GÖRÜŞ
Çip endüstrisinin eko-politiği
Yayınlanma
Yazar
Nazlı Sarp“Eğer kendi stratejinizi geliştirmezseniz, bir başkasının stratejisinin bir parçası haline gelirsiniz.”
Alvin Toffler
Ekonominin neden ekonomi politik olduğu noktasında en belirgin varsayım; tarihsel süreçte üretim biçimlerinin toplumsal değişimleri de beraberinde getirmiş olmasıdır. Bu kavram, Marx’ın kuramında; toplumsal hayatın diğer birimleri ve insanların düşünce biçimlerinin ekonomik üretime bağlı olup, üretim tarafından şekillendirilmesi olarak temellendirilmişken, ABD’li fütürist yazar Alvin Toffler’in Üçüncü Dalga (1996) kitabında ise üç dönemle kategorize edilir: Tarım devrimiyle şekillenen bin yıllık sürece ilk dalga, sanayi devrimi sonrası yani buhar makinasının bulunmasıyla gelişen 300 yıllık sürece ikinci dalga ve hali hazırda içinde bulunduğumuz post endüstriyel süreceyse üçüncü dalga betimlemesi yapılmıştır.
Tüm bu süreçlerde üretim biçimlerinin değişimi başlarda çok uzun zaman almışsa da bilhassa transistörün keşfiyle beraber üssel bir hızla dönüşüm başlar ve ardından 1959’da ilk silisyum içerikli çip üretilerek, üçüncü dalgaya geçiş de başlamış olur. Günümüzde kullandığımız mobil cihazlar, bilgisayarlar, otomobiller, ev /sağlık gereçleri hatta yoğunluğa göre çalışan trafik lambaları kısacası aklımıza gelen tüm “akıllı” cihazlarda işte bu çipler üstelik içerisinde milyarlarca transistörü barındırarak, yer almaktadır. Başlarda çiplerin performansı noktasında İntel firmasının yöneticisi ve silisyum içeriğinden çip üretimine katkı sağlayan Gordon Moore’un yasası geçerliyken (1965’te Electronics dergisinde yayımlanan yazısında mikroişlemci performansının yaklaşık her 24 ayda iki katına çıkacağını tahmin etmiş, performans artışı yaşanırken transistör birim fiyatının da düşeceğini öngörmüştü.) şimdilerde ise artık bu yasa da geçerliliğini yitirerek, mevzu daha da sofistike bir hal almış durumdadır.
*Grafik 1’de 2025 gibi yakın bir gelecekte Moore Yasası’nın sona ermesi yani mikroişlemci performansındaki artışın tamamen duracağı tahmin edilmektedir. Bilim insanları alternatif teknolojiler arayışı içindeler.
Diğer taraftan çiplerin keşfedilmesi, yıllar boyu üssel bir performansla ilerleme kaydetmesi ve yapay zekanın da ilerleyen bu sürece eşlik etmesi küresel ekonomiyi de şekillendirdi.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Bretton Woods Anlaşması’yla beraber yeni bir küresel finansal güç haline gelen ABD’nin tek taraflı olarak altın sisteminden çıkışı, Bretton Woods’un çöküşüne neden olurken; yeni bir küresel ekonomik sistemin miladını da oluşturacaktır ki ona neoliberalizm denilmektedir.
Bunun anlamı özetle ülkelerin merkez bankalarında dolar rezervi tutmaları ve Fed’in dış borç ödeme gibi bir zorunluluğu olmadığından istediği kadar para basabilmesinin yolunun açılmış olmasıdır.
Dolayısıyla küresel ekonomide de büyük bir dönüşüm başlayacak ve 90’lı yıllardan itibaren yıkılan duvarlar ve bloklar eşliğinde dünyaya globalizm denen bir kavramın hakim olmasını beraberinde getirecektir.
Blokların yıkılma sürecinin hemen öncesinde 80’li yıllarda çip bağlamında bir takım hazırlıklar da yapılmıştır. Mesela dünyanın en gelişmiş ve devasa çip üretim makinalarını yapan ASML firması Hollanda’da; günümüzde dünya çip üretimin yaklaşık yüzde 60’ını gerçekleştiren TSMC firmasıysa Tayvan’da kurulmuşlardır. Bir örnek üzerinden anlatmam gerekirse; ASML’nin ürettiği yüz milyonlarca euro değerindeki makinayla Tayvan’daki TSMC’de, küresel ABD markası Z’nin üretiminde kullanılan ileri teknolojili yani küçük nanometre çip üretiliyor ve ardından bu Z markalı telefona X ülkesinde örneğin Hindistan’da montaj yapılarak, bizim gibi marka meraklısı ülkelere dolar kuru üzerinden pazarlanıyor.
Bu işleyiş noktasında kazanan patent ve doları elinde bulunduran ABD oluyor; katma değeri düşük üretim ya da montaj yapanlar ise düşük ücretli emek güçleriyle globalizm sarmalının hem eforu hem de pazarı haline gelmiş oluyor.
İşte bu sarmalı günümüzde çok az sayıda ülkenin kırabilmiş olduğunu görüyoruz ki bunlardan hikaye değeri en yüksek olanlarından biri Çin diğeriyse Tayvan’dır diyebilirim.
