Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Sovyet Ukrayna’nın krizi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Ukrayna’da devam eden savaşın, 2014 Maydan protestolarına ve müteakip darbeyi hesaba katmadan değerlendirilmesi en hafif tabirle eksik olur. Nitekim savaşın işaret fişeği de oydu; savaş, esasen, şimdiye dek sayısız kez tekrar edildiği üzere Şubat 2022’den çok önce başlamıştı. Darbeyle devrilen Viktor Yanukoviç’i hatırlamak faydalı olabilir. Rusya daha iyi bir anlaşma önerdi ve Yanukoviç AB’nin önerdiği ortaklık anlaşmasının kendisini Rusya ile olan geleneksel ilişkilerinin devamından çok daha yoksullaştıracağı kanaatine vardı. Ve bu noktada protestolar başladı. Darbe, Victoria Nuland tarafından belirlenen yetkilileri göreve getiren ABD tarafından desteklendi ve Ukraynalılar bir şekilde AB’ye katılmanın kendilerini refaha kavuşturacağını umdular. Avrupa’nın inandığı efsane de buydu; eğer sadece ABD’nin tavsiyelerini dinlerlerse, ABD kadar çok tüketim malına sahip olacakları ve refaha kavuşacaklarına inandılar. Ve bunların tamamı yalandan ibaretti.


Sovyet Ukrayna’nın krizi: Maydan Devrimi halkımı özgürleştirmedi

Volodimir İşçenko

Unherd

24 Şubat 2024

Volodimir İşçenko, 24 Şubat 2022’de “Bu savaş nasıl biterse bitsin, artık bir vatanım olmayacak,” diye düşünüyordu. Tabuları yıkan sosyolog, yeni kitabı Towards The Abyss’in (Uçuruma Doğru) önsözünde, Sovyet Ukraynalı kimliğini Ukrayna’nın Rusça konuşanlarından veya güneydoğu bölgelerindeki toplumdan farklı olarak özetliyor. Bu insanlar etnik köken yerine toplumsal devrim, sınıf ve modernleşme güçleri tarafından şekillendirilmişti. İşçenko, Sovyet sonrası on yıllara baktığında, Sovyet Ukraynalılarının siyasi parçalanmışlığının ve Ukrayna siyasetinde siyasi olarak daha güçlü olan “Batı” (“Avrupa yanlısı”) kampının aksine “Doğu” (hatalı bir şekilde “Rusya yanlısı” olarak adlandırılan) kampının kırılganlığının, devam eden savaşın hafife alınan sebeplerinden biri olduğunu savunuyor.

Aşağıda, aile anıları ve ulusal tarihin bir karışımı olan önsözün ikinci yarısını yeniden yayımlıyoruz:

***

Ukrayna milliyetçi entelijansiyası, 30 yılı aşkın bir süre boyunca son derece özel bir modernite projesi geliştirdi. Bu projenin iki ana bileşeni Sovyet modernleşmesinin reddi ve Ukrayna ulusal kimliğinin Rusya karşıtı bir şekilde ifade edilmesiydi. Bu aydınlar bir yandan Ukraynalı olan her şeyle (kendi özel ifadeleriyle) modern olan her şey arasında bir eşdeğerlik kurmaya çalışırken, diğer yandan da geri kalmış olan her şeyi Sovyet ve Rus olan her şeyle ilişkilendirebileceklerini sanıyorlardı.

Esasında, Sovyet enternasyonalist projesinin perdesi arkasında var olduğundan korktukları, Ukraynalıları geri kalmışlıkla özdeşleştiren sembolik hiyerarşiyi yıkmaya çalıştılar. “Ukraynalı” genç, metropollü, kozmopolit, İngilizce bilen, şık, mobil, liberal, iyi eğitimli, başarılı olarak görülmeliydi. “Sovyet” ve “Rus” ise yaşlı, muhafazakâr, taşralı, sabit fikirli, ölmekte olan sanayilere bağlı, kötü ya da yetersiz eğitimli, zevksiz, kaybeden olmalıydı.

Bu kutuplaşma mutlak bir homojenlik gerektirmiyordu. Ne de olsa modernlik aynı zamanda özgür ve rasyonel tartışmayla alakalıydı. Ukrayna modernitesinin gerçekleşmesi için “Ukraynalı feministler”, “Ukraynalı liberaller”, “Ukraynalı solcular” —ve aynı zamanda Ukraynalı sağcılar— lazımdı. Elbette İkinci Dünya Savaşı’nın milliyetçi suçları (Sovyetlerin daha kötü olduğuna dair mecburi feragatname ile birlikte) tartışılmalı. Elbette bugün sağcı şiddetten (bunun Putin’in işine yaradığına dair mecburi feragatnamelerle birlikte) endişe duyulmalı. Ve bu böyle uzar gider. Fakat bu tartışmaların yalnızca “aydınlanmış” vicdanı yatıştırmakla kalmayıp siyasi açıdan gerçekten önemli olabileceği kritik zamanlarda, tüm kırmızı çizgiler katı bir şekilde uygulandı ve hizaya gelmeniz gerekiyordu. Yoksa başımız belaya girerdi.

Bu insanlara çok benziyordum. Biyografilerimizde o kadar çok ortak nokta vardı ki. Aynı üniversitelerden, aynı burslardan, aynı programlardan, aynı sivil toplum kuruluşlarından, aynı konferanslardan geçtik. Aynı dilleri konuşuyorduk. Ama ben onların aksi düşünmeye başlamıştım. Akran grubum buna sık sık nefretle tepki veriyordu. Milliyetçi entelektüellerin beni yerden yere vurduğu bir yazıda, “Ukrayna ulus inşası projesi” için bir tehlike olarak tasvir edilmiştim. Bunun nedeni yazdıklarım değildi; genelde esaslı bir tartışmaya girmiyorlardı. Ve ne yazarsam yazayım, basında ve siyasette o kadar güçlü odaklar vardı ki, oluşturduğum akla gelebilecek herhangi bir “tehdit” önemsizdi. Hayır, milliyetçi davayı tehdit eden şey kesinlikle benim yaptıklarım değil, bence yalnızca benim gibi insanların varlığıydı. Forumlarda milliyetçi liberallere sosyal eşitler olarak meydan okuyabiliyorduk. Onların tekeli açısından istenmeyen birer baş belasıydık. Hayali bir cemaatin hainleri değil, var olan gerçek bir sosyal zümrenin hainleriydik. Sınıf hainleriydik, vatan hainleri değil.

