GÖRÜŞ
Rusya’nın yeni dış siyaset belgesi – 4: Vektörler
Yayınlanma
Yazar
Hazal Yalın
Böylece belgenin en somut bölümü olan beşinci başlığa geliyoruz: “Rusya Federasyonu’nun dış siyasetinin bölgesel istikametleri”.
İlk olarak “yakın yabancı ülkeler” ele alınıyor. Bu, bütün eski Sovyet ülkeleri (toplam 14 ülke) için kullanılan bir kavram. Listenin en başında bunların yer alması anlaşılır. “Rusya’nın güvenliği, istikrarı, toprak bütünlüğü ve sosyal-iktisadi gelişmesi, küresel gelişmenin ve uygarlığın etkili egemen merkezlerinden biri olarak pozisyonunun tahkimi için, BDT katılımcısı devletlerle ve Rusya ile yüzyıllara dayanan ortak devletlilik gelenekleriyle, muhtelif alanlarda derin bir karşılıklı bağımlılıkla, ortak dille, yakın kültürlerle bağlı bulunan diğer sınır devletlerle sürdürülebilir uzun süreli iyi komşuluk ilişkilerinin temini ve muhtelif alanlarda potansiyellerin birleştirilmesi, en önemli konudur.”
Böylece çerçeve çiziliyor. Burada benim dikkatimi en çok çeken, sadece BDT değil bütün “yakın yabancı ülkelerin” anılmış olması. 2016 tarihli dış siyaset konseptiyle somut hedefler itibariyle en temel farklardan biri burada yatıyor. Öyleyse BDT’de olmayan “yakın yabancı ülkelerin” listesine bakmalıyız: bunlar üç Baltık ülkesi, Ukrayna ve Gürcistan. Ne var ki BDT’nin aslında neredeyse sadece protokol birliği seviyesinde gevşek bir örgüt olmasından başka Moldova’nın üyeliğinin anlamsız, Türkmenistan’ın üyeliğinin ise parlamento tarafından onaylanmadığını da unutmamak gerek.
Rusya’nın yeni dış siyaset belgesi – 1 : “Varolma hakkını her tür vasıtayla savunacağız”
Belgeye göre Rusya’nın “yakın yabancı ülkelere” göstereceği öncelikli dikkat şununla ilgili: silahlı çatışmaların önlenmesi ve çözülmesi, devletlerarası ilişkilerin iyileştirilmesi ve istikrarın temini, bu kapsamda ‘renkli devrimlerin’ ve Rusya’nın müttefik ve ortaklarının iç işlerine diğer müdahale girişimlerinin kışkırtılmasının önünün kesilmesi”. Keza, “dost olmayan ülkelerin askeri altyapısının konuşlandırılmasına veya güçlendirilmesine ve Rusya’nın yakın yabancı ülkelerdeki güvenliğine diğer tehditlere karşı konulması”.
Belge, daha önce olduğu gibi, Belarus ile stratejik işbirliği ve entegrasyon sürecini özellikle vurguluyor; ayrıca BDT ve Avrasya Ekonomik Birliği çerçevesinde işbirliğinin ve en genelde “Avrasya ekonomik ve siyasi coğrafyasının entegrasyonuna yönelik uzun vadeli bir perspektifin” de altını çiziyor. Bu, Avrasya Ekonomik Birliği’nin etkisinin artacağına yorulmalı; tahminimde yanılmıyorsam, iç siyasete de etkisi olacak önemli bir gelişme. Tıpkı IMF-Dünya Bankası ile UNCTAD arasındaki programatik uyuşmazlıkta olduğu gibi, Rusya’da Merkez Bankası-Maliye Bakanlığı bloğu ile Avrasya Ekonomik Birliği arasında da (aynı türden) bir programatik uyuşmazlık var: ilk ikisinin liberalizmine karşı üçüncüsünde sola kayan bir keynesçilik gözlenir. Dolayısıyla, uyuşmazlığın sol tarafının Rusya içinde daha etkili olacağı öngörülebilir.
“Entegrasyon”, bu bölümde en çok tekrar edilen kelime. Emperyalizmle akrabalığı olan bir kelimedir bu, ama her akrabalık aynı olmayı gerektirmez. “Rusya…”da şöyle yazmıştım: “Emperyalist yayılmacılık ile ticari mübadele ve entegrasyon kurma ihtiyacı tamamen örtüşmez. Entegrasyon ve işbirliği süreci, her zaman emperyalist hegemonya ilişkisine işaret etmez. Kaldı ki, özellikle post-Sovyet bölgesinde bu ihtiyacı derinleştiren tarihi ve kültürel faktörler, ulaştırma ve dil, coğrafya ve ortak altyapı gibi daha pek çok unsur vardır.”
Daha somut, daha pratik açıdan bu altbaşlığın en önemli iki noktasından ilki şu: (öncelikli önem kapsamında) “Abhazya Cumhuriyeti, Güney Osetya Cumhuriyeti’ne kapsamlı destek, bu devletlerin Rusya ile entegrasyonu derinleştirme yönünde gönüllü tercihlerinin uluslararası hukuk temelinde hayata geçirilmesine katkı”. Abhazya’nın Rusya’ya katılma eğilimi güçlü değil; Güney Osetya’nın, güçlü. İkisinin de aynı şekilde değerlendirilmesi tuhaf. Bu bana kalırsa, Rusya Federasyonu bünyesine katma değil ama kapsamlı entegrasyon, kendi iç hukuku dışında ticaret ve turizm merkezi oluşturma hedefine işaret ediyor.
Rusya’nın yeni dış siyaset belgesi-2: Küreselleşmeye karşı küreselleşme
İkincisi ise (gene öncelikli önem kapsamında) Hazar Denizi’nin altının çizilmesi. Şöyle deniyor: “bu bölgeyi ilgilendiren bütün meselelerin çözümünde Hazar’da kıyısı olan beş devletin münhasır salahiyetinden yola çıkarak işbirliğinin güçlendirilmesi”. Sözkonusu beş devlet şunlar: Rusya, Azerbaycan, İran, Kazakistan ve Türkmenistan. Demek ki en azından perspektifte, bunların Hazar bölgesini bütün olarak ilgilendiren münhasır eylemlerinde veya üçüncü devletlerle (şirketlerle) ortak eylemlerinde diğer kıyı ülkelerin rızasının aranması öngörülüyor. Türkmenistan’dan veya Kazakistan’dan Hazar üzerinden geçirilerek kıyı devletlerden başka bir devlete gidecek boru hatlarının öncelikli olarak kastedildiği açık.
Beşinci bölümün ikinci altbaşlığı: “Arktik”. Kuzey Okyanusu’nun sularının giderek kaynaması kaçınılmaz, ama bu ayrı bir yazı, daha ciddi çalışmalar gerektiriyor. Şimdilik Putin ile Si Tsinpin görüşmesinde de bu konunun gündeme geldiğini ve tarafların bir “çalışma grubu” kurmasının kararlaştırıldığını hatırlamakla yetinelim.
