Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Moskova zirvesi ve senkronize edilen küresel perspektif

Yayınlanma

Batı perspektifinden dünyaya son bir yılda yayılan birbiriyle bağlantılı iki anlatı açısından oldukça ‘trajik’ günlerden geçiyoruz. İlki, Ukrayna çatışması nedeniyle Rusya Federasyonu’nun ‘tuzağa düşürülüp tecrit edildiği’ tezi. İkincisi ise dünyanın yükselen gücü Çin Halk Cumhuriyeti’ni Ukrayna çatışması bağlamında ‘tarafsız bir yere koyan’ analizler. Özellikle Çin’in pozisyonu geçen hafta Moskova’daki ‘tarihi’ zirve ile yerli yerine oturdu.

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin 21 Mart’taki iki ortak bildiriyle dünyanın önüne siyasi, ekonomik, askeri ve ideolojik planda ittifak ilişkileri somutlayan başka bir alternatif koydu. Sino-Sovyet ilişkilerinin sancılı tarihinden yola çıkarak analizler yapanları boşa düşürecek şekilde… Çin liderinin Rus mevkidaşına veda ederken, “Yüzyıldır gerçekleşmeyen bir değişim geliyor. Ve bu değişimi birlikte yönlendiriyoruz” sözleriyle anılan ‘Yeni Dünya Düzeni’ ne getirecek, henüz bilmiyoruz. Bu durumda iki ülke ilişkilerini pekiştirirken küresel etkileri olacak yeni ittifakın kodlarını anlamak elzem.

Batı anlatısında; Çin ile Rusya’nın ortak bildirileri doğru düzgün yayımlanmadan ve anlaşılmadan ‘çekiştirilirken’, hemen geçen yılı anımsamakta fayda var. Örneğin Çin Dışişleri Bakanlığı’nın ‘BM Şartı’na yaptığı ilkesel atıflar üzerinden Rusya’nın Ukrayna’daki Özel Askeri Harekatı’nı ‘onaylamadığı’ öne sürülmüştü. Batı’nın ‘ilkesellik ile oksimoron ilişkisi’ ortadayken, Çin Dışişleri’nin en baştan bu çatışmanın ‘karmaşık siyasi ve tarihsel koşullarına’ yaptığı ve sürekli tekrarladığı vurgu görmezden gelindi. Bu tutum tarihsel perspektif ve neden-sonuç ilişkileri ile düşünme refleksinin en basit yansımasıydı. Ne ki, artık bunun Batı anlatısında pek yeri yok. Olup bitenleri anlamayı zorlaştıracak aynı tutum Moskova zirvesi ve Rusya-Çin ortak bildirilerinde de tekrarlanmakta.

KOLEKTİF BATI’NIN ÖFKESİ

Kolektif Batı, Moskova zirvesini ‘burun kıvırmak’ ile ‘endişelenmek’ arasında gidip-gelen bir halet-i ruhiye ile izledi. Çin liderinin ziyareti, çerçevesi daraltılarak ‘Ukrayna çatışması’ üzerinden yansıtıldı. Hemen öncesine Putin hakkında ABD’nin de tanımadığı ‘evrensel yargı yetkisi’ iddiasıyla UCM’den ‘çocukları çatışma alanından çıkarma’ temalı çok tartışmalı bir ‘tutuklama kararı’ denk getirildi. Çin, Xi’nin Moskova ziyaretinden kısa süre önce ‘Küresel Güvenlik Girişimi’ adı altında son derece dikkat çekici bir belge ve ardından 12 maddelik Ukrayna tutum belgesi yayınlamıştı. Bu belge, Batı’da ‘barış planı’ gibi sunuldu. Önce ‘yetersiz’ bulundu. Batı, ‘Ukrayna’ çatışmasıyla yakın geçmişi unutup ‘egemenlik alanına’ çekilme görüntüsü verirken, Çin belgesinin içindeki ilkesel ‘BM Şartı atfına’ aynı alışkanlıkla ‘olumluluk’ atfetti. Kendi koşullarında bitmediği müddetçe ‘barışa’ dair bir girişimi zaten dışlıyorlar. Dolayısıyla bu tutum belgesinin gölgelenmesi için Çin’in Rusya’ya ‘silah verdiği veya verebileceği’ teması işlendi ve ‘sonuçları ağır olur’ tehdidi savruldu. ABD ve Avrupa Ukrayna çatışmasının açıkça tarafıyken, Çin ‘tarafsız olmamakla’ itham edildi. Xi’nin Putin ile görüşmesinde ‘barış çağrısı yapmasının kabul edilemez olduğu’ çünkü ‘Rusya’nın fetihlerini onaylamak anlamına geleceği’ söylendi.

Bu arada Xi’nin Ukrayna lideri Zelenskiy’le de görüşmesi teması devreye sokuldu. Çin liderinin Kiev’i de ziyaret edeceği öne sürüldü. Sonra ‘telefon görüşmesi yapılacağı’ iddia edildi. Kiev yönetiminden bu yönde açıklamalar ‘yakarma’ boyutlarına vardı. Ancak bu tema Çin üzerinde pek de etkili olmuş görünmüyor.

Pekin, Batı’nın her türlü söylemine son derece sivri bir dille yanıt verdi. BM devre dışı bırakılarak girişilmiş Irak işgalinden, UCM kararındaki çifte standartlara uzanan anımsatmalar yapıldı. Bu arada Çin, Almanya’nın Rusya ile birlikte sivil altyapısı Kuzey Akım-2’ye yönelik terör saldırısının soruşturulması için Rusya’nın Güvenlik Konseyi’ne sunduğu tasarının ‘ortağı’ da oldu.

‘PATRON-KÜÇÜK ORTAK’

Moskova zirvesi sonrasındaki Batı tutumu ise hızla ‘siyasi magazine’ kaydı. Çin ve Rusya liderlerinin zirvesi ‘patron/vasal-büyük/küçük ortak’, ‘Xi’ye muhtaç Putin’ gibi temalar üzerinden işlendi. Tabii endişe dile getirenler eksik olmadı.

Moskova zirvesinin, ABD’nin sinir katsayısını artırdığının göstergesi Beyaz Saray Stratejik İletişim Direktörü John Kirby’nin defalarca ‘dünyanın lideri biziz’ diye tekrarlaması dikkat çeken basın toplantısıydı. Kirby, hegemonyalarına meydan okumaya ‘cüret eden’ Rusya ve Çin’e şöyle seslendi: “Dünyada başka hiçbir ulus ABD’nin sahip olduğu ittifak ve ortaklık ağına sahip değildir. Çin ve Rusya, yapmaya çalıştıkları şey için, yani ABD liderliğine meydan okumak için, bu güçlü uluslararası destek temeline sahip olmadıklarının farkındalar.”

Rusya ile Çin’in, Moskova zirvesini, ABD’nin ‘şok ve dehşet’ doktrinini tatbik ettiği Irak işgalinin 20. yıldönümüne denk getirmiş olması dikkat çekici. ABD ise zirve sonrasında buna ironik biçimde Bush yönetimi yıllardan kalma nahoş ‘şer mihveri’ anlatısıyla yanıt verdi. ABD’nin muhafazakar propagandisti David Frum’un, vaktiyle İkinci Dünya Savaşı anısını çağrıştıracak şekilde İran ve Irak’ın yanına Kuzey Kore’yi ekleyerek formüle ettiği ‘şer mihveri’ Rusya ve Çin’e uyarlandı. Rusya lideri buna ‘asıl mihverin askeri paktlarla Batı tarafından tesis edildiğini’ söyleyerek yanıt verdi.

‘BÜYÜK GÜÇ REKABETİ STRATEJİSİNİN SONUCU’

Biden yönetimi 2021’de göreve başlar başlamaz açıkça ‘büyük güç stratejisine’ yönelmişti. 2014 darbesiyle Kiev’de banderistleri başa getirerek tetiklenen Ukrayna çatışması ‘mecburi Trump arasından’ sonra hayata geçirildi. Sekiz yıllık iç savaş Rusya’ya da ‘hazırlık’ fırsatı sunmuştu.

Yine Biden yönetimi 2021 baharında Çin yönetimiyle Alaska’da ilk diplomasi hamlesinde hegemonyasını anımsattığında, Çin diplomasisinin ‘azarlarıyla’ karşılaşmıştı. O gün bugündür ABD’nin Çin’le ‘kaçınılmaz’ karşı karşıya gelmesi tartışmaları yoğunlaşırken, tarihler havada uçuşuyor. Örneğin Dışişleri Bakanı Antony Blinken, geçen ekimde ‘ABD liderliği olmazsa kaos çıkar’ temalı Stanford Üniversitesi konuşmasında ‘Çin’in Tayvan’la birleşme sürecini hızlandıracağı’ iddiası eşliğinde ‘iki yıl içinde’ diye bir takvimleme koymuştu. Biden’ın ‘Tayvan’ı savunmak’ söylemi dilinden düşmemişken, ‘Tayvan’daki Çinlileri Pekin’e karşı korumakta’ kararlı Amerikan kamuoyunda Çin’e nasıl sıkı bir deniz blokajı uygulanacağı tezleri eksik olmadı.