90’lı yılların sonundaki Asya Krizi’nin çıkış noktası aslında bu bölgenin büyüme stratejisiydi. Globalleşme furyasına henüz gelişmemiş finansal piyasaları ve katma değeri düşük üretimle angaje olduklarında yüksek faiz ve düşük kur politikası eşliğinde başlarda Batı’dan büyük miktarda sıcak para çektiler. Ancak bir süre sonra hazır olmayan mali sistemde oluşan spekülasyonlarla iş çığrından çıktı ve gelen sıcak para kaçarak yerini büyük bir kur krizine bırakmış oldu. Ne kadar tanıdık geliyor değil mi?
Ancak uzaklarda bir yerlerde devasa nüfusu yani ucuz iş gücüyle öyle bir ülke vardır ki işte onun, Çin’in DTÖ’e girişi küresel ekonomide yine bir dönüşümü de beraberinde getirecektir.
Çin Dünya ticaret sistemine başlarda fason üretim yaparak girdi; yıllarca dünyanın fabrikası olarak anıldı zira en çok ithalat yapılan ülke konumuna geldi. Son 15-20 yılda yüksek, yüzde 10’ları aşan büyüme oranları kaydetti ancak bir noktada da teknolojik olarak dönüşmeyi başardı. İşte bu dönüşüm aynı zamanda ABD’yle ticaret savaşlarının da başlangıcını oluşturdu. İlk defa eski ABD başkanı Trump zamanında başlatılan bu ticaret savaşı, Biden iktidarıyla beraber teknoloji savaşına evrilecekti.
Çip üretiminde dünyada asıl pay hangi ülkenin tekelindedir?
Çip üretiminde dünyanın gelişmiş ve gelişen ülkeleri devlet teşvikleri ve sübvansiyonlarında yarışır haldedir. Özellikle Biden hükümetinin yürürlüğe soktuğu yeşil dönüşüm ve sürdürülebilirliği önceleyen enflasyonu düşürme yasasıyla beraber uygulamaya konulan çip yasasında ülke yatırımlarına çok büyük sübvansiyon ve hibelerin verildiği görülmektedir. Ülkede şimdiye kadar 200 milyar doları aşkın özel yeni çip yatırımı gerçekleştirilmiş olup, vergi sübvansiyonları dışında TSMC, Samsung gibi firmalara hibe fonları da devam ettirilmektedir.
Çin, Ulusal Bilgi ve Teknoloji Komisyonu eşliğinde IC türündeki çip yatırımlarına vergi sübvansiyonları sağlamanın yanı sıra 50 milyar dolarlık yatırım fonu ayırmış durumdadır.
Tayvan, Çip Yasası eşliğinde yeni ekipman ve ARGE yatırımlarına yüzde 25 vergi sübvansiyonu sağlamaktadır.
AB’de AB Çip Yasası eşliğinde 2030’a kadar yatırım fonu tutarı kamu ve özel toplamında 47 milyar dolar olurken, Japonya, G. Kore, Hindistan, Güneydoğu Asya’da benzer yasa ve teşvikler söz konusudur.
2023’te çip ve kritik çip minerallerinin üretim ve lojistiğine yönelik olarak, Kuzey Amerikan Yarı iletken Koridoru (NASC) oluşturulmuş ve bölgede 50 milyarla başlayan yatırımların 200 milyar doları aşması planlanmaktadır. Dolayısıyla küresel Pazar payı açısından ABD’nin lider olduğu *Grafik 2’den görülebilir:
Sözleşmeli çip üreticileri
Grafik 3’te sözleşmeli (fason) olarak üretim yapan firmaların payları görünmekte olup, Tayvan’ın TSMC firması yüzde 60’la dünya lideri durumundadır. Ancak her ne kadar sözleşmeli de olsa TSMC firmasının fason üretim yaptığı söylenemez.
Tayvan, 80’li yıllardan itibaren oluşturduğu devlet stratejisiyle yabancı şirketlerin de desteğini alarak, çip alanında önemli yatırımlar başlattı ve 2000’li yıllara gelindiğinde çip teknolojilerinde küresel bir oyuncu haline gelmiştir. Diğer taraftan çip üretiminin yanı sıra test ve paketleme gibi alanlarda da uzmanlaşarak çip konusundaki inovasyonunu gerçekleştirdiği söylenebilir.
Patent geliştirerek fason üretim yaptıran firmalar noktasındaysa Intel, AMD, Micron, Broadcom’un yanı sıra S&P500’de muhteşem yedilinin içinde gösterdikleri bu seneki performanslarıyla Nvidia ve Apple’ı da unutmamak gerekiyor.
Satış oranlarına göre ARGE harcamalarında da ABD yüzde 18,7 ile lider durumda olup, Avrupa’yı yüzde 11’lik payla bu konuda işleri sıkı tutan Tayvan takip etmektedir. (*Grafik 4)
Küresel pazarda patent ve teknoloji geliştirme noktasında açık ara ABD’nin lider olduğu; ancak ileri teknolojili ürünlerde Tayvan başta olmak üzere, Çin’in de çok büyük dönüşüm gerçekleştirerek, ABD’yi tehdit ettiği bir ekonomi zemini bulunmaktadır.
Bu noktada ABD’nin tek kutuplu ekonomi politiği sürdürülebilmesi adına Çin üzerindeki ticaret kısıtı baskılarını “güvenlik” kaygısı altında Avrupa’ya da empoze ettiği ve jeopolitik olarak da Tayvan’ın çok büyük bir sürtüşme noktası olarak ortaya çıktığı söylenebilir.
