üç yılda tekrarlanan temanın ötesine geçildiğini ortaya koyan nitelikte. Çin lideri, ABD ile ilişkilerin 45’inci yılında ‘iniş-çıkışlardan’ ders alınması gerektiğini belirtirken, ‘karşılıklı saygı, barış içinde bir arada yaşama, kazan-kazan işbirliği’ temalarını ‘San Francisco mutabakatına’ atıfla tekrarladı. Ancak kibar ve ölçülü diplomatik ifadeleri ‘alttan alma’ olarak görülebilecek gibi değildi.

Çin lideri ‘dünyanın yüzyıldır görülmemiş bir dönüşümden geçtiği bir dönemde insanlık için ortak gelecek inşası’ vurgusunu, “Aynı gemideki yolcular birbirlerine yardım etmelidir” şeklindeki eski Çin atasözü eşliğinde dile getirdi. Xi, ABD’nin yapmadıklarına inceden dokundurdu, ‘büyük ülkelerin statülerine yakışır şekilde davranması, sorumluluk duygusuyla hareket etmeleri gerektiğini’ belirtti. ABD ile ilişkileri yine bir başka Çin atasözünden hareketle “İlerleme yoksa gerileme anlamına gelir” diye ifade etti. Ve “Bir şey söyleyip başka bir şey yapmak yerine sözler eylemlerle onurlandırmalıdır” diye uyardı.

Vang Yi’nin mevkidaşıyla görüşmesine dair Çin okuması (readout) Global Times’ta var. ‘Beş konuda uzlaşma’ başlığıyla sunulsa da Xi’nin uyarılarını detaylandırıyor. Özetle, Çinli diplomat; ‘Çin-ABD ilişkilerinde olumsuz faktörlerin artmaya ve birikmeye devam ettiğini’, ‘çeşitli aksaklıklar ve sabotajlarla karşı karşıya kaldığını’, ‘Çin’in meşru kalkınma haklarının makul olmayan bir şekilde bastırıldığını ve temel çıkarlarına sürekli olarak meydan okunduğunu’ söyledi. ‘ABD’nin Çin’in ekonomik ve teknolojik ilerlemesini bastırmak için çok sayıda tedbir uyguladığını, bunun adil rekabet değil çevreleme ve kuşatma, risk azaltma değil risk yaratma olduğunu’ söyledi. ‘Çin’in kapasite fazlası olduğu yönündeki yanlış söylemin bırakılması, Çinli şirketlere yasadışı yaptırımları kaldırması ve DTÖ kurallarını ihlal eden gümrük vergilerine son vermesi gerektiğini’ vurguladı.

‘ABD’nin egemenlik, güvenlik ve kalkınma çıkarlarıyla ilgili konularda Çin’in kırmızı çizgilerini aşmaması gerektiğinin’ altını çizen Vang, “Her iki tarafın da karşılıklı ve çok taraflı kazanımlar için küresel meseleleri ele almak üzere uluslararası işbirliğine mi öncülük edeceğini yoksa çatışma noktasına varacak ve herkes için kayıplara yol açacak şekilde karşı karşıya mı geleceğini göreceğiz” dedi.

Ukrayna anlatısına sadece Çin Dışişleri sözcüleri değindiler, o da ‘Çin krizin nedeni de parçası da olmadığı, ABD gibi yangına körükle giderken Çin’in tutumunun barışçı çözüm ve müzakerelere katkıda bulunmaya dayandığı’ oldu.   

ANLAMLI BİR TARİHTE BELGRAD’DAN MESAJ

Çin lideri bu hafta Avrupa yolcusu. Fransa, Sırbistan ve Macaristan ziyaretleri var. Özellikle Belgad’da ABD’nin Yugoslavya’yı yok edip Avrupa haritasını yeniden çizdiği 1999 müdahalesi sırasında vurduğu Çin Büyükelçiliği’ndeki 25. yıl anmalarına katılacak.

Bloomberg, Çin liderinin Avrupa’ya ‘ABD’yle aralarını açmak için gittiğini’ öne sürüyor. Trump yönetiminde rol almış Demokrasileri Savunma Vakfı’nın (FDD) Çin Programı Başkanı Matthew Pottinger, “Zaferin yedeği yok. Amerika’nın Çin ile rekabeti yönetilmemeli, kazanılmalıdır” diyor, ‘rejim değişikliği’ salık veriyor. Onu Daily Telegraph’tan Daniel Depetris, “Çin dünyanın düşmanıdır” diye yankılıyor. Defence One’da Amerikalı istihbaratçıların ‘Savaş konusunda biz daha deneyimliyiz, Çinlileri yeneriz’ ifadeleri yansıyor.

Xi Jinping, mayıs ayında NATO’nun hurdaya çevrilmiş mucize silahlarını Moskova’da sergileyen Rusya liderini ağırlayacak. ABD’nin Rusya’nın varlıklarını dondurmakla kalmayıp, çalıp Kiev’e vermekle tehdit etmesini izleyen Çinliler, Amerikan tahvillerini elden çıkarmaya devam ederken, varlıklarını Kuşak Yol yatırımlarına yönlendiriyorlar. Salt EV otomobiller değil füze fabrikalarında otomasyonu ilerletiyorlar. Tayvan’la birleşme için aceleleri yok. Çin kültüründe antik çağlardan bu yana sadece ‘erdem’ değil ‘bilgelik ve güç’ olarak kabul edilen ‘sabrın’ sınırını kestirmek zor.

Ray McGovern, Biden’ın “Çin dünyanın en zengin, en güçlü ülkesi olmak istiyor. Bu benim gözetimimde olmayacak” cümlesini anımsatırken, neocon’ların Çin’e salt ekonomik gücünden değil, komünist olmasından ötürü ‘çekemediğini’ belirtiyor. Nereden nereye…

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English