‘ÇİN’İN ARKASINI SAĞLAMA ALMASI’

Bu koşullarda Moskova zirvesini ‘Rusya’nın muhtaçlığı’ üzerinden okuyan Batı kamuoyunda, ABD saldırganlığını bekleyen Çin yönetiminin ‘arkasını nasıl sağlama aldığı’ meselesi pek anılmıyor. Gerçekten tuhaf. Zira Rusya Federasyonu’nun askeri teknoloji ve mühendislik alanındaki uzmanlığı; radarları, hipersonik sistemleri ve nükleer denizaltılarıyla Çin’den ileride. Yine olası çatışma halinde en çok ihtiyaç duyulacak enerji kaynaklarının yanı sıra değerli mineraller ve materyaller ile tahıl, gübre zengini bir Rusya, Pekin için ‘çok değerli’. Elbette Çin’in üretim üssü niteliği, geniş iş gücü ve dünyadaki ticaret ortaklıkları eşliğinde ekonomik alanda üstünlüğü tartışacak gibi değil. Dolayısıyla mesele ‘patron-küçük ortak’ çerçevesini aşıyor.

İKİ MAKALE

Bildirilere geçmeden önce dikkatten kaçmaması gereken bir başka husus Moskova zirvesi öncesinde Putin’in Halkın Günlüğü’nde, Xi’nin ise Rosisyskaya Gazeta ile RIA Novosti’de yayınlanan makaleleriydi.

Xi’nin vurgularını özetleyecek olursak… Çin-Rusya ilişkilerinin ‘açık tarihsel mantık ve güçlü itici güce dayalı’ gelişimi ile güvenin güçlendiği; ‘üçüncü tarafları hedef almama’ ilkesinden hareketle ‘yeni tür devletler arası ilişki için ölçüt oluşturduğunu’ yazdı. ‘Uluslararası ilişkilerin demokratikleştirilmesini teşvik’ ve ‘çok kutupluluk’ vurgularını tekrarladı. Ukrayna konusunda 12 maddelik tutum belgesini ‘barışı aktif olarak teşvik etmek ve siyasi çözüm ile krizin sonuçlarını etkisiz kılmakta yapıcı faktör’ olarak anarken, bunun dünya toplumunun görüş birliğini yansıttığını belirtti. Karmaşık sorunların basit çözümleri yoktur; Ukrayna krizinden akılcı bir çıkış yolu ve dünyada güvenliğe giden yol, herkesin eşitlikçi ve sağduyulu bir şekilde diyalog ve istişareye devam etmesiyle bulunacaktır ifadeleri Çin tutumunun tekrarıydı. Xi, Çin-Rusya ilişkilerinin dinamik işbirliği başlıklarını yazarken de, ‘sıradan insanlara hakiki faydaları’ vurguladı. Yine ABD’nin ‘kurallara dayalı’ kavramlaştırmasının karşısına ‘BM merkezli ve uluslararası hukuka dayalı dünya düzenini’ koyan makalede, “Uluslararası toplum hiçbir ülkenin diğerlerinden üstün olmadığını biliyor”, “Evrensel bir devlet yönetim modeli ve belirleyici sözün tek bir ülkeye ait olduğu bir dünya düzeni yoktur” ve Hegemonya, despotizm ve zulüm eylemleri dünyaya ciddi zararlar veriyor” meydan okumasına dikkat çekmeli.

Putin de dünya büyük değişimler geçirirken güçlü Rusya-Çin dostluğunun değişmediğini vurguladı. Ukrayna’da Rusya’nın müzakereye açık tutumunu tekrarlarken, Çin’in çözüm için yapıcı katkılarından duyulan memnuniyetin altını çizdi. “Rusya, Çin’in dengeli çizgisi ve arka planları ile gerçek nedenlerine ilişkin anlayışı için minnettardır” ifadeleri önemli. Rusya lideri Batı’nın Ukrayna dışında Asya-Pasifik’e nüfuz etme ve askeri bloklaşma çabalarına özel olarak dikkat çekti. Çin’i ‘bölgesel ve küresel istikrarın temel taşı’ diye andı ve Rusya-Çin ilişkilerinde siyasi, ekonomik ve insani düzeyde ilerlemelere atıf yaptı. İlişkilerin Soğuk Savaş’taki askeri-siyasi ittifaklardan daha üstün niteliği eşliğinde hiçbir kısıtlayıcı yahut tabu konu olmadığının altını çizdi.

İKİ ORTAK BİLDİRİ

Çin liderinin üç günlük Moskova ziyaretinde saatlerce mesai yapıldı. 21 Mart’ta ‘Yeni Dönem için Kapsamlı Stratejik Ortaklık Koordinasyonunun Derinleştirilmesi’ ve ‘2030’a kadar Kalkınma Planlarındaki Önceliklere dair Ortak Açıklama’ başlıklı iki ortak bildiri duyuruldu. Xi’nin “Çin-Rusya ilişkileri ikili ilişkilerin ötesine geçmiştir ve modern dünya düzeni ve insanlığın kaderi için hayati önem taşımaktadır” diye izah ettiği siyasi bildiri ile ilişkilerin maddi altyapısını güçlendiren bildirinin alt metinleri şöyle:

* Girişte iki ülkenin yeni dönem için kapsamlı stratejik ortaklık koordinasyonunun tarihte en yüksek seviyeye ulaştığı ve geliştiği vurgulanırken, Ukrayna harekatından hemen önceki 4 Şubat 2022’deki ortak bildiriye atıf var.

* Çin-Rusya ilişkileri, Soğuk Savaş döneminin askeri siyasi paktlaşmalarının ötesinde ifade ediliyor, üçüncü ülkeleri hedef almama, çatışmaya girilmemesi, hizalanmama vurgulanıyor. Açıkça ABD ve NATO’un aksine atıflar, alt metinde Rusya’nın Ukrayna’da provokasyona karşı kendini korumak üzere harekete geçtiği görüşünün yansıması. Pandemi eşliğinde gelişen ilişkilere atıf yapılırken, ‘Rusya’nın müreffeh ve istikrarlı bir Çin’e, Çin’in güçlü ve başarılı bir Rusya’ya ihtiyacı vardır’ deniliyor. Batı’da dile getirilen ‘Rusya’nın parçalanması’ arzularına yanıt.

* Birbirine saygılı eşit ilişkiler vurgulanıyor ve bu ‘büyük güç ilişkilerinin modeli’ olarak anılıyor. ‘İki ülke başkanlarının rehberliği’ dikkat çekici.

* Çok kutuplu uluslararası modelin oluşumun hızlandığı tespiti eşliğinde, ‘Meşru hak ve çıkarlarını savunmak için güçlü ve kararlı olan bölgesel güçlerin sayısının giderek arttığı’ vurgulanıyor. Ukrayna çatışmasının körüklenmesinden gıda ve enerji üzerinden zarar gören uluslara atıf var.

* “Aynı zamanda, hegemonyacılık, tek taraflılık ve korumacılık hala yaygındır ve uluslararası hukukun tanınmış ilke ve normlarının yerine ‘kurala dayalı bir düzen’ koymak kabul edilemez.” Bu ifadeler alt metne gerek bırakmıyor. BM dışında tek taraflı yaptırımlar, BM ve Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kurumların Batı çıkarları için kullanımının reddine işaret ediyor.

* Stratejik ortaklık koordinasyonunun pekiştirilmesinin stratejik bir tercih olduğu vurgulanarak tarafların yapacakları sıralanıyor. İlişkilerin her yönde ilerlemesi iradesi konuluyor. ‘Egemenlik, toprak bütünlüğü, güvenlik ve kalkınma dahil temel çıkarların korunmasında birbirine destek’ Çin’in Rusya’nın Kırım’da ve Donbass’ta egemenlik algısının arkasında durduğu olarak yorumlanabilir. ‘Ortak kalkınma ve refah’, ‘Karşılıklı anlayış ve dostluğu teşvik’, ‘küreselleşmeyi ve uluslararası ilişkilerin demokratikleşmesini ilerletmek ve küresel yönetişimin daha adil ve makul yönde gelişmesi’… Bu vurgular değişim isteyen memnuniyetsiz ülkelere mesaj.