İşte gerçek nefret buydu. Ukraynalıydık ve moderndik ama onlar gibi değildik. Sovyet Ukraynalıları, periferileşen bir ülkede komprador entelektüeller olabilirlerdi ama bu rolü reddettiler. Onların kolektif suçlamalarına direndik. Bu yüzden rasyonel bir angajman yoktu, sadece inkâr, sükûnet, reddetme, iptal vardı. Biri Rusya emperyalizmine karşı binlerce kelime yazabilir ve yine de “imparatorluğun ozanı” olarak nitelendirilebilirdi. Biri kelimenin tam anlamıyla “Putin’den nefret ediyorum,” diyebilir ve yine de Rusya propagandası yapmakla suçlanabilirdi. Entelektüellerimiz entelektüel olarak değerlendirilmiyordu. Akademisyenliğimiz akademisyenlik değil, “siyasi aktivizm” idi. Bize karşı uygulanan siyasi baskı, siyasi baskı değildi, zira tehdit ve şiddetin hiçbir zaman gerçekleşmediği iddia ediliyordu. Yani var olmamıza izin verilmedi, zira var olsaydık, Ukrayna’da modernlik ve geri kalmışlığın spesifik eklemlenmesi artık işe yaramayacaktı. Ne yaparsak yapalım, öylece var olamazdık.

Bizler alternatif bir Ukrayna modernitesinin gelişememiş embriyolarıydık; bu, Sovyet Ukraynalıları açısından “organik” bir temsil inşa edebilecek bir temsil, milliyetçi entelektüellere göre olmaları “gereken” şey için değil, oldukları şey için; yani onlar gibi olmak ya da tamamen (en azından Ukrayna’nın kamusal alanından) yok olmaktır. Ukrayna açısından küresel olarak da daha cazip olabilecek ve gelecekteki eğilimlerle ya da en azından dünya çapında giderek daha fazla gencin kendi gelecekleri olarak tercih edecekleri şeylerle uyumlu bir alternatif sunabiliriz.

Neden bu şekilde sonuçlanmadı? Pek çok insan Sovyet sonrası çatışmaları geçmişteki imparatorlukların çöküşüyle mukayese etti, yeni tartışmalı sınırlar çizildi, imparatorluk çoğunluğunun bir parçası olan etnik gruplar yeni devletlerde azınlık haline geldi, eskiden ezilen azınlıklar olan gruplara intikam fırsatları verildi. Bu mukayeseler genelde çok farklı bir bakış açısı sağlayan sosyal zümre ve devrimci dinamikleri görmezden gelmektedir.

Örneğin, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük Avrupa imparatorluklarının çöküşünü izleyen siyasi krizler ve çatışmalar, çok uluslu Sovyetler Birliği’nin çöküşünü izleyenlerden temelde farklıydı. Sovyet sonrası kriz, eski bir rejimin değil, toplumsal bir devrimin son kriziydi. Bir asır öncesinin yeni milliyetçilikleri de-modernleşme bağlamında değil, modernleşme bağlamında filizlendi. Yirmili ve otuzlu yıllar, örgütlü devrimci işçilerin kendilerinden daha az kararlı ve örgütlü olmayan faşist karşı devrimcilere karşı savaştığı yoğun bir siyasallaşma dönemiydi. Buna karşın Sovyet sonrası yıllar, yalnızca kısa süreli Maydan seferberliklerinin rahatsız ettiği bir atomizasyon, genel bir ilgisizlik dönemiydi. Özetle, Birinci Dünya Savaşı sonrası kriz toplumsal odakların güçlendiği bir çıkmazken, Sovyet sonrası kriz karşılıklı zayıflığın çıkmazıydı.

Yukarıda da belirtildiği üzere, Sovyet sonrası Ukrayna’daki Batı yanlısı entelektüel ve sivil elitler, Sovyet modernleşmesiyle kıyaslanabilecek hiçbir şey sunamadılar. Ukraynalıların çoğunluğu onların küresel orta sınıfa katılabileceklerine dair şüpheli vaatlerine kanmadı. Fakat Rus elitlerinin teklifi daha da az cazibeliydi. Yumuşak güç konusundaki zayıflıklarını genelde zora başvurarak telafi ettiler. Ancak artan baskıya başvurduklarında bile derin zayıflıklarını ortaya çıkardılar.

Ukraynalı çoğunluğun Rusya’dan koptuğu ve her seferinde Rusya’nın yörüngesinden daha da uzaklaştığı üç kritik dönem yaşandı. Bunların her biri Rus eliti tarafından başlatılan askeri baskının başarısızlığı ya da orta yol disiplini ile ilgiliydi. Ukraynalılar, Ağustos 1991’de Moskova’daki başarısız darbeye, Sovyetler Birliği’ni koruma yönünde oy kullandıktan sadece sekiz ay sonra bağımsızlık yönünde oy kullanarak karşılık verdi. Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve 2014’te Donbass’ta savaşın başlamasıyla birlikte, Rusya’nın öncülük ettiği yeniden entegrasyon projelerine destek Ukrayna’da küçük bir azınlıkla sınırlı kaldı. 2022’deki topyekûn işgal, Ukrayna tarihindeki en güçlü Rusya karşıtı konsolidasyonu tetikledi.

Rusya’nın baskılarına karşı verilen bu büyük tepkiler tamamen olumsuz nitelikteydi, Batı’ya ya da Ukrayna etnik milliyetçiliğine destekten ziyade Rusya’nın yaptıklarının reddedilmesiydi. Ancak, bu olumsuz şokları kendi ajandasının olumlu içeriğini ilerletmek için fırsat olarak değerlendirebilen “Batı” kampı oldu. Bunun nedeni “Batı” ile “Doğu” kampları arasındaki derin sınıfsal ve siyasi asimetrilerdi. “Doğu” kampının siyasi kapitalistleri kendi sivil toplumlarını geliştirmediler ve Sovyet Ukraynalılar aşağıdan organik temsillerini inşa edemeyecek kadar atomize kaldılar. Onların pleb “Maydan karşıtlığı”, karşılık verdikleri Maydan protestolarıyla asla boy ölçüşemezdi. Vladimir Zelenskiy’in 2019’da Pyotr Poroşenko’ya karşı ezici bir zafer kazanması —görevdeki şahsın saldırgan bir milliyetçi programla seçime girmesinin ardından— son bir umut yarattıysa da bu umut 2022 işgaliyle yok oldu.