51-54’üncü maddelerin konusu “Çin Halk Cumhuriyeti ve Hindistan Cumhuriyeti”. Putin ve Si’nin Moskova görüşmeleri ve ilişkilerin “stratejik ortaklıktan” giderek (ekonomiyi de kapsayan bir) ittifaka evrilmekte oluşu, bu maddeleri daha önemli kılıyor. Bir önceki konseptte (2016) Çin için tek bir madde ayrılmıştı, bu defa iki ülke için etraflı bir altbaşlık ayrılmış olması bile yeterince anlamlı. Rusya’nın “gelecekteki dünya düzenine ve dünya siyasetinin kilit problemlerin çözümüne yaklaşımıyla ilkesel olarak örtüşen dost, egemen ve küresel güç ve gelişme merkezleriyle ilişkileri tam kapsamlı derinleştirme” kararlılığı vurgulanıyor. Çin’le küresel, Avrasya ve dünyanın başka yerlerinde “bütün alanlarda karşılıklı fayda getirecek işbirliğinin geliştirilmesi”, Hindistan’la “ayrıcalıklı stratejik ortaklık” öngörülüyor. ŞİÖ’nün “Avrasya’da güvenliğin teminindeki potansiyel ve rolünün güçlendirilmesi”, Büyük Avrasya Ortaklığı temelinde Avrasya Ekonomik Birliği, ŞİÖ ve ASEAN’a dayanan bölgesel çabalar, bir önceki konseptte de dile getirilmişti; bu defa “Avrasya Ekonomik Birliği’nin kalkınma planlarının ve Çin’in ‘tek kuşak tek yol’ inisiyatifinin birleştirilmesi” (Avrasya Ekonomik Birliği yönetiminin değişmez hayaliydi bu) vurgusu, çok dikkat çekici. Si Tsinpin ile bu konuda da görüşüldüğü ve mutabakata varıldığı anlaşılıyor.
Kuzey-Güney koridoru, Kuzey Deniz Yolu, Çin sınırındaki karşılıklı şehirlerin altyapısının geliştirilmesi, enerji ortaklığı, dijital ekonomi, Avrupa-Batı Çin koridorunun altyapısının iyileştirilmesi vb.nin Si-Putin görüşmesinde gündeme geldiği ortak açıklamalardan ve imzalanan belgelerden biliniyor. Ama belgede bunlardan başka Hazar ve Karadeniz bölgesi, Avrasya ekonomik koridorunun geliştirilmesi, “Rusya-Moğolistan-Çin” koridoru da Çin başlığı altında; demek ki iki liderin görüşmesinde bunlar da ele alındı. Gene Çin başlığı altında Afganistan da konu ediliyor: “Afganistan’daki durumun çözüme ulaştırılması, Afganistan’ın içinde yaşayan bütün etnik grupların menfaatlerine denk düşen istikrarlı bir ekonomi ve siyasi sisteme sahip egemen, barışçıl, tarafsız bir devlet olmasına katkı”. Bu, “Afganistan’ın Avrasya işbirliği bölgesine entegrasyon perspektifi” anlamına geliyor.
“Asya-Pasifik bölgesi”, bir diğer altbaşlık. 2016 konseptine göre ciddi bir değişiklik yok; bu bölgedeki faaliyetlerin eksenine ASEAN oturuyor.
“İslam dünyası” altbaşlığının varlığı kadar burada kullanılan kavramlar da girişteki ideolojik çerçeve ile uyumlu. Belge, bir “dost islam devletleri” kategorisi değil ama “dost islam uygarlığı” kategorisi çiziyor ve bu uygarlığın önünde “küresel gelişmenin bağımsız merkezi olma istikametinde geniş perspektifler açıldığını” ileri sürüyor.
“Öncelikli önem” sıralamasında ilk madde, aynı zamanda önem atfedilen ilişkiler sıralaması olarak görülmeli: “İran İslam Cumhuriyeti ile güvene dayalı kapsamlı işbirliğinin geliştirilmesi, Suriye Arap Cumhuriyeti’nin her alanda desteklenmesi, keza Türkiye Cumhuriyeti, Suudi Arabistan Krallığı, Mısır Arap Cumhuriyeti ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın diğer üye devletleriyle, egemenlik ve Rusya Federasyonu’na yönelik yürüttükleri siyasetin yapıcılık derecesini dikkate alarak karşılıklı yarara dayanan çok katmanlı ortaklığın derinleştirilmesi”. İlişkinin derecesini karşı tarafın yaklaşımının tayin edeceği özellikle vurgulanıyor.
Yakındoğu ve Kuzey Afrika’da kapsamlı bir bölgesel güvenlik ve işbirliği mimarisinin inşası da hedefler arasında. Sunulan perspektif bölge devletleri için cazip olabilir: “Rusya, ilgili bütün devletler ve devletlerarası birliklerle, İran Körfezi’nde, Rusya’nın kolektif güvenlik temini Konsept’ini uygulamaya koyma hedefiyle aktif bir işbirliğine niyetlidir ve işbu inisiyatifi, Yakındoğu bölgesinde durumun sürdürülebilir ve kapsamlı bir normalleştirilmesine giden yolda önemli bir adım olarak mülahaza etmektedir.”
İslamofobiyle mücadele, bu altbaşlığın bir diğer konusu. Bizi daha ziyade ilgilendiren ise şu “öncelikli dikkat” konusu: “İslam İşbirliği Örgütü üyesi devletler arasındaki, keza bu devletlerle komşuları arasındaki (öncelikle İran İslam Cumhuriyeti ile Arap ülkeleri arasındaki, Suriye Arap Cumhuriyeti ile komşuları, Arap ülkeleri ve İsrail devletiyle) çelişkilerin yumuşatılması ve ilişkilerin normalizasyonu”. Özellikle Suriye ve İsrail arasındaki “çelişkilerin yumuşatılması ve ilişkilerin normalleştirilmesi” hedefi son derece dikkat çekici, dahası ilk bakışta olmayacak duaya amin demekten de farksız. Özellikle İsrail’deki gelişmeler daha çok önem kazanacak demektir.
Yakındoğu’daki silahlı çatışmaların çözülmesi de “İslam dünyasında” öncelikli dikkat konusu. Keza: “İslam İşbirliği Örgütü üyesi devletlerin iktisadi potansiyelinin Büyük Avrasya Ortaklığı’nın kurulması hedefiyle harekete geçirilmesi” de öyle.
Rusya’nın yeni dış siyaset belgesi – 3: Tehditler ve karşı tedbirler
24 Şubat 2022’den sonra Afrika ülkelerinin Rusya dış siyaseti açısından önemine bu yazı dizisinin ilk bölümlerinde değindim. Belgenin ayrı bir “Afrika” başlığı açmış olması önemi pekiştiriyor. 2016 konseptinde Afrika tek bir maddede ele alınmıştı ve işbirliğinin çerçevesi de Afrika Birliği ve alt-bölgesel örgütler olarak ifade edilmişti. 2023 konsepti böyle bir örgütsel çatı koymuyor, bunun yerine “ilgili Afrika devletlerini” geçiriyor. “Öncelikli dikkat” konuları, bu ülkelerin egemenliğinin ve bağımsızlığının desteklenmesinden başka “enerji güvenliği, askeri ve askeri-teknolojik işbirliği alanlarında” katkıda bulunmak. Temel ilke “Afrika’nın meselelerine Afrika çözümü” diye belirleniyor; bu ilkeye dayanarak etnik ve milli çatışmaların üstesinden gelinmesine katkıda bulunulması öngörülüyor. 2016’daki “Afrika Birliği” vurgusundan başka şimdi “Rusya-Afrika Ortaklık Forumu” çerçevesinde de ikili ve çok taraflı işbirliğinin derinleştirilmesi, keza “devletler ve entegrasyon örgütleriyle, öncelikle de Afrika kıtası serbest ticaret bölgesi, Afrika İhracat-İthalat Bankası ve diğer önde gelen alt-bölgesel örgütlerle” ticari ve yatırım hacminin artırılması, diğer öncelikler arasında. Bu ilişkilerin kurulmasında Avrasya Ekonomik Birliği’nin rol oynayacağı vurgusu, bu birliğe verilen küresel önemi bir kez daha hatırlatıyor. Sağlık, bilim, eğitim, manevi değerlerin savunulması ve inanç hürriyeti de aynı başlıkta vurgulanıyor.