* Farklı tarih, kültür ve ulusal koşullara sahip ülkelerin yolunu seçme hakkı vurgulanırken, ‘daha üstün bir demokrasi yoktur’ ifadeleriyle Batı tipi liberal demokrasinin ‘evrenselliğine’ itiraz ediliyor. Ulusal değerleri empoze etme tutumu eleştiriliyor ve ABD’nin ‘otoriterlik-demokrasi’ ikiliği ‘ikiyüzlü anlatı’ ve ‘siyasi baskı aracı’ diye niteleniyor. Batı’nın ‘liberal küreselleşmeciliğine’ karşılık ‘Rusya’nın, Çin’in Küresel Medeniyet Girişimine büyük önem atfettiğinin’ altı çiziliyor.

* ‘İnsan haklarının herkes tarafından kullanımının insan toplumunun ortak arayışı olduğuna’ işaret edilerek Batı’nın ‘insan hakları tekeli’ iddiasına atıf yapılıyor. Hoşgörü, iletişim ve karşılıklı öğrenme vurgulanıyor.

* Karşılıklı modernleşme ve kalkınma hedeflerinin desteklendiği belirtilirken, içişlerine karışmamanın altı çiziliyor. Rusya ‘Tek Çin’ ilkesine bağlılığını bir kez daha teyit ediyor.

* ABD fonlu ‘renkli darbelere’ karşı stratejik güvenlik istişaresi ve kolluk güçlerinin işbirliği mekanizması konuluyor. ABD destekli radikal İslamcı terör anılıyor. Doğu Türkistan İslami Hareketi (ETİM), organize suçlar, ekonomik ve uyuşturucu suçları özel olarak belirtiliyor. ETİM’den çıkan Türkistan İslam Partisi’nin silahlı şiddeti, bunların ABD tarafından ‘terör örgütü’ listesinden çıkarılarak IŞİD’le dirsek temasına yönlendirildiği haberleri gelirken, daha dikkat çekici.

* İlişkilerin maddi temelini sağlamlaştıracak alanlarda pratik işbirliği vurgulanıyor. Enerji ortaklığı, petrol-gaz, kömür, elektrik ve nükleer alanda işbirliği projeleri, yenilenebilir enerji girişimleri, enerji güvenliği, sanayi tedarik zincirlerinin istikrarı, küresel enerji piyasalarının istikrarlı gelişimine ortaklaşa katkı anılıyor. Sibirya’nın Gücü-2 hattı anlaşmasının müzakerelerinin sürdüğünü anımsatmalı.

* Sivil havacılık, otomotiv üretimi, gemi yapımı, metalürji ve diğer ortak ilgi alanlarında pratik işbirliği yapılacağı belirtiliyor. Yeni geniş gövdeli jet üretimi girişimi zaten var. Mercedes’in terk ettiği üretim tesisinde Çin’in otomotiv üretimi yapacağı haberleri de gelmişti.

* BRICS zirvesi ve ‘ABD mağduru’ Brezilyalı lider Dilma Rousseff’in başına geçtiği Yeni Kalkınma Bankası’nın genişletilmesi ve birliğe hevesli yeni katılımcıların vurgulandığı paragraf gelişmekte olan ülkelerin çıkarlarını koruma vurgulu.

* Nükleer silahlanma yarışına karşı uyarı ve nükleer savaşın kazanılamayacağı belirtiliyor. Bunu önlemek için nükleer silaha sahip devletler arasında yapıcı ilişkilerin altı çiziliyor. ABD’ye önemli mesaj, ülke dışında nükleer silah konuşlandırmaktan vazgeçmesi ve konuşlandırdığı silahları geri çekmesi talebi.

* Bildiride, ABD, Britanya ve Avustralya’dan oluşan Anglo-Amerikan dünyanın güvenlik paktı AUKUS’la beliren risklere dikkat çekiliyor. 14 Mart’ta Australya AUKUS paktının nükleer enerjiyle çalışan denizaltı filosu kurma planları duyurulmuştu. AUKUS Çin’le hesaplaşmaya hazırlık olarak görülüyor. Buna Japonya’nın militarize edilmesi eklenirken, bu paragraf Asya’ya taşınan gerilimi hedefliyor.

* BM Şartı’nın amaç ve ilkelerine uymak ve uluslararası hukuka saygı bölümünde Rusya Ukrayna konusunda Çin’in objektif ve adil tutumunu vurgularken, asıl önemli kısmı ‘bir ülke yahut ülkeler grubunun askeri, siyasi ve diğer avantajlar peşinde koşarak diğer ülkelerin güvenlik çıkarlarına zarar vermesine karşı olunduğuna’ yapılan vurgu. Burada açıkça ABD ve AB ile jeopolitik hesaplarına atıf var.

* Yine NATO’ya ‘savunma amaçlı’ taahhüdüne bağlı kalması istenirken, ‘diğer ülkelerin egemenliğine, güvenliğine, çıkarlarına, medeniyet çeşitliliğine, tarihine ve kültürüne saygı gösterme ve barışçıl kalkınmalarına objektif ve adil bakma’ çağrısı yapılıyor. Batı hegemonyasını eleştirenlere açık mesaj.

Takip eden bölümünde ‘Asya-Pasifik, Kuzeydoğu Asya, Kuzey Kore, Ortadoğu, Orta Asya, Afrika, Kuzey Kutbu’na ilişkin tutumlar spesifik olarak ele alınıyor. Özetle;

* NATO’nun Asya-Pasifik’te askeri bağlarla bölgesel barış ve istikrarı zedelemesi endişesine karşı Rusya ile Çin’in Asya-Pasifik güvenlik sistemi inşasındaki kararlılığı;

* Kuzeydoğu Asya’da Soğuk Savaş zihniyetiyle güvenliği tehlikeye atacak eylemlere dikkat çekilmesi;

* Çin ve Rusya’nın ortak çabalarla aktif biçimde barışı teşvik edeceği belirtilen Kuzey Kore için ABD’nin meşru ve makul endişelere yanıt verecek somut adımlar atması ve diyalog başlatması gerekliliği;

* Ortadoğu’da sorunların içişlerine müdahale dışlanarak diyalog ve istişare yoluyla çözümü anılırken, Çin’in Suudi-İran ilişkilerini tesisteki son katkısının vurgulanması. Suriye meselesinin Suriye’nin sahipliğinde, Libya’nın Libyalıların öncülüğünde siyasi çözüm süreçlerinin desteklenmesi, Körfez bölgesi için kolektif güvenlik çerçevesi ve buna Çin ve Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nün katkı potansiyeli;

* Orta Asya ülkelerinin ulusal egemenlikleri ve kalkınmalarının garantiye alınması ile dış güçlerin ‘renkli devrimlerine’ karşı çıkılması;

* Afrika ülkeleriyle iletişim güçlendirilirken, kıtanın sorunlarının bağımsız çözüm çabalarının desteklenmesi ve barışçı kalkınması;

* Latin Amerika ve Karayipler’de diyaloğun güçlendirilmesi, istikrar ve refahın teşvikinin sürmesi;

* Yeni denizyolları geçişi olarak görülen Kuzey Kutbu bölgesinin barış, istikrar ve yapıcı işbirliği alanı olması.

Batı’nın kaynak azalması ve neoliberal kapitalist modelin sistemik sorunlarına eşlik eden hegemonya yitimi kaygısıyla hareket ettiği açıkça görülüyor. Bu koşullarda, Rusya-Çin ortak bildirileri; BM sistemi ve uluslararası hukuku çıkarları ölçüsünde uygulayan ‘istisnacılığa’ bayrak açıldığının belgesi. Tek kutuplu dünyadan rahatsız ‘diğerlerine’ ise senkronize edilmiş bir küresel perspektifle bir davetin ilanı.

GÖRÜŞ

Yunanistan’la yeni sayfa hangi şartlarda açılabilir?

Yayınlanma

Yazar

Yunanistan ile yeni bir sayfa, pozitif gündem derken Başbakan Kiryakos Miçotakis bugün Ankara’ya geliyor. Bu, teknik olarak geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Atina’ya yaptığı ziyaretin karşılığı; ama pek sıradan bir iade-i ziyarete de benzemiyor. Yunan Başbakanı bir Türk (Milliyet, 12 Mayıs) Cumhurbaşkanı Erdoğan da bir Yunan (Kathimerini, 12 mayıs) gazetesine röportaj verdiler. Her iki liderin üslubunda dikkat ve özen hâkim. Belli ki, ‘yeni bir şeyler’ kotarılmaya çalışılıyor.

Yıllardır Türk-Yunan gerginliğini, krizlerini, zaman zaman ortaya çıka(rıl)an yumuşama dönemlerini epeyce yakından takip eden birisi olarak pişmiş aşa su katmaya hiç niyetim yok; ancak, pişen aşın ne olduğunu, kimin için, nasıl ve kimler tarafından pişirildiğini tam bilemediğim için bir takım endişelerimi paylaşmak ve yıllardır üzerinde kafa yorduğum bu sorunların nasıl çözüme kavuşturulabileceğine dair düşüncelerimi/değerlendirmelerimi paylaşmak isterim.

