Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Ukrayna müdahalesinin birinci yılında; Batı ve Geriye Kalanlar

Yayınlanma

Rusya Federasyonu’nun; BM Güvenlik Konseyi onaylı Minsk anlaşmasının yok sayılması ve ABD ile NATO’ya iki anlaşma önerisinin reddi eşliğinde Ukrayna sınırında başlayan askeri gerilimin ardından, BM Tüzüğü’nün 7. Bölümü’nün 51. Maddesi’yle gerekçelendirdiği müdahalesinin ilk yılı doldu. Uluslararası ilişkiler sisteminin görünümü bulanık. Soğuk Savaş sonrası verili uluslararası hukuku, askeri gücü sayesinde keyfi ve çıkarları doğrultusunda tek taraflı ihlal etme tekeli tesis eden ABD; bu kez siyasi ve tarihsel olarak bam teline bastığı Rusya’nın meydan okumasıyla karşı karşıya.

ABD’nin; 2014’te Kiev’de bir darbe ile iç savaşı tetikleyerek başlattığı, Donald Trump döneminde ara verildikten sonra Demokratların yeniden iktidarıyla alevlendirdiği kriz sayesinde, bir yıl içinde Avrupa’daki hegemonyasını pekiştirdiği açık. Ancak çatışmanın NATO’yu da mobilize ederek mütemadiyen kızıştırılmasıyla, dünyanın geri kalanında bir ‘itaatsizler’ yahut ‘gönülsüzler’ cephesi belirdi. ‘Kolektif Batı’, neoliberal ekonomik ve siyasi modeli için adeta ‘ölüm-kalım savaşı’ diye ifade ettiği bir mücadeleye girişirken, dünyanın geri kalanı bu perspektifi pek de ‘benimsemiş’ görünmüyor.

BM Genel Kurulu’nda başta ABD olmak üzere Batı’nın son 30 yıllık uluslararası hukuk ihlallerini görmüş ülkeler, Rusya Federasyonu’nu Ukrayna’daki askeri eylemlerinden ötürü kınadılar. Kimileri Genel Kurul’daki sembolik oylamalarda ret oyu veren veyahut çekimser kalan ülkelerin temsil ettikleri nüfus büyüklüğüne dikkat çeken analizler yapıyor. Bunun ne kadar anlamlı bir görüntü sunduğu tartışmalı. Kınama kararına katılsalar yahut çekimser kalsalar da ABD ve AB’nin BM onayı taşımayan tek taraflı ekonomik yaptırımlarına katılmayan ülkeler daha dikkat çekici bir resim sunuyor. Öyle ki, ABD’nin dolar temelli mali hegemonyasının sürdüğü bir ortamda, bu durum, ‘kolektif Batı’yı, ‘hem Rusya hem de Batı ile ticari bağlarını sürdürerek iki kampta kalmaya çalışanlara baskı uygulanması’ tehditlerine zorluyor. Akıllara 11 Eylül saldırıları sonrası Bush yönetiminin Irak işgaline giden süreçte yalan istihbarata dayalı askeri eylemlerde bulunurken yaptığı ‘Ya bizdensin ya onlardan’ resti düşüyor.

Batı medyasında mütemadiyen ‘Batı ve Geriye Kalanlar’ (The West and the Rest) diye formüle edilen bir görünüm oluşmuş durumda. Özellikle ABD’nin son yıllarda umursamaz nazarlarla izlediği ‘çok kutupluluk’ konsepti hızlanmış görünüyor.

‘DÜNYA YA TARAFSIZ YA RUSYA’YA MEYLEDİYOR’ DERDİ  

‘Batı ve Geriye kalanlar’ formülü geçtiğimiz bir yıl içinde pek çok araştırmaya konu oldu.

Cambridge Üniversitesi araştırmacıları Rusya’nın askeri müdahalesinin başladığı 24 Şubat 2022’yi izleyen sekiz ay içerisinde 137 ülkede yapılan anketlerden elde edilen verileri ‘uyumlu hale’ getirdiklerinde ilginç bir sonuçla karşılaştılar. 2022 Ekim ayı sonlarında yayınlanan araştırmaya bakılırsa, Batı dışında yaşayan 6,3 milyar insanın yüzde 66’sı Rusya, yüzde 70’i ise Çin hakkında ‘pozitif düşünüyor’. Asya’daki katılımcıların yüzde 75’i, Frankofon Afrika’dakilerin yüzde 68’i, Güneydoğu Asya’dakilerin yüzde 62’si Rusya’ya yönelik ‘olumlu hissiyat’ ifade ediyorlar.

Araştırma Suudi Arabistan, Malezya, Hindistan, Pakistan ve Vietnam’da benzeri sonuçlar ortaya çıkarmış.

Elbette Cambridge araştırmacıları sonuçları ‘liberal ve demokratik dünya’ ile ‘illiberal ve anti-demokratik dünya’ arasındaki bölünme perspektifinden analiz ediyor. Almanya’da bu çatışmanın insanların düşüncelerinden ötürü yargılanmasını sağlayan ceza yasalarına yol açmasının nasıl bir ‘liberal’ çerçevenin içine konulabileceğinin sorgulandığı söylenemez.

The Economist dergisi ise Ocak ayı sonunda dünyanın Ukrayna çatışmasındaki tutumunu yansıtan grafikli bir harita yayımladı. Dergi, dünya nüfusunun üçte ikisinin ya tarafsızlığa yahut da Rusya’nın pozisyonuna meylettiğini belirtti. Bunu temellendiren unsurlar elbette tartışmalı. Dergi GSYİH ve nüfus oranlarından hareket etmiş. GSYİH’ya göre Rusya’yı kınayanlar yüzde 61. Batı’ya eğilim gösterenler yüzde 9.3. Tarafsızlar yüzde 10.1. Rusya’ya eğilim gösterenler yüzde 16.8. Rusya’yı destekleyenler yüzde 2.6. Nüfus grafiğinde ise Rusya’yı kınayanlar yüzde 16.1. Batı’ya eğilimliler yüzde 20.3. Tarafsızlar yüzde 32.1. Rusya’ya eğilimliler yüzde 27.6. Rusya’yı destekleyenler yüzde 3.9.

Başlık itibarıyla ‘Rusya’yı destekleyenlerin oranının azlığı’ ile teselli bulunmamış. Bu noktada yorumcuların ‘Geri kalanlar, dünya nüfusunun yarısından fazlasını temsil ediyor olabilir, ancak az gelişmiş ve yoksul yarıyı oluşturuyorlar’ diye burun kıvırdıkları görülüyor. Ve elbette Batı’nın birleşik GSYİH’sı, ekonomik gücü ve jeopolitik ağırlığı, müdahaleyi kınamayı ve Rusya’ya yaptırım uygulamayı reddeden ülkelerin etkisinden çok daha ağır basıyor’ saptamaları eksik değil.

En son 17-20 Şubat’taki Münih Güvenlik Konferansı vesilesiyle yayınlanan raporda ise, yine devletlerin konumlanışları üzerinden dünya nüfusunun yarısını teşkil eden ülkelerin Rusya’nın tecrit edilmesine karşı çıktığı yer aldı. Raporda, Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki pek çok hükümetin Rusya’ya karşı harekete geçme ve onu hem ekonomik hem de diplomatik olarak tecrit etme konusunda isteksiz oldukları belirtildi.

Bunda en başta sözü edilen ülkelerin pandemiden çıkışta daha da zorlaşan koşullarda kendi ekonomik çıkarlarını düşünmelerinin etkili olduğu açık. Gelişmekte olan ülkeler, yüksek borç maliyetlerinden ve çevre tahribatı yaratan iklim krizinden, yoksulluk, gıda kıtlığı, kuraklık ve yüksek enerji fiyatlarına uzanan pek çok zorlukla karşı karşıya. Yine örneğin ‘Küresel Güney’ diye anılan coğrafya, pandemi sırasında hayat kurtarmak için aşıların fikri mülkiyet haklarının paylaşımı için defalarca ricacı olmuşken, hiçbir Batı ülkesi buna yanaşmadı. Buna karşılık Rusya, Çin ve Hindistan, Cezayir’den Mısır’a, Afrika ülkelerinden Arjantin’e pek çoğunun yardımına koştu. Bunun yanı sıra Batı’nın ‘sömürgeci geçmişinin’ anımsanmasının payını ihmal etmemeli. Batı ‘unutturmak’ istiyor olabilir ancak eski sömürgeci güçlerinin bugün Rusya’ya karşı açılan cephede Batı ittifakının üyeleri olarak yeniden bir araya durdukları bir resim var.

