Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Çip endüstrisinin eko-politiği

Yayınlanma

“Eğer kendi stratejinizi geliştirmezseniz, bir başkasının stratejisinin bir parçası haline gelirsiniz.”
Alvin Toffler   

Ekonominin neden ekonomi politik olduğu noktasında en belirgin varsayım; tarihsel süreçte üretim biçimlerinin toplumsal değişimleri de beraberinde getirmiş olmasıdır. Bu kavram, Marx’ın kuramında; toplumsal hayatın diğer birimleri ve insanların düşünce biçimlerinin ekonomik üretime bağlı olup, üretim tarafından şekillendirilmesi olarak temellendirilmişken, ABD’li fütürist yazar Alvin Toffler’in Üçüncü Dalga (1996) kitabında ise üç dönemle kategorize edilir: Tarım devrimiyle şekillenen bin yıllık sürece ilk dalga, sanayi devrimi sonrası yani buhar makinasının bulunmasıyla gelişen 300 yıllık sürece ikinci dalga  ve hali hazırda içinde bulunduğumuz post endüstriyel süreceyse üçüncü dalga betimlemesi yapılmıştır.

Tüm bu süreçlerde üretim biçimlerinin değişimi başlarda çok uzun zaman almışsa da bilhassa transistörün keşfiyle beraber üssel bir hızla dönüşüm başlar ve ardından 1959’da ilk silisyum içerikli çip üretilerek, üçüncü dalgaya geçiş de başlamış olur. Günümüzde kullandığımız mobil cihazlar, bilgisayarlar, otomobiller, ev /sağlık gereçleri hatta yoğunluğa göre çalışan trafik lambaları kısacası aklımıza gelen tüm “akıllı” cihazlarda işte bu çipler üstelik içerisinde milyarlarca transistörü barındırarak, yer almaktadır. Başlarda çiplerin performansı noktasında  İntel firmasının yöneticisi ve silisyum içeriğinden çip üretimine katkı sağlayan Gordon Moore’un yasası geçerliyken (1965’te Electronics dergisinde yayımlanan yazısında mikroişlemci performansının yaklaşık her 24 ayda iki katına çıkacağını tahmin etmiş, performans artışı yaşanırken transistör birim fiyatının da düşeceğini öngörmüştü.) şimdilerde ise artık bu yasa da geçerliliğini yitirerek, mevzu daha da sofistike bir hal almış durumdadır.

*Grafik 1’de 2025 gibi yakın bir gelecekte Moore Yasası’nın sona ermesi yani mikroişlemci performansındaki artışın tamamen duracağı tahmin edilmektedir. Bilim insanları alternatif teknolojiler arayışı içindeler.

*Grafik 1: https://sarkac.org/2023/03/moore-yasasi-ve-sonrasi-endiselenmeli-mi-yoksa-heyecanlanmali-miyiz/

Diğer taraftan çiplerin keşfedilmesi, yıllar boyu üssel bir performansla ilerleme kaydetmesi ve yapay zekanın da ilerleyen bu sürece eşlik etmesi küresel ekonomiyi de şekillendirdi.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Bretton Woods Anlaşması’yla beraber yeni bir küresel finansal güç haline gelen ABD’nin tek taraflı olarak altın sisteminden çıkışı, Bretton Woods’un çöküşüne neden olurken; yeni bir küresel ekonomik sistemin miladını da oluşturacaktır ki ona neoliberalizm denilmektedir.

Bunun anlamı özetle ülkelerin merkez bankalarında dolar rezervi tutmaları ve Fed’in dış borç ödeme gibi bir zorunluluğu olmadığından istediği kadar para basabilmesinin yolunun açılmış olmasıdır.

Dolayısıyla küresel ekonomide de büyük bir dönüşüm başlayacak ve 90’lı yıllardan itibaren yıkılan duvarlar ve bloklar eşliğinde dünyaya globalizm denen bir kavramın hakim olmasını beraberinde getirecektir.

Blokların yıkılma sürecinin hemen öncesinde 80’li yıllarda çip bağlamında bir takım hazırlıklar da yapılmıştır. Mesela dünyanın en gelişmiş ve devasa çip üretim makinalarını yapan ASML firması Hollanda’da; günümüzde dünya çip üretimin yaklaşık yüzde 60’ını gerçekleştiren TSMC firmasıysa Tayvan’da kurulmuşlardır. Bir örnek üzerinden anlatmam gerekirse;  ASML’nin ürettiği yüz milyonlarca euro değerindeki makinayla Tayvan’daki TSMC’de,  küresel ABD markası Z’nin üretiminde kullanılan ileri teknolojili yani küçük nanometre çip üretiliyor ve ardından bu Z markalı telefona X ülkesinde örneğin Hindistan’da montaj yapılarak, bizim gibi marka meraklısı ülkelere dolar kuru üzerinden pazarlanıyor.

Bu işleyiş noktasında kazanan patent ve doları elinde bulunduran ABD oluyor; katma değeri düşük üretim ya da montaj yapanlar ise düşük ücretli emek güçleriyle globalizm sarmalının hem eforu hem de pazarı haline gelmiş oluyor.

İşte bu sarmalı günümüzde çok az sayıda ülkenin kırabilmiş olduğunu görüyoruz ki bunlardan hikaye değeri en yüksek olanlarından biri Çin diğeriyse Tayvan’dır diyebilirim.

90’lı yılların sonundaki Asya Krizi’nin çıkış noktası aslında bu bölgenin büyüme stratejisiydi. Globalleşme furyasına henüz gelişmemiş finansal piyasaları ve katma değeri düşük üretimle angaje olduklarında yüksek faiz ve düşük kur politikası eşliğinde başlarda Batı’dan büyük miktarda sıcak para çektiler. Ancak bir süre sonra hazır olmayan mali sistemde oluşan spekülasyonlarla iş çığrından çıktı ve  gelen sıcak para kaçarak yerini büyük bir kur krizine bırakmış oldu. Ne kadar tanıdık geliyor değil mi?

Ancak uzaklarda bir yerlerde devasa nüfusu yani ucuz iş gücüyle öyle bir ülke vardır ki işte onun,  Çin’in DTÖ’e girişi küresel ekonomide yine bir dönüşümü de beraberinde getirecektir.

Çin Dünya ticaret sistemine başlarda fason üretim yaparak girdi; yıllarca dünyanın fabrikası olarak anıldı zira en çok ithalat yapılan ülke konumuna geldi. Son 15-20 yılda yüksek, yüzde 10’ları aşan büyüme oranları kaydetti ancak bir noktada da teknolojik olarak dönüşmeyi başardı. İşte bu dönüşüm aynı zamanda ABD’yle ticaret savaşlarının da başlangıcını oluşturdu. İlk defa eski ABD başkanı Trump zamanında başlatılan bu ticaret savaşı, Biden iktidarıyla beraber teknoloji savaşına evrilecekti.

Çip üretiminde dünyada asıl pay hangi ülkenin tekelindedir?

*Grafik 2: https://www.semiconductors.org/2023-state-of-the-u-s-semiconductor-industry/

Çip üretiminde dünyanın gelişmiş ve gelişen ülkeleri devlet teşvikleri ve sübvansiyonlarında yarışır haldedir. Özellikle Biden hükümetinin yürürlüğe soktuğu yeşil dönüşüm ve sürdürülebilirliği önceleyen enflasyonu düşürme yasasıyla beraber uygulamaya konulan çip yasasında ülke yatırımlarına çok büyük sübvansiyon ve hibelerin verildiği görülmektedir. Ülkede şimdiye kadar 200 milyar doları aşkın özel yeni çip yatırımı gerçekleştirilmiş olup, vergi sübvansiyonları dışında TSMC, Samsung gibi firmalara hibe fonları da devam ettirilmektedir.