Önce bu yumuşama dönemine neden ve nasıl gelindiğini tahlil etmekle işe başlamak gerekir. Hatırlayacağınız gibi, 2020 yılının ikinci yarısında bir dizi krizin (Rusya ile İdlib krizi, Ocak-Şubat 2020 ve Mısır ile Libya krizi 2020 yazı) ardından bu defa da Yunanistan ile tam bir diplomatik-askeri krizin içinde buluvermiştik kendimizi. Uygulamakta yıllarca ısrar ettiğimiz yanlış ve ideolojik içerikli dış politika sonucu bütün bölgeyi aleyhimize döndürmüş, Mısır ve İsrail gibi Türk-Yunan sorunları konusunda her zaman tarafsız kalarak bizden yana bir tavır sergileyen ülkeleri dahi kendimize düşman etmiş ve Atina’yı bile askerî açıdan bize diş geçirebileceği hayallerine yönlendirmiştik. Neden olmasındı?

YUNANİSTAN EGE’DE ASKERİ OLARAK TÜRKİYE İLE ÇATIŞMA SİYASETİNDEN BUGÜNLERE NASIL VE NEDEN GELDİ?

Türkiye Mısır ile Libya konusunda kapışır – ki, 2020 yazında çok ciddi bir senaryoydu – ve silahlı çatışmalarda İsrail de Mısır’a biraz destek verirse, aynı anda Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile adeta kan davalık görünen Türkiye’ye karşı Yunanistan Ege’de bir oldu-bitti operasyonu neden yapmasındı? Üstelik öyle bir senaryoda Fransa bile Yunanistan’a bir gecede yeterli sayıda Rafale uçağı ‘satabilirdi’. Hatta Ermenistan da Azerbaycan’a karşı Tovuz üzerinden açacağı cepheyi genişletir ve Türkiye’ye gününü göstermek mümkün olabilirdi. Atina 2016 yazında 15 Temmuz darbe girişimi olduğunda böyle bir askerî harekât yapabilecek derecede hazırlıklı olmadığına epeyce hayıflanmıştı. O yıllarda böyle bir yalnızlığın dış politika sanatının ruhuna aykırı olduğundan hareketle ciddi bir gözden geçirmeye ihtiyacımız olduğunu anlatmaya çalıştığımda nev-zuhur dış siyaset uzmanları (!) tarafından epeyce çemkirilme seanslarına tabi tutulduğumu da burada not etmeliyim.

Adeta en kötü dış politikaya en güzel örnek yaratmak yarışmasında finale kalmışçasına ısrar edilen hatalı politikaların sürdürülemez olduğunu sonuçta Ankara da anlamak zorunda kaldı. Türkiye-Rusya hattında yaşanan normalleşmenin hızla ‘yakınlaşmaya’ dönüşmesi Türkiye’nin kırk dört günlük savaşta tam destek verdiği Azerbaycan’ın tarihi zaferini getirirken Ankara hızla Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve hatta İsrail ile ilişkilerini toparladı. Üstelik bunu bir yıl gibi bir süreye sığdırmayı başardı. Bu serinin aksayan ayağı olarak Suriye kalmış olsa da özellikle 2021 yılının ikinci yarısından itibaren yaklaşan Ukrayna savaşına yönelik geliştirdiği fevkalade dengeli ve dikkatli politikası Yunanistan’ın ham hayallerini bir kez daha kursağında bıraktı.

Doğu Akdeniz’de Mısır ve İsrail ile ilişkilerini onaran, Suudi Arabistan ve BAE ile yeni ve temiz sayfalar açan, üstelik Ukrayna savaşında Atina’nın Moskova ile ilişkileri dip yaparken kendisi Rusya ile münasebetlerini her alanda geliştiren bir Türkiye’ye karşı Ege’de macera Mitsotakis ve Yunanistan için kelimenin tam anlamıyla intihar olurdu. Tovuz’a saldıran Ermenistan’ın başına gelenleri Atina’nın iyi incelemiş olduğuna hiç şüphe olamaz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘bir gece ansızın gelebiliriz’ sözü hiç de yabana atılacak gibi değildi. İşte bu noktada 2023 depremi kurtarıcı oldu. Tıpkı 1999 yılında olduğu gibi bu defa da Yunanistan kurtarma ekipleri gönderdi ve gerek Türk gerekse Yunan medyası bu konuyu köpürterek pozitif gündem ve yeni bir sayfa siyasetinin başlangıcı yapıverdi.

YENİ DÖNEMDE YENİ RİSKLER

Yunanistan konusunun iç kamuoyunda fazlaca ciddi bir gündem oluşturmadığı Türkiye’de Atina ile uzlaşmak, sorunları çözmek gibi laflar ortaya atıldığında karar alıcılar her zaman rahat hareket edebilirler; çünkü bu ülkeyle yaşanan sorunlar bizim iç politikamızda prim yapmak amacıyla pek kullanılmaz. Hatta dış politikayı iç politik gündem yapan bu hükümet zamanında bile bu konu fazlaca kullanılmadı. Fakat Yunanistan tarafında durum böyle değildir. Demokrasinin kötüye kullanılması diye adlandırılabilecek şekilde her parti ve her iktidar Türkiye konusunu adeta vıcık vıcık kullandı ve her sorunu içeriği, Yunan tezleri, kırmızı çizgileriyle kamuoyuna mal etti.

Bu yüzden Yunan hükümetleri açısından al-ver esasında bir müzakere süreci neredeyse imkânsız hale geldi. Bu yüzden Yunan hükümetleri hep bu mazerete sarılırlar. İşin kötü tarafı ise bu müzakerelere çoğu zaman aracılık eden Avrupa ve Amerika da ‘siz büyük devletsiniz, kendinizi Yunanistan ile mukayese etmeyin, daha cömert olabilirsiniz’ diyerek bütün siyasileri/kara alıcıları pohpohladılar. Bu defa buna izin vermemek gerekir. Eğer Yunanistan ile bir pozitif gündem oluşturulacaksa – ki, çok kutuplu dünya gerçeğinin Türkiye lehine ve Yunanistan aleyhine olduğunu Atina gayet iyi biliyor – o zaman Yunanistan ile sorunlarımızın Türkiye-AB gündemi içinde ele alınmasına veya sanki gerçekten varmış farz edilen Türkiye’nin AB üyelik perspektifine dayandırılmasına müsaade etmemek lazımdır. Kısacası sorunlar ikili müzakereler yoluyla ele alınmalı ve bugüne kadar Türkiye-AB müktesebatının kirlettiği/zehirlediği çerçevenin dışına taşınmalıdır.

Dendias’ın Ankara şovunda söylediği gibi, Yunanistan açısından mesele basittir: Türkiye-AB müktesebatına Atina’nın gayretleri ve Türkiye’nin üye olmasını istemeyen bilumum AB üyesi ülkelerin suç ortaklığıyla derç edildiği gibi Ankara Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ni Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanımak ve Ege’de Yunan tezleri doğrultusunda tek sorunun en doğudaki Yunan egemenliğindeki adalarla Türkiye ana karası arasındaki kıta sahanlığının nereden geçeceğinin belirlenmesi için konunun Lahey Adalet Divanı veya Hakemlik Mahkemesi’ne gönderilmesini kabul etmek zorundadır. Bunun dışındaki sorunlar, örneğin Yunanistan’ın uluslararası hukuka aykırı bir şekilde 12 mil hava sahası iddiası, gayri askeri statüdeki adaları silahlandırması, Ege’de statüsü belirlenmemiş adalar, bitişik adalar ve kayalar konusu vb. bütün meseleler Türkiye’nin Yunanistan’ın haklarını tartışmaya açmak amacıyla uydurduğu şeylerdir ve Yunanistan bu konuların müzakere edilmesini reddeder.

YUMUŞAMA HAVASI YARATILSA İYİ OLMAZ MI?

Olabilir ama ciddi riskleri de beraberinde getirir. Mesela Kıbrıs sorununun iki devlet temelinde çözülmesi gerektiği tezimizden milim taviz vermeden Yunanistan ile Ege’de bir yumuşama yaratabiliyorsak ne ala! Fakat hep yaptığımız gibi Atina’yı ürkütmeyelim, aman gücendirmeyelim diyerek gereksiz nezaket sergileyip kendi içimizde birbirimizi çözüm isteyenler ve istemeyenler diye suçlamaya gideceksek böyle bir yumuşama olmamalı; çünkü, KKTC’nin tanınması yönünde atılacak adımların tavsamasına yol açacağı gibi, KKTC içinde de federasyon yanlılarının ‘biz size söylemiştik, Türkiye iki devlet diye birkaç laf eder sonra da geri adım atar’ tezine haklılık kazandırırız.