YAPTIRIM KISKACI  

ABD ve AB’nin tek taraflı ambargoları ve Rus petrol ve doğalgazına getirdikleri tavan fiyat, sadece Rusya’yı değil ama Rusya ile ticaret yapan ve Rusya kaynaklı enerji ve gıda ürünleri tedarik eden kimi ülkeler ve şirketlerini etkiledi. Bazıları için karlı sonuçlar verdi. Rusya uzmanı araştırmacı yazar Hazal Yalın, bir yıllık süreçte Rusya’dan sermaye çıkışına işaret ederken, doğalgaz ve petrol gelirindeki büyük düşüşü vurguluyor. Ancak buna rağmen Batı’nın Rusya ekonomisini yıkmayı başaramadığını belirtiyor. Gerçekten de Rusya Merkez Bankası rublenin değerini desteklemeyi ve mali piyasaları istikrarlı tutmayı başardı. Yalın, bu anlamda Avrupa ekonomisinin daha derinden etkilendiği görüşünde.

Kıta Avrupa’sından Almanya ile Brexit’le birliği terk etmiş Birleşik Krallıkla ilgili iki örnek verilebilir.

IMF, ocak sonunda, hayat pahalılığının hane halkını vurmaya devam etmesi nedeniyle Birleşik Krallık ekonomisinin küçüleceği ve Rusya dahil diğer gelişmiş ekonomilerden daha kötü performans göstereceği değerlendirmesini yaptı. Birleşik Krallık için yüzde 0.6’lık bir daralma öngörülürken, G7 içinde küçülen tek ülke olması bekleniyor. Tabii IMF, Britanya’nın ‘doğru yolda olduğunu’ düşünüyor.

Almanya’da ise Ekonomik Araştırma Enstitüsü (DIW) Başkanı Marcel Fratzscher, Ukrayna’daki çatışma nedeniyle 2022’de yaklaşık 100 milyar euro kaybedildiğini söylüyor. Resesyon tartışmaları yapılan Almanya’nın Avrupa ve dünyanın sanayileşmiş öncü gücü olarak ‘batacağı’ filan yok. Ancak ucuz enerjiden olmanın bedelleri var. Allianz Trade, Almanya sanayisinin enerji için kriz öncesine oranla yüzde 40 daha fazla bedel ödeyeceği görüşünde. Ani darbe önlenip elektrik faturaları kontrol altına alınsa da Alman ekonomisinin görünümü ‘kasvetli’ diye tarif ediliyor. Allianz Trade, artan devlet desteğiyle iyileşen beklentilere karşılık özellikle enerji ve girdi fiyatlarına maruz kalan sektörlerde artan işgücü maliyetleri ile daha sıkı finansman koşullarının daha fazla şirketi baskı altına soktuğunu söylüyor. Krizin ‘sanayisizleşme’ yaratacağı korkusunu ise abartılı buluyor.

Hazal Yalın’ın öngörüsü de, ‘Avrupa’nın sanayisizleşmesi değil Avrupa sanayisinin askerileşmesi ve bunun siyasi sonuçlarının’ olacağı yönünde. Gerçekten bütün değerlendirmelerde en büyük eksiklik kimsenin ‘savaş sanayisinin gazlanmasından’ bahsetmemesi. Batı’nın derdi zaten bu gidişat değil; New York Times gazetesine yansıyan, ‘Moskova’nın Batı’nın cezalandırmasından dostlarının yardımıyla’ sıyrılabiliyor olması.

Rusya’ya ambargo uygulayan tüm ülkeler ya AB ve NATO üyesi ya da ABD’nin Asya-Pasifik bölgesindeki yakın müttefikleri. Buna karşılık, Asya’daki ülkelerin çoğu (Japonya, Güney Kore ve Singapur hariç) ve Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika’daki tüm ülkeler (Bahamalar hariç) her iki tarafla da iyi ilişkiler içinde.

Fransa’nın önde gelen aydınlarından tarihçi Emmanuel Todd, Le Figaro’ya “Eğer Rus ekonomisi Batı’nın yaptırımlarına karşı uzun vadeli bir direnç gösterirse, Avrupa ekonomisi yok olacaktır. ABD’nin dünya üzerindeki parasal kontrolü ve devasa ticaret açığını finanse etme kabiliyeti çökecektir” kehanetinde bulundu!

Bu abartılı değerlendirme bir tarafa, ABD’deki neocon yönetimin ‘iki cephede birden vuruşmaya’ yönelmesi ve Çin’e karşı da sert tutum ısrarını sürdürmesi halinde, sonuçların elbette bugünden yarına kestirilmesi zor.

DEMOKRASİ-OTOKRASI İKİLİĞİ 

Ekonomik ve siyasi sarsılışların ideolojik ve psikolojik yansımaları kaçınılmaz. Ukrayna müdahalesinin başında ABD Başkanı Joe Biden, Batı’nın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i uluslararası planda ‘parya’ yapacağını söylemişti. Ancak dünyanın azımsanmayacak kısmı için bu gerçekleşmiş görünmüyor. Rusya son bir yılda Asya, Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika ülkeleriyle diplomatik bağlarını geliştirdi. AB Konseyi Başkanı Charles Michel, en son Liberation gazetesiyle söyleşisinde, bu ülkelerin Sovyet Rusya’nın sömürgecilik karşıtı mücadelede verdiği desteği unutmadığını söylerken, Irak ve Libya’daki Batı müdahalelerini de anımsadıklarını belirtiyordu. Sadece Irak ve Libya mı? Ya daha yakın zamandaki Suriye ve daha eski zamanda Avrupa’nın haritasını yeniden çizen Yugoslavya’nın parçalanması ve son halkası Kosova? Malum, bugün Ukrayna çatışmasında referans alınan BM hukukuna dayalı kurallardan hareket edilirse, Kosova hala Sırbistan’ın parçası.

Batı bloku, Ukrayna çatışmasını jeopolitik ve sosyo-ekonomik hedefleri perdeleyerek ‘demokrasi-otokrasi’ ikiliği üzerinden sunarken, ilkesel tutarsızlıklar, ekonomik koşullara eklenerek çarpıcı bir tablo sunuyor. Bölgelere ayırarak göz atalım.

ASYA’NIN ‘İTAATSİZLERİ’

BM Güvenlik Konseyi’nde Rusya’yı kınamaktan kaçınan Çin Halk Cumhuriyeti, son bir yılda ambargo bir tarafa Rusya ile ekonomik ilişkilere hız verdi. İkili ticaret hacmi 170 milyar doları aştı. ‘Sibirya’nın Gücü’ doğalgaz boru hattı anlaşması imzalandı. Pekin, Rusya’dan petrol ithal ederken aynı zamanda Avrupa’ya Sibirya menşeili sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) satıyor. ABD yönetiminin ‘bir sonraki hedefi’ olarak gösterilen Çin, Rusya’ya ‘silah tedarik ettiği/edeceği’ ithamlarını reddederken, açıkça ‘çok kutuplu küreselleşme’ şiarını yükseltiyor.

Çin’in bir yıllık süreçte siyasi söylemi de aşamalı olarak keskinleşti. İlk başta Ukrayna krizinin ‘karmaşık ve tarihsel nedenlerini anladığını’ vurgulayan Pekin, bugün açıkça dünyaya “Ukrayna krizini başlatan ve körükleyen en büyük etken ABD’dir” görüşünü aktarıyor. Çin yönetimi çatışmanın birinci yıldönümünde bir tutum belgesi açıklayarak barışçı müzakere çağrısı yaparken, ‘bütün ülkelerin egemenlik haklarının korunması’, ‘güvenliğin bölünmezliği’ ve ‘tek taraflı yaptırımların durdurulmasını’ vurgulayan bir vizyon ortaya koydu. ABD anlatısına meydan okuyan retoriğin gerilim dozu bir türlü düşmüyor.

Çin Dışişleri sözcüsü Wang Wenbin, “ABD uluslararası kurallar ve düzenin bir numaralı sabotajcısı. Uluslararası kurallar ve uluslararası ilişkilere yaklaşımının ayırt edici özelliği hegemonyadır” ifadelerini kullandı. Münih Güvenlik Konferansı’na katılarak ABD ve Avrupa’ya açık mesajlar veren Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Dış İlişkiler Komisyonu Ofisi Direktörü ve Politbüro üyesi Wang Yi, ardından gittiği Moskova’da Rusya-Çin ilişkilerini ‘kaya gibi sağlam’ diye nitelendirdi. Putin ile görüşmesinde de ‘uluslararası ilişkilerde çok kutupluluğu ve demokratikleşmeyi desteklemek’ vurgusu yaparken, “Çin, Rusya’yla birlikte karşılıklı güveni derinleştirmek ve stratejik işbirliğini güçlendirmek, iki ülkenin çıkarlarını sağlamak ve tüm dünyanın kalkınmasını desteklemek için pratik işbirliğini kapsamlı bir şekilde genişletmek amacıyla siyasi kararlılık ortaya koymaya hazır” dedi.