Çin, Ulusal Bilgi ve Teknoloji Komisyonu eşliğinde IC türündeki çip yatırımlarına vergi sübvansiyonları sağlamanın yanı sıra 50 milyar dolarlık yatırım fonu ayırmış durumdadır.

Tayvan, Çip Yasası eşliğinde yeni ekipman ve ARGE yatırımlarına yüzde 25 vergi sübvansiyonu sağlamaktadır.

AB’de AB Çip Yasası eşliğinde 2030’a kadar yatırım fonu tutarı kamu ve özel toplamında 47 milyar dolar olurken, Japonya, G. Kore, Hindistan, Güneydoğu Asya’da benzer yasa ve teşvikler söz konusudur.

2023’te  çip ve kritik çip minerallerinin üretim ve lojistiğine yönelik olarak, Kuzey Amerikan Yarı iletken Koridoru (NASC) oluşturulmuş ve bölgede 50 milyarla başlayan yatırımların 200 milyar doları aşması planlanmaktadır. Dolayısıyla küresel Pazar payı açısından ABD’nin lider olduğu *Grafik 2’den görülebilir:

Sözleşmeli çip üreticileri

Grafik 3’te sözleşmeli (fason) olarak üretim yapan firmaların payları görünmekte olup, Tayvan’ın TSMC firması yüzde 60’la dünya lideri durumundadır. Ancak her ne kadar sözleşmeli de olsa TSMC firmasının fason üretim yaptığı söylenemez.

Tayvan, 80’li yıllardan itibaren oluşturduğu devlet stratejisiyle yabancı şirketlerin de desteğini alarak, çip alanında önemli yatırımlar başlattı ve 2000’li yıllara gelindiğinde çip teknolojilerinde küresel bir oyuncu haline gelmiştir. Diğer taraftan çip üretiminin yanı sıra test ve paketleme gibi alanlarda da uzmanlaşarak çip konusundaki inovasyonunu gerçekleştirdiği söylenebilir.

Patent geliştirerek fason üretim yaptıran firmalar noktasındaysa Intel, AMD, Micron, Broadcom’un yanı sıra S&P500’de muhteşem yedilinin içinde gösterdikleri bu seneki performanslarıyla Nvidia ve Apple’ı da unutmamak gerekiyor.

*Grafik 3: Kaynak Trend Force

Satış oranlarına göre ARGE harcamalarında da ABD yüzde 18,7 ile lider durumda olup, Avrupa’yı yüzde 11’lik payla bu konuda işleri sıkı tutan Tayvan takip etmektedir. (*Grafik 4)

*Grafik 4: https://www.semiconductors.org/2023-state-of-the-u-s-semiconductor-industry/

Küresel pazarda patent ve teknoloji geliştirme noktasında açık ara ABD’nin lider olduğu; ancak ileri teknolojili ürünlerde Tayvan başta olmak üzere, Çin’in de çok büyük dönüşüm gerçekleştirerek, ABD’yi tehdit ettiği bir ekonomi zemini bulunmaktadır.

Bu noktada ABD’nin tek kutuplu ekonomi politiği sürdürülebilmesi adına Çin üzerindeki ticaret kısıtı baskılarını “güvenlik” kaygısı altında Avrupa’ya da empoze ettiği ve jeopolitik olarak da  Tayvan’ın çok büyük bir sürtüşme noktası olarak ortaya çıktığı söylenebilir.

Üstelik bu güvenlik başlıklı teknoloji savaşı sadece çip ve kritik metallere de yönelik olmayıp, yapay zeka ve kominikasyon uygulamalarını da kapsamaktadır ki son gelişme ABD’nin tamamında Çin’li TikTok uygulamasının yasaklanması konusudur. Satın alamadıkları (tekelleşmediği) taktirde ülkelerinde uygulamanın kullanılmasına son verilmesine yönelik süre başlatılmıştır.

Dolayısıyla çipler ve ileri teknoloji açısından yaklaşılacak olursa bir tür dijital merkantilizm dönemine girilmiştir de denilebilir. Ülkemizin bu alandaki tarihine bakıldığında ise 80’li yıllarda kurulan Samsung ve TSMC’den önce 1976 yılında Testaş firmasıyla ilk adımın atıldığını ancak koalisyon hükümeti değişince söz konusu yatırımın rafa kaldırıldığını, sonrasındaki birkaç denemeden de önemli bir netice alınmadığını hatta İntel firmasının İTÜ Teknopark’ta bir araştırma merkezi kurduğu ancak birkaç yıl sonra kapattığını görüyoruz.

Elbette ülkemizde de çip ve transistör üretimi senelerdir yapılmaktadır (mevcutta 250 nm’e kadar)  ancak küresel tarafta, yüksek teknolojili yani 3 nm’e kadar (çok yüksek performanslı) çiplerin üretimi ancak bir oyuncu olmanın yolunu açmaktadır. Geçtiğimiz yıl 65 nm’lik çiplerin üretimi için TÜBİTAK ‘la Katar Hamad Bin Khalifa Üniversitesi arasında bir kuluçka projesi başlatılmıştı. Bu senenin başında da Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Ofisi, “Çip Endüstrisi” başlıklı bir araştırma raporu yayımladı. ( https://cbddo.gov.tr/SharedFolderServer/Genel/5.Arastirma_Raporu-Cip_Endustrisi.pdf )

Çip üretiminin bir dizi zorluğu da bulunmaktadır: Sermaye ve su tüketimi gibi konuların dışında çip üretiminin ABD’de bile sorun yaratacak denli en büyük handikapı ise yetişmiş insan gücüdür. Bu belki beyin göçünü alan ABD için teknisyen bazında olabilirken, bizdeyse know-how ve tasarımcı/yazılımcı mühendisler noktasında daha büyük bir zorluktur.

O nedenle eğitim politikamızın da teknoloji yatırımlarıyla beraber değerlendirilmesi ve özellikle bu konuda yetkin gençlerin ülkede kalmasını teşvik edici bir dizi yapısal önlemin hayata geçirilmesi memleketimiz için kritik bir öneme haiz konulardır.

GÖRÜŞ

9 Mayıs

Yayınlanma

Yazar

Anlatı

Biz hepimiz, Sovyet dünyasının dışındaki herkes İkinci Dünya Savaşına dair birbiçim savaş anlatısıyla büyüdük: en çok da sert, bazen hayvani, ama çoğunlukla budala Alman askerleri ve gözünü budaktan esirgemeyen Amerikalı veya Britanyalı subaylarla onlara yardım eden direnişçiler kazılıdır hafızalarımıza. Sonra, biraz daha büyüyünce toplama kamplarıyla tanışmaya başladık; bu defa vahşi nazi askerlerinin karşısında batı Avrupalı uygar Yahudiler, Fransızlar, Britanyalı ve Amerikalı savaş esirleri, biraz da nadiren, dillerini bilmediğimiz (çünkü bütün kahramanlar ya dublajla bizim dilimizde konuşur ya da karelerin altındaki bantlarda bizim dilimizde yazarlar) hepsi de ürkek gözlerle bakan başkaları (“Ruslar”) çıktı karşımıza; bu ikinciler karınca gibi çok olduğunda bile başrole yükselemediler. 

Bu filmlerin klişesi üç ayaklıydı: 1) bizimkiler — yani kahramanlar, bizimle aynı dili konuşanlar, yani filmleri ekrana yahut perdeye düşmesine izin verilenler; 2) onlar — yani kötüler, film boyunca “ha” ve “hu” hecelerinin ağır bastığı, anlaşılmaz, sert bir dilde konuşanlar; 3) diğerleri — dilsizler, yaşamaları kimsenin umrunda olmayıp ölümleri de bizimkilerle ilişkilendirildiği ölçüde anlam taşıyanlar, gereksiz değilse bile anlamsız bir karınca sürüsü.