Latin Amerika ve Karaip ülkeleriyle ilişkilerin “pragmatik, ideolojik olmayan ve karşılıklı yarar temelinde” olacağının altı çizilmiş. Bu, Afrika için sunulan perspektifle hemen hemen aynı. Brezilya, Küba, Nikaragua ve Venezuela’nın özellikle anılmış olması önemli.
Belgede (2016 belgesinde olduğu gibi) Antarktika’nın da 1 Aralık 1959 Antarktika Antlaşması çerçevesinde tek maddelik bir altbaşlık yapıldığını belirtelim.
Şimdi, birçok açıdan diğerlerinden daha önemli “vektörlere” bakabiliriz: “Avrupa bölgesi” ve “ABD ve diğer Anglosakson devletleri” altbaşlıklarına.
Aslında bu altbaşlıklar özel ve ayrıntılı olarak incelenmeyi hak ediyor, ama öyle yapmak yerine eksiksiz çevirmekle yetineceğim.
Şöyle:
Avrupa bölgesi
59. Avrupa ülkelerinin çoğunluğu, Rusya’ya karşı, Rusya Federasyonu’nun güvenlik ve egemenliğini tehdit etmeye, tek taraflı iktisadi avantajlar elde etmeye, iç siyasi istikrarı tahrip etmeye ve Rusya’nın geleneksel manevi-ahlaki değerlerini aşındırmaya, Rusya’nın müttefik ve ortaklarıyla işbirliğinin önüne engeller getirmeye yönelik saldırgan bir siyaset izliyorlar. Bu itibarla Rusya Federasyonu şunlara öncelikli dikkat göstererek milli menfaatlerini tutarlı bir şekilde savunmaya niyetlidir:
1) Rusya’nın, müttefiklerin ve ortaklarının güvenlik, toprak bütünlüğü, egemenlik, geleneksel manevi-ahlaki değerlerine ve sosyal-iktisadi gelişmesine yönelik dost olmayan Avrupa devletlerinden, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nden, Avrupa Birliği’nden ve Avrupa Konseyi’nden gelen tehditleri etkisizleştirme ve seviyesini düşürme;
2) Avrupa devletlerinin ve onların birliklerinin dost olmayan eylemlerini önlemek, bu devletlerin ve onların birliklerinin Rusya karşıtı tutumunu (bu kapsamda Rusya’nın iç işlerine karışılmasını da) tamamen reddetmek için, keza bunların Rusya ile uzun vadeli bir iyi komşuluk ve karşılıklı faydaya dayanan işbirliği siyasetine geçmeleri için şartların yaratılması;
3) Avrupa devletleriyle, Rusya’nın, müttefiklerinin ve ortaklarının güvenli, egemen ve sürekli bir gelişmesini, Avrasya’nın Avrupa kısmında kalıcı bir barışı sağlamaya imkân veren yeni bir birlikte yaşama modelinin, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı dahil çok taraflı formatların potansiyelini de hesaba katarak oluşturulması;
60. Avrupa devletleriyle yeni bir birlikte yaşama modelinin oluşturulması için objektif önşartlar, coğrafi yakınlık, Avrasya’nın Avrupa kısmındaki halklar ve devletlerin tarih boyunca hasıl olmuş derin kültürel-insani ve iktisadi bağlarıdır. Rusya’nın Avrupa devletleriyle ilişkilerini normalleştirmesini güçleştiren başlıca faktör, ABD ve onun muhtelif müttefiklerinin, Rusya ekonomisinin rekabet kabiliyetini zayıflatmak ve tahrip etmek, Avrupa devletlerinin egemenliğini sınırlamak, ABD’nin küresel hâkimiyetini sağlamak hedefiyle yürüttüğü, bölücü çizgiler çekme ve bunları derinleştirmeye yönelik stratejik tutumudur.
61. Rusya ile barış içinde birlikte yaşamanın ve karşılıklı yarara ve eşit haklara dayanan işbirliğinin alternatifinin olmadığının Avrupa devletleri tarafından kavranması, bunların dış siyasette bağımsızlık seviyesinin yükselmesi ve Rusya Federasyonu ile iyi komşuluk ilişkilerine geçmeleri, Avrupa bölgesinin güvenlik ve refahında karşılık bulacak, Avrupa devletlerinin Büyük Avrasya Ortaklığı’nda ve çok kutuplu dünyada layık oldukları yeri almasına yardımcı olacaktır.
ABD ve diğer Anglosakson devletleri
62. Rusya’nın ABD’ye yönelik tutumu, bu devletin küresel gelişmenin nüfuzlu egemen merkezlerinden biri ve aynı zamanda kolektif batının saldırgan Rusya karşıtı siyasetinin başlıca esinleyicisi, örgütçüsü ve uygulayıcısı, Rusya Federasyonu’nun güvenliği, uluslararası barış, insanlığın dengeli, adil ve kesintisiz gelişmesi için temel risklerin kaynağı olarak oynadığı rolü hesaba katan, kombine bir nitelik taşımaktadır.
63. Rusya Federasyonu, ABD’nin en büyük nükleer güçlerden biri oluşunu, stratejik istikrar ve bütün olarak uluslararası güvenliğin durumuna yönelik özel sorumluluğunu dikkate alarak stratejik paritenin korunmasına, ABD ile barış içinde birlikte yaşanmasına, Rusya ile ABD arasında menfaatler dengesi tesis edilmesine ilgi göstermektedir. Rusya ve ABD arasında bu modelde ilişkilerin meydana getirilmesi, ABD’nin kuvvet hâkimiyeti siyasetinden vazgeçmesine ve Rusya karşıtı tutumunu Rusya ile egemen eşitlik, karşılıklı yarar ve birbirinin menfaatlerine saygı prensiplerine dayanan bir işbirliği temelinde gözden geçirmesine bağlı olacaktır.
64. Rusya Federasyonu, diğer Anglosakson devletlerle ilişkilerini, bunların Rusya’ya karşı dostça olmayan tutumlarından vazgeçmeye ve Rusya’nın meşru menfaatlerine saygı göstermeye hazır oluşlarına bağlı olarak kurmaya niyetlidir.
İlginizi Çekebilir
-
İran’ın Gazze savaşına doğrudan dahil olmamasının 7 nedeni
-
FT: AB’nin Ukrayna’ya 50 milyar avroluk yardımı bütçe anlaşmazlıkları nedeniyle tehlikeye girdi
-
Kiev Belediye Başkanı Kliçko: Zelenskiy ülkeyi otoriterliğe sürüklüyor
-
Avrupa sağı Floransa’da buluştu: Birlik sağlanamadı
-
NATO Genel Sekreteri’nden uyarı: Ukrayna’dan gelecek kötü haberlere hazır olun
-
İsviçre, Rusya’nın toplamda 8,8 milyar dolar değerinde varlığını dondurdu

2008 krizinden itibaren dünya büyük bir buhranın içinden geçiyor. Yaşanan ekonomik krizler hızla siyasi ve kültürel krizlerin doğmasına neden oldu. Son olarak Ukrayna ile Rusya arasında başlayan savaşın bütün dünyayı etkisi altına almasıyla, yaşamakta olduğumuz bu krizler kristalleşerek elle tutulur hale geldi.
Farklı politik görüşe sahip birçok saygın düşünür, içinde bulunduğumuz durumun, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemle benzerliklerinin altını çiziyor.
Yüz yıl öncesinde olduğu gibi, büyük ekonomik buhran derin eşitsizlikler doğurmaktadır. Parlamentolar yüz yıl önce olduğu gibi işlevsiz, hiçbir toplumsal soruna çözüm üretemeyen köhnemiş kurumlara çoktan dönüştü. Var olan yasalar bizzat yasa korucular tarafından iğdiş edilmekte, olağanüstü hal koşulları olağan haline gelmekte, anayasalar askıya alınmaktadır.