Çin’in Pulitzer ödüllü araştırmacı gazeteci Seymour Hersh’ün detaylarını ifşa ettiği 26 Eylül 2022’deki Kuzey Akım-2 hattına terör saldırısının araştırılması için Güvenlik Konseyi’nde Moskova’yı destekleyen tutumu da özellikle dikkat çekici. Küresel çapta stratejik önemde altyapı tesisleri inşasında öncülük etmek ve ‘kalkınmanın dünyaya yayılması’ hassasiyetini her fırsatta tekrarlayan Çin’in BM Daimi Temsilcisi Çan Tyun, ‘sorumluların bulunması’ için objektif, tarafsız ve profesyonel bir soruşturma talep etti. Saldırının çevresel etkilerinin yanı sıra küresel enerji piyasalarına yansımalarına atıfta bulunarak BM’ye ‘sorumluluğunu’ anımsattı. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Wang’ın “Eğer Kuzey Akım-2’nin yok edilmesiyle ilgili tüm koşulları ve sorumluları tespit edemezsek, bu durum komploculara daha da fazla fırsat sağlayacaktır” sözleri ise, krizin başında ABD Başkanı Biden’ın “Rusya işgale girişirse Kuzey Akım-2’yi bitiririz” tehdidi düşünüldüğünde, daha da dikkat çekiciydi. Nitekim Kuzey Akım-2 patlatıldığında ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken olayı Rusya kaynaklarından kurtulmak için ‘muazzam fırsat’ diye nitelerken, Kiev’de 2014 darbesinin mimarı Victoria Nuland, hat için ‘denizin dibinde bir metal yığını’ olmasından memnuniyetlerini dile getirmişti. Polonya’nın eski savunma ve dışişleri bakanlığını yürütmüş olan ve halen Avrupa Parlamentosu üyesi konumundaki Radoslav Sikorsiy, 26 Eylül saldırısının ardından denizin yüzeyine yansıyan patlama fotoğrafı eşliğinde Twitter’dan “Teşekkürler ABD” diye yazmıştı.

Asya’da sadece ABD’nin rakip gördüğü Çin değil, Çin’e karşı müttefik gördüğü Hindistan elbette daha önemli. Hindistan, ABD’nin Asya-Pasifik stratejisini, isminden yola çıkarak ‘Hint-Pasifik’ diye formüle ettiği ülke. Yeni Delhi, BM Genel Kurul oylamalarında Rusya’ya karşı çekimser kaldı. İndirimli Rusya petrolünün en önemli alıcılarından. Hindistan’ın Petrol Bakanı Hardeep Singh Puri, Moskova ile hiçbir anlaşmazlıkları bulunmadığını belirtirken, Rusya petrolü alarak ülkedeki enerji fiyatlarını düşürmenin ‘ahlaki görevleri’ olduğunu söyledi. Ancak sadece bu değil. Yeni Delhi, Rusya’dan önemli miktarda silah ve mühimmat alıyor. Ve ABD yaptırımlarından ‘azade’ kalabiliyor. Hindistan, Eylül 2023’te Yeni Delhi’de yapılacak G20 zirvesinde Rusya’ya yönelik yeni yaptırımların görüşülmesine de karşı çıkmış durumda.

Hindistan, Soğuk Savaş geleneği olan ‘bağlantısızlık-tarafsızlık’ politikasına devam ederken, Rusya vasıtasıyla Çin ile ilişkilerini dengelemekle kalmıyor. Son olarak Pekin’le sınır sorunlarını karşılıklı asker çekmeyi de gündeme alarak görüşmeye başlaması dikkat çekici.

Hindistan Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar, kısa bir süre önce Ukrayna’daki çatışma gibi çok karmaşık bir meseleyi

şu saftan mı yoksa bu saftan mısınız, savaştan mı barıştan mı yanasınız diye basit bir ikileme indirgemek adil olmaz” derken,

“Avrupa, Avrupa’nın sorunlarının dünyanın sorunu olduğu ama dünyanın sorunlarının Avrupa’nın sorunu olmadığı zihniyetinden kurtulmalıdır” vurgusu yapmıştı.

Güneydoğu Asya’nın diğer ülkeleri de, geçen kasımdaki ASEAN zirvesi ve G20 zirvesi oturumlarındaki yoğun kampanyaya rağmen Rusya karşıtlığına ikna edilmiş görünmüyorlar.

ORTADOĞU’YA DÖNÜŞ

Ortadoğu’daki durum da bir yılın sonunda Rusya’nın ‘lehine’ görünüyor. Moskova; Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi Sünni ülkeler, onların İran ve Suriye gibi rakipleri ve İsrail dahil bölgedeki tüm ülkelerle temas halinde.

Arap ülkelerinin çoğu ilk BM oylamasında Rusya’nın askeri müdahalesini kınasalar da, 22 üyeli Arap Birliği daha sonra bunu yapmadı. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, 2022 Temmuz sonundaki bölge ziyaretinde Arap Birliği’ne hitap etti. Rusya’nın İnsan Hakları Konseyi’nden uzaklaştırılmasına birçok Arap ülkesi çekimser kaldı. Suudi Arabistan, BAE, Mısır Rusya’ya yaptırım uygulamadı. Suudi Dışişleri Bakanı “Körfez ülkeleri Rusya ile açık bir diyalog yürütmeye devam etmekte ve temasların sürdürülmesinin gerekli olduğunu düşünmektedir” vurgusunu yaptı.

Riyad bu tutumu ekonomik cephede OPEC+ üzerinden somutladı.  ABD Başkanı’nın petrol üretimini artırma talebini reddetti. Bunun yerine kendi üretimlerinin daha fazlasını ihraç etmek için iç kullanım ve/veyahut ‘petrolün rafinerilerde karıştırılması’ amacıyla Rusya petrolü ithal ettiler. Değerlendirmelerinin tamamıyla ‘piyasa koşullarına’ dayandığını söylediler. Veliaht prens Muhammed bin Salman Biden’ın telefonlarına çıkmadı. ABD Başkanı daha önce ‘parya ilan etmekle’ tehdit ettiği prensin ‘ayağına gitti’. ABD’deki Demokratların son yıllarda liberal ideolojik ilkelerini ‘sembolleştirdiği’ isim olan Cemal Kaşıkçı dosyası gömülmek durumunda kalındı.

BAE de Suudilere benzer tutum takındı. Hatta Rusya ile ticaret hacmi 2022’de yüzde 68 oranında artarak 9 milyar dolara yükseldi.

BATI’NIN BARIŞI BALTALADIĞINI İFŞA EDEN İSRAİL LİDERİ  

ABD’nin Ortadoğu politikasının belkemiğini oluşturan İsrail ise Rusya’nın müdahalesini kınasa bile yaptırımlara katılmadı. İsrail’de geniş bir Rusya göçmeni nüfus bulunuyor. Liberal kamuoyu, ironik biçimde Yahudi soykırımında rol oynamış bir tarihsel mirası açıkça sahiplenen Kiev’deki Banderist rejime meylederken, hükümet silah tedarikinden kaçındı.

İsrail’in önceki yıllarda bölgesinde yakın tehdit gördükleri karşısında Rusya ile ‘çatışmasızlık’ dengesi kurmuş olan yeni Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun nasıl bir politika izleyeceği henüz meçhul. Ancak kısa süre önceye kadar başbakan olan Naftali Bennett, Kiev ile Rusya arasında daha ilk başlarda Mart 2022’de arabuluculuk denemesinde iki tarafın hazır olmasına karşılık çözümün Britanya lideri Boris Johnson tarafından tümden dışlandığını, bizzat ABD, Almanya ve Fransa liderleri tarafından ise bloke edildiğini ifşa etmiş durumda.

BORRELL’İN ‘BAĞIMSIZ DÜŞÜNEMEYEN AFRİKA ORMANI’

Britanya’nın Financial Times gazetesi en son Münih Güvenlik Konferansı’nda Batı’nın Afrika ülkelerini Rusya’ya karşı hizalamayı denediğini ama başaramadığını yazdı. Birçok Afrika ülkesi için Rusya, sömürgecilik karşıtı mücadeleleri sırasında onları destekleyen Sovyetler Birliği’nin varisi görülüyor.

BRICS Grubu’nun üyesi ve kıtanın önde gelen ülkesi Güney Afrika, BM’de Rusya’yı kınayanlara katılmazken, şu sıralar Çin ve Rusya ile ortak tatbikat düzenliyor. Apartheid rejimini yıkmaları için kendilerine Sovyetler Birliği’nin maddi ve manevi desteğinin ilham verdiğini söylemiş olan efsanevi lider Nelson Mandela’nın ülkesinde Rusya’ya olumlu bakılıyor.