Henüz internetin olmadığı eski güzel zamanlarda hasbelkader gelen tek tük filmleri izlemeye koşmadıysa yahut daha sonra bilgisayar ekranında Hollywood’dan fırsat bulup da tıklamadıysa, bu barbar karıncalar pek az insanın ilgisini çekmiş olmalı. Bu yüzden hakim anlatı gücünü korumaya devam ediyor ve savaşın tarihi her zamanki gibi galibin gözünden yazılıyor. 

Galip, düşmana diz çöktüren değildir; galip, kendini galip olarak sunma gücüne ve bunun ideolojik vasıtalarına sahip olandır. Kanını dökerek kazanan bu ideolojik vasıtalara sahip değilse her zafer kolaylıkla Pirus zaferine dönüşebilir. Böylece, sahte bir anlatı düzerseniz eğer (ve ideolojinin gücü orada yatar) onu gerçeğin yerine koyabilirsiniz.

Oysa hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar tartışma götürmez hakikat şudur ki, zafer ancak Sovyet halkları sayesinde mümkün olmuştur.

1994 yapımı bir film var; adı: Fatherland. Klişe bir hikaye, alternatif tarih — her şey farklı bitmiş, faşist ordular Leningrad’ı, Moskova’yı, Stalingrad’ı ele geçirmiş, Normandiya çıkartması başarısız olmuş, Londra hükümeti Kanada’ya kaçmış, ABD ve Almanya arasında atom bombası sayesinde bir stratejik denge oluşmuş; Hitler şeker bir ihtiyar, bir Alman vatanseveri; ama ansızın soykırımın kanıtları saçılır ortalığa ve Hitler’in doğumgünü için Berlin’e gelen Kennedy son dakikada görüşmeden vazgeçer. Eh, ne de olsa “hür dünya”, demokrasi, hümanizm. Gene de, bu alabildiğine ırkçı, batıcı alternatif tarihte bile reddedilemeyen tek şeydir, Sovyet halklarının inat, azim ve kararlılığı: Urallara kadar çekilmiş olan Kızıl Ordu Stalin’in önderliğinde inatla direnmeye devam etmektedir — ama belki de tıpkı Hitler’in vazettiği gibi doğulu barbarlar olduklarındandır bu.

İşbirlikçilik

Hollywood tarihi, pop tarih, emperyalist tarih bize işbirlikçiliği, Avrupa’nın tamamının nazi çizmeleri altında inlemek şöyle dursun nazi işbirlikçiliğiyle malül olduğunu, ve bütün bu faşist güçlerin bir olup Sovyetler Birliği üzerine saldıran faşist haçlılara katıldığını anlatmaz yahut çok az anlatır. 

Faşist orduların milli bileşimiyle ilgili somut bir veri yok; ama bu bileşimi az çok eksiksiz yansıtan başka bir şey var: savaş esirlerinin milliyetleri.

28 Ocak 1949 tarihli bir rapor, Sovyetler Birliği İçişleri Halk Komiserliği’nin savaş esirleriyle ilgili dairesi tarafından hazırlanmış. Mümkün olduğunca anlaşılır kılmaya çalışarak özetlemeye değer. Bu tarih itibariyle kamplarda bulunan sayıca en kalabalık savaş esirleri Almanlar (2 milyondan fazla); onları Macarlar, Rumenler, Avusturyalılar, Çekoslovaklar, Polonyalılar ve Fransızlar takip ediyor. Uyruğu bulunduğu ülkenin 1939 nüfusuna oranla en kalabalık esirler Macarlar; arkasından Almanlar, Avusturyalılar, Rumenler, Çekoslovaklar, Moldovalılar, Estonyalılar, Lüksemburglular geliyor.

pastedGraphic.png 

pastedGraphic_1.png

Bu insan potansiyeline bir de sanayi potansiyelini eklemeli. 1941 ortası itibariyle faşist Almanya , üstelik Avusturya ile birlikte, işgal ettiği alanlarla ve müttefikleriyle topraklarını 5,9 katına, nüfusunu 3,7 katına, elektrik enerjisini 2,1 katına, kömür üretimini 1,9 katına, demir cevheri üretimini 7,7 katına, bakır cevheri üretimini 3,2 katına, boksit üretimini 22,8 katına, petrol üretimini 20 katına, dökme demir üretimini 2,3 katına, çelik üretimini 2,2 katına, alüminyum üretimini 1,7 katına, hububat üretimini 4 katına, büyükbaş hayvan üretimini 3,7 katına, domuz üretimini 2,4 katına, yün üretimini 7,1 katına çıkarmıştı. Ve bütün bunlar esas itibariyle müttefiki ülkelerdeki tarım ve sanayi altyapısıyla kazanılmıştı — yani işbirlikçileri sayesinde. Başka deyişle, bütün Avrupa faşist Almanya’nın savaş makinesine çalışıyordu ve hiç de gönülsüz çalışmıyordu. Bir avuç komünist, antifaşist, direnişçi bir kenara konulacak olursa Avrupa açısından emsalsiz bir işbirlikçiliktir bu. 

Bölüşüm

1939 temmuzunda, Göring’in ekonomi müsteşarı Helmuth Wohltat bir balina avcılığı konferansına katılmak için Londra’ya geldi. Konferans gerçekte Wohltat ile Foreign Office Denizaşırı Ticaret Departmanı Başkanı Robert Hudson ve başbakan Chamberlain’in gölge dışişleri bakanı diye anılan Horace Wilson arasındaki görüşmeler için perdeydi. Faşist Almanya’nın Londra büyükelçisi Herbert von Dirksen’in Berlin’e gönderdiği rapora göre Wilson, “Chamberlain’in de onayladığını açıkça belli ettiği” bir ortak eylem programı sundu. Program şunları içeriyordu:

1) Siyasi planda. İki ülke arasında Çin ve Rusya’ya (Sovyetler Birliği’ne) karşı Japon ve Alman saldırganlığının “saldırganlık ilkesi dışında tutulacağı” bir saldırmazlık paktı ve keza ikisi arasında “geniş alanların sınırının belirlenmesini içerecek” bir müdahalesizlik paktı. 

2) İktisadi planda. Afrika’daki eski Alman sömürgelerinin geri verilmesi; Almanya için hammadde temini, sınai pazarlar, borçlar meselesinin kapatılması ve “karşılıklı mali yardım”. Bu sonuncusunda “doğu ve güneydoğu Avrupa’nın tadilatı” öngörülüyordu. 

Wilson bununla yetinmedi: 

“… açıkça, bir saldırmazlık paktı imzalanmasının İngiltere’ye Polonya’ya yönelik yükümlülüklerinden kurtulma imkanı vereceğini söyledi.” 

Wohltat Almanya’ya döndükten sonra görüşmeleri bir de kendi kaleminden rapor etti. Burada elçinin raporundan farklı olarak Wilson’un şöyle dediğini de belirtir: “Fransa ve İtalya’yı daha sonra katmak gerek.” Britanya tarafının doğu ve güneydoğu Avrupa’ya Alman yayılmasına bir itirazı yoktu, ancak: “İngiltere sadece Avrupa işlerine dahlinin korunmasını istiyor.” Sömürgelere gelince, Britanya hükümeti Afrika’da “müşterek hakimiyet” önermişti. Ve sadece Afrika da değil: “Sir Horace Wilson vedalaşırken, Avrupa’nın bu iki büyük sanayi devletinin ortak bir dış ticaret siyaseti sürdürmesini mümkün gördüğünü söyledi.” Ama dünya ikisinden ibaret değildi, ABD de vardı ve Hudson bu paylaşım planına ABD’yi de dahil ediyordu: “Rusya’yı, Çin’i ve Avrupa devletlerinin muhtelif sömürgelerini sermaye genişlemesi için neredeyse sınırsız açılımlar sunabilecek ve bizim, Almanların ve ABD’nin ağır sanayisi için pazar olarak işlev görebilecek yerler olarak telakki ediyor.” 