Unutmamak lazımdır ki, Yunanistan İmparatorluğun son yüzyılında Osmanlı ile kavgalı olduğu zamanlarda da dost olduğu dönemlerde de hep kazançlı çıkmayı başarmıştır. Bunun sebebi de Avrupa’nın çoğu zaman Yunanistan lehinde tavır sergilemesidir. Bu lanet döneme Atatürk son noktayı koymuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Kıbrıs meselesi ve oradan Ege’ye genişleyen Türk-Yunan sorunlarında Ankara her zaman teyakkuzda olmuş ve Batı’nın Yunanistan lehinde girişimlerde bulunmasına izin vermemiştir. Fakat kabul etmek lazımdır ki, bu politikalar AB konusunun Türkiye’ye büyük bir medya kampanyasıyla yutturulduğu 1990’ların ikinci yarısına kadar sürdürülebilmiş ve ardından gelen yaklaşık yirmi yılda Avrupa Birliği süreci içerisinde Türkiye’nin Kıbrıs ve Yunanistan politikaları adeta altüst olmuş/edilmiştir. Son zamanlarda gösterilen basiret ve çok kutupluluk sayesinde elde edilen üstünlük ve avantajlar olmayan bir AB perspektifine heba edilmemelidir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hindistan’ın ulusal seçim atmosferi nasıl ilerliyor?

Yayınlanma

Takip edenler bilirler, 19 Nisan’da Hindistan 18. genel seçim sürecine başladı ve 900 milyonun üzerindeki Hint seçmen 1 Haziran’a kadar 7 kademede sandık başına gidip, iki dönemdir iktidar koltuğunda oturan Başbakan Narendra Modi’nin Halk Partisi’nin (BJP) başını çektiği Demokratik ittifakının (NDA) veya muhalefetteki Kongre Partisi’nin başını çektiği Hindistan (INDIA) ittifakının lehine oyunu kullanacak. Şimdiye dek, 7 aşamalı olarak yürütülen bu seçim sürecinin tam ortasındayız, hatta ortasını da biraz geçtik. Dolayısıyla Hindistan’da tüm gündem seçim, Hint halkının tüm dikkati seçim… Peki, ulusal seçim atmosferi nasıl ilerliyor?

İlk söylememiz gereken şu, Hint halkının tüm dikkati seçim dedik ama seçmenin bir kısmı bunu katılımcı olarak değil de daha çok izleyici olarak gerçekleştirmeye karar vermiş gibi. Yani şu ana kadar katılım oranı genel itibarıyla beklenenden düşük düzeylerde seyrediyor. Beklenen yüzde 80 civarı idi, şimdilik gerçekleşen yüzde 60 küsurlarda. Bu ilk başta iktidar kanadını kaygılandırdı. Bunun temelinde BJP’nin kampanyasında merkezi bir temanın bulunmaması yatıyor. Bu, Modi’nin, Hindistan’ı küresel merkez sahnesine çıkaran küresel bir lider olarak projeksiyonuyla başladı, ardından 2047’ye kadar bir “viksit Bharat” (gelişmiş Hindistan) sunma vaadi ile beraber Ayodhya’daki Ram Tapınağı için Modi’yi yüceltmeye yöneldi. Ancak seçmen katılımının düşük olması genel seçimlerin ilk üç aşamasına da yansıdığı için bunların hiçbirinin seçmeni heyecanlandıramadığı anlaşılmış olmalı. Ki özellikle BJP seçmeninde bir kayıtsızlık ve alışılmamış bir moralsizliğin belirgin olduğuna ilişkin söylemler duyuluyor.

Aynı zamanda, her şeye karşın düşük katılımın ilk akla gelen nedeni, her iki tarafa oy verecek olan seçmen için de, nasıl olsa Modi üçüncü dönemi de kazacak, düşüncesi olabilir. Yani, oylama rakamlarında bildirilen düşüşe çok fazla anlam yüklememek gerekiyor. Ancak 2019’da Hint kuşağında elde ettiği muhteşem zaferin, BJP’nin ülke çapındaki yaklaşık 200 sandalyenin yüzde 90’ını kazanmasına yol açmış olduğu bölgelerde, iktidardaki doğal düzene ilişkin siyasi hayal kırıklığını gözden kaçırmak zor. Ve ilkini destekleyici bir diğer ilk akla gelen neden ise bazı seçim bölgelerindeki zorlu coğrafya koşulları olabilir. Ve bir üçüncü destekleyici neden olarak da beklenen seçim kampanyaları ile gerçekleşen seçim atmosferinin farklı bir hal alması biraz kafaları karıştırmış ve Hint seçmenine biraz da olsa etki yapıyor olabilir.

Evet, seçim süreci nadiren beklenilen konular üzerinden işliyor, çoğunlukla hem iktidar hem de muhalefet taraflarının kampanyaları beklenmedik yönlerde gelişiyor. Narendra Modi çoğu zaman kampanyalara Hindu-Müslüman unsurunu dahil etmeyi başarmış olsa da (özellikle Gujarat siyaseti yaptığı dönemlerde) aslında 2014 seçimleri büyük ölçüde Hindu-Müslüman meseleleri ve çatışmalarından uzak geçti. Modi konuşmalarında kalkınmadan ve seçildiği takdirde Hindistan’ı nasıl dönüştüreceğinden bahsetti; kadınların güvenliği, kişi başına 1,5 milyon rupi, her yıl 20 milyon iş gibi sözler verdi. 2019’da Pulwama-Balakot aracılığıyla ulusal güvenlik, seçimleri kazanmanın ana propaganda teması haline geldi. Bütün süreç boyunca Müslüman karşıtı söylem gizli bir akım olarak kaldı.

2024 seçimlerinde Ram tapınağı etrafındaki coşkunun propagandanın ana dayanak noktası olması bekleniyordu. Açık olan şu ki RSS-BJP’nin temel modülü, özellikle tarihin çarpıtılması ve geçmişin yüceltilmesi yoluyla Müslümanların ötekileştirilmesine dayanır. Seçimler söz konusu olduğunda RSS cepheleri zaman zaman çeşitli temalara başvurdu. Burada da ilk ana tema, Ram tapınağı kampanyasının gizli mesajı olan Hindu tapınaklarının Müslüman krallar tarafından yıkılmasıydı. Bu kez buradan mobilize olan / olduğu düşünülen (Hindu) seçmen düşüncesinin vermiş olduğu rahatlık ile Modi’nin kalkınma vaadini yerine getirdiği ve Hindistan’ın yakında büyük bir dünya gücü haline geleceği üzerine bir seçim mücadelesi vermesi bekleniyordu. Ancak üçüncü genel seçiminde Başbakan Modi’nin Gujarat’ta kullandığı söylemin bir kısmına geri döndüğü anlaşılıyor. Konuşmalarında tekrar tekrar Müslüman azınlığa gönderme yapılıyor.

Kongre manifestosu üzerine Kongre’nin iktidarı kazanması durumunda Hindistan’ın evli kadınlarının boyunlarındaki mangalsutraları (evli Hindu kadınların taktığı kutsal kolye) sökeceğini ve köylünün sahip olduğu bazı bufalolara el koyacağını defalarca öne sürdü. Dahası, Kongre manifestosundaki röntgen benzetmesi ile kast sayımı vurgusu Modi’nin Müslüman karşıtı anlatısı ile ilişkilendirildi. İkisi arasında bağlantı kurarak, Kongre’nin altın, para gibi değerli eşyaları bulmak için bir x-ray makinesi kullanmak ve bunları daha fazla çocuğu olanlara veya casus olanlara (her iki durumda da Müslümanlar kastediliyor) vermek istediğini ileri sürdü. Modi ayrıca Pakistan’ın Hindistan’da zayıf bir hükümet istediğini belirterek, Pakistan faktörünü de devreye soktu. Modi’nin iddiası, Pakistan’ın Balakot tipi bir tepkiden korktuğu ve Rahul Gandhi’yi Başbakan olarak istediği yönünde.