Gana, Mali, Sudan, Angola, Benin, Etiyopya, Uganda ve Mozambik gibi ülkeler eski Sovyetler’in siyasi ve ekonomik desteğini görmüşlerdi. Rusya Federasyonu bir şekilde ‘ideolojik halef’ sayılıyor. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov 2022 yılında ve son olarak ocak sonunda epey renkli Afrika turları düzenlerken, örneğin Eritre’nin Asmara kentindeki Puşkin anıtında ulusal şarkılar ve danslarla karşılandı. Afrika ülkelerindeki gösterilerde ‘Putin, gel bizi kurtar’ pankartları görüldü. Geçtiğimiz ekim ayında ‘Avrupa’yı bahçe, dünyanın geri kalanını jungle’a benzetmiş ve ‘ırkçılıkla’ eleştirilmiş olan AB’nin Dış Politika şefi Josep Borrell, Lavrov’un Mali ziyaretinde gördüğü ilgi üzerine bu kez ‘Afrika zihninin manipülasyon yüzünden doğru düşünemediğini’ iddia etti. 18 Şubat’ta Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’da düzenlenen Afrika Birliği zirvesinde konuşan Uganda Dışişleri Bakanı Jeje Odongo’nun sözleri bu görüşe adeta yanıt niteliğinde: “Sömürgeleştirildik ve bizi sömürgeleştirenleri affettik. Şimdi sömürgeciler bizden, bizi asla sömürgeleştirmeyen Rusya’nın düşmanı olmamızı istiyorlar. Bu adil mi? Bizim için değil. Onların düşmanları onların düşmanlarıdır. Bizim dostlarımız bizim dostlarımızdır.”

Geçen yıl Senegal’in ve Afrika Birliği’nin Başkanı Macky Sall, gıda krizinden Batı ambargolarını sorumlu tutmuşken, bugün Rusya birçok Afrika ülkesiyle ulusal para birimleriyle ticarete geçiş görüşmeleri yürütüyor. ABD yönetiminin Afrika’ya yönelik olarak aralık ayında düzenlediği zirve hamlesinin sonuçları henüz meçhul. ABD Dışişleri, bizzat bakan Blinken, USAID’in başındaki Samantha Fox ve ABD’nin BM’deki daimi temsilcisi ‘siyah’ Linda Thomas-Greenfield’in ‘rol aldığı’ Nijerya seçimlerine müdahale olarak görülebilecek bir video bile hazırlamış durumda.

LATİN AMERİKA’NIN DAMARI

ABD’nin hedef tahtasındaki solcu yönetimlerin bulunduğu Nikaragua, Venezüela ve Küba en baştan geleneksel müttefikleri Rusya’nın yanında yer aldılar. Ancak bölgenin iki güçlü ülkesi Brezilya ve Meksika ile BRICS’e katılmak isteyen Arjantin’in yanı sıra Kolombiya da BM Genel Kurulu’ndaki sembolik kınamanın ve genel ilkeler bağlamında eleştirmenin ötesinde Rusya’ya karşı cephe almadılar.

Latin cephesini ikna için ABD yerine Almanya seferber oldu. Ancak Başbakan Olaf Scholz, Brezilya, Arjantin ve Şili ziyaretinden eli boş döndü, bu ülkeleri Kiev’e askeri yardıma ikna edemedi. Brezilya, Kolombiya, Meksika, Peru, Arjantin ve Ekvador Rus yapımı MiG nakliye helikopterleri ve bazı hallerde Rus karadan havaya füzeleri ya da tanksavar füzeleri almıştı ki, bunlar Ukrayna ordusundakilerle uyumlu. Ancak Latin liderler çatışmaya Batı’dan farklı bakıyor.

Brezilya’da ABD’nin 2016-2018 sürecinde demokrasisine doğrudan müdahale ederek yolunu açtığı neofaşist Jair Bolsonaro yönetimi, geçen yıl iki BM kararında Rusya’yı kınayanlar safında yer alsa da en önemli gübre tedarikçisine yönelik yaptırımlara katılmadı. ABD Adalet Bakanlığı’nın aleni müdahalesiyle haksız yere hapis yattıktan sonra aklanıp yeniden seçilerek Bolsonaro’nun yerini alan solcu lider Lula da Silva ise Scholz’u ve ardından Fransa Cumhurbaşkanı Macron’u ağırlarken, eleştirilerini açık sözlülükle dile getirdi: “Brezilya’nın (Gepard’lar için istenen) mühimmatının Rusya ve Ukrayna arasındaki savaşta kullanılmasında çıkarı yoktur. Brezilya barış ülkesidir. Son anlaşmazlığımız Paraguay savaşındaydı ve bu yüzden Brezilya dolaylı yoldan bile olsa çatışmaya katılmak istemiyor. Çünkü bence şu anda dünyada Rusya ile Ukrayna arasında barışı arayacak birilerini bulmamız gerekiyor. Şu ana kadar barış pek az gündeme geldi. Diğer bir deyişle Brezilya bu mühimmatı vermeme kararı almıştır. Çünkü bu mühimmatın Rusya’ya karşı savaşta kullanılmasını istemiyoruz.”

Lula ardından 10 Şubat’taki Washington ziyaretinde ‘tarafsızlık’ tutumunu tekrarladı. Brezilya kaynaklarına göre Biden’a mesajı, “Hiç kimse bu savaşın sürmesini istemiyor. Ortaklar bir müzakere ekibi kurmalı. Savaşa katılmak değil sona erdirmek istiyorum” oldu. Elbette 1 Ocak 2023’te başlayan yeni dönem iktidarının 8’inci gününde darbe girişimi atlatan Lula, ülkesi içindeki dengeleri kurmak durumunda. Şimdiden ABD ile bağlantılı mali odaklar tarafından ‘Robin Hood’luğa soyunmakla’ suçlanıyor. Arjantin Devlet Başkanı Alberto Fernandez ile kıta için ortak para birimi planları nedeniyle de The Economist dergisinin ‘tuhaf bir ortak kur’ eleştirileriyle karşı karşıya.

Arjantin lideri Fernández de, ülkesinin kötü mali durumuna karşılık Kiev’e silah göndermeyi reddetti.

Ancak doğrusu, ABD’nin yıllarca Latin Amerika’daki sağcı kalesi olmuş Kolombiya’nın 2022 Ağustos’unda göreve başlayan sosyal demokrat Devlet Başkanı’nın tutumu daha ilgi çekici. “Biz barıştan yanayız” diyen Gustavo Petro, “Kolombiya’da hurda haline gelseler bile, savaşı uzatmak için Ukrayna’ya götürülmek üzere Rus silahlarını teslim etmeyeceğiz” açıklaması yaptı.

Şili’nin sol liberal Devlet Başkanı Gabriel Boric ise ülkesindeki hissiyatı yansıtacak şekilde ‘bazı medya ve kanaat önderleri başka ülkelerin siyasetine karışmanın kötü bir karar olduğuna inansalar da Rusya’nın işgalini kınadığını’ söyledi. Ancak Kiev’e sadece mayınların temizlenmesi konusunda yardım teklif etti.

En sivri çıkışları Meksika lideri Andres Manuel Lopez Obrador yapmış durumda. Mart 2022’de Meksika Kongresi’nin alt meclisinde Rusya Dostluk Grubu toplantısı düzenlenirken, Obrador yıl boyu ‘tarafsızlık’ ve ‘barışçı çözüm’ çağrısı yaptı. BM’de müdahaleyi kınayan tavır alsa da 2022 Temmuz’unda Biden ile görüşmesinde Meksika’nın ‘halkların kendi kaderini tayin etme ilkelerini’ de içeren anayasasında belirlenen dış politikaya bağlı kalacağını belirtti. Rusya’ya ambargoyu reddetti. NATO ve ABD’yi anmadan ‘Ben silahları tedarik edeceğim, siz de ölüleri tedarik edin’ politikasını ‘ahlaksızlık’ diye niteledi. Ve son olarak 25 Ocak’ta Berlin’in ABD baskısıyla Ukrayna’ya Leopard tankları göndermesini yorumlarken, “Medya gücü dünyanın dört bir yanındaki oligarşiler tarafından hükümetleri baskı altına almak için kullanılıyor. Örneğin Almanya, Ukrayna ile savaşa fazla dahil olmak istemedi. Sonunda boyun eğdi” ifadelerini kullandı.

Küresel enerji ve gübre fiyatlarındaki artıştan darbe yiyen Latin Amerika’nın tarafsız tutumu açık. Geçmiş Lula hükümetlerinde dışişleri bakanlığı yapmış ve halen etkili bir danışman olan Celso Amorim, Brezilya’nın sebeplerinin gübre ihtiyacıyla ilgili olmadığını söylüyor. Kolombiya’nın eski dışişleri bakanı Maria Angela Holguín’e göre de, Ukrayna çatışması Latin Amerika’da ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki mücadelenin istenmeyen anılarını canlandırmış durumda. Hatta Holguin, bu ülkelerin Rusya ve Çin’in yakın gelecekte kendilerine faydalı olabileceklerini düşündüklerini belirtti.

YENİ BAĞLANTISIZLAR DÖNEM Mİ?

Enflasyonist baskılar ve durgunluk korkuları dünyanın büyük kısmında etkili. Zengin Batı Rusya’ya ambargonun maliyetini karşılayabiliyor olabilir, kalanlar zorlanıyor. Bu kaygılar tutumlarını etkiliyor.

