Merkez Bankası’nın faiz dogmatizmi üzerinde çok durdum. Bütün bunlar elbette “faiz sebep enflasyon sonuç” formülü anlamına gelmiyor. Hatta tersine; faiz ve enflasyon arasında bir korelasyon varsa bile her ikisinin de iktisadi kalkınma açısından nedensellik ilişkisi taşımadığını gösteriyor. Alabildiğine basitleştirerek formüle edersek, sadece şu anlama geliyor: kalkınmayla nedensellik ilişkisi kurulabilecek olan başlıca iki kaldıraç vardır. Birincisi, sermaye yatırımlarının devam etmesi. Ancak kriz ortamında özel sermaye yatırım yapmak şöyle dursun sermayeyi kaçırır. Böylece ikinci kaldıraç ortaya çıkar, devletin düzenleyici ve baskılayıcı rolü artar: devlet büyük projelerle istihdam ve yatırım potansiyelini artırmakla kalmaz, özel sermayeye sınırlayıcı tedbirler de koyar. Faiz tali bir nedensellik, enflasyon ise tali bir sonuç yaratır: ilki düşük tutularak kredi yoluyla yatırımlar (başta devlet yatırımları) teşvik edilir, bu durum stratejik planlamanın varlığı ölçüsünde süratli bir istihdam ve ücret artışına yol açar. Böylece tüketici talebinin yükselmesi sayesinde sermaye yatırımları artmakla kalmaz, dahası, sadece olası enflasyonun emekçi gelirlerini tüketmesinin değil enflasyonun ortaya çıkma ihtimalinin de önüne geçilir.
Bu döngü liberal dogmada tamamen tersine çevrilmiştir; dar kafalı islamcı dogma da onun ikizidir.
Yazıya girişte sorduğum soruya dönebiliriz şimdi. “Benzin pompası” bu işlevini kaybetti, boğucu yaptırımlarla karşı karşıya, ihracat geriliyor, bütçe açığı kronik hale gelme eğilimi gösteriyor — ama diğer taraftan gelir artıyor, istihdam genişliyor, bütün temel sektörlerde sabit sermaye yatırımları çoğalıyor, işgücü verimliliği artıyor, tüketici pazarı genişliyor… nereden geliyor bu değirmenin suyu?
Ama işte soru yanlış. Amentüde anlatılan türden bir değirmen yok, hiç olmadı. Eğer küresel sistemden çıkarsanız kendi değirmeninizi kendiniz kuruyor, kendi suyunuzu kendiniz çıkarıyorsunuz. Değirmenin kuralı şu: bir kapalı ekonomide kamu harcaması ne kadar artarsa ve bu ne kadar planlı bir şekilde yapılırsa o kadar istikrarlı bir kalkınma yakalanır. Oysa liberal dogma bunun tam tersini söylüyor bize ve dahası, onun amentüsü, bugün Rusya’da ne yapılıyorsa hepsinin tersinin yapılmasını salık veriyor.
Çatışmanın ilk ayında liberal ekonomi imamlarının “Rusya battı” diye tepinmelerinin nedeni buydu.
Henüz ucu belirsiz bile olsa, sefalete batan ülkemizde gıpta edilecek kadar istikrarlı kalkınmanın nedeni bu.
Bütün bunlar aslında bütün gelişmelerde devlet planlaması, sabit sermaye yatırımları, savunma sanayisinin kalkınmada kaldıraç rolü oynaması ve küçük ve orta burjuvaziyi teşvik siyaseti kadar tayin edici bir başka şeyi gizlememeli: bu, yabancı sermayenin Rusya pazarını tedricen terk etmesi, içeride üretilen kârın yurtdışına çıkmasına izin verilmemesi, daha önce servetlerini offshore bölgelerine akıtan şirketlerin (ilk aklıma gelen Yandex; ona yakında dünyanın en büyük perakende satış zincirlerinden X5 de eklenecek) şimdi yerli offshore bölgelerine (Vladivostok ve Kaliningrad’da iki ada) taşınması ve devletin bütün büyük alım satım işlemlerinde onayını alma zaruretinin getirilmiş olması eklenmeli. Ve elbette, millileştirmeler (veya, Rusya’da yaygın olarak kullanılan isimlendirmeyle “deprivatizasyonlar”, yani özelleştirmelerin geri alınması). Az önce sözünü ettiğim “kapalı ekonomiyi” yaratan faktörler bunlar.
Ne var ki bütün bunlar çok daha ayrıntılı ve devlet teorisini de ilgilendiren bir araştırmaya muhtaç; burada genel rakamları aktararak meselenin bu son derece hayati niteliğini yansıtmak ise mümkün değil. Ama gene de belli başlı birkaç noktaya değinmeden geçmek, bu yazı dizisinin bütünselliğini bozacaktır.
Birincisi sosyal adalet (ideoloji) faktörüdür. Herkes biliyor ki kapitalizmin restorasyonu sürecinde özelleştirmeler korkunç bir kutuplaşmaya yol açtı (amaç da buydu zaten); bir yanda Forbes milyarderleri, diğer yanda yoksul halk kitleleri var. Bu, Alişer Usmanov’a bile “halkın sefaletinden bıktığını” söyletecek boyutta bir kutuplaşma. (Usmanov geçenlerde “halkın sefaletine karşı” 150 bin ruble aylıkla işçi piyangosu yaptı.) Sosyal adalet talebi her zaman vardı; ancak batıyla kapışma ortamında devlet de sosyal adaleti öne çıkartıyor ve yoksulluğu azaltacak tedbirlere girişiyor; bu halk ve iktidar arasındaki rıza ilişkisinin pekişmesi için de gereklidir.