Gerçekten de, Sovyet dış istihbaratının 24 Temmuz tarihli ve ABD  kaynaklı bir raporu, eski ABD Başkanı Herbert Hoover’dan, onun döneminin (ve sonrasının da) etkili diplomatlarından Francis White’a ve Foreign Office Denizaşırı Ticaret Departmanı Başkanı Robert Hudson’a kadar uzanan bir Nazi yanlısı mali destek ağını ortaya seriyor ve bunları Wall Street simsarlarıyla ilişkilendiriyordu. … Hoover, Wall Street simsarları ve belki Cumhuriyetçi Parti’nin de Hitler’in yükselişindeki mali rolünü gösteren son derece önemli bir belgedir bu.” 

Demek ki Britanya hükümetinin faşist Almanya’ya ABD’yle birlikte emperyalist ortaklık teklifi şunları kapsıyordu: dünyanın Britanya, Almanya ve ABD arasında paylaşılması; bu kapsamda doğu Avrupa’da ve Sovyetler Birliği’nde Alman yayılmasının kabulü; Britanya’nın en yakın müttefiki Fransa’ya sömürgelerinden yoksun bırakmaya yönelik ayaküstü ihanet ve Polonya’nın da alenen satılması.

Olayların bundan sonraki gelişimi bu planı uygulamaya imkan bırakmadı; ama sadece 1939 temmuzunda değil, martta Çekoslovakya’da, önceki yılın eylülünde Münih’te, daha önce Anschluss’ta, daha önce Vestfalya’da… ve hatta sadece bütün bu dönüm noktalarında değil faşistlerin iktidara yükselişinin ardından her aşamada plan, tamı tamına buydu. 

Tek amaç,  dünyayı faşist Almanya, ABD ve Britanya arasında paylaşmak, Sovyetler Birliği’ni faşist Almanya’nın önüne atmaktı.

Oysa bugün komünizm ve faşizmi eşitleme siyaseti tam gaz ve üstelik en çok Avrupa’nın sözümona solcuları, yani gerçekte soldan başka her şey olan bugünün sosyal-demokratları, yeşilleri ve liberalleri tarafından yapılıyor bu; “soğuk savaşın” “tiranlığa” karşı demokrasi mücadelesinin devamı sayılması bu tarih yazımının alametifarikasıydı zaten, ama 2022’den bu yana bütün sınırlar aşıldı. Artık faşistler kahraman, faşizme karşı savaşanlar düşman ilan ediliyor. Geçen yılın sonu itibariyle sadece Polonya’da toplam 561 Sovyet savaş anıtından (buna mezarlar da dahil) 468’i tamamen yok edilmişti; her biri demokrasi incisi Baltık ülkelerinde bu vandallığın hesabı da tutulmuyor; Belarus dışında bütün doğu Avrupa ülkelerinde Sovyet anıtlarındaki orak çekiçler, yıldızlar, kızıl bayraklar sökülüyor.

Bütün bunlar, tarihin gördüğü en büyük vandallık saldırısıdır. 

Sağduyu

Geçen yıl Kazakistan’da milli mesele üzerine yazarken şöyle demiştim: “Burada milli meselede en çok dikkat çeken birinci faktör, Kazakistan’daki Rus etnisitesi açısından Sovyet tarihinin Rus milli kimliğiyle artık tamamen örtüşmesidir. Başka deyişle, ideolojik-siyasi değil ama tarihi-duygusal bir bütünlük var.” Aslında aynı şeyi, şu veya bu ölçüde, bütün Rusya halkı için de söylemek mümkündür: kurtuluş teolojisine yakınsayan bir ortodoksluk veya düpedüz imparatorluk geçmişini savunurken Sovyet sosyalizminin de propagandasını yapan akımlar ancak burada bulunabilir. Bu çokrenklilik Sovyet geçmişinin yarattığı kaçınılmaz bir ideolojik bütünlüğün sonucudur; eklektik niteliği bunların sosyal adaletçi niteliğine zarar vermez. 

Bütünlüğü sağlayan temel halka faşizme karşı zaferdir. 

Ukrayna meselesine Rusya halkının yaklaşımı batıda büyük Rus şovenizmiyle, Kremlin propagandasıyla, Putin’in barbarca saldırganlığıyla, Kiev’de Avrupa’yı savunan demokrasi kalesine karşı Moskova’daki totalitarizmle, vb. “açıklanıyor”. Bunların hepsi de yanlıştır, hepsi de gerçek hayatta hiçbir karşılığı olmayan sanal bir takım ideolojik varsayımlara dayanır. 

Buna karşılık Rusya halkı İkinci Dünya Savaşı ve günümüzdeki olaylar arasında tartışma götürmez bir neden-sonuç ilişkisi görüyor: tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nda faşizme karşı savaşta olduğu gibi, Kiev’de ABD ve müttefiklerinin eliyle kurulmuş liberal-faşist ittifakına karşı silahlı mücadele. 

Ve bu, iktidar propagandasının değil sağduyunun sonucudur. 

Yıllar önce, siyaset ve tarih çalışmalarıma başlamadan önce, bütün bunlara bir “ideoloji” temeli atmak gerektiğini düşünmüş ve aşağı yukarı küçük bir broşür ölçeğinde yazmıştım çıkarımlarımı; orada şöyle demiştim: 

“(1) Halk insanının… kafa yapısının öğeleri, “kanılar, inançlar, ayırt etme ölçütleri ve davranış kurallarıdır.”

(2) Bütün bunlara karşı ağzı laf yapan bir entelektüel inandırıcı kanıtlar ileri sürdü diye, halk, onları (yani onlara olan inancını) değiştirmez.

(3) Bu inanç, her şeyden önce, üyesi bulunduğu toplumsal gruba yöneliktir; halk, kendi grubu içinde muhakkak kendisinden daha akıllı insanlar bulunduğuna ve bunların, bütün bu normları kendisinden daha iyi ifade edeceğine inanır.

(4) İnanır, çünkü bir defa inanmış bulunmaktadır.”

Bunlar resmi ideolojinin potansiyel gücünü gösterir ama o güç aslında sağduyuya dayanır.

Ve sağduyu, maddi dünyanın sezgisel, doğru kavranışıdır; resmi propaganda sağduyuyu destekliyorsa, ancak o zaman karşılık bulur.

“Rusya…”da, iktidara sunulan desteğin altında Sovyet ilişkiler sisteminin (devlet-toplum ilişkileri, etnik gruplar arasındaki ilişkiler, aile ilişkileri, insan ilişkileri, asker-sivil ilişkileri; yani sadece sosyalist üretim ilişkileri değil (ve bu artık tali bir taleptir) esas olarak bir “değerler sistemi”) restorasyonu arzusunun yattığını yazmış ve bunun “toplumun demokratik tohumlarını yansıttığını” vurgulamıştım. İktidarın uygulamaları bu arzuyla örtüştüğü ölçüde demokratik ve ilerici bir nitelik taşır. 

Bütün bu ilişki biçimleri bir şeylerin muhafazasını hedeflediği ölçüde muhafazakardır; ama bu hiç de siyasi muhafazakarlık anlamına gelmez. Bu ilişki biçimleri tarihten kopup geliyor ve doğruluğu sağduyuya dönüşmüş olarak yaşamaya devam ediyor.