Sovyet Ukrayna’sından “organik” olarak doğacak çoğulcu bir ulus inşası projesinin geliştirilmesi ve savunulmasındaki başarısızlığın bir sonucu olarak, Ukraynalı burjuva sivil toplumunun “Batılı” ulus inşası projeleri ile Putin’in “tek ve aynı halk” nostrumu arasında sıkışan Ukraynalıların büyük bir toplamı şimdi asimilasyon politikalarının nesnesi haline geliyor. Putin, 2021’deki meşhur Rusların ve Ukraynalıların Tarihsel Birliği Üzerine başlıklı makalesinde Ukraynalı-Rusyalı ayrımını, siyasi bir birim olarak aynı “halk” içinde bölgesel-kültürel çeşitliliğin bir farklılığı olarak ifade etmişti. Fakat özünde kentleşmiş ve çoğunlukla Rusça konuşan güneydoğu Ukrayna nüfusu ile Ruslar arasında kültürel bir farklılıktan ziyade siyasi bir farklılık söz konusu.

SSCB genelinde büyük ölçüde homojen olan mutfağı, edebiyat ve sinemadan tipik referansları ve esprileri, ritüelleri ve bayramlarıyla geç Sovyet döneminin kent kültürü, onlar için Ukrayna ve Rusya köylerinin modernleşme öncesi etnik geleneklerinden çok daha önemli. Daha önce Rusça konuşan Ukraynalıların bir kısmı işgale tepki olarak Ukraynacaya geçtiyse de bu onlar açısından etnik kimliklerinin belirlediği değil, bariz biçimde siyasi bir tercihti. “Batılı” kampın sözcülerinden farklı bir ulus vizyonuna sahip olsalar bile insanlar kendilerini Ukrayna’nın muhayyel ulusal toplamına daha çok, Putin’inkine ise daha az bağlı hissediyor. 2016 yılında Ukraynalıların sadece yüzde 26’sı Ukraynalıların ve Rusların “tek ve aynı halk” olduğu ifadesine katılırken yüzde 51’i Ukraynalıların ve Rusların farklı ama “kardeş halklar” olduğu ifadesine katılmıştır.[1] Her iki rakamın da 2022’den sonra dramatik bir şekilde düşmüş olması muhtemel.

“Batılı” kamp için, bazı Ukraynalıların Ruslardan zayıf kültürel farklılıkları her zaman siyasi bir tehdit olmuştur. Bu durum sadece Rus yayılmacılığının meşrulaştırılması olarak değil, aynı zamanda elitist yapay modernleşme projelerine yönelik bir tehdit olarak da görülmüştür. Rus füzeleri Ukrayna topraklarını vurduktan ve Rus birlikleri sınırı geçtikten sonra milliyetçi liberal entelektüeller bunun yalnızca bir tehdit değil, “bıçak çözümleri” —tüm ülkenin daha önce imkansız olan bir ölçekte kendi imajlarına ve benzerliklerine göre radikal, tavizsiz dönüşümü— için de bir fırsat olduğunu anladılar; savaş hoşnutsuzluk seslerini susturmaya yardımcı oluyor.[2] “Dekolonizasyonun” özü, güçlü bir kamu sektörüne sahip daha güçlü bir egemen devlet inşa etmek değildi, bu, onların önemli ortağı olan ulusötesi sermaye ile çelişecek bir şeydi.

Daha ziyade, Rusça kitapların kütüphanelerden kaldırılması, Odessa gibi ağırlıklı olarak Rusça konuşulan kentlerde bile okullarda Rusça öğretiminin yasaklanması ve hatta bilim ve eğitimde Rusça ve Rusça kaynaklara atıf yapılmasının yasaklanmasına dönük gülünç derecede gerici teşebbüs (Ukrayna parlamentosunda ilk oylamada geçmişti) dahil olmak üzere, Rusya veya Sovyetler Birliği ile ilgili her şeyin Ukrayna kamusal alanından yok edilmesiydi. Bunlara on yıllardır “Doğu” kampını temsil eden Sosyalist ve Komünist partiler gibi Ukrayna’nın en eski partileri de dahil siyasi partilerin yasaklanmasını ve işgale sempati duymadıklarını ifade etseler bile “Rusya yanlısı” olarak yaftalanan popüler muhalif medya ve blog yazarlarına yönelik baskıları da ekleyin. İronik bir şekilde sonuç, devrim öncesi Rus İmparatorluğundaki Ukraynalıların durumuna benziyor; birey olarak ayrımcılığa uğramaktan çok, hainlik olarak görülecek ve bastırılacak farklı bir kolektif kimliği ifade etmeleri yasaklandı.

Ukrayna’da artık Sovyet olamayız. Rusya’da da Ukraynalı olabilirmişiz gibi görünmüyor. Sovyet Ukraynalıları sosyal bir devrimin ürünüydü; yozlaşma onları siyasi bir topluluk olarak yok etti. İlk olarak, geç Sovyet ve Sovyet sonrası liderlik yozlaştı, kendine hizmet eden bir elitten başka bir şey olarak görülmemeye başladı. Atomize olmuş kitleler, başarılı olduklarında sadece altta yatan krizi yeniden üreten ve yoğunlaştıran sık ama kötü örgütlenmiş ve şekilsiz protestolarla karşılık verdi. Toplumsal devrimlerin aksine, Maydan’lar halk sınıfları lehine radikal dönüşümler getirmedi, tipik olarak sadece toplumsal eşitsizliği artırdı. Hatta Maydan devrimleri daha güçlü bir devlet inşa etmedi, yalnızca var olanı istikrarsızlaştırarak yerli ve ulusötesi elit rakiplerin kendi çıkarlarını ve ajandalarını ilerletme fırsatını yakalamalarına olanak sağladı. Sovyet sonrası elitler buna sadece daha fazla baskı ile karşılık verdi ve bu da sonunda savaşa dönüştü (Belarus’taki 2020 ayaklanmasının başarılı bir şekilde bastırılmasının nasıl sonuçlandığına bakın). Bu durum, kalkınmacı milliyetçi ideolojilerin değil, gerici neo-kabileci kimliklerin gelişmesine zemin hazırladı. Bu dinamiğe karşı koyacak güçlü bir aşağıdan güç yoktu. Artan hegemonya krizi süreçleri evrensel ama bunların Sovyet sonrası bölgedeki tezahürleri oldukça benzersiz bir büyüklükte.