Yarım asırlık neoliberalizm sonrası, sosyal devletin kazanımlarının adım adım kaybedilmesiyle eşitsizlik, Batı kapitalizminin ışıltılı şehirlerinde tüm çıplaklığıyla yeniden görünüyor. İşsizlik vebası yeniden hortlayarak önlenemeyen göçmen kriziyle iç içe geçiyor.
Başta Fransa’da Sarı Yelekliler hareketi olmak üzere, dünyanın birçok şehrinde halk hareketi tsunami dalgası gibi toplumsal kurumları sadece aşındırıp geri çekilmekte, öte yandan çözüme kavuşturulamayan tüm krizlere tepki olarak aşırı sağ hareketler yükselmektedir.
Neoliberal iktisatçılar dahi, kapitalizmin yüz yıl önceki gibi yapısal bir kriz içinde olduğunu, derin eşitsizliklerin kapitalizmin temellerini sarstığını kabul etmektedir.
Yüz yıl önceki tüm benzerliklere rağmen, bugünü geçmişten ayıran en belirgin özellik, yaşanan krizin ekonomik ve sosyal analizi yapılırken kullanılan kavramların değişmesidir.
Yüz yıl önce toplumsal analizin başat kavramları olan ‘burjuvazi’ ve ‘burjuva toplumu’ artık sosyal bilimlerin dilinden sökülüp atılmıştır.
Yüz yıl önce Simmel, Weber, Sombart, Schumpeter gibi farklı görüşlere sahip sosyal bilimciler kapitalizmin eleştirisini, burjuva sınıfı ve burjuva toplumuyla birlikte ele almışlardı. Kapitalizm ve burjuvazi, aynı toplumsal gerçeğin iki yüzüydü.
Bugün ‘sol’ eğilimli, kendini ‘sosyalist’ olarak tanımlayan, kapitalizme ciddi eleştiriler yönelten iktisatçılar bile burjuva kavramını kullanmamaktadır. Peki neden?
Putlaştırılan Orta Sınıf
2008 krizinden beş yıl sonra yayımladığı 21. Yüzyılda Kapital kitabıyla tüm dünyada ses getiren Thomas Piketty bu iktisatçıların başında gelir.
Kapitalizmin tarihindeki eşitsizliklerin seyrini kapsamlı verilerle inceleyen ve çıkardığı politik sonuçlarla Avrupa sol partilerinin ekonomik programını etkileyen Piketty de burjuva kavramına analizlerinde yer vermez.
21. Yüzyılda Kapital eserinde, toplumsal sınıfları tanımlarken neden ‘burjuvazi’ yerine ‘orta sınıfı’ tercih ettiğini bir anlamda belirtir:
“Kullanılan ‘halk sınıfı’ (en alt %50’lik kesim), ‘orta sınıf’ (%50’lik alt kesimle %10’luk üst kesim arasında kalan %40’lık kesim) ve ‘üst sınıf’ (en üst %10’luk kesim) isimlerinin tamamen keyfi ve tartışmaya açık terimler olduğunu belirtelim. Bunları sadece açıklayıcı olması, somut bir fikir vermesi açısından kullanıyoruz, ancak gerçekte analizimiz açısından bu terimlerin pratik bir işlevi yoktur.”[1]
“Keyfi” ve “pratik işlevi yok”! Fransız akademisyenlerin metot konusundaki takıntı düzeyindeki titizliği göz önüne bulundurulunca oldukça çarpıcı bir durum.
Devamında bu kavramsal tercihlerin aslında politik bir tutumu yansıttığını da söyler:
“Kamusal tartışma alanında bu tür terminolojik sorunlar asla önemsiz diye geçiştirilemez: Bu konularda tarafların verdikleri kararlar, genellikle şu veya bu grubun gelir ve servet seviyelerinin gerekçelendirilmesine ve meşrulaştırılmasına yönelik örtülü ya da açık tavırları yansıtır.”[2]
İlginç şekilde kavramsal tercihin pratik işlevi yok derken Piketty, bir cümle sonra bu tercihlerin politik tavrı yansıttığını ifade etmektedir.
Kendi çelişkilerinin üzerini hızla örtmek için Piketty, “Amacımız burada dil ve sözlük bekçiliği yapmak değildir. Bu isimlendirmeler konusunda herkes hem haklı hem de haksızdır. Herkes kendi kullandığı terimleri seçmekte haklı, ama başkalarının seçtiklerine burun kıvırmakta haksızdır. ‘Orta sınıf’ (orta %40’ı) tanımımız da tartışmaya açıktır”[3] diyerek eleştirilere set çeker.
Orta sınıf kavramı tartışmaya açıktır ancak bu kavramı kullandığı için kimse Piketty’i eleştiremez. Herkesin dilediği kavramı kullanabileceği ve kimsenin kimseyi eleştiremeyeceği ‘demokratik bilim’ kültürü!
‘Utangaç sosyalist’ Piketty, evrenselliği reddeden postmodern bilim anlayışını savunarak bir yerde, neoliberal cenahtan gelebilecek eleştirilere karşı kendini savunmak istemektedir. Neoliberallerin de sosyalistlerin de haklı olduğu bir kapitalizm tartışması!
Gizlenen Burjuvazi
2019 yılında yayımladığı Kapital ve İdeoloji eserinde Piketty bir önceki çalışmasını tarihsel olarak derinleştirip başka ülkeleri de kapsayacak şekilde genişletir. Metodunu ve kavramsal tercihlerini ise devam ettirir. Bu kitabında da burjuvazi kavramına yer vermez.
Çarpıcı olan, Piketty’in her iki kitabında da geçen ‘burjuvazi’ sözcüğünü, sadece geçmişteki toplumsal tarihi anlatırken kullanmasıdır ki bunlar da çoğunlukla 18. ve 19. yüzyıldaki Avrupa romanlarına yaptığı atıflarda yer almaktadır.
Piketty’in tarihsel anlatısında burjuvazi, günümüze yaklaştıkça ismi silinir, duyulmaz olur. Tıpkı aristokrasi, soyluluk gibi geçmişte kalmış, tarihe karışmış bugün var olmayan bir toplumsal sınıfı ifade eder.
Burjuvazi yerine ikame olarak ‘mülk sahipleri’ (les sociétés de propriétaires) kavramını kullanır fakat, bu kavramda da mülk sahibinin kimliği belirsizdir. Mülk sahibinin soylu mu, aristokrat mı yoksa burjuva mı olduğunun altı çizilmez. Mülkiyetin farklı biçimlerinin toplumsal ilişkileri doğrudan belirlediği gerçeğini görmezden gelir.
21. Yüzyılda Kapital eserinde, orta sınıf kavramının ağırlığı hissedilirken ‘mülk sahipleri’ kavramına da kitabın sonlarına doğru yer verilmektedir. Kapital ve İdeoloji’de ise ‘mülk sahipleri’ kavramına daha fazla ağırlık verilir.
Diğer yandan Kapital ve İdeoloji eseri, önceki kitabına göre politik tavrını çok daha fazla ortaya koyar. Piketty, kitabının hemen başında “Her toplum eşitsizlikleri meşrulaştırmak zorundadır. Buna gerekçeler bulmak gerekir, yoksa bütün politik ve sosyal yapı çökme tehdidiyle karşı karşıya kalır” [4] diyerek kapitalizmde var olan eşitsizliklerin devam edebilmesinde ideolojinin öneminin altını çizer. Klasik politik ekonomi geleneğindeki gibi ideolojiyi ciddiye alır.