“Gel ve Gör”

Gel ve Gör, faşist Almanya ve müttefiklerinin Sovyetler Birliği’ne karşı açtığı savaşın şiddetini en çıplak gösteren filmlerden biridir. Son sekansında filmin kahramanı olan çocuk, yüzü benzersiz bir dehşet içinde, omzuna ilk defa yüklendiği tüfekle, gözlerini yerdeki çamura bulanmış Hitler portresine diker. Sonra kaldırır tüfeği, çeker kızağı, doğrultur Hitler’in yüzüne ve basar tetiğe. Zaman geriye akar: siyah beyaz karelerde Hitler ölüme gönderdiği çocukların yüzünü okşar — ve basar gene tetiğe — ateş ve demir, alevler içinde yıkılan binalar, gemiler enkazını toplar, birleşir; bir toplama kampında çizgili üniformaları içinde ölüme yürür rahibe kılıklı birkaç kadının eşliğinde kadınlar ve çocuklar (bütün bu geriye akışa tezat olan tek sahne), bir uçak filosu geriye uçar, gerisin geri yürüyerek mevzilerine döner askerler, bir tanktan yükselen dumanlar küçülür, yanan köylerin alevi, ölülerinin başında ağlayan kadınlar, çiçeklerle karşılanan Hitler, sağ eliyle faşist sembolü yapan sevimli bir çocuk, neşe içinde kadınlar, mutlulukla gülümser Hitler. Asıl tetiğe — uçaklardan dökülen bombalar haznelerine yükselir; yanmış ve kurşuna dizilmiş cesetler, çöken bir binanın ön cephesi düştüğü yerden kalkar; nazi birlikleri gerisin geri yürür; Çekoslovakya, Münih’te imzayı atan kalem siler imzasını. Asıl tetiğe — Anschulss, Kristalnacht, namlular karşısında elleri havada siviller, paraşütçüler atladıkları uçağa geri dönerler, nazi subayının ihtiyar bir kadına şaklayan kırbacı. Bir daha, bir daha: çılgın kalabalıklar, yanan kitaplar havalanıp geri döner atan ellere, yahudilerin dükkanlarına Davut yıldızını çizen el şimdi siler. Asıl, asıl — ve asıldıkça zaman geriye akmaya devam eder: Münih darbesi, Hamburg ayaklanması, sonra caz kulüplerinde çılgın eğlenceler, harb-i umuminin solgun kareleri, o da nesi: Alman ordusunda bir onbaşı. Asıl tetiğe — mezuniyet, ilkokul, ve sonra… sonra anasının kucağında bir bebek. Delirmiş gözler önce anneye bakar, sonra bebeğe kayar — besili, yanaklarının allığı siyah beyaz karede bile belli, tombul bir oğlan. Gözlerinin altı gözyaşlarının tuzuyla örtülmüş, alnı ölüm döşeğinde bir ihtiyar kadar kırışık delikanlı bakar öylece, bakar, kıpkızıl yanar bir köy ve delikanlı bakmaya devam eder ve ancak o zaman kırpar gözlerini. Şimdi delilik değil şefkattir, bir damla yaşın yuvarlandığı gözlerinde. Bir daha da basamaz tetiğe.

Bebeği Hitler de olsa öldüremeyenlerin zaferidir büyük zafer.

Şan olsun!

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Modi hükümetinin diplomatik sicili üzerine

Yayınlanma

Hindistan’da 19 Nisan’da başlayan genel seçimler hâlâ sürerken halk 1 Haziran’a kadar sandık başına gitmeye devam edecek. 4 Haziran’da sonuçlanacak bir ulusal seçim sürecinde olan ülkede iki dönemdir iktidarda olan Modi hükümeti üçüncü dönemi de alacağından emin görünüyor. 2014’ten bu yana Hindistan politikasına inovatif bir biçimde yön veren Başbakan Narendra Modi son 10 yılda bazı büyük küresel zaferler elde etti. Yakın ülke ilişkileri Amerika’ya kadar uzandı, Quad’ı kurdu ve G-20 dönem başkanlığı sürecini başarılı bir biçimde yürüttü. Ama Çin politikası başarısız oldu.

Narendra Modi, 2014’ten bu yana dış politikayı hükümetinin odak noktası haline getirdi. Bunun hakkında çokça konuştuk. Şimdi – hâlihazırda ülkede bir genel seçim süreci yaşanıyorken – 10 yıllık Modi hükümetinin ardından Modi’nin dünya sahnesinde neyi başardığına ve neyi başaramadığına bir bakalım. O halde onun büyük dış politika kazanımları ile başlayalım…

Amerika Birleşik Devletleri (ABD)

Modi döneminde ABD, Hindistan’ın en önemli ilişkisi haline geldi. 2014’te birçok kişi Modi’nin ABD ile zor bir ilişkisi olmasını bekliyordu. Çünkü bir zamanlar ABD, 2002 Gujarat ayaklanmalarındaki şüpheli rolü nedeni ile ona vize vermemişti. Buna karşın Modi ısrarla ABD ile daha yakın ilişkileri destekledi.

Modi, ülke içindeki tartışmalara karşın ABD ile 4 temel savunma anlaşmasını imzaladı. Bu, Hindistan’ın ABD ile savunma bağlarının temelini oluşturdu. Hindistan’ın en büyük ticaret ortağı ve Çin ile rekabette yakın bir ortak. Ve en can alıcı nokta: ABD algısı bir zamanlar Hindistan’da toksik iken Modi bunun değişmesine yardımcı oldu.

Quad (Quadrilateral Security Dialogue – Dörtlü Güvenlik Diyaloğu)

Modi, Quad’ın yeniden canlandırılmasına yardımcı olduğu için övgüyü paylaşıyor. Doğrusu birkaç nedenden dolayı bu büyük bir başarıydı:

– Hindistan’ın ciddiye alınması elzem bir güç olduğunu gösterdi,

– Japonya ve Avustralya gibi hayati önemde olan ülkeler ile güven inşa edildi,

– Çin’in Asya’daki nüfuzu dengelendi.

Sonuç olarak – Quad’ın etkinliğine ilişkin sorgulamalar ve getirilen eleştiriler göz önünde bulundurularak ifade etmek gerekirse – Hindistan için bu büyük bir ilerleme…

G-20

Bu, iki nedenden dolayı büyük bir kazançtı. Birincisi, – bu noktada aslında oldukça ilgisiz olan – Hindistan halkının dış politika ve diplomasiye yatırım yapmasını sağlamayı başardı. Ki eğer büyük bir güç olmak istiyorsanız buna ihtiyacınız var. Ve ikincisi, Hindistan Ukrayna konusunda Rusya ve Batı’nın işine yarayacak bir uzlaşmaya vardı; her ne kadar az etkili, geçici ve deklarasyondaki ifadeler yumuşatılmış da olsa…

Körfez

Modi’nin Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan’a erişimi büyük bir başarıydı. Hindistan onlarca yıldır bazı Körfez ülkelerine kuşkuyla yaklaşan bir aktördü. Bunlar genellikle ABD ile müttefik olan muhafazakâr, dini monarşilerdi. Ancak Modi yönetiminde Körfez ülkeleri Hindistan için büyük ortaklar haline geldi.

BAE ve Suudi Arabistan yatırım olarak Hindistan’a milyarlarca dolar akıttı. Ayrıca her ikisi de Hindistan’ın bölgedeki nüfuzunu artıracak Hindistan Orta Doğu Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) gibi planların birer parçası. Dolayısıyla bu ülkeleri güvenilir ortaklara dönüştürmek Başbakan Modi için büyük bir başarıydı.

Bangladeş

Modi’nin komşuluk politikasının göze çarpan başarısı Bangladeş oldu. Her iki taraf da bir serbest ticaret anlaşması imzalıyor, demiryolu ve karayolu bağlantısı artıyor ve siyasi güven yüksek. Bunların çoğu Modi’nin Bangladeş Başbakanı Sheikh Hasina ile olan ilişkisi üzerine inşa edildi.