Elbette doların rezerv para statüsü, küresel ekonomik düzenin hala temel direği. Ancak ambargolar, SWIFT sistemi de dahil uluslararası bankacılık ve sigorta sektörlerinin ‘silahlandırılması’, varlıklara el konulması, iptal edilmek durumunda kalınan emtia sözleşmeleri ‘kaygıyla izleniyor’. Yine pek çok ülke para birimlerinin değer kaybıyla karşılaşırken, yerel para birimleriyle ticarete imkan sağlayacak yollar konuşuluyor. Batı’ya bakan ‘dünyanın geri kalanı’ zaten söz haklarının olmadığı bir çatışmanın risklerini tartarak duruyor.

Batı’nın uzun süren ‘terörle savaş’ söylemi, Irak’ın tartışmalı işgali, Libya ve Suriye’deki çöküş ve parçalanmışlık, ABD ve NATO’nun Afganistan’da Taliban’la 20 yıl savaştıktan sonra ülkeyi Taliban’a terk edip kaotik geri çekilmesi hafızalarda.

Dünya çapında 30 yıldır liberal müdahaleleri ‘azınlık hakları’, ‘anadil hakları’ , ‘özerklik’, ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’ temaları üzerinden pazarlayan Batı’nın, Ukrayna krizinde Donbass’ın darbeyi kabul etmedikleri için sekiz yıl boyunca bombalanan Rusları ve Rusça konuşan nüfusunu ‘Ukraynalı’ diye anıp geçerek, kendilerinin pek çok kez ihlalcisi oldukları ‘devlet egemenliği’ çizgisine dönmesi dikkatten kaçmıyor. İddia edilen ‘ilkeler’ konusundaki zayıf sicil fark edilmeyecek gibi değil. Kendi toplumlarını ‘korumakla’ gerekçelendirilen ağır bir sansür ‘demir perdesi’ eşliğinde küresel düzeydeki propaganda üstünlüğü, Kiev’in resmi ideolojisi olarak göze batan Banderizm’i silmeye yetmiyor. ‘Rusya bir gün uyandı ve aniden komşusunu işgal etti’ anlatısı lezzetsiz bir ‘fast food’a dönüşüyor. Zelenskiy rejimi ülkede milyonlarca Rusça kitabı Nazi dönemini andırırcasına imha ederken; Batı’da votkadan kedilere, Çaykovski’den Dostoyevski’ye Ruslara ve Rus kültürüne yönelik saldırıların mazur gösterilmesi dünyanın geri kalanında şaşkınlık yaratıyor. Bu koşullarda, ekonomik gerçekler ve tarihsel deneyimleri ışığında ‘dünyanın geri kalanının’, çok kutupluluğu, sesinin daha fazla işitileceği bir zemin olarak görmesi eşyanın tabiatı.

GÖRÜŞ

Pekin Deklarasyonu Orta Doğu’da barış için yeni bir umut doğurdu

Yayınlanma

Prof. Ma Xiaolin

Çin Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi
Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

23 Temmuz’da 14 Filistinli grup Pekin’de Bölünmüşlüğe Son Verilmesi ve Filistin Ulusal Birliğinin Güçlendirilmesine ilişkin Pekin Deklarasyonunu (bundan böyle Pekin Deklarasyonu olarak anılacaktır) imzaladı. Bu, geçen yıl mart ayında Suudi Arabistan ve İran arasında gerçekleşen ve uluslararası toplum tarafından büyük övgüyle karşılanan tarihi uzlaşmanın ardından Çin’in Orta Doğu diplomasisinde bir başka dönüm noktasıdır ve zorlu ve dolambaçlı Orta Doğu barış süreci için yeni fırsatlar yaratmış ve yeni bir umut aşılamıştır.

Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (El Fetih), Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İslami Cihad gibi dünyanın yakından tanıdığı gruplar, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ilk kez kendi sınırları dışında, büyük istişareler, uzlaşmalar ve ulusal birlik taahhütleri bağlamında bir araya gelmişlerdir ki bu, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ender görülen bir durumdur. Bu aynı zamanda Filistin ve İsrail arasında Oslo Anlaşmalarının imzalanmasından bu yana geçen 31 yıl içinde de eşi benzeri olmayan bir olaydır ve Orta Doğu ile dünyanın siyasi ve diplomatik tarihine geçecektir.

Pekin Deklarasyonu, başta Filistin-İsrail çatışması olmak üzere Orta Doğu meselesinin çözümünün desteklenmesine belirgin bir Çin damgası vurmuştur. Çin’in büyük güç diplomasisi, çok taraflı diplomasi ve barış diplomasisinin en son meyvesi, Çin’in büyük bir gücün sorumluluklarını somutlaştırma, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirme ve dünya barışını ve kalkınmasını teşvik etme çabalarının bir başka şaheseri ve Çin’in Orta Doğu’nun yönetimine derinlemesine ve aktif katılımına yaratıcı bir katkıdır. Çin’in bölgesel meselelerle ilgilenirken Çin markası altında kamu hizmetleri sunma kararlılığına, yeteneğine, stratejisine ve araçlarına sahip olduğunu kanıtlamaktadır.

Mevcut Filistin Anayasası uyarınca geçici bir ulusal uzlaşı hükümetinin kurulması, Gazze’nin yeniden imarı ve mümkün olan en kısa sürede genel seçimlere hazırlanması; yeni bir ulusal konseyin (yasama organı) oluşturulması; geçici birlik ve kolektif liderlik kurumlarının ve operasyonel mekanizmaların etkinleştirilmesi, ortak karar alma ve deklarasyon hükümlerinin bir takvimle tam olarak uygulanması kararlaştırılmıştır.

Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi ve Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Wang Yi, Pekin Deklarasyonu’nun değerini özetleyerek, mevcut İsrail-Filistin çatışmasının çözümünün “Gazze’de ateşkes” gerektirdiğine işaret etti. Mevcut Filistin-İsrail çatışmasının çözümüne yönelik üç adım, “Gazze’de ateşkes”, “Filistinlilerin Filistinlileri yönetmesi” ve “Birleşmiş Milletler’e hızlandırılmış katılım”dan oluşuyor. Gözlemciler Pekin Deklarasyonu’nun iki temel engeli ortadan kaldırdığına inanıyor: Hamas ve diğer radikal grupların iki devletli çözümü kabul etmesi ve FKÖ’nün yüce otoritesinin ve tek meşru temsilinin tanınması; bu da çeşitli grupların devlet olma ve siyasi liderlik istekleri açısından ilk kez birleşmesini sağlayacak.

Pekin’den gelen açıklama dünyayı bir bahar şimşeği gibi sarstı ve pek çok kişi tarafından takdirle karşılandı. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Arap Ligi, Türkiye, Pakistan, Malezya ve diğer uluslararası örgütler ve önemli ülkeler Filistinli grupların uzlaşma çabalarına desteklerini ifade etmiş ve Çin’in oynadığı eşsiz ve yapıcı rolü takdirle karşılamışlardır.

Filistin sorununun ortaya çıkışından bu yana Arap ülkeleri ve İsrail uzun bir savaş ve çatışma dönemine girmiş, Filistin direniş hareketi belirli bir tarihsel arka planın ve karmaşık iç ve dış faktörlerin etkisi altında birçok fraksiyona dönüşmüştür. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dünya ve Ortadoğu büyük ölçüde değişmiş, El Fetih’in hakim olduğu ve uzun süredir sürgünde olan FKÖ, İsrail ile “Oslo Anlaşmaları”na varma fırsatını yakalamış, özerkliğe geçiş ve laik bir Filistin devletinin kurulmasının ardından nihai statüyü müzakere ederek “iki devletli çözümü” hayata geçirmeye çalışmış; işgal altındaki topraklarda kök salan Filistin devleti de birçok fraksiyon oluşturmuştur. Teokratik ve milliyetçi ideolojileri bir arada barındıran Hamas ve Cihad, Oslo Anlaşmalarını reddederek ve İsrail’in varlığını kabul etmeyerek silahlı ve şiddet içeren mücadelelerini sürdürmektedir.

Barış süreci aksamaya ve gerilemeye devam ederken, El Fetih ve Hamas’ın İsrail’e karşı oyunlarındaki hedefleri, stratejileri, araçları ve yol gösterici ideolojilerindeki farklılıklar giderek daha belirgin hale geliyor ve İsrail, “çimleri biçme” stratejisi ve böl ve yönet taktiklerinin yardımıyla, Filistinli gruplar arasında kasıtlı olarak bölünmeler, düşmanlıklar ve sürtüşmeler yarattı; bu da Filistin’de iki güç merkezinin ortaya çıkmasına ve ciddi bir iç çatışmaya yol açtı ve aynı zamanda sağcı İsrail güçlerine görüşmeleri sürdürmeyi reddetme ve işgal altındaki topraklara tecavüz etmeye devam etme fırsatı verdi.

Pekin Deklarasyonu’nun Filistinli gruplar ve siyaset arasındaki kaosa son vermesi, siyasi, askeri ve hukuki düzenler arasında koordinasyon ve birlik sağlaması, İsrail ile müzakerelerin talep, ilke ve stratejilerini belirlemesi, bir bütün olarak ulusun gücünü artırması ve İsrail’e karşı güçlü bir oyun oluşturması beklenmektedir.