Piketty “her eşitsizlikçi rejimin, her eşitsizlik ideolojisinin bir hudut teorisine ve bir mülkiyet teorisine dayandığını söyleyebiliriz”[5] der ancak bu ideolojinin ne olduğunu tanımlamaktan geri durur. Hangi sınıfın ideolojisi ve mülkiyet teorisi olduğu sorusu cevapsız kalır. İdeolojiyi “mülkiyetçi ve liyakatçi büyük anlatı”[6] gibi muğlak biçimde tanımlayıp karikatüre dönüştürmektedir.
Piketty bin sayfaya yakın uzunluktaki kitabında, bugünkü mülkiyet ve gelir eşitsizliğini ‘burjuva’ ideolojisiyle, burjuva mülkiyet teorisiyle meşrulaştırdığı gibi en basit gerçeği dile getirmekten imtina eder.
Şüphesiz Piketty, kapitalizmi bir üretim biçimi ve ilişkileri olarak incelemez. Bundan dolayı, sürekli eşitsizlikler üreten kapitalist sistemin yapısal işleyişi yerine sadece bölüşüm ve paylaşım sorununa dikkat çeker. Piketty’e göre, sorun sistemin kendisi değildir, zenginliğin bölüşümünü daha adil kılacak kurumsal ve yasal düzenleme eksiklikleridir.
Piketty bu bölüşümün “… politik- ideolojik güç ilişkilerinden hareketle meydana geldiğini”[7] söylerken yine kimler arasında, hangi sınıflar arasında bölüşüm kavgası verildiğini söylemez. Ne burjuvazinin ne isçi sınıfının adı zikredilir.
Öyleyse Piketty, burjuvazi yerine orta sınıf; burjuva toplumu yerine sivil toplum kavramlarını kullanarak neyi meşrulaştırmaktadır?
Reinhart Kosselleck Kavramların Tarihi kitabında, kavramların “ bilinçli olarak bir silah gibi konuşlandırıldığını” söyler. Piketty de orta sınıf kavramını kullanarak, bugünkü büyük krizin sorumlusu olarak eleştiri silahının burjuvaziye yönelmesini engeller. Bütün eşitsizliklere neden olan, toplumsal zenginliğin büyük kısmını elinde tutan bir burjuva sınıfı yokmuş gibi, krizin faili gizlenir.
Bernand Groethuysen, 1927 tarihinde yayımladığı Origines de l’esprit bourgeois en France (Fransa’da Burjuva Ruhunun Kökleri) kitabında çarpıcı bir öngörüde bulunur: “Burjuvazinin neden kendi ismiyle çağrılmaktan hoşlanmadığını anlamakta güçlük çekiyorum. Krallara kral denir, rahiplere rahip ve şövalyelere şövalye denir. Fakat burjuvazi, takma isminin kullanılmasını istiyor”[8]
Yüz yıl önceki ekonomik ve siyasi krizlere neden olan, insanlığı yıkıma götüren savaşı başlatan burjuvazi, işte bu orta sınıf takma adını kullanarak, suçlarından sıyrılmayı amaçlamıştı. Burjuvazi tüm bu yaşananlardan sorumlu tutulamazdı, çünkü kendisi her şeyden habersiz toplumun ortasında durmaktaydı..
Piketty gibi sol eğilimli düşünürler sayesinde, burjuvazi kendisini gizlemeyi başardı. Burjuvazinin gizlenmesiyle kapitalizmin eleştirileri hedefi ıskalamaya, soyut kalmaya mahkum hale geldi.
Kapitalizmin eleştirilerinin, başka ekonomik ve toplumsal sistemleri gündeme getirebilmesi, yeni politik seçeneklerin açığa çıkabilmesi, daha adil ve eşitlikçi tasavvurları hayal edilebilmesi için, bu eleştirilerin silahının burjuvaziye yönelmesi gerekmektedir.
[1] Thomas Piketty, Yirmi Birinci Yüzyilda Kapital, sy 266
[2] Piketty, sy 266
[3] Piketty, sy 267
[4] Kapital ve ideoloji, sy 1
[5] Kapital ve ideoloji, sy 4
[6] Kapital ve ideoloji sy 1
[7] Kapital ve ideoloji sy 6
[8] bkz. Franco Moretti, Burjuva, sy 16

Her savunma savaşı uzatmalı savaş değildir; ama saldırı savaşı kesin bir sonuç almayı hedeflerken savunma savaşı hasmı bunu geciktirmeye çalıştığı için uzatmalı savaşa meyleder. Savunma savaşı tabiatı gereği savaşın negatif biçimidir. “… direniş hasmın tasarısından vazgeçmek zorunda kalacağı kadar miktarda kuvvetlerini yok etme faaliyetidir. … bu suretle saf direniş ilkesini ihtiva eden bu negatif görev aynı zamanda uzatmalı mücadelede hasım üzerinde üstünlük kazanmanın yani onu yıpratmanın tabii vasıtasıdır.” (Clausewitz s. 66.) Bu, savunma savaşının üstünlüğüdür; veya savaşın negatif biçiminin pozitif biçimi üzerinde üstünlüğüdür. Ancak savunma savaşı en mükemmel durumda bile mutlak bir üstünlük kazandırmaz. Maddi ve manevi bütün güç halktan doğar; uzatmalı savaş, en çok da uzatmalı savunma savaşı maddi gücü tüketir, manevi gücü yıpratır.
Savaş için gerekli maddi gücü pek çok imkânsızlığa rağmen dış destekle elde etmeyi başaran Filistin açısından uzatmalı savaşın ve en genelde onyıllara yayılan mücadelenin başlıca tehlikesi savaş yorgunluğudur. Filistin’in üçüncü savaşındaki yenilginin, yani Oslo bozgununun ardından uzun süreli göreli sessizlik döneminin altında bu yatar; Filistin halkı bitmeyen savaşların ardından olana ve olma ihtimaline razı gelmiştir. Bir önceki dönemin (birinci intifada) öfke patlaması, bozgunun ardından hızla ortaya çıkan savaş yorgunluğuna engel olmamış, tam tersine yorgunluğu katlamıştır. “… barışın imzalanması ile, için için yanmaya devam edebilecek pek çok kıvılcım her defasında söner, her iki tarafın da gerilimi zayıflar, çünkü barışa meyilli bütün akımlar (ve bunlar her millette ve her zaman epey çoktur) direniş hattından kesin olarak uzaklaşırlar.” (Clausewitz s. 68.) Aynı şey daha kadim bir formülasyonla da ifade edilebilir: “Savaş zaferi sever ve süregitmeyi sevmez.” (Sun Tzu 2:14.)
Böylece bir kez daha iç siyasete, sosyal dokuya, yani sınıf kompozisyonuna dönüyoruz. Çünkü: “Savaş sadece siyasetin devamı değildir, siyasetin özeti, siyaset öğrenimidir.” (Lenin c. 39 s. 406.)
Özellikle savunmadaki taraf için iç siyaset savaşın gidişatında çok daha tayin edici olabilir. İçerideki bütün sınıf karşıtlıkları, çatışmaları, gerilimleri bu gidişatta doğrudan hissedilir. Savunmadaki tarafın içerideki durumdan daha fazla etkilenmesinin nedeni şudur: savunma askeri açıdan daha güçlü bir yol olmasına rağmen siyasi açıdan daha zayıf bir ortam yaratır, çünkü savunmanın biçimini düşmanın saldırısı tayin eder; savunmadaki tarafın iradesi şimdi tamamen düşmanın iradesine bağlıdır. Bununla birlikte savunma içerideki sınıf mücadelesine karşı daha kırılgan olsa bile bu mücadeleyi gizleme potansiyeli de taşır. Özellikle milli savaşlarda böyle olur. Dolayısıyla bu dezavantajı bertaraf etmek ve bu avantajdan yararlanmak için savunmadaki tarafın siyasi iradesi saldıran tarafa göre daha güçlü olmak zorundadır.