Üstelik bu güvenlik başlıklı teknoloji savaşı sadece çip ve kritik metallere de yönelik olmayıp, yapay zeka ve kominikasyon uygulamalarını da kapsamaktadır ki son gelişme ABD’nin tamamında Çin’li TikTok uygulamasının yasaklanması konusudur. Satın alamadıkları (tekelleşmediği) taktirde ülkelerinde uygulamanın kullanılmasına son verilmesine yönelik süre başlatılmıştır.
Dolayısıyla çipler ve ileri teknoloji açısından yaklaşılacak olursa bir tür dijital merkantilizm dönemine girilmiştir de denilebilir. Ülkemizin bu alandaki tarihine bakıldığında ise 80’li yıllarda kurulan Samsung ve TSMC’den önce 1976 yılında Testaş firmasıyla ilk adımın atıldığını ancak koalisyon hükümeti değişince söz konusu yatırımın rafa kaldırıldığını, sonrasındaki birkaç denemeden de önemli bir netice alınmadığını hatta İntel firmasının İTÜ Teknopark’ta bir araştırma merkezi kurduğu ancak birkaç yıl sonra kapattığını görüyoruz.
Elbette ülkemizde de çip ve transistör üretimi senelerdir yapılmaktadır (mevcutta 250 nm’e kadar) ancak küresel tarafta, yüksek teknolojili yani 3 nm’e kadar (çok yüksek performanslı) çiplerin üretimi ancak bir oyuncu olmanın yolunu açmaktadır. Geçtiğimiz yıl 65 nm’lik çiplerin üretimi için TÜBİTAK ‘la Katar Hamad Bin Khalifa Üniversitesi arasında bir kuluçka projesi başlatılmıştı. Bu senenin başında da Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Ofisi, “Çip Endüstrisi” başlıklı bir araştırma raporu yayımladı. ( https://cbddo.gov.tr/SharedFolderServer/Genel/5.Arastirma_Raporu-Cip_Endustrisi.pdf )
Çip üretiminin bir dizi zorluğu da bulunmaktadır: Sermaye ve su tüketimi gibi konuların dışında çip üretiminin ABD’de bile sorun yaratacak denli en büyük handikapı ise yetişmiş insan gücüdür. Bu belki beyin göçünü alan ABD için teknisyen bazında olabilirken, bizdeyse know-how ve tasarımcı/yazılımcı mühendisler noktasında daha büyük bir zorluktur.
O nedenle eğitim politikamızın da teknoloji yatırımlarıyla beraber değerlendirilmesi ve özellikle bu konuda yetkin gençlerin ülkede kalmasını teşvik edici bir dizi yapısal önlemin hayata geçirilmesi memleketimiz için kritik bir öneme haiz konulardır.
İlginizi Çekebilir
-
Trudeau: Trump’ın ‘51. eyalet’ yorumları dikkat dağıtmak için
-
FT: Çin olası Tayvan saldırısı için yeni mobil iskeleler inşa ediyor
-
Çin ve Hindistan’a Rus petrolü tedarikini engellemek için daha sert ABD yaptırımları
-
BSW ilk federal seçimine hazırlanıyor: Konferansta AfD’ye sert eleştiriler
-
Musk ve Zuckerberg, AB dijital kurallarından memnun değil
-
Güney Kore ve Japonya dışişleri bakanları kriz sonrası ilişkileri teyit etti
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) seçilmiş başkanı Donald Trump, ikinci dönemini endişeyle bekleyen dünya için eteklerinde bolca sürprizle gelecek gibi gözüküyor. Zira, Panama, Grönland ve hatta Kanada konusundaki çıkışlarını sadece Trump’ın patavatsızlığı olarak değerlendirmemek gerekir. Israrla bu konuları gündemde tutmasına bakılırsa ABD yeni dönemde alıştığımızın dışında bir strateji izleme yolunda.
ABD’nin emperyalist yaklaşımı, tarihsel olarak Avrupa tarzı emperyalizmden farklı bir çizgide ilerledi. Batı Avrupa ülkeleri, sınırlı topraklara ve kaynaklara sahip oldukları için, sömürgecilik döneminde ekonomik kazanç elde etmek amacıyla genişlemeye yöneldi. Başta İngiltere ve Fransa gibi ülkeler, dünyanın çeşitli bölgelerinde toprak işgal ederek ekonomik değer merkezlerini kontrol altına almayı hedefledi.
ABD’nin geniş kıtasal toprakları ve zengin doğal kaynakları, bu tür bir motivasyonu büyük ölçüde gereksiz kıldı. ABD, kendi sınırları içinde endüstriyel devrimini gerçekleştirdiğinde hala devasa ve zengin kaynaklarla dolu bir kıtayı işliyordu. Bugün ise dünyanın en üretken hizmet ekonomilerinden birine sahip olan ABD için, ekonomik kazanç amacıyla toprak işgal etmek çoğu zaman en mantıklı strateji değil.
Bu yüzden Amerikan tarzı emperyalizm ekonomik değil, güvenlik odaklıdır. ABD için önemli olan büyük topraklar üzerinde hakimiyet kurmak değil ama (özellikle deniz) ticaret yollarına hükmetmek ve başta enerji olmak üzere olası rakiplerinin kritik kaynaklara ulaşımını sınırlandırmaktır.