Ancak Pekin Deklarasyonun başarılı bir şekilde uygulanmasının önünde ciddi zorluklar da mevcuttur. ABD ve İsrail hala Hamas ve diğer grupların meşruiyetini tanımayı reddediyor ve İsrail’deki sağcı güçler özellikle Filistin ulusal birliğinin ve cephelerin birliğinin sağlanmasından korkuyor ve bu nedenle kapsayıcı bir Filistin geçici yönetim sistemine karşı pasif ve hatta dirençli olmaya mahkumlar. El Fetih ve Hamas birçok kez uzlaşma ve işbirliği konusunda fikir birliğine varmış olsa da samimiyet eksikliği sonuçta bir çözüme ulaşılamamasına neden olmuştur. Buna ek olarak, iki grubun kamuoyu tabanları uzun süredir kademeli olarak tersine dönmüş ve Ulusal Konsey uzun süredir felç olmuştur, bu da FKÖ’nün prestijini ciddi şekilde aşındırmıştır. Dolayısıyla Filistinli güçlerin entegrasyonu konusunda kat edilmesi gereken uzun bir yol var.

Pekin Deklarasyonun uygulanmasının, geleneksel olarak Filistin’e dost ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan Çin ve Rusya’nın yanı sıra Filistin davasını uzun süredir destekleyen iki büyük Arap ülkesi Mısır ve Cezayir tarafından denetleneceği bilinmektedir ve şüphesiz çeşitli grupların bir “kimyasal reaksiyon” gerçekleştirmesini ve ikisinin harmanlanmasını sağlayacak bir yol haritası hazırlanacaktır.

Pekin Uzlaşısı hayali gerçeğe dönüştürürken, Filistin sorununun İsrail’in Lübnan ve Suriye ile olan toprak anlaşmazlıklarını da içeren Orta Doğu’daki anlaşmazlıkların merkezinde yer aldığı da kabul edilmelidir. Filistin-İsrail ihtilafının basit bir çözümü bile İsrail’in olumlu tepkisini, ABD ve diğer büyük ülkelerin pozitif enerjisini ve Birleşmiş Milletler kararları ve örgütleri çerçevesinde ortak çabaları gerektirmektedir.

Çin Hükümeti ve Filistinli gruplar tarafından barışçıl ve müreffeh bir ortam için ekilen yeni bir umut tohumu olan Pekin Deklarasyonu’nun, çatışmanın sürdüğü Orta Doğu’da filizlenip filizlenemeyeceği, çiçeklenip çiçeklenemeyeceği ve meyve verip veremeyeceği, Filistinli grupların ortak iradesine, çatışmanın taraflarının iki yönlü yürüyüşüne ve kalıcı, adil ve kapsamlı bir barış için çaba gösterme yönündeki güçlü iradeye, halkın bilgeliğine ve büyük cesaretine bağlıdır.

* Orta Doğu’yu iyi bilen bir isim olan Prof. Ma, Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak uzun yıllar görev yapmıştır. Akademik çalışmalarını Orta Doğu, Arap coğrafyası, Çin-Orta Doğu ilişkileri üzerine yoğunlaştırmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Birleşik Krallık’ta Muhafazakar Parti’nin seçim hezimeti 

Yayınlanma

Doç Dr.  Dilek YİĞİT*

Birleşik Krallık’ta 4 Temmuz 2024 genel seçimlerini kazanan İşçi Partisi 2010 yılından bu yana süren Muhafazakar Parti iktidarını sonlandırmış oldu. Seçim öncesi yapılan anket çalışmaları İşçi Partisi’nin seçimlerden “ezici üstünlük” ile çıkacağını öngörmüş olduğundan seçim sonuçları kimse için sürpriz olmadı. Fakat İşçi Partisi’nin seçim zaferi “ezici üstünlük” olarak okunacak ise, bunun %33.7 oy oranından değil, Muhafazakar Parti’nin yüzde % 23.7’lerde kalmasından yani Muhafazakar Parti’ye desteğin hızla düşmüş olmasından kaynaklandığını belirtmek gerekir.  1918’den itibaren yapılan hiçbir genel seçimde oy oranı bu kadar düşmemiş olan Muhafazakar Parti 1997 seçimlerini kaybettiğinde bile seçmenin % 30’undan fazlası tercihini Muhafazakar Parti’den yana kullanmıştı.

Muhafazakar Parti’nin iktidara geldiği 2010 yılından bu yana yapılacak bir değerlendirme partinin son genel seçimlerde başarısız olmasının nedenlerini kolaylıkla açıklayabilir. Muhafazakar Parti iktidarı boyunca birbiri ardına gelen zorlu sorunlarla ve süreçlerle karşılaştı. İktidara geldiğinde yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlardan ilki 2008 yılında başlayan küresel ekonomik krizin Birleşik Krallık’a yansımaları oldu. Ekonomide büyüme oranları Muhafazakarlar iktidara gelmeden 2008’de ve 2009’da negatif değerlere düşmüştü ama Muhafazakar Parti iktidarında 2014 yılına kadar küresel kriz öncesi 2007 yılındaki ekonomik büyüme seviyesi yakalanamadı. 2008’den itibaren hızla artan işsizlik oranları Muhafazakar Parti iktidarında 2012 yılında % 8.3 ile zirve yaptı ve 2007 yılındaki işsizlik oranı ancak 2015’de yakalandı. 1990’ların başından itibaren enflasyon sorunu yaşamayan Birleşik Krallık’ta 2008’de enflasyon artmıştı ama 2011 yılında % 5.2 ile tekrar zirveyi gördü. Kısaca Muhafazakar Parti ekonomik sorunları çözme konusunda epeyce yavaş kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleşmek zorunda kaldığı bir diğer sorun ise, İşçi Partisi’nin muhafazakarlara bıraktığı “mirastı”. Avrupa Birliği (AB) Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini içerecek şekilde genişlerken, İşçi Partisi iktidarının 2004 yılında iş gücü piyasasını AB’nin yeni üyelerinden gelecek işçilere açma kararı sonucu Birleşik Krallık’a yönelik göç öngörülemeyecek hızda artmıştı. Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’a yönelik artan göç hareketinin Britanyalılar arasında yarattığı memnuniyetsizliğin farkında olsa da, AB içinden gelen göçü engelleyemedi ve 2016 yılında gerçekleştirilen AB referandumuna kadar AB vatandaşlarının Britanya’ya göçü de, Britanyalıların kültürel ve ekonomik tehdit olarak gördüğü göç hareketine tepkisi de artmaya devam etti. Muhafazakar Parti göç sorununu çözme ve göç karşıtı Britanyalıların kaygılarını giderme konusunda da yetersiz kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleştiği ilk sorun küresel ekonomik kriz kaynaklı, ikinci sorun ise İşçi Partisi’nin göç politikasının “mirası” idi; bu sorunlardan hiçbirinin sorumluluğu Muhafazakar Parti’ye yükelenemezdi belki ama Muhafazakar Parti bizzat kendi çabası ile üçüncü bir sorunu İskoçya’da bağımsızlık referandumu yapılmasına rıza göstererek yarattı. Muhafazakar Başbakan David Cameron’ın 15 Ekim 2012’de İskoçya Birinci bakanı Alex Salmond ile yaptığı Edinburg Antlaşması (Referandum Antlaşması) aracılığıyla referandum için yasama yetkisi İskoçya Parlamentosu’na devredildi. Muhafazakar Parti iktidarının Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olma riski taşıyan böylesine bir referanduma izin vermiş olmasının kolaylıkla anlaşılabilir bir yanının olmadığını kabul etmek gerekir; ama Cameron İskoçya’da İskoç milliyetçisi İskoç Ulusal Partisi’nin (SNP) yükselişi karşısında referandum kararı almaktan başka “tercihi” olmadığını düşünüyordu.

İskoçya bağımsızlık referandumu 18 Eylül 2014 tarihinde gerçekleşti; seçmenin % 55’i İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılmasına “hayır” deyince, Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olan parti olarak tarihe geçmekten kurtuldu. Referandum sonucuna istinaden “İskoçya sorununun” Britanya’nın gündeminden düşmüş olduğunu düşünmeye başlayanlar,  Muhafazakar Parti’nin bir başka girişimiyle, bu şekilde düşünmek için acele etmiş olduklarını anladılar. Cameron 2015 genel seçimlerini kazandığı taktirde Birleşik Krallık’ın AB üyeliğini referanduma sunma sözü vermişti; seçimleri kazanınca da sözünü tuttu ve 23 Haziran 2016 tarihinde gerçekleştirilen AB referandumunda seçmenin % 52’si AB üyeliğine “hayır” deyince, Birleşik Krallık Ocak 2020’de AB’den çekildi ve böylelikle de “İskoçya sorunu” gündeme tekrar ve hızlıca taşındı. Zira AB referandumunda İskoçya’daki seçmenin % 62’si tercihini AB üyeliğinin sürdürülmesinden yana kullanmıştı; kendi iradelerinin aksine AB’den çıkan İskoçlar ikinci bağımsızlık referandumu talebiyle Muhafazakar Parti iktidarı üzerinde hep bir baskı yarattılar.