Savaşan taraflar arasındaki saldırı-savunma dengesi değiştikçe bu ortam da değişir; bir önceki aşamada savunmada olan tarafın içerideki sınıf mücadelesinde bütün avantaj ve dezavantajları şimdi savunmada bulunan tarafa geçer. Milli mücadelelerde paradoksal bir şekilde savunmadaki tarafın bütün sınıf ve tabakalarının kenetlenme potansiyeli artar; ama bu sınıf ve tabakalar arasındaki sınıfsal ayrımlar da aynı şekilde keskinleşir. Uzatmalı bir savaşta siyasi irade onları göğüsleyecek kadar muhkem değilse bu ayrımlar savunmadaki taraf için yıkıcı olur.
Diğer yandan savunma savaşı uzadıkça ayrımlar keskinleşir, siyasi irade hâkimiyetini kaybetmeye başlar. Savaş yorgunluğundaki tırmanışı yukarıda görmüştük, buna paralel olarak ihanet de yaygınlaşır. İhanet can korkusuyla düşmana sığınan eski savaşçıların tekil örneklerinden ibaret değildir; esasen bir sınıf tavrıdır. Savunmadaki tarafta hain sayısının saldıran tarafa göre çok daha fazla olmasının nedeni budur. İhanete daha açık olan sınıfların başında savaş uzadıkça maddi menfaatlerini kaybedecek olanlar gelir. “Bu iki kuvvet [emperyalizm ve hâkim burjuvazi] birbirini öldürecek, güçsüz bırakacak, kalabalığın eline koz verecek şekilde savaşmazlar.” [Şeriati s. 15] Ama sadece bu da değil; toplumun gözeneklerinde yaşayan lümpen proletarya da ihanet potansiyeli taşır. Bu gözenekler genişledikçe, yani lümpen proletarya büyüdükçe serseri unsurlar direnişe daha sık sızar.
Lümpen proletarya bütün savunma savaşlarında özel bir önem taşır.
Lümpen proletaryanın uzatmalı savunma savaşlarındaki etkisi ihanet potansiyelinin katlanmasından ibaret değildir; bu etki, ikinci bölümde de vurguladığım gibi, askercil psikolojinin siyasetin önüne geçmesiyle de karşımıza çıkar.
Uzatmalı savaş veren toplumlarda lümpen proletarya gitgide artan bir sosyal ağırlık kazanır. Kaçınılmazdır bu, çünkü sürekli savunma durumu bunun imkânları olduğunda bile devletin (yani belli bir hukuk düzeninin) işleyişini engeller; sosyal adaletsizlik ve sefalet derinleşir, meşru ilişki biçimleri daralacağından gayrimeşru ilişkiler ağı genişler, toplumun gözeneklerinde yaşayan insanların sayısı muazzam bir artış gösterir. Bu genel durum toplumun diğer kesimleri üzerinde de yıkıcı bir moral etkide bulunur.
Lümpen proletarya gözeneklerde yaşadığı için diğer sınıflar gibi sınıf bağları geliştiremez, belli bir sosyal kimlik oluşturamaz. İşçi sınıfı azami seviyede atomize edildiğinde bile sınıfsal kimliğini az çok korumayı başarır veya doğru bir önderlik bu bağların yeniden kurulmasını sağlayabilir, oysa lümpen proletarya bireylerden oluşur. Bu, güç dengesinin savunmadaki taraf için son derece zayıf olduğu uzatmalı savunma savaşlarında zaten yaygın olan şiddet fetişizmini derinleştirir.
Siyasi önderliğin zayıf olduğu mücadelelerde askercil psikolojiyle şiddet fetişizmi sarmala dönüşür. Böylece siyaset tayin edici rolünü tamamen kaybeder, şiddet yüceltilir; zira (bu fetişizmin en mükemmel ideologu olarak Fanon’un sözleriyle): “… şiddet kusursuz bir meditasyon olarak görülebilir. Sömürgeleştirilmiş insan şiddette ve şiddet aracılığıyla özgürleşir. Bu praksis militanı aydınlatır, çünkü ona araçları ve amacı gösterir.” (Fanon s. 89) Bu sözler sadece şiddetin şiddeti doğurduğu tespiti değildir; bu aynı zamanda şiddetin özgürleşme aracı olarak gösterilmesidir: “Şiddet bireysel düzeyde temizleyici bir güçtür. Sömürge insanını aşağılık kompleksinden, umutsuzluk ve pasiflikten kurtarır, ona cesaretini ve özgüvenini yeniden kazandırır.” (Fanon s. 98) Savaşın kutsanmasına çok sık rastlanır, edebiyatta da bulunur böyle örnekler. Mesela olanca bireyciliğiyle Dostoyevski ortak bir şiddet eyleminde, savaşta bireysel, ilahi kurtuluş vazediyordu: “Her ne olursa olsun tek bir kurtuluş yoktur dünyada; bazen savaştadır bu.” (Dostoyevski s. 116.) Ama insanın bireysel kurtuluşu için bireysel şiddetin kutsanması tamamen farklı bir anlayıştır.
Böylece örgütlenen tekil şiddet eylemlerinin hedefinin ne olduğu önemini giderek kaybeder; “sömürgeciye” karşı her tür şiddet eylemi meşru kabul edilir. Ancak sömürgeci, bir sömürge sisteminin yürütücülerinden (şirketlerden, kolluk gücünden, vb.) ibaret değildir. Onlar doğrudan faillerdir, ama sömürgeci halk da doğrudan yahut dolaylı rızasıyla sömürgeci şiddetin failidir. Dolayısıyla “sömürge insanının” şiddeti onu da hedefler.
Bu şiddet fetişizmi teorisinde “sömürge insanı” bütün sömürge halkı değildir; bu, şiddeti örgütleyen bireydir. Onun örgütlediği tekil şiddet de sadece sömürgenin kurtuluş hedefine erişmek için zaruri bir vasıta değildir; aynı zamanda şiddeti uygulayanın bireysel kurtuluş vasıtasıdır.
Fanon’un şiddet fetişizmi dindışı bir kaynaktan akar; çokça tanık olduğumuz sünni islamcı şiddet fetişizmi ise nitelik olarak bundan çok farklı olmamakla kalmaz, ama çok daha yıkıcı olabilir; çünkü şiddeti örgütleyen, gerçekleştiren islamcı, bu şiddet eyleminin sonunda zarar görenlerin, yani “sömürgeci halkın” (kâfirlerin, dinsizlerin, haçlıların, vb.) zaten suçlu olduğu ön-kabulünden başka şuna da inanır: şiddet eyleminin kime ne zarar vereceğinin pek önemi yoktur; eğer kâfirse zaten cennete, müminse de zaten cehenneme gidecek.
GÖRÜŞ
ABD’deki Çin takıntısı ve Xi’nin Amerika şovu
Yayınlanma
2 gün önce03/12/2023
Yazar
Ceyda Karan
Biden yönetimi; 21. yüzyıldaki büyük güç mücadelesinde ‘Ukrayna projesinin’ başarısızlığıyla yüzleşirken, iyi niyetli uzmanların ABD’nin ‘çok kutuplu dünyada geri vitese takmak zorunda kalacağı’ analizlerini zorlamaya devam ediyor. ABD; en büyük hegemonik güç olarak Rusya Federasyonunu alt edememişken, askeri, siyasi ve ekonomik üstünlüğünü yitirme halinin adeta takıntılı ana teması Çin Halk Cumhuriyeti.
Örneğin, artık Batılı analistlerin de Rusya’ya açılan savaşın yitirilmekte olduğunu teslim ettikleri bir aşamada, 20 Kasım’da Kiev’e giden ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, hızını alamadı. ‘Rusya’nın Ukrayna’da başarılı olması halinde Çin’in Hint-Pasifik’teki topraklarını genişletmek için askeri güç kullanma konusunda cesaretleneceğini’ iddia etti.