Hindistan’da birçok seçmenin zorlu sosyo-ekonomik koşulları göz önüne alındığında, tapınak teması tek başına BJP yöneticileri tarafından umdukları oy toplayıcı mekanizma işlevini yap(a)mamış gibi. Öyleyse partinin zaman içinde test edilmiş taktiğine, yani Müslüman karşıtı propagandaya geri dönmesi gerekli görülmüş gibi. Modi, Kongre’nin sosyal adalet önerilerini kasıtlı olarak yanlış sunarak, BJP’nin toplumsal gündemini Kongre manifestosuna bağlıyor gibi. Şu ana kadar Hindistan toplumunun zayıf kesimleri için adalet RSS’nin zayıf noktası oldu. Rahul Gandhi’nin rezervasyon ve pozitif ayrımcılık vurgusunun büyük çekiciliğiyle karşı karşıya kalan BJP, kotalara karşı çıkmadan Kongre’ye karşı çıkmayı deniyor. Bu nedenle Modi, Kongre’nin Müslümanlara rezervasyon hakkı tanımak istediği ve bunu geri sınıflar ve Planlanmış Kastlar/Kabileler (SC’ler/ST’ler) için ayrılan kotaları keserek yapacağı yönünde bir iddia da gündeme getirdi.

Modi, Müslümanların oylarına ihtiyacı olmadığını düşünüyor gibi görünüyor. Görünen o ki iktidar kanadında zafere giden yol, Hindu oylarını harekete geçirmekten ve Hindu mağduriyetine dair geleneksel iddia ve retorikleri canlandırmaktan geçiyor. Burada açıkça varılan sonuç şu olabilir: Başbakan Modi görevdeki geçmişinden ne kadar gurur duysa da bunun kendisine hak ettiğini düşündüğü görevi alması için yeterli olmadığına inanıyor gibi. Dolayısıyla duygusal, kimlik temelli konuları kullanma ve Kongre gündemini çarpıtma ihtiyacı hissediyor olabilir. Hindistan’da pek çok kişi onun muazzam popülaritesi, on yıllık görev süresi ve Kongre’nin sönük genel seçim performansları göz önüne alındığında, onun Kongre’yi küçümseyerek görmezden geleceğini düşünüyordu. Oysa şimdi bunun yerine konuşmalarında Kongre her zaman karşımıza çıkıyor.

Öte yandan, Modi’ye karşı çıktığı on yıl boyunca her şeyi denemiş olan Rahul Gandhi’nin, kendi tarzındaki siyasetin işe yaramayacağına karar verdiği anlaşılıyor. Onun eski aile geleneğine, Indira Gandhi tarzı retoriğe dönmesinin çok daha iyi olacağı kanaati hakim olmuş gibi. Rahul Gandhi dine odaklanmıyor ancak Hindistan’da başka bir kimliğe dayalı keskin sadakate hitap ediyor: kast. Bunu eski tarz kıskançlık siyaseti ve zenginliğin yeniden dağıtılması vaadiyle birleştiriyor. Dolayısıyla Kongre kampanyası da beklenmedik bir hal almış gibi. Son genel seçimde Rahul Gandhi, doğrudan Başbakan Modi’ye karşı çıkmayı gözeten bir siyaset izledi ve seçmenler ona inanmadığı ve Modi’nin dürüstlüğüne inandığı için BJP’nin ezici bir üstünlük elde ettiğini gördü. Ancak bu kez Rahul Gandhi annesinin ve büyükannesinin yaklaşımlarına geri dönmüş gibi.

Annesi Sonia Gandhi 2004 ve 2009’da yoksullara seslenmiş ve onlara Kongre’nin refah tedbirleriyle onların çıkarlarını gözeteceğini söylemişti. 1971’de büyükannesi Indira Gandhi sanayi işçi sınıfına ve köylüye, zenginlerin onları fakir tutması nedeniyle fakir olduklarını söylemişti. Eğer seçilirse zenginleri kısıtlayacağına, onların haksız yere elde ettikleri servetlerini alıp fakirlere dağıtacağına söz vermişti. Rahul Gandhi’nin mesajı bu kez annesinin 2004’te yetiştirdiği seçmen kitlesine hitap ediyor ancak seçmenlere vaat ettiği şey çok farklı. Sonia Gandhi zenginleri tehdit etmeden fakirlere yardım edeceğine söz vermişti, ancak Rahul Gandhi zamanda daha da geriye giderek, büyükannesi Indira Gandhi’nin retoriğini benimsemiş gibi.

Konuşmalarının çoğu doğrudan kast piramidinin en altındakilere hitap ediyor. Üst kastların Hindistan’da iş dünyasından hükümete, adaletten medyaya kadar her şeye nasıl hakim olduğuna defalarca dikkat çekiyor. Kasıtlı bir çarpıtma ile BJP’nin Anayasayı değiştirebilmek ve rezervasyonları kısıtlayabilmek için Parlamentoda 400 sandalye istediğini öne sürüyor. Bu, BJP’nin Kongre’nin Hindu mandalarını Müslümanlara vermek istediği yönündeki iddiaları kadar kasıtlı bir çarpıtma gibi görünüyor. Bu, Rahul Gandhi’nin ılımlı söylemlerden agresif söylemlere doğru bir kayma yaşadığına dair bir tanıklık.

Şu an itibarıyla BJP’nin açık ara önde olduğu ve üst üste iki dönem görev yaptıktan sonra son 10 yılda müthiş bir IT hücresi ile beraber aşırı olumlu ana akım medyanın desteği aracılığıyla yürütülen propagandaya karşın hükümet sicilini göz ardı ederek RSS ötekileştirme siyasetini ana kampanya malzemesi olarak seçen Narendra Modi’nin bir sonraki hükümeti kuracağı neredeyse kesin görünüyor. Peki Hindistan nüfusunun yaklaşık yüzde 15’ini kasıtlı olarak yabancılaştırmaya kalkıştıktan sonra, görevde kaldığı on yıl boyunca sergilediği otoriteyle ülkeyi yönetebilecek mi?

Ve olur da muhalefet hükümeti kurarsa, o zaman Rahul Gandhi’nin seçim kampanyası aslında bir kast fırsatçılığı ise? Indira Gandhi’nin zenginleri baskılama politikasının Hindistan ekonomisine verdiği ciddi zarar? Bunlar ancak seçimler bittikten sonra Hindistan’ın karşı karşıya olabileceği potansiyel sorgulamalardan ilk akla gelenler ya da en çarpıcı olanlar… Bekleyip göreceğiz…

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

9 Mayıs

Yayınlanma

Yazar

Anlatı

Biz hepimiz, Sovyet dünyasının dışındaki herkes İkinci Dünya Savaşına dair birbiçim savaş anlatısıyla büyüdük: en çok da sert, bazen hayvani, ama çoğunlukla budala Alman askerleri ve gözünü budaktan esirgemeyen Amerikalı veya Britanyalı subaylarla onlara yardım eden direnişçiler kazılıdır hafızalarımıza. Sonra, biraz daha büyüyünce toplama kamplarıyla tanışmaya başladık; bu defa vahşi nazi askerlerinin karşısında batı Avrupalı uygar Yahudiler, Fransızlar, Britanyalı ve Amerikalı savaş esirleri, biraz da nadiren, dillerini bilmediğimiz (çünkü bütün kahramanlar ya dublajla bizim dilimizde konuşur ya da karelerin altındaki bantlarda bizim dilimizde yazarlar) hepsi de ürkek gözlerle bakan başkaları (“Ruslar”) çıktı karşımıza; bu ikinciler karınca gibi çok olduğunda bile başrole yükselemediler. 

Bu filmlerin klişesi üç ayaklıydı: 1) bizimkiler — yani kahramanlar, bizimle aynı dili konuşanlar, yani filmleri ekrana yahut perdeye düşmesine izin verilenler; 2) onlar — yani kötüler, film boyunca “ha” ve “hu” hecelerinin ağır bastığı, anlaşılmaz, sert bir dilde konuşanlar; 3) diğerleri — dilsizler, yaşamaları kimsenin umrunda olmayıp ölümleri de bizimkilerle ilişkilendirildiği ölçüde anlam taşıyanlar, gereksiz değilse bile anlamsız bir karınca sürüsü.

Henüz internetin olmadığı eski güzel zamanlarda hasbelkader gelen tek tük filmleri izlemeye koşmadıysa yahut daha sonra bilgisayar ekranında Hollywood’dan fırsat bulup da tıklamadıysa, bu barbar karıncalar pek az insanın ilgisini çekmiş olmalı. Bu yüzden hakim anlatı gücünü korumaya devam ediyor ve savaşın tarihi her zamanki gibi galibin gözünden yazılıyor. 

Galip, düşmana diz çöktüren değildir; galip, kendini galip olarak sunma gücüne ve bunun ideolojik vasıtalarına sahip olandır. Kanını dökerek kazanan bu ideolojik vasıtalara sahip değilse her zafer kolaylıkla Pirus zaferine dönüşebilir. Böylece, sahte bir anlatı düzerseniz eğer (ve ideolojinin gücü orada yatar) onu gerçeğin yerine koyabilirsiniz.

Oysa hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar tartışma götürmez hakikat şudur ki, zafer ancak Sovyet halkları sayesinde mümkün olmuştur.