Dolayısıyla ABD, büyük toprak parçalarını işgal etmek yerine, stratejik öneme sahip küçük ve savunması kolay bölgelerle ilgilenir. Bu bölgelerin düşük nüfuslu olması, güvenlik riski yaratmaması ve ABD’nin rakiplerinin stratejik fırsatlarını sınırlaması esastır. Bu yaklaşım, ülkenin güvenlik çıkarlarını maksimize ederken idari yükü minimize etmeyi amaçlar. Bu perspektiften bakıldığında, ABD’nin ilgisini çekebilecek bölgelerin sayısı sınırlıdır.
ABD’nin Stratejik Öncelikleri
Amerika Birleşik Devletleri, Pasifik’te stratejik önem taşıyan birçok bölgeyi hâlihazırda kontrol etmekte. Kuzey Mariana Adaları, Guam ve Amerikan Samoası gibi bölgeler, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında ve 1800’lerin emperyalizm çağında kazandığı topraklar. Bu alanlar, ABD’nin hem kendi güvenliğini sağlaması hem de Asya-Pasifik bölgesindeki askeri üsler ve deniz rotaları açısından kritik öneme sahip.
Eğer ABD, güvenlik çıkarlarını Afrika’ya genişletmek isterse, Sao Tome ve Principe gibi küçük ada devletleri, ABD’nin ilgisini çekebilecek stratejik noktalar. Afrika’da Sao Tome, 200.000 kişilik nüfusu ve stratejik konumu ile stratejik olarak Batı Afrika’nın tamamına erişim imkânı sunuyor. Bu bölge, Güney Afrika’dan Senegal’e kadar geniş bir coğrafyada ABD’ye askeri üstünlük sağlayabilir.
Benzer şekilde, Sokotra gibi Yemen’e ait adalar da dikkat çekici. Sokotra, Hint Okyanusu, Kızıldeniz ve Afrika’nın doğu kıyısına erişim sağlamak açısından stratejik bir konuma sahip. Ancak bu adaların ele geçirilmesi, ABD’nin Afrika’ya yönelik uzun vadeli stratejik bir taahhütte bulunmasını gerektirir ki bu şimdiye kadar herhangi bir Amerikan hükümetinin benimsemediği bir stratejidir.
Yeni Ticaret Rotaları
Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmadan önce gündeme getirdiği Panama ve Grönland gibi bölgeler ise ABD’ye ciddi yönetim ve altyapı yükü getirebilir.
Örneğin, Panama Kanalı stratejik bir öneme sahip olsa da, Panama’nın büyük nüfusu ve sosyal sorunları, ABD için yönetimsel bir yük oluşturabilir. 4 milyonu aşkın nüfusu ve uyuşturucu kaçakçılığı sorunları, ABD’nin bu bölgeyi doğrudan kontrol etmesini zorlaştırır. Zaten mevcut durumda ABD’nin, Panama Kanalı üzerinde tam geçiş hakkına ve askeri önceliğe sahip olması doğrudan işgali gereksiz kılıyor.
Grönland ise Kuzey Kutbunun yükselen stratejik önemi nedeniyle daha ön planda. Özellikle buzulların erimesiyle ortaya çıkan yeni ticaret yollarında söz sahibi olmak burada varlık göstermeyi gerektiriyor. Düşük nüfusuna rağmen devasa bir toprak parçasına sahip olduğu ve zorlu yaşam koşulları nedeniyle Grönland’ın tam kontrolü yüksek bir maliyet gerektiriyor. Ayrıca, Grönland’ın mevcut yöneticisi olan Danimarka, ABD ile güçlü bir müttefiklik ilişkisi sürdürüyor ve ABD’nin Grönland üzerindeki güvenlik taleplerini karşılıyor. Grönland’ın ABD’ye bağlanması, Danimarka ile yakın ilişkilerine zarar verebilir ve Amerikan politikasında gereksiz bir yük oluşturabilir, ittifaklarını sorgulanabilir hale getirebilir. Fakat ilginçtir ki, Trump işbirliği yerine Grönland’i ABD hakimiyetinde görmek istiyor ve bunu ekonomik gerekçelere dayandırıyor.
Amerikan Stratejisinin Geleceği
ABD’nin mevcut güvenlik stratejisi, dolaylı kontrol mekanizmalarına dayanıyor. Doğrudan toprak kontrolü yerine, müttefik ülkelerle iş birliği yaparak stratejik bölgelerde etkisini sürdürerek hem maliyetleri düşürüyor hem de yerel halkların tepkisini minimize etmeye çalışıyor. ABD’nin toprak işgaline dayalı bir genişleme stratejisi benimsemesi birçok riski beraber getirecektir. Umuyoruz, Trump ile cesur yeni bir dünya için kemerleri bağlamış ve ülkemiz için oluşacak risk ve fırsatları belirlemişizdir.
GÖRÜŞ
Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 1
Yayınlanma
1 gün önce12/01/2025
Yazar
Hazal YalınRusya: ekonomi, sorunlar, istikrar halkaları, çözüm arayışları – 1
Bu uzun yazı, Rusya ekonomisinde özellikle 2022 sonrası yaşanan dönüşümü, mevcut sorunları ele alıyor ve geleceğe yönelik bazı tahminleri içeriyor. Bu karmaşık konuda bütün eksiksiz bir tablo sunmak mümkün değil; ancak gene de okur, az çok belirgin bir fikir edinecektir.
Ancak yazının ciddi bir eksiği var: son derece önemli üç başlığı kapsamı dışında tutuyor.