Siyasi topluluğun ayrışması, bu kriz eğilimlerinin nihai son noktası. Cephe hatları ve sınırlarla; bazıları gönüllü, bazıları zorla harekete geçirilen, bazıları işbirliği yapan, bazıları yurt dışına kaçan, bazıları memleketlerinde normal bir yaşam sürdürmeye ve çalışmaya çalışan, bazıları sadece hayatta kalmaya çalışan, savaş konusunda farklı pozisyonlar alan (Donetsk veya Sivastopol’dan konuşan “Ukraynalı seslerin” ne düşündüğü kimin umurunda?), siyasi ve kamusal temsilcilerimizden yoksun, sınırlı ifade alanı, kopmuş bağlar ve bastırılmış tartışmalarla bölündü. Şimdi hepimiz için ortak bir isim, iddia edilen bir kimlik var mı? Hiç var olmamışız gibi, en fazla Ukrayna ulus inşasının ana hattından çıkmaz bir sokakmışız gibi davranmak kolay. Ancak Ukrayna’da yeni bir modernleşme döngüsü olmadan Sovyet Ukraynalıların tam anlamıyla asimile olamayacağından emin olabiliriz. Ortak kimliğimizi, çıkarlarımızı ve Ukrayna ile ilgili kolektif eylemlerimizi ve sonunda varacağımız devletleri tanımlamak için gereken siyasi iletişim yeniden başlayabilir.

Bolşevikler tarafından bir asır önce başlatılan devrimci proje, artık bir zamanlar kök saldığı etnik gruplara gömülü değil. Çağdaş sol için bu, ilerleme, rasyonalite ve evrensel kurtuluş projesinden kopuş değil, çabalarımızın daha etkili bir şekilde uygulanabileceği siyasi (ve belki de artık ulusal olmayan) bir topluluk arayışı anlamına gelmeli. Herhangi bir yeni toplumsal devrim, Bolşeviklerin 1789 Fransız Devrimi’nden öğrendikleri kadarını —onun sınırlarını anlamayı ve (bazen haksız) hatalarını kabul etmeyi ama aynı zamanda başarılarını kaydetmeyi ve üzerine inşa etmeyi— Sovyetlerden de öğrenecektir.

Ukrayna yeniden sosyal devrimci bir hareketin çekirdek parçası olabilir mi? Ülkenin siyasetinin, toplumunun ve ideolojisinin etnik milliyetçi ve anti-komünist yeniden biçimlendirilmesinin boyutu, öngörülebilir gelecekte buna dair bir umut bırakmayabilir. Fakat İkinci Dünya Savaşı’nın hafızasının zaman içinde ne kadar dramatik bir şekilde değiştiğini düşünün. Ukrayna’nın tüm sivil nüfusunun altıda biri ile dörtte biri arasında bir kısmını katleden Doğu cephesindeki Nazi imha ve köleleştirme savaşından sonra, 1945’te hayatta kalanların torunlarının, Kızıl Ordu’da Alman tanklarına karşı savaştıkları aynı savaş alanlarında Ruslara karşı Alman tanklarıyla savaşacaklarını ve bunu kahraman atalarının kalan anıtlarını yıkarken yapacaklarını kim hayal edebilirdi? Bunun Ukrayna tarihinin son ironik cilvesi olması pek mümkün değil.


[1] “Konsolidatsiya ukrainskoho suspilstva: şlyakhıy, vıklıkiy, perspektivıy” (Ukrayna toplumunun konsolidasyonu: Yollar, zorluklar, beklentiler), Razumkov Centre, 2016, s. 71.

[2] S. Rudenko, ‘Spetsoperatsiya “Derusifikatsiya.” Interviyu z holovnım redaktorom Istoriçna pravda Vahtanhom Kipiyani’ (Özel operasyon ‘Ruslardan Arındırma’: Istoriçna pravda Genel Yayın Yönetmeni Vahtang Kipiyani ile mülakat), Ukrayinska Pravda, 25 Nisan 2022.

DÜNYA BASINI

FP: Büyük hesaplaşma kapıda

Yayınlanma

Yazar

İsrail’in en yüksek mahkemesi Netanyahu’yu durdurabilir mi?

Bibi’nin iki üst düzey yetkiliyi görevden alma hamlesinin ardından büyük hesaplaşma kapıda.

David E. Rosenberg / FP

Önümüzdeki haftalarda, İsrail demokrasisinin geleceğiyle ilgili büyük bir mücadele yaşanacak. Demokratik normları ve hukukun üstünlüğünü temsil eden tarafın bu mücadeleyi kazanacağının hiçbir garantisi yok.

Bir tarafta, devletin diğer organları zayıflatma ve sadık isimleri öne çıkarma hedefiyle geçen hafta iki kilit İsrailli yetkiliyi görevden almaya çalışan Başbakan Binyamin Netanyahu var. Diğer tarafta ise Yüksek Mahkeme yer alıyor. Teorik olarak Netanyahu’nun gündeminin bazı bölümlerini engelleme gücüne sahip olan mahkeme, pratikte ise kararlarını tanımamaya kararlı ve yetkilerini aşındırmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıya.

İsrail’de hükümet-yargı kavgası yeniden alevlendi

Bu anayasal bir çıkmaza dönüşürse, Netanyahu’nun iktidara dönüşünden bu yana İsrail’i sarsan sokak protestoları yeniden alevlenebilir. Ülkeye dair genellikle temkinli açıklamalarda bulunan bazı etkili İsrailliler bile olası bir iç savaş konusunda uyarıyor.