Bununla bağlantılı olarak bir hukuki faktör var. Eğer meşruluk ve rıza ilişkisi hukukla kuruluyorsa kanun uygulanmak zorundadır. İktidarın rızaya en fazla ihtiyaç duyduğu dönemde hukuku uygulamaktan imtina etmesi, bu ilişkiye de zarar verir. Geçmiş özelleştirmelerin hukuksuzluğunun “deprivatizasyonlarla” ortadan kaldırılması, ilişkiyi pekiştiriyor.
Bir sosyal faktör var. Eğer kanun eksiksiz uygulanacak olsa ve eğer mevcut kararlar içtihat haline getirilecek olsa 1990’dan beri yapılmış özelleştirmelerin hemen hepsini geri almak gerekir. Ne var ki bu bir dizi nedenle yapılamaz. Birincisi, iktidarla büyük burjuvazi arasındaki simbiyoz ilişkisi buna izin vermez. Unutmamak gerek: simbiyoz bağımlılık değil ilişkinin tarafı olan bütün canlıların ondan yarar görmesi demektir. İktidar simbiyoz ilişkisini parçalamak yerine mevcut şartlarda ona halk kitlelerinin gitgide daha geniş bölümünü de katmaya çalışır. Bu birinciyle ilişkili ikinci neden iktidarın (şartlı olarak kullanıyorum bu nitelemeyi) muhafazakâr niteliğidir: bu devrimci bir iktidar değildir; bu iktidarın kendine biçtiği misyon devrimle yeniden yapmak değil (bugünkü uluslararası şartlarda bunu hiç kimse göze alamaz) çelişki ve çatışma potansiyelini mümkün olduğunca azaltacak reform tedbirlerine başvurmaktır.
Bir siyasi faktör var. Yukarıdaki iki nedene bağlı olarak, iktidar bir ittifakı temsil eder; ancak bu ittifakın omurgası devletin varlığı, tayin edici bileşeni bu varlığı korumakla sorumlu olan kesimler ve önceliği de bu varlığın korunması ve güçlendirilmesidir. İttifakın taraflarından biri (bugünkü durumda büyük burjuvazi) bu temel misyonu iradi veya gayri iradi olarak (bile isteye veya kitlelerin yoksulluğunu tırmandırarak) aşındırmaya başlarsa iktidar ona karşı cebri tedbirlere girişir.
Bir iktisadi faktör var. Bu faktör diğerlerinin gidişatını tayin ediyor. Alım gücünün yükseltilerek iç pazarın geliştirilmesi (kalkınma), dışarıya sermaye akışının durdurulması ve içeride yabancı sermayenin kontrolünün kırılması (iktisadi egemenlik) ve emek verimliliğinin artırılması (teknolojik egemenlik) bu boyutta öngörülen temel misyonlar.
Birincisi, “dost olmayan ülkelere” bağlı yabancı şirketlerin stratejik ve güvenlik alanındaki yatırımları tamamen tasfiye ediliyor; diğer alanlardaki yatırımlarına ise bunların kârlarını ülke içinde tutmaları, yani sermaye çıkışından kaçınmaları ve devletin stratejik planlamasına tabi olmaları kaydıyla göz yumuluyor ve hatta teşvik ediliyor.
İkincisi, offshore şirketlerinin Rusya’daki varlıkları ülkenin savunması ve devletin güvenliğiyle ilişkilendirilerek ve çoğu durumda da özelleştirme sürecindeki yolsuzluklar gerekçe gösterilerek tasfiye ediliyor.
Üçüncüsü, bu sektörlerin dışındaki sermaye gruplarının faaliyetlerine sermayeyi ülke içinde tutmaları ve devletin stratejik planlamasına tabi olmaları ölçüsünde göz yumuluyor ve zenginleşmelerine izin veriliyor.
SONUÇ 5: DİNAMİKLER
Bunların sonucunda başlıca üç dinamik ortaya çıkıyor.
Birincisi, savunma, enerji, kimya ve ulaştırma alanlarında deprivatizasyon yoluyla devletin mutlak egemenliği kuruluyor.
İkincisi, bu sektörlerde kalan sermaye grupları başta olmak üzere bütün sermaye grupları stratejik işletmeler listesine konularak veya başka yollardan devletin stratejik planlamasına tabi kılınıyor. Mülkiyet ilişkisi değiştirilmiyor, ama nihai kontrol büyük ölçüde devlete bırakılıyor. Bir stratejik işletme veya herhangi bir işletme mülkiyetine bakılmaksızın planlama hedeflerini yerine getiremediğinde veya onay alınmadan alım satım işlemlerine konu olduğunda soruşturuluyor. Bu son derece önemlidir: “Stratejik planlama, fiilen, sektörel alanlarda devlet kontrolünün sadece şirketlerin kontrol paketlerinin devletin elinde tutulması yoluyla değil siyasi vasıtalarla da güçlendirilmesi ve uzun vadeli bir devlet planlamasının hâkim kılınması çabasına işaret ediyor.” Bütün bu iktisadi hedeflerin gerçekleşmesi bütünüyle stratejik planlamaya tabidir.
Üçüncüsü, devletleştirmeler yoğun bir şekilde devam ederken belediyeler de özelleştirmeler veya kiralamalar yoluyla küçük ve orta burjuvaziyi teşvik siyasetini devam ettiriyor. Bu üçüncüsünü sınırlayan tek şey, şimdilik, Merkez Bankası’nın enflasyon saplantılı, faizleri yüksek tutmaya yönelik monetarist dogmatizmi; ancak bu eninde sonunda değişecektir.