Başkan Joe Biden da, 18 Ekim’de İsrail dönüşünde ‘Gazze temalı’ Ulusa Sesleniş konuşmasında mevzuyu ‘ana temaya’ bağlamıştı. ABD Kongresi’ni İsrail ve Ukrayna’ya askeri yardım için ‘kesenin ağzını açmaya’ ikna etmek için “Avrupa’nın ötesinde, müttefiklerimizin ve belki de en önemlisi rakiplerimizin ve hasımlarımızın bizi izlediğini biliyoruz” demişti. Bakanları yaz boyu kendisine Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’le görüşme ayarlamaya uğraşmışken o, ‘Çatışma ve kaos riski dünyanın Ortadoğu gibi diğer bölgelerine ve asıl önemlisi Hint Pasifik’e yayılabilir’ diyordu. Başka harcamalarla birlikte 106 milyar dolar lazımdı. Nitekim Kongre’nden Kiev için 61.4, İsrail için 14.3 milyar doların yanı sıra, Tayvan için de 2 milyar dolar askeri yardım ile yine Çin’e karşı Hint-Pasifik nüfuzuna harcanacak 4 milyar dolar daha talep etti.
UKRAYNA, İSRAİL, TAYVAN…
Ukrayna, İsrail ve Tayvan dünyanın farklı bölgelerinde ideolojik ve tarihsel bağlamda alakasız meseleler. Amerikalılar için, hayatlarına olumlu etkisi tartışmalı kavgaların faturaları. Elitleri için öyle değil. Yine de Biden’ın işleri yolunda gitmiyor. Normalde Amerikan militarist maceralarını kolaylaştıran Kongre’deki iki partili birlik halinin ifadesi olan ‘savaş partisi’, iç siyasi çıkar kavgaları eşliğinde tekliyor. 2024 başkanlık yarışı da kızışırken ‘ana temayı’ mevkidaşlarına Senato’daki Demokrat çoğunluğun Başkanı Chuck Schumer bir mektupla anımsattı:
“Tamamlamamız gereken en önemli görevlerden biri, hem bizim hem de Ukrayna, İsrail ve Hint-Pasifik bölgesindeki dost ve ortaklarımızın, düşmanlarımız ve rakiplerimizle yüzleşmek ve onları caydırmak için gerekli askeri kabiliyetlere sahip olmasını sağlayacak bir finansman tasarısını ele almak ve geçirmektir.”
Bu inatçı savaşçı irade, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 6 yıl sonra ilk kez Amerikan topraklarını ziyaretini engellemedi. Bu durum ABD ile diplomasiden sonuç alınamayacağını deneyimlemiş Çin liderinin yine de gitmiş olmasını daha ilginç kılıyor.
Xi, 14-16 Kasım’da Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi vesilesiyle San Francisco kentine gitti. Biden ile bir yıl önce Bali’deki G-20 zirvesinden sonra ikinci kez görüştü. 2012’de iktidara geldikten sonra ABD’yi 6 kez ziyaret etmişti. Sadece bir kere, Obama döneminde 2015’te devlet ziyareti gerçekleştirdi. En son 2017’de Florida Mar-e-Lago’da Trump’la buluşmuştu. Sonrasında pandemi ve gümrük savaşları ABD-Çin ilişkilerini belirledi. Pekin Trump’tan kurtulmaktan memnun da kalmıştı ama Biden ile fark etmeyeceği 2021 baharında anlaşılmıştı.
TAYVAN ÜZERİNDEN ISITILAN GERİLİM
ABD’nin Demokrat Başkanı, dış politikada hasımlarına diplomasi adabının dışına çıkarak ‘katil’, ‘diktatör’ gibi yakıştırmalar yapmaktan sakınmayan isimlerden. 2021’de işe Rusya lideri Putin’le başlamıştı. Xi ile sürdürdü.
Malum ‘insan hakları’ ve ‘demokrasi’ ABD dış politikasının araçları. Nüfus ve refah artışı içindeki Uygurlar üzerinden ‘soykırım’ iddiaları ve siyasal İslamcı ajanda çok uluslu Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı öteden beri gözde tema. Buna Hong Kong’u iade edileli beri ‘İngilizleşmek arzusundaki Çinli’ yaratmaya soyunmuş müttefik Britanya ile oluşturulan dosya eklenebilir. Fakat Trump’ın gümrük duvarları ile başlattığı ticaret savaşını teknoloji temelinde Tayvan’la pekiştirmek Biden’a düştü. Çok daha tehlikeli biçimde. ‘Tek Çin’ ilkesi ve ‘Üç ortak bildirinin’ altını inceden inceye oyarak.
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın, Mart 2021’de Alaska’da Çinli mevkidaşlarıyla ilk buluşmasında genel edasına yansıyan üstünlükçülüğü, Çin dış politika ekibine toslamıştı. Wang Yi, beklenmedik sertlikte sınır çekmişti. 2021 Ağustos’unda dönemin ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi, ‘korsan Tayvan ziyareti’ ile meydan okudu. Biden ‘engelleyememişti’. Çinliler burunlarının dibindeki Tayvan adasını askeri ablukaya alarak yanıt verirken, ABD ile askeri diyaloğu kestiler.
Biden’ın ‘Tek Çin’ ilkesinin altını oyarken öne çıkardığı Tayvan dosyası ‘çifte kullanımlı’. Bir yanı Güney Çin Denizi’ndeki hakimiyet ve Çin’i çevreleme, diğer yanı hassas çip teknolojisi. Dünyanın fabrikası Çin’in teknolojiden men edilmesi arzusu Biden’ın Tayvan’ın en büyük şirketine Amerikan topraklarını açarak yürüttüğü teşvik stratejisiyle birleşmişti.
BALİ, SAN FRANCISCO VE TEKRARLAYAN İKİ SUNUM
Ne ki ABD’nin NATO üzerinden Rusya’ya karşı askeri, siyasi ve tecrit politikaları teklerken ‘büyük güç mücadelesinin’ zorlayıcılığı ve ABD’nin kapitalizminin, kendine has ‘üretim modeliyle’ Çin ile ekonomik bağları Biden yönetimini gemledi. Biden ile Xi, 2022 Kasım’ında Bali’deki G-20 zirvesi vesilesiyle görüştü. Gerilimin kısmen yatıştığını düşünenler, resmi devlet sunumlarındaki (readout) büyük farklılığa bakmadılar.
Çin tarafının sunumunda, Xi’nin ‘çok ciddiye aldığı’ belirtilen ‘Biden’ın vurguladığı 5 Hayır’, yani taahhüt yer aldı; ‘ABD yeni Soğuk Savaş arayışında değil, Çin’e karşı ittifaklarını canlandırmaya çalışmamakta, Çin’in siyasi sistemini değiştirme peşinde değil, Tayvan’ın bağımsızlığını desteklememekte, Çin’i çevrelemek ve çatışmak peşinde değil’. (http://ws.china-embassy.gov.cn/eng/xwdt/202211/t20221116_10975995.htm )
ABD tarafının sunumunda hiçbiri yoktu. Bildik ‘rekabetin çatışmaya dönüşmemesi, iletişim hatlarını açık tutmak’ gereği yer alırken, ‘Tek Çin’ atfı ‘statükonun tek taraflı değiştirilmemesi’ vurgusuyla ve Çin’in ‘saldırgan tavırlarına yönelik itiraz’ eşliğinde yazıldı. ‘Sincan, Tibet, Hong Kong ve insan hakları endişelerinin’ altının çizildi. (https://www.whitehouse.gov/briefing-room/statements-releases/2022/11/14/readout-of-president-joe-bidens-meeting-with-president-xi-jinping-of-the-peoples-republic-of-china/ )
İklim gibi konularda diyalog başlıkları açılan Bali zirvesinin ardından şubatta Antony Blinken Pekin’de beklenirken, Amerikan semalarında sürüklenen meteoroloji balonu üzerinden ‘casus Çin balonu’ krizi çıkarıldı. Biden’ın talimatıyla malum balonun ötesinde Amerikan üniversitelerinin birkaç yüz dolarlık deneyleri bile hedef oldu. Amerikan halkı gökte ‘Çinli aradı’! Pentagon ancak haziranda kısa bir açıklama ile casus balon filan olmadığını teslim ettiğinde, haber değeri biçen pek çıkmadı.