Bu krizi tetikleyen olaylar, hükümetin son günlerde peş peşe aldığı iki karar oldu: İç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ın görevden alınması ve Başsavcı Gali Baharav-Miara’nın görevden alınma sürecinin başlatılması. Netanyahu, Bar’a olan güvenini kaybettiğini ve onu görev için “fazla yumuşak” bulduğunu belirterek kararı savundu. Adalet Bakanı Yariv Levin ise uzun süredir görevden almak istediği Baharav-Miara’yı “uygunsuz davranış” ve hükümetle “önemli ve uzun süredir devam eden görüş ayrılıkları” nedeniyle hedef aldı.

Hem Şin-Bet Direktörü hem de Başsavcı, hükümet tarafından atanan isimler olsa da onları görevden almak basit ve kolay bir prosedür değil.

Normal koşullarda, Şin-Bet Direktörü’nün görevden alınması idari hukuk çerçevesinde ele alınır; kararın gerekçelendirilmesi ve “makul” bulunması gerekir. Başsavcı ise ancak bir danışma komitesi kararıyla görevden alınabilir.

Netanyahu hükümeti, Başsavcı’nın azil sürecini başlattı

Ancak şu anda koşullar normal değil. Yasal düzenlemeler, hükümetin hem hukuki hem de ahlaki kurallara bağlı kalacağı varsayımıyla hazırlanmıştı. Netanyahu’nun geçmişteki hükümetleri de dahil önceki hükümetler de bu yetkililerle anlaşmazlıklar yaşanmıştı, fakat hiçbir zaman görevden alma yoluna gidilmemişti.

Ancak Netanyahu, tıpkı ABD Başkanı Donald Trump gibi, gücüne sınır koyan bu mekanizmalardan rahatsızlık duyuyor ve siyasi rakiplerini hedef almaktan geri durmuyor. Ve yine Trump gibi Netanyahu da liderlerinin iktidar hırsını kendi toplumlarını yeniden şekillendirmek için kullanan ideologların yardım ve desteğini alıyor.

Baharav-Miara, Yüksek Mahkeme’yi ve yargı organının diğer kurumlarını zayıflatacak “yargı reformu” projesi dahil hükümetin anayasaya aykırı olduğunu düşündüğü eylemlerini ısrarla reddettiği için bir engel olarak görülüyor.

Bar ise normalde hükümetin hedefi olmayacak bir güvenlik bürokratıydı. Ancak Şin-Bet’in görevleri arasında İsrail demokrasisini korumak ve ulusal güvenliğe yönelik tehditleri araştırmak da bulunuyor. Bu görevler onu hükümetle karşı karşıya getirdi.

İsrail’de “devlete sızma” tartışması: “Dün vatan haini ilan ettiniz yarın idam edersiniz”

Netanyahu hükümetinin demokratik normlara karşı açtığı savaş, Baharav-Miara ve Bar’ı görevden alma girişiminden çok önce başlamıştı. İlk adım, 2022 sonunda hükümetin kurulmasının hemen ardından Levin’in yargıyı siyasetin kontrolüne almayı hedefleyen kapsamlı “yargı reformu” planını açıklamasıyla atıldı. Bu reform girişimi, geniş çaplı sokak protestoları, Yüksek Mahkeme’nin iptal kararları ve 2023 Ekim’inde yaşanan Hamas saldırısıyla birlikte rafa kalktı.

Ancak hükümetin yargı reformunu yeniden gündeme getirmeyi beklediği açıktı. Levin uzun süredir yargıyı “yozlaşmış ve solcu” olmakla suçluyor. Hükümetin aşırı sağcı ve dindar ortakları ise Yüksek Mahkeme’yi, İsrail’i daha dindar ve muhafazakâr bir topluma dönüştürme çabalarının önündeki en büyük engel olarak görüyor.

Netanyahu bu görüşleri paylaşmasa da yargı reformu sayesinde hakkında devam eden yolsuzluk davalarından sıyrılma ihtimali vardı. Protestolar, davalar ve savaşın baskısıyla, zamanla o da aşırı sağın bürokratları düşman olarak gören önermesini yavaş yavaş kabul etmeye başladı. Netanyahu eskiden “derin devletin” kendisini yıkmaya çalıştığına dair iddiaları sosyal medyadaki destekçilerine bırakırdı şimdi artık bu ifadeleri bizzat kendisi de kullanıyor.

Netanyahu, Trump’ın izinde: Yargıya ‘derin devlet’ suçlaması

Yargı reformunu yeniden başlatmak için uygun zaman geçen sonbaharda geldi. Hamas, Hizbullah ve İran’a karşı savaşlarda İsrail üstün görünse de savaş atmosferi sokak protestolarını bastırmak için yeterince yoğun bir ortam sağladı. Ayrıca Trump’ın yeniden iktidara gelişiyle birlikte, Beyaz Saray artık demokratik olmayan adımlara ses çıkarmayacaktı.

Ancak bu kez hükümet, yeni protestolara yol açma olasılığı daha düşük olan kademeli bir yaklaşımı tercih etti. Bu ay başında, Meclis yargıçları disiplin altına alan kurulun kontrolünü koalisyon milletvekillerine devreden bir yasayı onayladı. Yargıç atamalarını siyasallaştıracak bir başka yasa tasarısı da şu an Meclis’te. Son adımlar ise Şin-Bet Direktörü ve Başsavcının görevden alınması oldu.

Bu siyasi mücadele, Yüksek Mahkeme’de görülecek görevden alma davalarının arka planını oluşturacak. Ancak davaların içeriği, teknik olarak “çıkar çatışması” olup olmadığı sorusu etrafında şekillenecek.

Bar yönetimindeki Şin-Bet, Netanyahu’nun ofisinden sızdırıldığı iddia edilen gizli belgeler ile Katar’dan Netanyahu’ya yakın kişilere yapılan ödemeleri araştırıyordu. Ayrıca polis teşkilatına aşırı sağcı örgütlerin sızmasını da araştırdığı ortaya çıktı. Muhalifler, Netanyahu’nun Bar’ı görevden almasının yasal açıdan gerekçelendirilebilir görünse de asıl amacının bu soruşturmaları durduracak bir ismi atamak olduğunu savunuyor. Bu nedenle yargı müdahale etmeli.