Muhafazakar iktidarın AB referandumu kararı sadece İskoçya’nın bağımsızlık meselesini tekrar gündeme getirmekle kalmadı, ayrıca AB üyeliği konusunda Muhafazakar Parti içindeki çatlakları da gözler önüne serdi.  AB referandumunun bu etkisi partiye İskoçya’nın bağımsızlığı meselesinden çok daha fazla zarar verdi. Referandum öncesi Muhafazakar siyasetçilerin bir kısmı AB üyeliği lehinde, bir kısmı AB üyeliği aleyhinde kampanya yaparken, referandum kararı alan Cameron’ın seçmeni AB üyeliğinin sürdürülmesi yönünde oy vermeye ikna etme çabaları oldukça ilginçti. Cameron AB üyeliği lehinde propaganda yaparken, haleflerinden biri olacak muhafazakar siyasetçi Boris Johnson ise seçmeni üyeliğe hayır demeye davet ediyordu. Böylelikle Muhafazakar Parti bizzat kendi girişimleriyle belli bir yönü, ortak ve tutarlı bir politikası olmayan bölünmüş parti imajı yaratmış oldu.

Yine de bu uzun süreçte Muhafazakar Parti’nin, kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmeyen seçmen nezdindeki kredisi tükenmemişti. 2015’de gerçekleştirilen genel seçimlerden % 36.8 oy oranı ile, 2017 seçimlerinden 42.3 ile, 2019 seçimlerinden % 43.6 ile  Muhazakarlar birinci parti olarak çıkmayı başardı. 2010 yılından itibaren partinin oylarını artırıyor olması çok dikkat çekici  idi. Bu gidişatı değiştiren ise ekonomiyi olumsuz etkileyeceği zaten öngörülmekte olan Brexit’e küresel pandemin etkilerinin eşlik etmesi sonucu Britanya ekonomisinin adeta sarsılması oldu. Birleşik Krallık’ta 2019 yılında GSYİH % 1.6 büyümüştü, ancak 2020’de büyüme oranları % – 10.4 gibi negatif değere düştü. GSYİH’de artış 2021 yılında % 8.7 olarak gerçekleşti, fakat sonrasında büyüme hızı tekrar yavaşladı. İsşizlik oranları 2021 yılında  % 5.3’e yükseldi; enflasyon ise 2022 yılında % 11.1 ile zirve yaptı. Küresel ekonomik krizin olumsuz etkileri karşısında Muhafazakar Parti’den vazgeçmeyen seçmen, Brexit’in ve pandeminin ekonomik etkilerine maruz kalırken de partiden desteğini esirgemeyebilirdi, ama Muhafazakar Parti 2016’dan bu yana sıklıkla lider değiştirerek seçmenine “iktidarda olmaktan yorulduğu” mesajını verdi. Belli ki seçmen de bu mesajı aldı. Dolayısıyla 2024 seçimleri aslında İşçi Partisi’nin kazandığı değil de seçmendeki kredisini tüketmek için uğraşır görünen Muhafazakar Parti’nin kaybettiği seçimler oldu.

Üstelik Muhafazakar Parti sadece İşçi Partisi’ne karşı değil, siyasetin sağ kanadındaki rakibi, kurulu düzen ve göçmen karşıtı  Reform UK’ye karşı da kaybetmiş oldu. “Aşırı sağ” olarak nitelendirilen Reform UK % 14.3 oy oranı ile seçimlerden üçüncü parti olarak çıkarken 2015 genel seçimlerinde UKIP’ın başarısını tekrarlamak suretiyle, aşırı sağ diye adlandırılan söylemlerin Britanyalılar tarafından rağbet görmekte olduğunu kanıtladı.

Kısaca Muhafazakar Parti 2024 seçimlerinden hezimetle çıktı. 20. yüzyılın başından itibaren ülkeyi en uzun süre yöneten parti olması dolayısıyla “doğal hükümet partisi” olarak tanımlanan partinin bu seçim hezimetini, özellikle de muhafazakar seçmenin desteğini alan Reform UK’nin yükselişini gerekçe göstererek, parti için “sonun başlangıcı” olarak okuyanlar mevcuttur. Ancak Britanya seçmeninin genel seçimlerde kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmiyor olduğu gerekçesiyle, bu seçim sonucunu Muhafazakar Parti için şimdilik “ne kadar süreceği belli olmayan muhalefet döneminin başlangıcı” olarak okumak daha yerinde olacak gibidir.

*Doç. Dr., lisans derecesini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden,  lisans üstü derecelerini ise İngiltere Essex Üniversitesi’nden ve Ankara Üniversitesi’nden aldı. Başkent Üniversitesi’nde ve Atılım Üniversitesi’nde Avrupa Birliği üzerine yüksek lisans dersleri verdi. Dilek YİĞİT’in Avrupa Birliği, Birleşik Krallık tarihi ve siyaseti ile İngiliz edebiyatına dair çok sayıda akademik yayını bulunmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Barış Harekâtı elli yaşında: Şimdi yeni hamle zamanı

Yayınlanma

Yazar

Türk Silahlı Kuvvetleri bundan tam elli yıl önce bir pazartesi günü sabahın çok erken saatlerinde Kıbrıs adasına amfibi çıkarma harekâtına başladı. Önce büyük gemilerin yanaşmasına müsait geniş limanı ve göreceli sığ sahiliyle Kıbrıs Türklerinin Mağusa dediği bugünkü Gazi Magosa’dan çıkılabileceği intibaı verildi. Sonra Girne’den bugün tanınmış bir tatil köyünün sığ bölgesinden çıkılacağı Kıbrıs mücahitleri olarak bilinen TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) güçlerine ulaştırıldı; ama oradan da çıkılmadı ve daha derin ve kıyıya yanaşılması oldukça zor bir bölge olan Karaoğlanoğlu koyundan çıkarma başlatıldı.

Uluslararası ortam daha iyi olamazdı. Türkiye kuvvet, mekân ve zaman kavramlarından oluşan kurmay stratejisinin bütün koşullarını oluşturmuştu. Rumların 1963 sonlarında giriştikleri katliamlar 1964 yılında da devam etmiş ve Türkiye askeri müdahalede bulunabileceğini ima edince Amerika Johnson mektubunu göndermişti. Oysa Türkiye adaya gerçekten müdahale etmekten ziyade Amerika ve İngiltere’nin NATO dayanışması adına Yunanistan’a baskı yaparak katliamları durdurmalarını beklemekteydi. Katliamlar duracak ve 1960 Antlaşmalarına göre kurulan ancak Rumların saldırıları sonunda fiilen Rum devleti haline dönüştürülen, yetki paylaşımı esaslı Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimine geri dönülebilecekti. Sadık müttefik olarak hareket eden Türkiye’nin NATO üyeleri arasında savaş çıkmasını önlemek için bu kadarcık bir beklentisi olması hiç de abartılı değildi.

JOHNSON MEKTUBU VE SONRASI

Ankara’daki hava böyleydi; ama 4 Haziran 1964 tarihinde ABD Başkanı Lyndon Johnson imzasıyla koalisyon hükümetinin başbakanı İsmet İnönü’ye ulaşan ve Türk-Amerikan ilişkilerinde lanetli bir belgeye dönüşen bu mektup üç konuda Ankara’yı sert ifadelerle uyarıyordu: Amerika’nın 1947’den itibaren verdiği silahları böyle bir çıkarmada kullanamazsın. Ayrıca Kıbrıs’a ‘saldırmanız’ Sovyetler Birliği’nin de size saldırmasına yol açarsa NATO’nun sizi koruması mümkün olmayabilir. Ve ima yollu da olsa hatırlatılan Akdeniz’deki 6. Filo yani istersek sizi durdurabiliriz.

Bu mektup Türk-Amerikan ilişkilerine atılmış bir balistik füze gibi oldu. Türkiye’nin sert tepkilerinden dolayı Amerika’nın durumu yumuşatma çabaları ve İnönü’nün Vaşington’a davet edilerek ‘hayır öyle demek istemedik, bir yanlış anlama oldu galiba’ seansları ikili ilişkilerin devamını sağladı. Fakat Türkiye artık 1950’li yılların çizgisini geride bırakması gerektiğini anlamıştı. Soğuk Savaş’a rağmen ve NATO’da kalarak Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler (özellikle sanayi ve ticaret alanlarında) geliştirmek, Arap ülkeleri ile münasebetlerini tamamen gözden geçirerek onları Yunan-Rum tarafından koparmak gibi adımlar atmayı öğrendi Ankara ve çok yönlü denilebilecek bu politikadan büyük faydalar temin etmeyi de başardı.