İlki, savunma sanayisinin sivil sanayiye ve genel olarak ekonomiye etkisidir. Anlaşılabilir nedenlerle istatistiklerde bu kalemler görünmüyor ve mevcut durum daha karamsar yansıyor. Bu özellikle incelenmesi gereken konuyu ele almak için sanırım birkaç yıl daha geçmesi gerekecek. Ancak mevcut durumun Sovyet savunma sanayisinin itici rolünü hatırlattığını belirtmek gerek.
İkinci olarak, bu yazı son iki yıldır artan deprivatizasyon (özelleştirmelerin geri alınması; millileştirme) meselesini de kapsamı dışında tutuyor. Bu mesele, hemen hepsi servetini özelleştirmeler döneminde yapılan yolsuzluklarla ele geçirmiş olan büyük burjuvazinin kafasının üstünde sallanan kılıç olması itibariyle bir siyasi tehdit olmaktan başka gerçekten de şimdi artık trilyon rublelerle ölçülen servetlerin hazineye geri dönmesine yol açtı, dolayısıyla ciddi bir iktisadi etkisi var. Bu görünmeyen etki de hesaba katıldığında istatistiklerdeki kasvet biraz daha hafifleyebilir.
Üçüncü olarak, yazı her ne kadar alabildiğine kalın çizgilerle Kremlin önderliği etrafında kitle konsolidasyonunun sağlanması açısından sosyal politikaların önemine dikkat çekmiş olsa da hem bunun iktisadi anlamını, hem de siyasi zor ve kararlılığı çerçevesi dışında bırakıyor. Ancak bu durum, siyasetle daha yakından ilgili olduğu ölçüde, yazıda da değineceğim gibi, yeni tip bonapartizm üzerine kavramsal-teorik bir çalışmayı gerektiriyor.
Enflasyon üzerinde etkili olan faktörler
TsMAKP (Makroekonomik Analiz ve Kısa Vadeli Tahmin Merkezi) hesaplamalarına göre 2023’te (pazar-dışı olanlar hariç) orta ve büyük çaplı işletmelerde maliyetin yüzde 1,9’unu faiz ödemeleri, 3,4’ünü kiralar ve 17,1’ini ücret ödemeleri oluşturuyordu. Çarpan etkisiyle birlikte hesaplandığında şu ortaya çıktı: 2024’te faizlerin fiyat artışlarına etkisi en az 4,5-5,5 puan olduğu halde ücret ödemeleri en çok 3,5-4,5 puan etki etmişti.
Bütün merkez bankaları gibi Rusya MB da faizleri gerçekte “talep enflasyonunu” baskılamak için kullanılıyor. Bu da ücretlerin düşürülmesinin kibar adı. Oysa Glazyev’in 19 Aralık’ta Bilimler Akademisi’ndeki tebliğinde işaret ettiği son araştırmalar, politika faizindeki her 1 puanlık artışın talep enflasyonunu 0,2 puan düşürürken maliyet enflasyonunu 0,24 puan yükselttiğini gösteriyor. Başka deyişle, 2022 öncesine dönmek mümkün olsaydı bile bu para-kredi siyasetinin net etkisi enflasyonun artması yönünde olacaktı.
Bu durum iki temel noktayı gösteriyor. Birincisi, faiz oranları yatırımı sınırladığı ölçüde maliyet ve dolayısıyla fiyat artışlarına neden oluyor, dolayısıyla faizler enflasyona doğrudan etki ediyor ve bu etki, ücret artışlarının yarattığı etkiden çok daha fazla. İkinci nokta ise ilk önermenin tersten ifadesi: ücret artışları maliyet artışına sanıldığından çok daha az etki ediyor; üstelik alım gücünün artmasıyla birlikte kâr oranı korunsa bile sınai genişlemeye yol açıyor.
MB politika faizini esasen enflasyonla ilişkilendiriyor. Neoliberal dogmatizme göre faiz oranları enflasyon üzerinde etki eder. Oysa Grafik 1, bu ikisi arasında daha önce değil nedensellik herhangi bir korelasyon olsun var idiyse bile bunun son derece dönemsel ve varlığının da spekülatif olduğunu, dahası en azından 2023 başından beri faiz artışının belirgin bir şekilde enflasyonu durdurucu etki göstermediğini ortaya koyuyor.
Glazyev’in Bilimler Akademisi’ndeki son sunumuna bakılırsa TÜFE artışının yüzde 60’ı taşımacılık ve enerji alanındaki maliyet enflasyonundan kaynaklanıyor. 2022-2024 arasında nakliye fiyatları yüzde 20, enerji fiyatları yüzde 12 arttı. Bu durum esas itibariyle nüfusun en yoksul kesimleri için hissedilir enflasyonu artırıyor. Özellikle Gazprombank’a getirilen yaptırımlarla birlikte dolar kurundaki ani fırlayış enflasyonu tetikliyor (birazdan buna geri döneceğim).