Netanyahu’nun sözcüsünün maaşını Katar ödemiş

Aynı durum başsavcı Baharav-Miara için de geçerli. Kendisi, Netanyahu’nun yolsuzluk, rüşvet ve güveni kötüye kullanma suçlamalarıyla yargılandığı davanın başsavcısı. Şu sıralar Netanyahu haftada iki kez Tel Aviv’deki mahkemede ifade veriyor. En azından teoride, sadık bir kişinin bu pozisyonda olması İsrail liderinin mahkumiyetten kaçmasını kolaylaştırabilir.

Yüksek Mahkeme, şimdiden Bar’ın görevden alınmasını durduran geçici bir tedbir kararı aldı ve konuyla ilgili temyiz başvurularını 8 Nisan’da dinleyecek. Mahkeme dört farklı karar verebilir: Temyiz başvurularını tamamen reddedebilir, hükümete kararını yasal çerçeveye uygun şekilde yeniden düzenlemesini emredebilir, Bar’ın birkaç ay içinde istifa etmesini öngören bir uzlaşma önerebilir ya da görevden alma kararını tamamen iptal edebilir. Sonuncusu olursa, büyük bir çatışma başlayacak demektir.

Yüksek Mahkeme Baharav-Miara’nın görevden alınmasına müdahale etmese bile süreç normalde aylar sürecek. Önce hükümetin oluşturduğu bir komitenin karar vermesi gerekiyor. Ancak hükümet, bu süreci hızlandırmak istiyor. Levin, Baharav-Miara’ya istifa etmesi yönünde baskı yapıyor ve son iki yıldır ona yönelik yıpratma kampanyasını sürdürüyor.

Yüksek Mahkeme harekete geçecek mi? Mahkeme Başkanı Isaac Amit kararlı bir isim ve Bar davasına bakan üç kişilik heyet hükümet aleyhine karar verme ihtimali yüksek olan daha liberal yargıçlardan oluşuyor. Öte yandan, Netanyahu, Levin ve hükümet üyeleri uzun süredir mahkemeyi itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Onlara göre mahkeme tarafsız olmadığı gibi hükümeti yargılama hakkına da sahip değil. Levin, Amit’in ocak ayında mahkeme başkanı olarak atanmasına karşı çıktı ve o zamandan beri onu boykot ediyor.

Normal şartlarda, Yüksek Mahkeme’nin kararı, ne kadar tatsız olsa da hükümet için bağlayıcı. Ancak bu kez hükümet kararları tanımama sinyalleri veriyor. Geçici tedbir kararının ardından bazı bakanlar, nihai kararın da tanınmayabileceğini açıkladı. Mahkemeyi ya geri adım atmaya zorlayacaklar ya da müdahil olmaktan caydıracaklar.

On binlerce İsrailli Netanyahu hükümetine karşı yürüyor

Bu durumda, hükümet ile yargı arasındaki güç dengesi İsrail halkı tarafından belirlenecek. Eğer anketler doğruysa, halk “derin devlet” argümanına inanmıyor. Yüksek Mahkeme’ye hükümetten daha fazla güveniyor. Geçen hafta sonu ülke genelinde 100 binden fazla kişi Bar’ın görevden alınmasına karşı protesto gösterileri düzenledi.

Ancak bu protestoların etkili olması için çok daha büyük ve uzun süreli olması gerekiyor. Bu da garanti değil. Gazze’deki savaşın yeniden alevlenmesi, aşırı sağcı Itamar Ben-Gvir’in hükümete dönüşü ve protestolara karşı sert polis müdahaleleri, 2023’teki gibi kitlesel protestoların tekrarını zorlaştırabilir. Aylar süren savaşlar ve krizlerin ardından, halk artık yorgun olabilir. Netanyahu’nun umudu da tam olarak bu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Batı medyası ve siyasetinden ardı ardına değerlendirmeler geliyor.

Medyadaki değerlendirmeler, büyük oranda “jeopolitik dönüşümlerin” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a açtığı fırsat pencereleri ile ilgili.

Örneğin Politico’da ‘Erdoğan demokratik muhalefeti bastırmak için jeopolitik bir fırsat yakaladı’ başlıklı haberde, “Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yıllarını demokrasiyi aşındırmak, muhalefeti bastırmak ve ülkenin ordu ve kamu hizmetlerini tasfiye etmekle geçirdi. Şimdi de Türkiye Cumhuriyeti’nin laik kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasını gömmek için bu jeopolitik anı seçmiş gibi görünüyor,” deniyor.

Analizde, Donald Trump’ın özel temsilcisi Steve Witkoff’un Tucker Carlson’a verdiği mülakatta söylediklerine referans veriliyor. Witkoff, geçen hafta Carlson’a verdiği beyanda, iki lider arasında kısa süre önce gerçekleşen telefon görüşmesini “harika” ve “dönüm noktası niteliğinde” olarak nitelendirmişti.

Bloomberg: Erdoğan, NATO’nun Türkiye’ye olan ihtiyacı nedeniyle tutuklamaya ses çıkmayacağına güveniyor

Bloomberg’de yer alan ‘Erdoğan dünyanın Türkiye’deki kargaşayı görmezden geleceğine güveniyor’ başlıklı değerlendirmede ise, İmamoğlu’nun hapse atılmasının ardından Erdoğan’ın, “NATO müttefiklerinin Türkiye’ye, demokrasi kavgasından daha fazla ihtiyaç duyduklarına güvendiğini” öne sürüyor.

Analizde, “Türkiye Cumhurbaşkanı ve NATO’nun en büyük ikinci ordusunun komutanı, dünyanın kendisine, ülkenin demokrasisi için verilen mücadeleye katılma ihtiyacından daha fazla ihtiyaç duyduğuna güveniyor. ABD ve Avrupa güvenlik sorunlarıyla meşgulken, Erdoğan kendisini Ukrayna’dan Orta Doğu ve Afrika’daki çatışma bölgelerine kadar kilit bir güç simsarı olarak konumlandırdı,” deniyor.