ABD ordusu artık, Tayvan’a yeni askeri yardım paketleri açılıp Hint-Pasifik ittifakları pekiştirilirken, Çin ordusuyla konuşamamaktan şikayetçiydi. Dönemin savunma bakanını yaptırım listesindeyse, ne olmuş! Yine de diplomasi çarkı döndü, Blinken nihayet geçen haziranda Pekin’de ağırlandı. Onu, Amerikan tahvillerinin derdindeki Hazine Bakanı Jannet Yellen ve diğer yetkililer izledi. Temmuz sonunda ABD dış politikasının önde gelen ismi Henry Kissinger Xi tarafından ‘el üstünde’ ağırlandı. Tabii bu arada Elon Musk’tan Tim Cook’a iş alemini ve ekim sonunda Pekin’e giden California valisi Gavin Newsom’ı anlamak lazım. Nihayet Vang Yi ekim sonunda Washington’a gitti. Yine de Çin liderinin APEC zirvesine katılımı ve Biden ile görüşmesi netleşmemişti.
Xİ KÜRESEL TOPLUMA HİTAP ETTİ
Ama gitti. 14-16 Kasım’da San Francisco’daki APEC zirvesine katıldı ve 15 Kasım’da Biden’la ikinci kez görüştü. 4 saatlik heyetler arası görüşmenin özü ‘2. Bali’. Çin sunumunda Biden’ın Bali’deki taahhütleri yine teyit ettiği yer alırken, Amerikan sunumunda yoktu. Besbelli ki Biden sarf ettiyse bile ABD kamuoyuna mal olmasını istemiyordu.
Üstüne bir de gaf geldi. Haziranda bakanı Blinken’ın Pekin temaslarından bir gün sonra Xi için ‘diktatör’ demiş olan Biden, San Francisco’daki görüşmenin ardından bir soru üzerine ‘diktatör’ söylemini tekrarladı. Blinken’in bezgin ifadesi kameralara yakalanırken, “Bizimkinden tamamen farklı olan komünist bir ülkeyi yöneten bir adam olması anlamında o bir diktatör” diye kıvırmaya çalıştı. Ama ‘rekabetin çatışmaya yol açmaması için sorumlu yönetilmesi’ vurgusu yapıldı. Yapay zeka ve fentanil dahil çeşitli konularda çalışma gruplarının görüşmesi gibi detaylar dışında tek somut gelişme ordular arasında iletişimin başlaması oldu.
Çin lideri ise daha ziyade Amerikalılara ve küresel topluma hitap etti. Biden’a atfettiği ‘5 Hayır’da ısrarcı olurken, ABD ve Çin’in taşıdıkları sorumluluğu anımsatıp insanlık ve gezegenin geleceğine karar verecekleri iki yol çizdi: ‘Dayanışma ve işbirliği içinde küresel güvenliği ve refahı teşvik etmek’ yahut ‘düşmanlığı ve cepheleşmeyi kışkırtarak dünyayı kargaşa ve bölünmeye sürüklemek’.
Xi, Çin’in ABD’nin yerine geçmeyi hedeflemediği, eski sömürgeciliği yahut yağma yolunu izleyerek hegemonya arayışında olmadığını tekrarladı; “Dünya, ABD ve Çin’e yetecek kadar büyük. Bir ülkenin başarısı diğeri için fırsattır” dedi. ABD tarafının ‘Çin’in Amerikan teknolojilerini ABD ulusal güvenliğine zarar verecek şekilde kullanması’ şikayetinin karşısına Çin’in teknolojik gelişimini engelleme hedefli ihracat kontrollerini koydu.
TEKNO-SAVAŞTA DARBE
Biden’ın ‘Tayvan temasıyla bağladığı’, Çin’i gelişmiş çip teknolojisinden men eden ihracat kontrollerinin eylül başındaki çöküşünü anmakta fayda var. Amerikalılar, yaz sonunda Çin’in ‘ekonomik çöküşü’ temasını hararetle konuşurken, Batı kapitalizminin rekabet safsatasının sopasını önceden yemiş Huawei, eylül başında 7 nanometrelik çiplerin yer aldığı akıllı telefonla ‘nanik’ yapmıştı. O gün bugündür pek az anılan Çin’in yerli çip üreticisi Semiconductor Manufacturing International Corp (SMIC) Amerikalılara dert oldu. Üretimin yanı sıra bilim, teknoloji, mühendislik üssüne dönen Çin’i engellemek kolay değil. Amerikan finansal medyasının Tayvan’dan ana karaya gidip çalışanların sayısındaki artıştan şikayet etmesi, daha da manidar.
Biden yönetiminin; tam aksini yapmak üzere diplomasi yürütüp yeni çevreleme ve çatışma falları açarken, Çin’i takıntı haline getirmemesi zor. Xi, bu kez koreografisini Amerikalılara hazırlattığı San Francisco’da Çin’in gücünün şovunu yaptı. Wall Street Journal, herhangi bir güvence de alamadıklarını belirttiği Amerikan iş dünyasının yöneticilerinin Xi’yi ayakta alkışlamalarını satır aralarından sızan bir ‘homurtu’ eşliğinde yazdı. Xi ise ABD’den gelecek yeni saldırı hamlelerine hazırlıkları ihmal etmeyeceği memleketine döndü.
Geriye Amerikalıların sosyal medyada Xi’yle fotoğrafının üzerine Hazine Bakanı Jennet Yellen’e atfen yazdıkları ‘Affedersiniz, bizden biraz tahvil almak ister misiniz? Şu anda iki savaşı finanse ediyoruz ve likiditeye ihtiyacımız var. Ucuzlayacaklarından endişe etmeyin, ordumuzun yardımıyla her şeyi ileri-geri çeviririz’ esprisi kaldı. Bir de komünist liderin ziyareti vesilesiyle sokaklardan temizlendiği söylenen evsizlerin geri dönüşüne hayıflanan San Franciscoluların şikayetleri…

Katar’ın lobicisi damat

Alman hükümeti bütçe açığının nasıl kapatılacağı konusunda anlaşamıyor

FT: Sosyal medya platformu X, KOBİ’lerin ilgisini çekmeyi amaçlıyor

Hindistan’da Modi’nin partisi üç eyalette zafer kazandı: Ulusal seçimlere nasıl yansıyacak?

Bir Filistinlinin gözünden Gazze’nin tünelleri ve rehineler
Çok Okunanlar
-
AMERİKA5 gün önce
Kısa Kissinger portresi: Akıllı, gerçekçi, gaddar
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Batı aklının ‘büyülü kurbanı’ Ukrayna
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Filistin’in geleceği – 1
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Filistin’in geleceği – 2
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Foreign Affairs Ukrayna konusunda ne diyor, neden diyor?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
John Mearsheimer yazdı: Yeni bir savaş, yeni bir yenilgi
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ekonomi ve hükümet: Arjantin’in yeni devlet başkanı Javier Milei ne öneriyor?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Napoléon Efsanesi