Enflasyona etki eden bir başka faktör ise MB’nın yarattığı kısır döngü: enflasyonu düşürmek adına faiz oranları arttıkça kredi faizi masrafları doğrudan emtia fiyatlarına yansıyor. Ve bu enflasyon, her zaman ve her yerde olduğu gibi, en yoksulların tüketici sepetinin fiyatını artırarak (başta emeklilerin) reel gelirinde düşüşe neden oluyor. Bunlar kritik sorunlar, ne var ki en kritik sorun, sermaye verimliliğinin faiz oranlarının altında kalması. Bu nedenle daha kolay kredi bulan şirketler taze parayı üretime değil mevduat faizine yatıracaktır. Mevduat faizi ve devlet tahvili getirilerinin yüksekliği, kreditöre tam da bu amaçla borçlanma eğilimini güçlendiriyor. Kredi faizlerindeki tırmanışla birlikte kredi borçlanmalarının özel sektörün elindeki bir dizi şirkette iflasları tetiklemesi de olası; ancak böyle bir furya ortaya çıkarsa devletin el koyması veya kayyım ataması yoluyla durdurulması beklenebilir.
MB para-kredi siyasetinin yarattığı zincirleme iflaslar riski
Faizlerin bütün sektörlere yıkıcı bir darbe vurduğu da “sorunlu” şirketlerin cirolarının ülke içinde üretilen toplam ciroya oranında da ortaya çıkıyor. TsMAKP hesaplamalarına göre 2023’te faiz ödemelerinde güçlük çeken (1<ICR<1.5) şirketlerin cirosunun toplam ciroya oranı yüzde 4,5, bu ödemeleri yapmakta zorlanacak durumda olan şirketlerin (ICR<1) cirosunun toplam ciroya oranı ise yüzde 7,8’di. 2024’te bu oranlar sırasıyla yüzde 14,5 ve 15,5’e yükseldi. Eğer faizle birlikte kira ödemelerinden doğan güçlükler de katılırsa, 2024’te toplam yurt içi cironun yüzde 11,7’sini üreten şirketler faiz ve kira ödemelerinde güçlük çekiyor, yüzde 25,6’sı ise vade geciktirebilir.
Sektörlere göre dağılım daha kritik bir tablo ortaya koyuyor. Örneğin 2024 itibariyle (kira ödemeleri de hesaba katıldığında) ödeme zorluğu çeken posta ve kurye hizmetleri sunan şirketlerin cirosunun sektörün toplam cirosuna oranı yüzde 60, yüzde 15 ise ödeme vadelerini geciktirebilir gibi görünüyor. Onu telekomünikasyon şirketleri takip ediyor, ancak risk çok yüksek: ödeme güçlüğü çekenlerin oranı yüzde 22, vade geciktirme ihtimali olanların oranı ise yüzde 47. Havacılık ve uzay faaliyetleri için bu oranlar sırasıyla yüzde 48 ve 12; tren, gemi ve uçak inşaatı alanında yüzde 33’e 27, boru hatlarında 8’e 45. Petrol ve doğalgaz şirketleri için yüzde 6 ve yüzde 42. İnşaat ve mühendislik şirketlerinde oranlar görece düşük (yüzde 13 ve 20), ancak sektörün özellikle konut üretiminin kitle konsolidasyonuna etkisi bakımından önemine dikkat çekmek gerek.
Eğer sadece faiz ve kira ödemeleri değil, en genelde iflas hattındaki şirketler dikkate alınırsa TsMAKP hesaplamaları bütün ekonomi açısından daha kasvetli bir tablo ortaya koyuyor. Ciroları toplamı reel sektörün toplam cirosunun yüzde 5,8’ini oluşturan şirketler 2023’te iflas tehlikesi yaşıyordu; 2023-2024 arasında politika faizi 1,6 kat artarken bu orana yüzde 6,7 daha eklendi ve toplam yüzde 12,5’i buldu. Faiz artışları bu hızla devam ederse önümüzdeki yıl bu orana yüzde 6,4 daha eklenerek 18,9’a yükselecek. İflas hattındaki şirketlerin sayısının toplam şirket sayısına oranı da 2023’te yüzde 4,7’ydi; buna bu yıl 4,2 daha eklendi ve gelecek yıl faiz artışı aynı hızla devam ederse 3,3 daha eklenerek toplam 12,2’ye yükselecek.
Bugünlerde Kürt sorununun çözülmesi için atılacak tarihi adımlardan söz ediliyor. Hatta neredeyse bu iş kotarılırsa hepimizin gelirlerinin katlanacağı, çözülmezse açlığa mahkum olacağımızı ima etmeye başladılar bile… Bu tür psikolojik harekat girişimlerini AB konusunun Türkiye’yi iç ve dış politika olarak esir aldığı günlerden iyi hatırlarım. AB konusu her derde deva gibi sunulmuştu. Sonuçta AB üyesi Yunanistan 2008 yılında derin bir krize girdi ve kriz sadece Yunanistan ile sınırlı kalmadı; AB ülkelerinin büyük bir bölümünü kasıp kavurdu; ama o propagandayı yapan meşhur gazeteciler ve diğerlerinin ilgi alanına pek girmedi AB krizleri… Konuyla sadece magazinsel açılardan ilgilenmeyi tercih ettiler.
PEKİ KÜRT SORUNU NEDİR?
Amerikan ve Avrupalı düşünce kuruluşlarından duyduklarını bizlere anlatmaya çalışanlara göre Türkler ve Kürtler olmak üzere iki milli kimlik var. Bu kimlikler en azından son yüzyıldan bu yana kesintisiz bir biçimde mevcut ve Osmanlı’nın nihai dağılma sürecine girdiği Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortak mücadele verdiler; fakat bunlardan birisi – Türkler – kendi milli devletlerini kurarken diğerine – Kürtler – kazık attı, yüzüstü bıraktı. İşte, sorunun kaynağı burası. Bu sorunun şimdi çözülmesi gerekiyor.