***

Evet, bunlar Modi’nin başbakan olarak kazandığı 5 büyük diplomatik zafer iken şimdi de sırada onun Hindistan’ın başbakanı olarak geçirdiği 10 yıldaki başarısızlıkları yer alıyor…

Çin

Hindistan ve Çin dört yıl boyunca Fiili Kontrol Hattı konusunda gergin bir çıkmaza girdiler. Siyasi ilişkiler 2020’den bu yana berbat durumda. Aynı zamanda Hindistan’ın Çin’e ekonomik bağımlılığı da arttı. Bu, Çin ile etkileşime geçmek için çok zaman ve enerji harcayan Modi için kötü bir sonuç.

Oysaki bir zamanlar özellikle Hindistan çevrelerince ikili ilişkilerde ve hatta genel diplomaside dahi çığır açıcı bir yenilik getireceği beklenen Modi ve Xi’nin gayriresmi zirvelerinden söz ediyorduk… Modi, 2018 gibi yakın bir tarihte dahi aralarındaki farklılıkları çözmek için Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’i sözünü ettiğimiz gayriresmi bir zirve için Hindistan’a davet etmişti. Ancak gelinen gerçek şu ki Modi’nin Hindistan’ın en güçlü komşusu ile yapıcı bir ilişki kurma umudu suya düştü. Ve Hindistan için bu, güvenlik ve politik açıdan sürekli ve kritik bir baş ağrısı anlamına geliyor.

Pakistan

Modi göreve geldiğinde bir kez daha Pakistan ile bir anlayış kurmaya çalıştı. Ve 10 yıl sonra çok az şey değişti. Her iki taraf da rakip olmaya devam ediyor. Ve terörizm gibi sorunlar hâlâ söz konusu. Ancak Pakistan politikası söz konusu olduğunda iç politikada Modi’nin iki başarısı dikkate alınıyor. Örneğin, Hindistan’ın 2019’da Pakistan’a yönelik gerçekleştirdiği nokta operasyon yurt içinde popüler oldu. Ve diğeri, 2021’de Hindistan ve Pakistan, Kontrol Hattı’nda ateşkes konusunda anlaşmaya vardı. Ancak daha geniş anlamda bir ilişki ciddi anlamda düşük noktada kalıyor.

Demokrasi ve Azınlıklar

Modi bazı ülkelerde Hindistan’ın imajını olumsuz etkiledi. Modi’nin Hindistan demokrasisini zayıflattığı ve azınlıklara karşı ayrımcılık yaptığı yönünde ciddi eleştiriler gündeme geliyor. Ancak Modi’nin destekçilerinin çoğu, bunun küresel medyanın Başbakan’a karşı önyargısını yansıttığına inanıyor.

Ama ne olursa olsun bunun Hindistan’a olumsuz etkisi yurt içinde, en azından iktidar çevrelerinde odada duran büyük bir fil… Ancak yurt dışındaki üst düzey diplomatların çoğu Modi’nin azınlıklara yönelik politikaları hakkındaki kaygılarını defalarca dile getirdiler. Hindistan’ın etkileşimleri sırasında satır aralarında bu politikaların Hindistan’ın küresel imajına ve yurt dışındaki ilişkilerine zarar vereceğinden kaygı duyduklarına ilişkin pek çok ifade yakalanabilir.

Suikast Tartışması

Geçen yıl Kanada ve ABD, Hindistan hükümetinin yabancı topraklarda düzenlenen suikastlara karıştığını savundu. Açık olmak gerekirse perde arkası bilinmiyor.

Kanada gibi vakalarda Hindistan güçlü bir biçimde karşı çıktı. Ancak Modi hükümeti 2023 yılının ikinci dilimini bu gibi suikast iddialarına karşı koymakla enerji tüketerek geçirmiş olsa da gerçek şu ki her şeyden önce Hint hükümetinin bazı unsurlarının dost ülkelerdeki cinayetlere karıştığı yönündeki algı Hindistan için utanç verici. Ve günün sonunda her ne kadar bu davalar Modi’ye kendi ülkesinde zarar vermeyecek veya büyük Batılı güçler ile işbirliğini durdurmayacak olsa da güveni ve kamuoyunun algısını olumsuz yönde etkiliyor oluşu uzun vadede yeri geldiğinde bizatihi başlı başına bir mesele olabilir…

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Neoconlar, ‘çocukluk hastalığı’, Çin…

Yayınlanma

Yazar

İronik elbette; eski CIA analisti Ray McGovern, ABD dış politikasını belirleyen neocon’ların halini, Lenin’in ‘Sol komünizm: Bir çocukluk hastalığı’ tespitinden hareketle izah ediyor. Joe Biden’ın liderliği altında son üç yılda çok sık tekrarlanan “ABD’nin sadece ‘istisnai ulus’ olmadığı, dünyanın ‘vazgeçilmez ülkesi’ olarak ‘liderlik etme zorunluluğu’ bulunduğu” inancını anımsatıyor. Somut gerçekliğin artık bu ‘inancı’ taşıyamadığı görüşündeki McGovern, neocon’lara atfen, “Vazgeçilmez değiller, hatta istisnai da değiller” diyor.

21’inci yüzyılın ikinci on yılında Amerikan hegemonyasındaki sarsılmayı gözlemlememek mümkün değil. ABD siyasetinde iyiden iyiye ‘görünmez’ hale gelen realistlerin yerini ‘sağlı-sollu’ neocon’lar almışken, sorun daha ziyade çöküşün dünyaya etkileri olacak gibi.

‘AB imparatorluğu’ diye yaka silkerek Brexit dalgası üzerinde yükselmiş Birleşik Krallık’ın eksantrik eski Başbakanı Boris Johnson, geçenlerde “Ukrayna düşerse bu Batı için felaket olur; Batı hegemonyasının sonu olur” dedi. Bu öngörüsü gerçekleşmekteyken; Anglo-Amerikan elçisi olarak Kiev’e giderek 2022 Mart sonunda barış şansını bizzat sabote ettiği için bunda önemli pay sahibi olacak. Ne ki BoJo’ya hacet yok. Amerikan hegemonyası gardını ‘daha da doğudan’ almakta.

Neocon’ların medya ve ‘think tankland’lerinde ‘önce kaynak zengini Rusya’yı sonra Çin’i halletmek’ formülü, Slav ovalarında batağa saplanmış olabilir. ‘İnancın’ sağlamlığı Çin Halk Cumhuriyeti’yle iştigalden belli.

Biden idaresi, Şubat 2022’de Ukrayna üzerinden Rusya Federasyonu’na taarruza geçtiğinde, kurgudaki anlatı ‘Çin’in de Moskova’ya sırt çevirdiği/çevireceği’ olmuştu. Başlıkları ‘Rusya tecrit altında’ cümleleri süslerken, ağır Batı yaptırımları ile ‘çöküş kaçınılmazdı’… Yaklaşık 1.5 sene idare etti. İki yıl sonra bugün kurgu değişti; Rusya tecrit edilemedi, yaptırımlar işe yaramıyor. Ana anlatı artık ‘Rusya’ya yardım eden Çin’in Biden’ın kırmızı çizgisini aştığı’ şeklinde. (Bu noktada Harici’de 2023 Şubat ve Mart aylarında Batı kurgusunun beyhudeliğini sergileyen iki yazımı anmak isterim. https://harici.com.tr/cin-rusya-amerikan-hegemonyasina-itaatsizler-cephesi/ ile https://harici.com.tr/moskova-zirvesi-ve-senkronize-edilen-kuresel-perspektif/ )

ABD’nin Çin Halk Cumhuriyeti ile iştigalin fonunda ‘Ukrayna’ var fakat durum bunun çok ötesinde. Geçen hafta ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın bütün bir insanlığı ilgilendiren Çin ziyaretinde tüm ‘ihtişamıyla’ ortaya serildi.