1994 yapımı bir film var; adı: Fatherland. Klişe bir hikaye, alternatif tarih — her şey farklı bitmiş, faşist ordular Leningrad’ı, Moskova’yı, Stalingrad’ı ele geçirmiş, Normandiya çıkartması başarısız olmuş, Londra hükümeti Kanada’ya kaçmış, ABD ve Almanya arasında atom bombası sayesinde bir stratejik denge oluşmuş; Hitler şeker bir ihtiyar, bir Alman vatanseveri; ama ansızın soykırımın kanıtları saçılır ortalığa ve Hitler’in doğumgünü için Berlin’e gelen Kennedy son dakikada görüşmeden vazgeçer. Eh, ne de olsa “hür dünya”, demokrasi, hümanizm. Gene de, bu alabildiğine ırkçı, batıcı alternatif tarihte bile reddedilemeyen tek şeydir, Sovyet halklarının inat, azim ve kararlılığı: Urallara kadar çekilmiş olan Kızıl Ordu Stalin’in önderliğinde inatla direnmeye devam etmektedir — ama belki de tıpkı Hitler’in vazettiği gibi doğulu barbarlar olduklarındandır bu.

İşbirlikçilik

Hollywood tarihi, pop tarih, emperyalist tarih bize işbirlikçiliği, Avrupa’nın tamamının nazi çizmeleri altında inlemek şöyle dursun nazi işbirlikçiliğiyle malül olduğunu, ve bütün bu faşist güçlerin bir olup Sovyetler Birliği üzerine saldıran faşist haçlılara katıldığını anlatmaz yahut çok az anlatır. 

Faşist orduların milli bileşimiyle ilgili somut bir veri yok; ama bu bileşimi az çok eksiksiz yansıtan başka bir şey var: savaş esirlerinin milliyetleri.

28 Ocak 1949 tarihli bir rapor, Sovyetler Birliği İçişleri Halk Komiserliği’nin savaş esirleriyle ilgili dairesi tarafından hazırlanmış. Mümkün olduğunca anlaşılır kılmaya çalışarak özetlemeye değer. Bu tarih itibariyle kamplarda bulunan sayıca en kalabalık savaş esirleri Almanlar (2 milyondan fazla); onları Macarlar, Rumenler, Avusturyalılar, Çekoslovaklar, Polonyalılar ve Fransızlar takip ediyor. Uyruğu bulunduğu ülkenin 1939 nüfusuna oranla en kalabalık esirler Macarlar; arkasından Almanlar, Avusturyalılar, Rumenler, Çekoslovaklar, Moldovalılar, Estonyalılar, Lüksemburglular geliyor.

pastedGraphic.png 

pastedGraphic_1.png

Bu insan potansiyeline bir de sanayi potansiyelini eklemeli. 1941 ortası itibariyle faşist Almanya , üstelik Avusturya ile birlikte, işgal ettiği alanlarla ve müttefikleriyle topraklarını 5,9 katına, nüfusunu 3,7 katına, elektrik enerjisini 2,1 katına, kömür üretimini 1,9 katına, demir cevheri üretimini 7,7 katına, bakır cevheri üretimini 3,2 katına, boksit üretimini 22,8 katına, petrol üretimini 20 katına, dökme demir üretimini 2,3 katına, çelik üretimini 2,2 katına, alüminyum üretimini 1,7 katına, hububat üretimini 4 katına, büyükbaş hayvan üretimini 3,7 katına, domuz üretimini 2,4 katına, yün üretimini 7,1 katına çıkarmıştı. Ve bütün bunlar esas itibariyle müttefiki ülkelerdeki tarım ve sanayi altyapısıyla kazanılmıştı — yani işbirlikçileri sayesinde. Başka deyişle, bütün Avrupa faşist Almanya’nın savaş makinesine çalışıyordu ve hiç de gönülsüz çalışmıyordu. Bir avuç komünist, antifaşist, direnişçi bir kenara konulacak olursa Avrupa açısından emsalsiz bir işbirlikçiliktir bu. 

Bölüşüm

1939 temmuzunda, Göring’in ekonomi müsteşarı Helmuth Wohltat bir balina avcılığı konferansına katılmak için Londra’ya geldi. Konferans gerçekte Wohltat ile Foreign Office Denizaşırı Ticaret Departmanı Başkanı Robert Hudson ve başbakan Chamberlain’in gölge dışişleri bakanı diye anılan Horace Wilson arasındaki görüşmeler için perdeydi. Faşist Almanya’nın Londra büyükelçisi Herbert von Dirksen’in Berlin’e gönderdiği rapora göre Wilson, “Chamberlain’in de onayladığını açıkça belli ettiği” bir ortak eylem programı sundu. Program şunları içeriyordu:

1) Siyasi planda. İki ülke arasında Çin ve Rusya’ya (Sovyetler Birliği’ne) karşı Japon ve Alman saldırganlığının “saldırganlık ilkesi dışında tutulacağı” bir saldırmazlık paktı ve keza ikisi arasında “geniş alanların sınırının belirlenmesini içerecek” bir müdahalesizlik paktı. 

2) İktisadi planda. Afrika’daki eski Alman sömürgelerinin geri verilmesi; Almanya için hammadde temini, sınai pazarlar, borçlar meselesinin kapatılması ve “karşılıklı mali yardım”. Bu sonuncusunda “doğu ve güneydoğu Avrupa’nın tadilatı” öngörülüyordu. 

Wilson bununla yetinmedi: 

“… açıkça, bir saldırmazlık paktı imzalanmasının İngiltere’ye Polonya’ya yönelik yükümlülüklerinden kurtulma imkanı vereceğini söyledi.” 

Wohltat Almanya’ya döndükten sonra görüşmeleri bir de kendi kaleminden rapor etti. Burada elçinin raporundan farklı olarak Wilson’un şöyle dediğini de belirtir: “Fransa ve İtalya’yı daha sonra katmak gerek.” Britanya tarafının doğu ve güneydoğu Avrupa’ya Alman yayılmasına bir itirazı yoktu, ancak: “İngiltere sadece Avrupa işlerine dahlinin korunmasını istiyor.” Sömürgelere gelince, Britanya hükümeti Afrika’da “müşterek hakimiyet” önermişti. Ve sadece Afrika da değil: “Sir Horace Wilson vedalaşırken, Avrupa’nın bu iki büyük sanayi devletinin ortak bir dış ticaret siyaseti sürdürmesini mümkün gördüğünü söyledi.” Ama dünya ikisinden ibaret değildi, ABD de vardı ve Hudson bu paylaşım planına ABD’yi de dahil ediyordu: “Rusya’yı, Çin’i ve Avrupa devletlerinin muhtelif sömürgelerini sermaye genişlemesi için neredeyse sınırsız açılımlar sunabilecek ve bizim, Almanların ve ABD’nin ağır sanayisi için pazar olarak işlev görebilecek yerler olarak telakki ediyor.” 

Gerçekten de, Sovyet dış istihbaratının 24 Temmuz tarihli ve ABD  kaynaklı bir raporu, eski ABD Başkanı Herbert Hoover’dan, onun döneminin (ve sonrasının da) etkili diplomatlarından Francis White’a ve Foreign Office Denizaşırı Ticaret Departmanı Başkanı Robert Hudson’a kadar uzanan bir Nazi yanlısı mali destek ağını ortaya seriyor ve bunları Wall Street simsarlarıyla ilişkilendiriyordu. … Hoover, Wall Street simsarları ve belki Cumhuriyetçi Parti’nin de Hitler’in yükselişindeki mali rolünü gösteren son derece önemli bir belgedir bu.” 

Demek ki Britanya hükümetinin faşist Almanya’ya ABD’yle birlikte emperyalist ortaklık teklifi şunları kapsıyordu: dünyanın Britanya, Almanya ve ABD arasında paylaşılması; bu kapsamda doğu Avrupa’da ve Sovyetler Birliği’nde Alman yayılmasının kabulü; Britanya’nın en yakın müttefiki Fransa’ya sömürgelerinden yoksun bırakmaya yönelik ayaküstü ihanet ve Polonya’nın da alenen satılması.

Olayların bundan sonraki gelişimi bu planı uygulamaya imkan bırakmadı; ama sadece 1939 temmuzunda değil, martta Çekoslovakya’da, önceki yılın eylülünde Münih’te, daha önce Anschluss’ta, daha önce Vestfalya’da… ve hatta sadece bütün bu dönüm noktalarında değil faşistlerin iktidara yükselişinin ardından her aşamada plan, tamı tamına buydu. 

Tek amaç,  dünyayı faşist Almanya, ABD ve Britanya arasında paylaşmak, Sovyetler Birliği’ni faşist Almanya’nın önüne atmaktı.