Bloomberg, Avrupa başkentlerinden gelen birkaç itiraz dışında, İmamoğlu’nun tutuklamasının ardından uluslararası tepkinin yokluğunun dikkat çekici olduğuna işaret ediyor.

Yazıda, “Erdoğan muhtemelen Türkiye’nin artan stratejik öneminin demokratik eksikliklerinden daha ağır bastığını hesapladı. Yatırımcılar Türk varlıklarını terk ederken ve yabancı parayı ülkeye geri getirme yolunda son dönemde kaydedilen ilerlemeyi geri alma riskini taşırken bile, bu şimdiye kadar siyasi olarak karşılığını veren bir bahis,” ifadeleri kullanıldı.

Ekonomi yayını, özellikle Ukrayna’daki savaşın Avrupa’yı, Türkiye’ye giderek daha fazla bağımlı hale getirdiğini ileri sürüyor.

Economist: Geriye otokrasiye yakın bir yönetim kaldı

Ünlü ekonomi dergisi Economist ise İmamoğlu’nun tutuklanmasını ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan rakibini hapse attı ve Türkiye’nin demokrasisini tehlikeye attı’ başlığıyla verdi.

“Türkiye geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşıyor,” iddiasında bulunan dergi, her şeye rağmen Türkiye’deki seçimlerin ‘çoğunlukla serbest’ kaldığını, ama İmamoğlu’nun tutuklanması ile birlikte “geriye çıplak otokrasiye yakın bir yönetim kaldığını” öne sürdü.

Tutuklamaların Türkiye’nin on yılı aşkın bir süredir gördüğü en büyük protestolara yol açtığına işaret eden Economist, protestolardaki gözaltıları ve polis şiddetini de sayfalarına taşıdı.

Euractiv: Erdoğan jeopolitik değişimi değerlendirerek zamanını iyi seçti

Euractiv’de yer alan değerlendirmede de, “İç siyasi çalkantılara rağmen, Ankara’nın AB ile daha yakın ilişkiler kurması ve bloğun savunma fonlarına erişim kazanması için daha iyi bir zamanlama olamazdı,” deniyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘zamanını iyi seçtiğini’ savunan Euractiv, ‘içeride demokratik muhalefeti bastırmak ve dışarıda jeopolitik puan toplamak için jeopolitik değişimi değerlendirdiğini’ yazıyor.

Bir süredir AB-Türkiye ilişkilerinin gergin seyrettiğini hatırlatan Euractiv, ABD’nin Kıta’dan çekilme işaretleri vermesi ve Rusya ile ilişkileri düzeltmek istemesi birlikte büyük bir silahlanma hamlesi başlatan Avrupa’da Türkiye’ye bakışın değişmeye başladığına işaret ediyor.

Bazı AB diplomatlarına göre ABD Başkanı Donald Trump’ın dönüşü ve jeopolitik değişimler Kıta’da Ankara ile daha yakın ilişkilere bakış açısını değiştirdi.

‘Brüksel’de Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu söyleniyor’

Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin, Avrupa’daki güvenlik zirvelerine giderek daha fazla katılmaya başladığını ve üst düzey yetkililerin de bu konuya ilgi duyduklarını açıkça ifade ettiğini vurgulayan Euractiv, “Brüksel’deki iktidar koridorlarında tekrarlanan bir söylem, Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu ve uzun vadeli güvenlik çıkarlarının birkaç kişinin kısa vadeli çıkarlarının önüne geçmesi gerektiği yönünde,” diye yazıyor.

Ankara’nın, Avrupa’nın savunma planları için kendisine ihtiyaç olduğunu çok iyi anladığını savunan yayın, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin de Erdoğan ile daha yakın işbirliği için AB nezdinde lobi yaptığını aktarıyor.

Yazıda şunlar söyleniyor:

“Türkiye’nin stratejik coğrafi konumu, Karadeniz’den Akdeniz’e ulaşımı sağlayan önemli bir nakliye ve ticaret yolu olan ve savaşın ilk günlerinde Rus savaş gemilerine kapatmakta tereddüt etmediği İstanbul Boğazı’nın kontrolünde kilit rol oynuyor. Gelecekte Avrupa savaş gemilerinin Karadeniz’e erişimine ihtiyaç duyulması halinde, anahtar Ankara’nın elinde olacak. Yerli Kırım Tatarlarının Osmanlı İmparatorluğu ile bir dizi tarihi bağı olan Kırım Yarımadası’nda kalıcı bir Rus varlığı Ankara’nın çıkarına olmayabilir.”

Euractiv’e konuşan AB yetkililerine göre Türk askeri teçhizatı, blok dışından temin edilebilecek en ucuz seçenekler arasında yer alıyor ve Ukrayna ve Azerbaycan da dahil olmak üzere savaş bölgelerinde sahada test edildi.

‘AB, Türk askerine Ukrayna’da güveniyor’

Yine habere göre, Gelecekte Ukrayna’da yapılacak bir barış anlaşmasında Avrupalı barış gücü askerlerinin ateşkesi sağlaması halinde Türkiye’nin askeri gücü de işe yarayabilir.

AB savunma fonlarına erişim konusunda, giderek artan sayıda AB diplomatı, Avrupa’nın ‘gerçekleri görmesi’ ve ABD’ye bağımlılığının yerini alacak ortak tabanını genişletmesinin sadece bir zaman meselesi olduğuna inanıyor.

Bir AB diplomatı, AB’nin “bir noktada, hızlı bir şekilde yeniden silahlanma konusunda ciddiysek bu ülkelere ve endüstrilerine ihtiyacımız olduğu konusunda pragmatik bir durum değerlendirmesine varması gerektiğini” söyledi. Euractiv’e göre bu görüşler Brüksel’de giderek daha fazla yankı buluyor.

Bir AB yetkilisi, Fransa’nın savunma konusundaki ‘Avrupalı Satın Al’ rağmen, savunma konusunda Türkiye gibi tüm bu ülkelere yaklaştıklarını söyledi.

Avrupa’nın yeni silahlanma fonuna AB dışından katılım için, üçüncü ülkelerin AB ile savunma anlaşması imzalaması gerekiyor. Öte yandan böyle bir savunma anlaşması için ‘nitelikli çoğunluk’ yeterli olduğundan, Kıbrıs ve Yunanistan’ın itirazlarına rağmen Brüksel ile Ankara arasında böyle bir anlaşmanın imzalanmasının önünde engel yok.