Neoconlar, Batı militarizmi ve mükemmel fırtına – 1

SİNO-AMERİKAN NETLEŞMESİ

Ama önce son üç yılın hafızasını tazeleyelim…

20 Ocak 2021’de başkanlık görevine başlayan Joe Biden, ‘Delaware cowboy’u misali silahlarını iki ay sonra ateşlemiş, 17 Mart’ta Rusya lideri Putin’e ‘katil’ deyivermişti. O sırada baş diplomatı Antony Blinken, ‘çömez’ Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’la birlikte ‘Trump bezgini’ Çin yönetimiyle ilk diplomasi sınavı için Alaska’nın yolunu tutmaktaydı. 18-19 Mart’ta ismini Alaska’daki kentten alan ‘Anchorage görüşmeleri’ diplomasi faciasına dönüşmüştü.

Çin tarafında Dışişleri Bakanı Vang Yi ile Merkez Komitesi Dış İlişkiler Direktörü Yang Jieçi vardı. Daha basın önündeyken Blinken, ABD’nin ‘kurallar temelli düzenini’ tehdit ettiğini söylediği “Sincan, Hong Kong, Tayvan, siber saldırılar, müttefiklere karşı ekonomik baskılar…” diyerek peşreve girişmişti. Yang, sözü aldığında ‘ABD’nin üslubundan ötürü bu konuşmayı yapmak zorunda hissettiğini’ belirterek, “Öyleyse burada şunu söyleyeyim, ABD, Çin ile güç pozisyonundan konuşmak yeterliliğine sahip değil” diye çıkıştı. Ve 15 dakikayı aşan had bildirme konuşmasının sonunda gülümseyerek İngilizce “Bu, çevirmen için bir sınav” esprisini yaptı. Vang ise ABD’nin ‘temelsiz suçlamalarına’ atıfla “Bu misafirleri karşılama şekli olmamalı” diye vurguladı.

O gün Amerikan tarafı basını dışarı çıkarmak durumunda kalmıştı. Vang Yi ise daha Alaska’dayken Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’u Pekin’e davet etti.

Sino-Amerikan ilişkilerinin üç yılı, ilk facianın yarattığı havayı dağıtamadı. Nancy Pelosi’nin ‘korsan’ Tayvan ziyareti ve Amerikan ‘balonu’ gibi facialar eşliğinde, ABD Başkanı Joe Biden ile Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Bali ve sonuncusu geçen kasımda San Francisco’daki APEC zirvesi olmak üzere iki yüz yüze görüşmesinde sadece top çevrildi. San Francisco’da, daha görüşmesinin dumanı tüterken, Biden’ın sorular üzerine Xi için ‘diktatör’ diye tekrarladığı esnada Blinken’ın bezginlik ifadesi zirveye damgasını vurmuştu.

ÇİN’E ÇİN’İ TEHDİT ETMEK İÇİN GİTMEK

Geçen hafta ABD baş diplomatı, Biden idaresi artık son yazındayken, Çin başkentine bu kez ültimatom çekmeye gitti. Ziyareti nisan başında ABD Hazine Bakanı Jenet Yellen’ınkinin ‘tamamlayıcısıydı’. Geçen yaz Pekin’e gidişinde Çinlilere Amerikan tahvillerini almaları için ‘yalvardığı’ yorumlarına konu olan Yellen ‘Çin’in kapasite fazlası’ formülüne geçmişti.

Blinken, Biden’ın 20 Nisan’da ABD Kongresi’nden geçen Hint-Pasifik (Tayvan) için 8 milyar dolarlık askeri yardımı ve TikTok’un ana şirketi ByteDance’in Amerika’daki faaliyetlerini men eden yasayı imzaladığı gün Şanghay’a ulaştı. 25-26 Nisan’da Çinli mevkidaşı Vang Yi ve ardından Devlet Başkanı Xi Jinping ile görüşmelerini aslında ‘karşılanması ve uğurlanması’ tam manasıyla yansıtıyor. Blinken’a ‘kırmızı halı’ serilmedi, vali yardımcısı düzeyinde karşılandı, kendi büyükelçisi tarafından uğurlandı.

Blinken’ın Pekin’den ayrılmadan verdiği beyanatın provokatif doğası çarpıcı. ABD’li bakan, ‘ABD’nin istikrarlı ilişkiler istediği, rekabeti yönetmek istediği, Çin’in ekonomisinin gelişmesini sınırlandırmak istemediği’ klişe cümleleri tekrarladıktan sonra sadede geldi:

“Çıkarlarımızın örtüştüğü noktalarda işbirliğini derinleştirmeye çalışsak da ABD, Çin’in yarattığı zorluklar ve geleceğe yönelik rekabet halindeki vizyonlarımız konusunda son derece açık görüşlüdür” diyerek, neye odaklanacaklarını ABD’nin belirleyeceğini öne sürdü. “Amerika her zaman temel çıkarlarımızı ve değerlerimizi savunacaktır” cümlesindeki ‘değerler’ vurgusu Çin’i ‘irrite etme’ formülasyonuydu.

Blinken, “Çin, Rusya’nın savunma sanayi üssünü güçlendirmek için kullandığı makine aletleri, mikro elektronik, mühimmat ve roket itici gazlarının yapımında kritik öneme sahip nitroselüloz ve diğer çift kullanımlı ürünlerin en büyük tedarikçisidir” iddiasıyla Rusya’nın Çin olmaza askeri gücü olamayacağını öne sürebildi.

Adeta ‘parya Avrupa’nın asıl sahibinin ABD olduğunu söylermişçesine “Pekin, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana Avrupa güvenliğine yönelik en büyük tehdidi desteklerken Avrupa ile daha iyi ilişkiler kuramaz” diye buyurdu. Ardından aleni tehdit geldi: “Çin’e bir süredir Transatlantik güvenliğinin sağlanmasının ABD’nin temel çıkarlarından biri olduğunu söylediğimiz gibi, görüşmelerimizde de Çin’in bu sorunu çözmemesi halinde bizim çözeceğimizi açıkça ifade ettim.”

ABD’nin baş diplomatının tehdidini derin serzenişi izledi: “Ayrıca Çin’in adil olmayan ticaret uygulamaları ve özellikle güneş panelleri, elektrikli arabalar ve bunlara güç sağlayan bataryalar gibi 21. yüzyıla yön verecek bir dizi kilit sektörde küresel ve ABD pazarlarındaki endüstriyel kapasite fazlalığının potansiyel sonuçları konusundaki endişelerimizi de dile getirdim. Çin tek başına bu ürünlere yönelik küresel talebin %100’ünden fazlasını üretmekte, piyasaları doldurmakta, rekabeti baltalamakta ve dünya genelinde geçim kaynaklarını ve işletmeleri riske atmaktadır.”

Blinken, ustaca ABD’deki 5 Kasım seçim kampanyasının iç siyasi tüketimine geçiş yaparken, doğrusu ‘acıklı’ bir görünüm sergiledi: “Bu daha önce de gördüğümüz bir film ve nasıl bittiğini biliyoruz; Amerikan işletmeleri paramparça oldu ve Amerikan istihdamı kayboldu. Başkan Biden bunun kendi gözetiminde olmasına izin vermeyecektir. Amerikalı işçilerin eşit şartlarda rekabet edebilmelerini sağlamak için ne gerekiyorsa yapacağız.”

Blinken, ‘Çin’in gelişimini engellemeyi ve ekonomilerini ayrıştırmayı amaçlamadıklarını’ söylerken, “Ancak Çin’in büyüme şekli önemlidir..bu, Amerikan işçilerinin ve firmalarının eşit ve adil muamele gördüğü sağlıklı bir ekonomik ilişkinin teşvik edilmesi anlamına gelmektedir” diye ekledi. Yani ‘Çinliler tişört üretsin’ demediği kaldı!