Oysa bugün komünizm ve faşizmi eşitleme siyaseti tam gaz ve üstelik en çok Avrupa’nın sözümona solcuları, yani gerçekte soldan başka her şey olan bugünün sosyal-demokratları, yeşilleri ve liberalleri tarafından yapılıyor bu; “soğuk savaşın” “tiranlığa” karşı demokrasi mücadelesinin devamı sayılması bu tarih yazımının alametifarikasıydı zaten, ama 2022’den bu yana bütün sınırlar aşıldı. Artık faşistler kahraman, faşizme karşı savaşanlar düşman ilan ediliyor. Geçen yılın sonu itibariyle sadece Polonya’da toplam 561 Sovyet savaş anıtından (buna mezarlar da dahil) 468’i tamamen yok edilmişti; her biri demokrasi incisi Baltık ülkelerinde bu vandallığın hesabı da tutulmuyor; Belarus dışında bütün doğu Avrupa ülkelerinde Sovyet anıtlarındaki orak çekiçler, yıldızlar, kızıl bayraklar sökülüyor.

Bütün bunlar, tarihin gördüğü en büyük vandallık saldırısıdır. 

Sağduyu

Geçen yıl Kazakistan’da milli mesele üzerine yazarken şöyle demiştim: “Burada milli meselede en çok dikkat çeken birinci faktör, Kazakistan’daki Rus etnisitesi açısından Sovyet tarihinin Rus milli kimliğiyle artık tamamen örtüşmesidir. Başka deyişle, ideolojik-siyasi değil ama tarihi-duygusal bir bütünlük var.” Aslında aynı şeyi, şu veya bu ölçüde, bütün Rusya halkı için de söylemek mümkündür: kurtuluş teolojisine yakınsayan bir ortodoksluk veya düpedüz imparatorluk geçmişini savunurken Sovyet sosyalizminin de propagandasını yapan akımlar ancak burada bulunabilir. Bu çokrenklilik Sovyet geçmişinin yarattığı kaçınılmaz bir ideolojik bütünlüğün sonucudur; eklektik niteliği bunların sosyal adaletçi niteliğine zarar vermez. 

Bütünlüğü sağlayan temel halka faşizme karşı zaferdir. 

Ukrayna meselesine Rusya halkının yaklaşımı batıda büyük Rus şovenizmiyle, Kremlin propagandasıyla, Putin’in barbarca saldırganlığıyla, Kiev’de Avrupa’yı savunan demokrasi kalesine karşı Moskova’daki totalitarizmle, vb. “açıklanıyor”. Bunların hepsi de yanlıştır, hepsi de gerçek hayatta hiçbir karşılığı olmayan sanal bir takım ideolojik varsayımlara dayanır. 

Buna karşılık Rusya halkı İkinci Dünya Savaşı ve günümüzdeki olaylar arasında tartışma götürmez bir neden-sonuç ilişkisi görüyor: tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nda faşizme karşı savaşta olduğu gibi, Kiev’de ABD ve müttefiklerinin eliyle kurulmuş liberal-faşist ittifakına karşı silahlı mücadele. 

Ve bu, iktidar propagandasının değil sağduyunun sonucudur. 

Yıllar önce, siyaset ve tarih çalışmalarıma başlamadan önce, bütün bunlara bir “ideoloji” temeli atmak gerektiğini düşünmüş ve aşağı yukarı küçük bir broşür ölçeğinde yazmıştım çıkarımlarımı; orada şöyle demiştim: 

“(1) Halk insanının… kafa yapısının öğeleri, “kanılar, inançlar, ayırt etme ölçütleri ve davranış kurallarıdır.”

(2) Bütün bunlara karşı ağzı laf yapan bir entelektüel inandırıcı kanıtlar ileri sürdü diye, halk, onları (yani onlara olan inancını) değiştirmez.

(3) Bu inanç, her şeyden önce, üyesi bulunduğu toplumsal gruba yöneliktir; halk, kendi grubu içinde muhakkak kendisinden daha akıllı insanlar bulunduğuna ve bunların, bütün bu normları kendisinden daha iyi ifade edeceğine inanır.

(4) İnanır, çünkü bir defa inanmış bulunmaktadır.”

Bunlar resmi ideolojinin potansiyel gücünü gösterir ama o güç aslında sağduyuya dayanır.

Ve sağduyu, maddi dünyanın sezgisel, doğru kavranışıdır; resmi propaganda sağduyuyu destekliyorsa, ancak o zaman karşılık bulur.

“Rusya…”da, iktidara sunulan desteğin altında Sovyet ilişkiler sisteminin (devlet-toplum ilişkileri, etnik gruplar arasındaki ilişkiler, aile ilişkileri, insan ilişkileri, asker-sivil ilişkileri; yani sadece sosyalist üretim ilişkileri değil (ve bu artık tali bir taleptir) esas olarak bir “değerler sistemi”) restorasyonu arzusunun yattığını yazmış ve bunun “toplumun demokratik tohumlarını yansıttığını” vurgulamıştım. İktidarın uygulamaları bu arzuyla örtüştüğü ölçüde demokratik ve ilerici bir nitelik taşır. 

Bütün bu ilişki biçimleri bir şeylerin muhafazasını hedeflediği ölçüde muhafazakardır; ama bu hiç de siyasi muhafazakarlık anlamına gelmez. Bu ilişki biçimleri tarihten kopup geliyor ve doğruluğu sağduyuya dönüşmüş olarak yaşamaya devam ediyor.

“Gel ve Gör”

Gel ve Gör, faşist Almanya ve müttefiklerinin Sovyetler Birliği’ne karşı açtığı savaşın şiddetini en çıplak gösteren filmlerden biridir. Son sekansında filmin kahramanı olan çocuk, yüzü benzersiz bir dehşet içinde, omzuna ilk defa yüklendiği tüfekle, gözlerini yerdeki çamura bulanmış Hitler portresine diker. Sonra kaldırır tüfeği, çeker kızağı, doğrultur Hitler’in yüzüne ve basar tetiğe. Zaman geriye akar: siyah beyaz karelerde Hitler ölüme gönderdiği çocukların yüzünü okşar — ve basar gene tetiğe — ateş ve demir, alevler içinde yıkılan binalar, gemiler enkazını toplar, birleşir; bir toplama kampında çizgili üniformaları içinde ölüme yürür rahibe kılıklı birkaç kadının eşliğinde kadınlar ve çocuklar (bütün bu geriye akışa tezat olan tek sahne), bir uçak filosu geriye uçar, gerisin geri yürüyerek mevzilerine döner askerler, bir tanktan yükselen dumanlar küçülür, yanan köylerin alevi, ölülerinin başında ağlayan kadınlar, çiçeklerle karşılanan Hitler, sağ eliyle faşist sembolü yapan sevimli bir çocuk, neşe içinde kadınlar, mutlulukla gülümser Hitler. Asıl tetiğe — uçaklardan dökülen bombalar haznelerine yükselir; yanmış ve kurşuna dizilmiş cesetler, çöken bir binanın ön cephesi düştüğü yerden kalkar; nazi birlikleri gerisin geri yürür; Çekoslovakya, Münih’te imzayı atan kalem siler imzasını. Asıl tetiğe — Anschulss, Kristalnacht, namlular karşısında elleri havada siviller, paraşütçüler atladıkları uçağa geri dönerler, nazi subayının ihtiyar bir kadına şaklayan kırbacı. Bir daha, bir daha: çılgın kalabalıklar, yanan kitaplar havalanıp geri döner atan ellere, yahudilerin dükkanlarına Davut yıldızını çizen el şimdi siler. Asıl, asıl — ve asıldıkça zaman geriye akmaya devam eder: Münih darbesi, Hamburg ayaklanması, sonra caz kulüplerinde çılgın eğlenceler, harb-i umuminin solgun kareleri, o da nesi: Alman ordusunda bir onbaşı. Asıl tetiğe — mezuniyet, ilkokul, ve sonra… sonra anasının kucağında bir bebek. Delirmiş gözler önce anneye bakar, sonra bebeğe kayar — besili, yanaklarının allığı siyah beyaz karede bile belli, tombul bir oğlan. Gözlerinin altı gözyaşlarının tuzuyla örtülmüş, alnı ölüm döşeğinde bir ihtiyar kadar kırışık delikanlı bakar öylece, bakar, kıpkızıl yanar bir köy ve delikanlı bakmaya devam eder ve ancak o zaman kırpar gözlerini. Şimdi delilik değil şefkattir, bir damla yaşın yuvarlandığı gözlerinde. Bir daha da basamaz tetiğe.

Bebeği Hitler de olsa öldüremeyenlerin zaferidir büyük zafer.

Şan olsun!

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English