Oysa tarihi kayıtlar hiç de öyle söylemiyor. Örneğin Musul sorunu Lozan’da müzakere edilirken bırakın bugünkü Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürt kökenlileri Musul Eyaleti (İngiltere’nin kurduğu Irak devletini oluşturan üç eyaletten birisi. Diğerleri Bağdat ve Basra eyaletleri) içinde yani Irak’ın kuzey bölgesinde yaşayan Kürt kökenliler Türkiye’den yanaydılar. Lozan’da Musul’un Türkiye’ye verilmesi gerektiğini ısrarla savunan İsmet Paşa bölge nüfusunun büyük ölçüde Türk oluğunu söylediğinde İngiliz tarafı Türk değil Kürt olduğunu ileri sürmüş; İsmet Paşa ise buna ‘madem öyle plebisit yapalım’ derken Türk ile Kürt arasında bir fark olmadığını hatta kendisinin de Kürt olduğunu söyleyerek karşılık vermişti.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında patlak veren isyanlar (Şeyh Said vd.) milli karakterli olmaktan çok uzaktı. Zaten milli kimlik esaslı bir mücadele olmuş olsaydı Türkiye bunu bastırmakta çok zorluk çekerdi. Osmanlı dağılırken kaybedilen topraklardaki Müslümanlar etnik kökenlerinden bağımsız olarak ve ‘Türk’ oldukları gerekçesiyle yerlerinden sürülmüşlerdi. Balkanlar ve Kafkaslardan on sekizinci yüzyıl başlarından itibaren kitleler halinde Osmanlı’nın elindeki topraklara kaçan Müslümanlar özellikle Anadolu’da Atatürk liderliğinde başarılan Milli Mücadele/Kurtuluş Savaşı sayesinde bağımsız devlet kurmayı başarmış ve Atatürk bu devleti en çağdaş milliyetçilik harmanı ile oluşturmuştur. Yani Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denilmiştir.
Anadolu’dakilerle birlikte aşağı yukarı hepsi Müslüman ve hem kendini Türk hisseden hem de Müslüman olmayan toplumların Türk olduğu gerekçesiyle düşmanlığına maruz kalan bu toplum sosyolojik, psikolojik, siyasi ve ekonomik açılardan Türk milleti haline gelmiştir ve buna en büyük katkıyı Atatürk’ün modern milliyetçilik esasları üzerine kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devleti yapmıştır. Eğer Türkiye’de Türkler ve Kürtler olarak adlandırılabilecek iki ayrı millet olsaydı Kürt milletinin kendince kutsal gördüğü bir coğrafyası, düşman veya öteki algısı olması gerekirdi. Ve o coğrafyada bağımsızlık mücadelesi vermesi, devlet olma çabası içinde bulunması gerekirdi.
Türkiye’de dün de bugün de böyle bir durum/sorun olmamış/yaşanmamıştır. Türkiye’nin Kürt etnik kökeninden olan insanların hiç yaşamadığı bölgesi, ili ve hatta ilçesi yoktur. Milyonlarca karışık evlilik ve bu karışık evliliklerden doğan milyonlarca insan Türkiye’deki milletleşme sürecinin tutkallarından birisidir. Buradaki en önemli avantaj ‘taraflar’ diye bir algı oluşmamış olmasıdır. Dolayısıyla ‘öteki’ algısı da yoktur.
Daha açık bir ifadeyle Kürt kökenli aileler iş bulmak, çoluk çocuklarını daha iyi şartlarda yetiştirmek için büyük kentlere taşınırken kafalarında başka bir milletin topraklarına yerleşme düşüncesinden kaynaklanacak hiçbir endişe vs. olmamıştır. Aynı şekilde Kürt kökenli insanların ‘kendi şehirlerine’ yerleşmesinden rahatsız olan/olacak başka bir millet de söz konusu değildir/yoktur. Yani herkes kendisini bu milletin parçası saymış ve o milletin kurduğu devletin vatandaşları olmuşlardır.
Bu milletleşme süreci onlarca yıl içerisinde ortak idealler ve ortak çıkarlarla da takviye edilmiştir. Nerede ekonomik kalkınma hız kazanmış, yeni iş alanları açılmış ve yeni imkanlar ortaya çıkmışsa Türkiye’nin her bölgesinden insanlar oralara akın ederek muazzam bir ekonomik/sosyal hareketlilik başlatmışlardır. Karışık evlilikler sadece Kürt kökenliler ile olmayanlar arasında değil her bölgeden herkes arasında büyük çapta gerçekleşmiştir; çünkü toplumda ‘öteki’ algısı hiç yoktur/olmamıştır. Bu sayede Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız olan devletler içerisinde, katlamalı nüfus artışına rağmen hem ekonomik kalkınma hem de askeri güç oluşturma açılarından en başarılı olanı tartışmasız Türkiye’dir. Milletleşme süreci açısından da Arap/Müslüman coğrafyasının en başarılı örneğidir.