Bu ültimatomun özeti; Çin’in dış politikasını Batı belirler, Pekin itaat etmezse ‘ABD çözecek’. ABD Çin’e yarı iletkenler için yaptırım uygular fakat Çin Rusya ile ticaret yapamayacak. Çin’in nasıl büyüyeceğine ABD karar verecek, ABD’nin istedikleri yapılmazsa Çin cezalandırılacak. Çin bankalarına yaptırımlar uygulanacak, gümrük duvarları konacak.

Dünya Ticaret Örgütü kurallarını, serbest rekabeti geçiniz… Blinken, ‘Çin tipi sosyalizmle rekabet edemiyoruz’ diye hayıflanırken, mali kapitalizmin askeri-sınai kompleksinin işlevinden de seslendi. Pekin’i Güney Çin Denizi’ndeki ‘İkinci Thomas Sığlığı’nda (Ren’ai Jiao resifi) tehlikeli eylemlerle suçlayıp Filipinler ve Japonya’ya ‘savunma taahhütlerinin sapasağlam olduğunu’ vurguladı. Geçen şubat ayında ABD özel kuvvetlerinin konuşlandırıldığı Tayvan konusunda ‘tek Çin’ politikasını bir kez daha teyit ederken, Tayvan değil, ‘Tayvan Boğazı’nda barış ve istikrarın korunmasının kritik öneminin’ altını çizdi.

ÇİN ATASÖZLERİYLE YANIT

Çin liderliği bu ültimatoma nokta atışlı açıklamalarla yanıt verdi. Sıradışı bir biçimde de Xi Jinping’in Blinken’ı Pekin’deki Büyük Halk Salonu’nda kabulün hemen öncesinde çekilen video yayınlandı. Videoda Blinken’i bekleyen Xi yardımcısine “Ne zaman gidiyor?” diye sorarken görülüyor. Yardımcısı “Bu gece” diye yanıt verince “İyi” yahut “Hele şükür” mealinde yanıt veriyor. ‘Bitse de gitsek’ tarzında…

Xi Jinping’in Blinken’la görüşmesine dair Çin okuması (readout) son üç yılda tekrarlanan temanın ötesine geçildiğini ortaya koyan nitelikte. Çin lideri, ABD ile ilişkilerin 45’inci yılında ‘iniş-çıkışlardan’ ders alınması gerektiğini belirtirken, ‘karşılıklı saygı, barış içinde bir arada yaşama, kazan-kazan işbirliği’ temalarını ‘San Francisco mutabakatına’ atıfla tekrarladı. Ancak kibar ve ölçülü diplomatik ifadeleri ‘alttan alma’ olarak görülebilecek gibi değildi.

Çin lideri ‘dünyanın yüzyıldır görülmemiş bir dönüşümden geçtiği bir dönemde insanlık için ortak gelecek inşası’ vurgusunu, “Aynı gemideki yolcular birbirlerine yardım etmelidir” şeklindeki eski Çin atasözü eşliğinde dile getirdi. Xi, ABD’nin yapmadıklarına inceden dokundurdu, ‘büyük ülkelerin statülerine yakışır şekilde davranması, sorumluluk duygusuyla hareket etmeleri gerektiğini’ belirtti. ABD ile ilişkileri yine bir başka Çin atasözünden hareketle “İlerleme yoksa gerileme anlamına gelir” diye ifade etti. Ve “Bir şey söyleyip başka bir şey yapmak yerine sözler eylemlerle onurlandırmalıdır” diye uyardı.

Vang Yi’nin mevkidaşıyla görüşmesine dair Çin okuması (readout) Global Times’ta var. ‘Beş konuda uzlaşma’ başlığıyla sunulsa da Xi’nin uyarılarını detaylandırıyor. Özetle, Çinli diplomat; ‘Çin-ABD ilişkilerinde olumsuz faktörlerin artmaya ve birikmeye devam ettiğini’, ‘çeşitli aksaklıklar ve sabotajlarla karşı karşıya kaldığını’, ‘Çin’in meşru kalkınma haklarının makul olmayan bir şekilde bastırıldığını ve temel çıkarlarına sürekli olarak meydan okunduğunu’ söyledi. ‘ABD’nin Çin’in ekonomik ve teknolojik ilerlemesini bastırmak için çok sayıda tedbir uyguladığını, bunun adil rekabet değil çevreleme ve kuşatma, risk azaltma değil risk yaratma olduğunu’ söyledi. ‘Çin’in kapasite fazlası olduğu yönündeki yanlış söylemin bırakılması, Çinli şirketlere yasadışı yaptırımları kaldırması ve DTÖ kurallarını ihlal eden gümrük vergilerine son vermesi gerektiğini’ vurguladı.

‘ABD’nin egemenlik, güvenlik ve kalkınma çıkarlarıyla ilgili konularda Çin’in kırmızı çizgilerini aşmaması gerektiğinin’ altını çizen Vang, “Her iki tarafın da karşılıklı ve çok taraflı kazanımlar için küresel meseleleri ele almak üzere uluslararası işbirliğine mi öncülük edeceğini yoksa çatışma noktasına varacak ve herkes için kayıplara yol açacak şekilde karşı karşıya mı geleceğini göreceğiz” dedi.

Ukrayna anlatısına sadece Çin Dışişleri sözcüleri değindiler, o da ‘Çin krizin nedeni de parçası da olmadığı, ABD gibi yangına körükle giderken Çin’in tutumunun barışçı çözüm ve müzakerelere katkıda bulunmaya dayandığı’ oldu.   

ANLAMLI BİR TARİHTE BELGRAD’DAN MESAJ

Çin lideri bu hafta Avrupa yolcusu. Fransa, Sırbistan ve Macaristan ziyaretleri var. Özellikle Belgad’da ABD’nin Yugoslavya’yı yok edip Avrupa haritasını yeniden çizdiği 1999 müdahalesi sırasında vurduğu Çin Büyükelçiliği’ndeki 25. yıl anmalarına katılacak.

Bloomberg, Çin liderinin Avrupa’ya ‘ABD’yle aralarını açmak için gittiğini’ öne sürüyor. Trump yönetiminde rol almış Demokrasileri Savunma Vakfı’nın (FDD) Çin Programı Başkanı Matthew Pottinger, “Zaferin yedeği yok. Amerika’nın Çin ile rekabeti yönetilmemeli, kazanılmalıdır” diyor, ‘rejim değişikliği’ salık veriyor. Onu Daily Telegraph’tan Daniel Depetris, “Çin dünyanın düşmanıdır” diye yankılıyor. Defence One’da Amerikalı istihbaratçıların ‘Savaş konusunda biz daha deneyimliyiz, Çinlileri yeneriz’ ifadeleri yansıyor.

Xi Jinping, mayıs ayında NATO’nun hurdaya çevrilmiş mucize silahlarını Moskova’da sergileyen Rusya liderini ağırlayacak. ABD’nin Rusya’nın varlıklarını dondurmakla kalmayıp, çalıp Kiev’e vermekle tehdit etmesini izleyen Çinliler, Amerikan tahvillerini elden çıkarmaya devam ederken, varlıklarını Kuşak Yol yatırımlarına yönlendiriyorlar. Salt EV otomobiller değil füze fabrikalarında otomasyonu ilerletiyorlar. Tayvan’la birleşme için aceleleri yok. Çin kültüründe antik çağlardan bu yana sadece ‘erdem’ değil ‘bilgelik ve güç’ olarak kabul edilen ‘sabrın’ sınırını kestirmek zor.

Ray McGovern, Biden’ın “Çin dünyanın en zengin, en güçlü ülkesi olmak istiyor. Bu benim gözetimimde olmayacak” cümlesini anımsatırken, neocon’ların Çin’e salt ekonomik gücünden değil, komünist olmasından ötürü ‘çekemediğini’ belirtiyor. Nereden nereye…

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English