Yunan-Rum tarafı ise Johnson Mektubu’nu yanlış okumayı sürdürdü; ama bedelini de ödedi. İki ay sonra yani Ağustos başlarında Erenköy’de Türk köylerine ve TMT mevzilerine kapsamlı bir saldırı başlatan Rum birlikleri Türk Hava Kuvvetleri’nin alçak uçuş yaparak uyarıda bulunmasına rağmen durmadılar. Ve ertesi gününden itibaren THK 72 uçakla Rum mevzilerini sürekli vurarak hallaç pamuğuna çevirdi. Birkaç gün devam eden bombardımanın ardından Rumlar perişan şekilde geri çekilmek zorunda kaldılar. Mücahitler ise karşı saldırıya geçtiler.

ENOSİS POLİTİKASINDA ISRAR

Rumlar ve Yunanistan için Enosis amacında hiçbir değişiklik olmasa da taktik düzeyde nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda anlaşmazlıklar oluşmasına sebep olan ve Şehit Cengiz Topel’i kaybettiğimiz bu operasyon sonrasında da Rum saldırıları durmadı. Dahası Rumlar 1960 Antlaşmaları ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Türklerle paylaşmaya hiç niyetli değillerdi. Makarios hükümeti Türklere hayatı yaşanmaz hale getirerek çekip gitmeleri için her yola başvururken EOKA-B olarak Albay Grivas tarafından yeniden kurulan terör örgütü ise silahlı saldırılarını sürdürdü.

Taraflar arasındaki görüş ayrılıkları 1974 yılının temmuz ayında iyice açığa çıktı. Atina’daki askeri cuntanın (1967 yılında Papadopoulos liderliğinde Albaylar Cuntası olarak yönetime el koymuştu) kendisini devirme hazırlıkları içinde olduğuna iyice kanaat getiren Makarios Yunanistan Cumhurbaşkanı Gizikis’e bir mektup yazarak Yunanistan devletinin Kıbrıs’ı işgal hazırlıkları olarak gördüğü bu çabaları tek tek ifşa etti. Ve mektubu da basında yayımladı.

Makarios endişelerinde haklıydı ama korkunun ecele faydası olmadı. Adadaki Yunan alayı, gizlice gönderilen Yunan asker ve subayları ile Rum kuvvetlerinin içindeki Yunanistan yanlıları harekete geçerek 15 Temmuz günü bir darbe ile Makarios’u devirdiler. Bu, 1959-1960 antlaşmalarına göre oluşmuş olan anayasal düzenin toptan ortadan kaldırılması ve Garanti ve İttifak Antlaşmalarının açık ihlaliydi. Türkiye kayıtsız kalamazdı. Nitekim kalmadı ve darbeden sadece 120 saat sonra Girne açıklarından çıkarma başladı.

ULUSLARARASI ORTAM FEVKALADE LEHİMİZEYDİ

Türk birlikleri Karaoğlanoğlu mevkiinden karaya çıkmadan yirmi dört saat önce darbeden canlı kurtulan ve adadaki Ağrotiri İngiliz üssüne sığınarak önce Londra’ya sonra da New York’a ulaşan Makarios BM Güvenlik Konseyi acil oturumunda yaptığı konuşmada kendisinin devrilmesinin bir iç olay olmadığını, Yunanistan’ın ülkesini işgal ettiğini, Güvenlik Konseyi’nin zecri tedbirlere başvurarak ülkesini işgalden kurtarmasını istemişti. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye ve Yunanistan’a ilaveten üçüncü garantörü olan İngiltere ile yapılan görüşmeler de Ankara’nın çıkarma yapma stratejisine diplomatik dayanak sağlamıştı. Londra müdahale etmeyeceğini, ancak müdahaleye de karşı çıkmayacağını söylüyordu. Amerika 1964 krizinden ders aldığı için bu defa Ankara’yı kızdırmamak adına çok daha dikkatli bir tavır içerisindeydi. Moskova ise bu darbeyi Üçüncü Dünya yanlısı politikalar izleyen Makarios’un devrilmesini Vaşington’un tertiplediğini düşünüyor ve karşı çıkıyordu. Kısacası Ankara’nın önü diplomatik/siyasi olarak açılmıştı.

Bu denli uygun bir uluslararası atmosferde başlayan çıkarmanın ikinci safhasında (14 Ağustos) özellikle Amerika ve İngiltere aleyhte tavır sergilediyse de hiç kimse Türk birlikleri ve TMT mücahitlerinin adanın üçte birinden fazla kısmını kontrol altına almasına engel olmadı. BM aracılığıyla güneyde kalan Türklerin kuzeye ve kuzeydeki Rumların da güneye gönderilmesinin ardından Kıbrıs meselesi bir türlü bitmeyen uzun soluklu müzakerelerin konusu oldu.

FEDERASYONDAN İKİ EGEMEN EŞİT DEVLETE GEÇİŞ İÇİN ULUSLARARASI ORTAM ÇOK UYGUN

Çıkarma operasyonunun iki aşamalı olarak tamamlanmasının ardından kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Yönetimi (1975) ve Rumlarla bir ortaklık kurulamamasından sonra ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (1983) Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye açısından önemli adımlardı; ancak federasyon görüşmelerinden bir sonuç alınamadı. Önce Amerikan yönetiminin (Carter’ın seçim vaatleri ve ilk yılları) Ankara’ya karşı politikaları sonra da Avrupa Birliği üyesi yapılan (1981) Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı güç toplaması federasyon görüşmelerini sonuçsuz bıraktı.

Rum tarafı BM genel sekreterleri tarafından hazırlanan toplam üç çözüm paketini (de Cuellar Paketi, 1986, Ghali Fikirler Dizisi, 1992 ve Annan Planı, 2004) de reddettiler; çünkü eski Rum dışişleri bakanlarından Nikos Rolandis’in dediği gibi hiçbir Rum ve Yunan lider gerçek manada yetki paylaşımı esaslı bir federasyon istemedi. Güneydeki Rum devletinin egemenliğini kuzeye genişletecek bir yapıdan yana oldu. Türkler ise azınlık haklarından biraz fazla bir şeyler alabilirlerdi. Bu dönemde özellikle İngiltere ve Amerika’nın Kıbrıs’ı Türkiye’ye yedirmemek şeklinde izah edilebilecek Rumları ve Yunanistan’ı şımartan politikaları ve Soğuk Savaş’ın 1980’lerde yeniden hız kazanmasının yarattığı uluslararası şartlar ne federasyonu mümkün kıldı ne de Türkiye’nin alternatif tezlere yönelmesine imkân tanıdı.

Avrupa Birliği propagandasının Türk dış politikasını tümden esir aldığı yıllarda Türkiye açısından KKTC’nin tasfiyesi ve ada üzerindeki haklarının kaybı 2004 yılında referanduma iki tarafta ayrı ayrı sunulan Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesiyle önlenebildi. Maalesef Ankara’nın Kıbrıs konusundaki yanlış tutumunun devam ettiği 2017 yılına kadar yapılan, son raundu Crans-Montana’da gerçekleştirilen ve Türk tarafının garantörlük de dahil birçok konuda epeyce tavizkar davrandığı görüşmelerde sonuç alınamaması da Rum-Yunan tarafının fanatizmi sayesinde oldu.

Dünyanın çok kutupluluğa evrildiği günümüzde Kıbrıs sorununda Türkiye’nin elinin fevkalade güçlendiğine hiç şüphe yok. Sonuçta bu sorunu iki devlet temelinde çözümleyebilecekken Türkiye’yi adadan çıkarmayı hedefleyen ve bunu da çözüm lafının içine sokan Amerika ve İngiltere ile sonradan onlara katılan Avrupa Birliği alanda çözülmüş olan bir sorunu kabullenmek yerine değişik yol ve yöntemlerle güya çözüm bularak Türkiye’yi Kıbrıs’tan çıkarmaya çalıştılar. Fakat Denktaş’ın bizlere her zaman söylediği gibi Rum-Yunan tarafının fanatizmi Türkiye’nin önemli hatalar yapmasını engellemiş oldu.

Sorunu adeta içinden çıkılmaz hale getiren Batı dünyasının gücünün dengelendiği çok kutuplu bir dünyada KKTC’nin tanıtılması daha uygun şartlarda yapılabilir. Azerbaycan ve diğer dost ülkeler (Pakistan, Bangladeş) ve iyi ilişkiler içinde olduğumuz başka bazı devletlerle başlayacak tanınma Rum-Yunan tarafı ile ilişkileri tamamen bozulmuş durumdaki Rusya ve başka ülkelerden de gelebilir. Bunun için bir eylem planına ihtiyaç olduğuna hiç şüphe yok. Örneğin bugünlerde Gazze ve Batı Şeria’daki Filistin halkı için her şeyi yapıp, İsrail’i tam manasıyla karşımıza alırken Arap ülkelerine KKTC’yi sürekli hatırlatmak gayet yerinde olur.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English