Türkiye’de sadece anayasal ve yasal çerçevede ‘Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ denilmekle kalınmamış: aynı zamanda uygulamada da bu ilkeye uyulmuş; etnik ve/veya mezhebi kökenlerine bakılmaksızın herkes her ticari/ekonomik alanda veya kamu bürokrasisinde yer alabilmiştir. Üstelik bu, kendiliğinden gerçekleşmiş; bir üst aklın veya düzenin durumu dengelemek/yönetmek adına adeta kotalar koyarak yaptığı çabalar sonucunda oluşmamıştır. Herkes kendisini bu milletin mensubu addetmiş ve o milletin kurduğu devletin imkanlarından yararlanmayı, ortak ideallere katkıda bulunmayı ve ortak çıkardan pay almayı otomatik hakkı saymıştır. Bu yüzden 1974 yılında Türkiye Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirirken ülkenin her tarafında olduğu gibi Güneydoğu bölgemizde de askerlik şubelerinin önü askere gönüllü gitmek isteyen yüzbinlerle dolup taşmıştır.
TÜRKİYE COĞRAFYASI DIŞINDAKİ ‘KÜRTLER’
Türkiye dışında bir Kürt sorunu olabilir ve hatta vardır; çünkü örneğin Irak’ta İngiltere manda yönetimi tarafından bu devletin kurulduğu tarihten itibaren Araplar ve Kürtler denilebilecek bir mücadele söz konusu olmuştur. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşını kaybederek bölgeden geri çekilmesinin ardından Irak’ın kuzey bölgelerinde patlak veren aşiret karakterli isyanlar bu insanların Irak devletine ve toplumuna entegre edilmemesinden dolayı yıllar içerisinde bir yandan aşiret özelliklerini korumuş olsa da öte yandan da ‘Kürt isyanları’ halini almıştır. Her fırsatta – örneğin Irak-İran gerginliklerinde – bu isyanlar patlak vermiş ve giderek kısmen de olsa milli kimlik oluşturma yolunda ilerlemiştir. Hala aşiret özelliklerini sıkı sıkıya muhafaza eden bu yapının PKK/PYD önderliğinde kurulması hayal edilen bir Kürdistan devletine kolaylıkla entegre olup olmayacağı veya entegre olmayı isteyip istemeyeceği de pek çok soru işaretleriyle doludur. Böyle bir kararı muhtemelen ortaya çıkacak şartlar belirleyecektir.
İran’daki Kürtlerin hemen hepsinin – Feyli Kürtler hariç – Sünni, İran’ın ise ağırlıklı olarak Şii olması oradaki Kürt sorunu ile ilgili en temel başlangıç sebep olsa gerektir. Türk asıllılar kadar rejime entegre olmamaları da ayrıca belirleyici sebeplerden bir başkasıdır. Suriye’de ise durum biraz daha farklı gelişmiştir. Öncelikle Suriye vatandaşı büyük bir ‘Kürt’ kitle yoktu. Şeyh Said isyanı sırasında sınırın ötesine geçen aşiretlerden oluşan ‘Kürtler’ ve onların geleceği önce manda yönetimleri sonra da bir kargaşadan ötekine evrilen Suriye yönetimleri tarafından ihmal edildi. Vatandaş olan Kürt kökenliler ise milli-üniter yapıdaki Suriye içinde sınırlı düzeyde entegre edilebildiler. Zaten gerek Irak gerekse Suriye’deki Baas yönetimleri bırakın Arap olmayanları Arap toplumların bile tümünü tek bir millete dönüştürecek derecede geniş vizyonlu olamadılar. Anayasal yapıları buna uygun olsa bile uygulamada dar kafalı, bölgeci (Irak’ta Tıkritliler, Suriye’de Aleviler gibi) ve zaman zaman da mezhepçi vs. çizgide politikalarla halkta millet ve mensubiyet duygusu yaratamadılar.
PKK SORUNU VARDIR
Türkiye’de Kürt sorunu olduğunu söylemek ırki açıdan bir millet tasavvuruna Kürt kökenli insanlarımızın kurban edilmesi demek olur. Böyle bir sorun olduğunu kabullenip bunu çözmek için PKK ile doğrudan veya dolaylı müzakereye oturmak ise PKK liderliğinde bir Kürt milleti inşa etmek amacına hizmet demektir. Unutmayalım ki, milletler siyasal, sosyolojik ve ortak çıkarlar temelinde devletler tarafından inşa edilirler.
PKK bugün tamamen ABD-İsrail tarafından Türkiye dahil bölge ülkelerini istikrarsızlaştırmak için kullanılan bir aparat haline gelmiştir. Bu terör örgütüyle sadece mücadele edilir/edilmelidir. Doğrudan veya dolaylı müzakere etmek en başta Kürt kökenli insanlarımıza yapılacak en büyük kötülük olur.
Trudeau: Trump’ın ‘51. eyalet’ yorumları dikkat dağıtmak için
Hamas, Muhammed Sinvar liderliğinde küllerinden doğuyor
FT: Çin olası Tayvan saldırısı için yeni mobil iskeleler inşa ediyor
Alman devleti, Uniper’deki hisselerini tamamen satabilir
Almanya, ‘yurt savunması’ için yeni bir tümen kuracak
Çok Okunanlar
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Birbiri ardına yaşanan uçak kazaları: Neler oldu?
-
AMERİKA3 gün önce
Kaliforniya yangınları: San Francisco büyüklüğünde bir alan yok oldu
-
AMERİKA3 gün önce
Kaliforniya’daki yangınların yol açtığı zarar 150 milyar dolara ulaştı
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Nihai barıştan bahsetmek için henüz erken’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Yaklaşan mütareke: daha büyüğüne hazırlık – 2
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu
-
ASYA2 hafta önce
Kopuşun yılı: 2024’te KDHC’de neler oldu?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Yaklaşan mütareke: daha büyüğüne hazırlık – 1