Bu hafta başında masaya yatırılan ve üye devletler tarafından şartları daha da sıkılaştırmak ya da gevşetmek üzere değiştirilebilecek olan taslak metne göre, ikinci anlaşma doğrudan üçüncü ülke ile Avrupa Komisyonu arasında imzalanacak.

Bazı AB diplomatlarına göre, Türkiye’de dengeler değişirse, Polonya’nın AB dönem başkanlığı daha hızlı bir anlaşma için oybirliği arayışından vazgeçebilir.

Yine Euractiv’e göre, Türkiye’nin Rusya’ya karşı Batı’yla aynı safta yer almak arasında ince bir ipte yürümesi ikinci derecede önemli bir mesele gibi görünüyor.

Scholz’un İmamoğlu tepkisine rağmen Berlin, Ankara ile yakın savunma işbirliği istiyor

Dolayısıyla, özellikle Almanya’dan gelen bazı tepkilere rağmen, İmamoğlu’nun tutuklanmasına yönelik Kıta’dan gelecek tepkilerin genellikle “görmezden gelmek” olacağına vurgu yapılıyor.

Dahası, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un sert eleştirilerine rağmen, Alman yetkililer Berlin’in daha yakın bir savunma işbirliğinin önünde durmayacağını vurgulamakta gecikmedi. Fransız Elysee yetkilileri ise kamuoyu önünde yorum yapmaktan kaçındı.

Üst düzey AB yetkilileri Türk yetkilileri demokratik standartlara uymaya çağırırken, “temel haklara saygı ve hukukun üstünlüğünün AB’ye katılım süreci için elzem” olduğunu belirttiler fakat AB liderlerinin çoğunluğu sessiz kaldı.

Bazı AB diplomatları, stratejik gereklilikler lehine konuyu görmezden gelebileceğine inanıyor. Fakat diğer alanlarda AB-Türkiye ilişkilerinin yakınlaşması konusunda yaşanan siyasi tıkanıklık farklı görünüyor.

Görüşmeler hakkında bilgi sahibi olan kişiler, Ankara’nın yıllardır iki temel talebi olan AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin modernizasyonu ve vize serbestisinin, ‘reform eksikliği’ nedeniyle ilerleme ihtimalinin çok düşük olduğunu söylüyor. 

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında yankı buldu

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında geniş yankı buldu. Pek çok Batılı yayın kuruluşu, tutuklamanın Türkiye’deki ‘demokrasi ilkeleri üzerindeki endişeleri artırdığını’ ve siyasi motivasyon taşıdığını ileri sürdü. Batı basını, Türkiye genelinde İmamoğlu’na destek gösterilerini ve uluslararası kuruluşların tepkisini de haberleştirdi.

Batı basını, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına geniş yer ayırarak, Türkiye’nin “demokratik ilkelerine dair endişeleri ve tutuklamanın potansiyel siyasi nedenlerini” ele aldı

The Times (Birleşik Krallık): Gazetenin bir köşe yazısında, İmamoğlu’nun tutuklanması ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1999’daki hapis cezası alması arasında paralellikler kuruldu. Yazıda, Erdoğan’ın önde gelen siyasi rakibi İmamoğlu’na karşı mevcut eylemlerinin, Erdoğan’ın daha önceki demokratik vaatlerinden uzaklaşmayı yansıttığı öne sürüldü.

The Guardian (Birleşik Krallık): The Guardian, İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Türkiye genelinde yayılan geniş çaplı protestoları haberleştirdi. Gösterilerin “demokrasi, hukuk devleti ve eşit haklar için daha geniş bir harekete dönüştüğünü” yazdı. Makale, Birleşmiş Milletler (BM) ve ABD gibi kuruluşlardan gelen cılız tepkilerle uluslararası yanıtın sınırlı kaldığına da dikkat çekti.

Associated Press (ABD): Associated Press, İmamoğlu’nun yolsuzluk suçlamalarıyla tutuklanmasına yol açan hukuki süreci ele aldı. Tutuklamanın yaklaşan seçimler öncesinde gerçekleştiği zamanlamasına ve Türkiye’nin siyasi ortamı üzerindeki potansiyel etkisine dikkat çekti. Haber, muhalefet figürlerinden ve uluslararası kuruluşlardan gelen tutuklamanın siyasi çıkarımlarını eleştiren yorumlara da yer verdi.

Euronews (Avrupa): Euronews, İstanbul ve diğer şehirlerdeki kitlesel protestoları detaylı bir şekilde aktardı. Protestocuların gösteri yasaklarına ve yol kapatmalara karşı gelmesini vurguladı. Haber, “protestocular arasında tutuklamanın Erdoğan’ın ana rakibini saf dışı bırakmak için siyasi amaçlı olduğu” algısının yaygın olduğunu belirtti.

El País (İspanya): El País, İmamoğlu’nun geçici tutukluluğuna yol açan yargı sürecini haberleştirdi. Muhalefetin tutuklamayı 2028 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bir rakibi ortadan kaldırma amaçlı siyasi bir girişim olarak gördüğünü kaydetti.

Die Welt (Almanya): Die Welt, mahkemenin İmamoğlu’nu tutuklama kararını ve ardından başlayan kitlesel protestoları haberleştirdi. İmamoğlu’nun asılsız ve iftira niteliğinde olduğunu ifade ederek reddettiği teröre destek iddialarına da değindi.

Diğer yandan Avrupa Komisyonu: Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, İmamoğlu’nun tutuklanmasından derin endişe duyduğunu ifade etti.

Von der Leyen, Ankara’ya özellikle seçilmiş yetkililerin hakları olmak üzere “demokratik değerleri koruma yükümlülüğünü” hatırlattı.

İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) ise kararı “adaletin trajedisi” ve demokratik sürece yönelik bir saldırı olarak kınadı.

Kuruluş, tutuklamanın “İstanbul seçmenlerinin seçtikleri temsilciden mahrum bırakılarak haklarının ihlal edildiğini” savundu.

Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English