Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Ukrayna müdahalesinin birinci yılında; Batı ve Geriye Kalanlar

Yayınlanma

Rusya Federasyonu’nun; BM Güvenlik Konseyi onaylı Minsk anlaşmasının yok sayılması ve ABD ile NATO’ya iki anlaşma önerisinin reddi eşliğinde Ukrayna sınırında başlayan askeri gerilimin ardından, BM Tüzüğü’nün 7. Bölümü’nün 51. Maddesi’yle gerekçelendirdiği müdahalesinin ilk yılı doldu. Uluslararası ilişkiler sisteminin görünümü bulanık. Soğuk Savaş sonrası verili uluslararası hukuku, askeri gücü sayesinde keyfi ve çıkarları doğrultusunda tek taraflı ihlal etme tekeli tesis eden ABD; bu kez siyasi ve tarihsel olarak bam teline bastığı Rusya’nın meydan okumasıyla karşı karşıya.

ABD’nin; 2014’te Kiev’de bir darbe ile iç savaşı tetikleyerek başlattığı, Donald Trump döneminde ara verildikten sonra Demokratların yeniden iktidarıyla alevlendirdiği kriz sayesinde, bir yıl içinde Avrupa’daki hegemonyasını pekiştirdiği açık. Ancak çatışmanın NATO’yu da mobilize ederek mütemadiyen kızıştırılmasıyla, dünyanın geri kalanında bir ‘itaatsizler’ yahut ‘gönülsüzler’ cephesi belirdi. ‘Kolektif Batı’, neoliberal ekonomik ve siyasi modeli için adeta ‘ölüm-kalım savaşı’ diye ifade ettiği bir mücadeleye girişirken, dünyanın geri kalanı bu perspektifi pek de ‘benimsemiş’ görünmüyor.

BM Genel Kurulu’nda başta ABD olmak üzere Batı’nın son 30 yıllık uluslararası hukuk ihlallerini görmüş ülkeler, Rusya Federasyonu’nu Ukrayna’daki askeri eylemlerinden ötürü kınadılar. Kimileri Genel Kurul’daki sembolik oylamalarda ret oyu veren veyahut çekimser kalan ülkelerin temsil ettikleri nüfus büyüklüğüne dikkat çeken analizler yapıyor. Bunun ne kadar anlamlı bir görüntü sunduğu tartışmalı. Kınama kararına katılsalar yahut çekimser kalsalar da ABD ve AB’nin BM onayı taşımayan tek taraflı ekonomik yaptırımlarına katılmayan ülkeler daha dikkat çekici bir resim sunuyor. Öyle ki, ABD’nin dolar temelli mali hegemonyasının sürdüğü bir ortamda, bu durum, ‘kolektif Batı’yı, ‘hem Rusya hem de Batı ile ticari bağlarını sürdürerek iki kampta kalmaya çalışanlara baskı uygulanması’ tehditlerine zorluyor. Akıllara 11 Eylül saldırıları sonrası Bush yönetiminin Irak işgaline giden süreçte yalan istihbarata dayalı askeri eylemlerde bulunurken yaptığı ‘Ya bizdensin ya onlardan’ resti düşüyor.

Batı medyasında mütemadiyen ‘Batı ve Geriye Kalanlar’ (The West and the Rest) diye formüle edilen bir görünüm oluşmuş durumda. Özellikle ABD’nin son yıllarda umursamaz nazarlarla izlediği ‘çok kutupluluk’ konsepti hızlanmış görünüyor.

‘DÜNYA YA TARAFSIZ YA RUSYA’YA MEYLEDİYOR’ DERDİ  

‘Batı ve Geriye kalanlar’ formülü geçtiğimiz bir yıl içinde pek çok araştırmaya konu oldu.

Cambridge Üniversitesi araştırmacıları Rusya’nın askeri müdahalesinin başladığı 24 Şubat 2022’yi izleyen sekiz ay içerisinde 137 ülkede yapılan anketlerden elde edilen verileri ‘uyumlu hale’ getirdiklerinde ilginç bir sonuçla karşılaştılar. 2022 Ekim ayı sonlarında yayınlanan araştırmaya bakılırsa, Batı dışında yaşayan 6,3 milyar insanın yüzde 66’sı Rusya, yüzde 70’i ise Çin hakkında ‘pozitif düşünüyor’. Asya’daki katılımcıların yüzde 75’i, Frankofon Afrika’dakilerin yüzde 68’i, Güneydoğu Asya’dakilerin yüzde 62’si Rusya’ya yönelik ‘olumlu hissiyat’ ifade ediyorlar.

Araştırma Suudi Arabistan, Malezya, Hindistan, Pakistan ve Vietnam’da benzeri sonuçlar ortaya çıkarmış.

Elbette Cambridge araştırmacıları sonuçları ‘liberal ve demokratik dünya’ ile ‘illiberal ve anti-demokratik dünya’ arasındaki bölünme perspektifinden analiz ediyor. Almanya’da bu çatışmanın insanların düşüncelerinden ötürü yargılanmasını sağlayan ceza yasalarına yol açmasının nasıl bir ‘liberal’ çerçevenin içine konulabileceğinin sorgulandığı söylenemez.

The Economist dergisi ise Ocak ayı sonunda dünyanın Ukrayna çatışmasındaki tutumunu yansıtan grafikli bir harita yayımladı. Dergi, dünya nüfusunun üçte ikisinin ya tarafsızlığa yahut da Rusya’nın pozisyonuna meylettiğini belirtti. Bunu temellendiren unsurlar elbette tartışmalı. Dergi GSYİH ve nüfus oranlarından hareket etmiş. GSYİH’ya göre Rusya’yı kınayanlar yüzde 61. Batı’ya eğilim gösterenler yüzde 9.3. Tarafsızlar yüzde 10.1. Rusya’ya eğilim gösterenler yüzde 16.8. Rusya’yı destekleyenler yüzde 2.6. Nüfus grafiğinde ise Rusya’yı kınayanlar yüzde 16.1. Batı’ya eğilimliler yüzde 20.3. Tarafsızlar yüzde 32.1. Rusya’ya eğilimliler yüzde 27.6. Rusya’yı destekleyenler yüzde 3.9.

Başlık itibarıyla ‘Rusya’yı destekleyenlerin oranının azlığı’ ile teselli bulunmamış. Bu noktada yorumcuların ‘Geri kalanlar, dünya nüfusunun yarısından fazlasını temsil ediyor olabilir, ancak az gelişmiş ve yoksul yarıyı oluşturuyorlar’ diye burun kıvırdıkları görülüyor. Ve elbette Batı’nın birleşik GSYİH’sı, ekonomik gücü ve jeopolitik ağırlığı, müdahaleyi kınamayı ve Rusya’ya yaptırım uygulamayı reddeden ülkelerin etkisinden çok daha ağır basıyor’ saptamaları eksik değil.

En son 17-20 Şubat’taki Münih Güvenlik Konferansı vesilesiyle yayınlanan raporda ise, yine devletlerin konumlanışları üzerinden dünya nüfusunun yarısını teşkil eden ülkelerin Rusya’nın tecrit edilmesine karşı çıktığı yer aldı. Raporda, Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki pek çok hükümetin Rusya’ya karşı harekete geçme ve onu hem ekonomik hem de diplomatik olarak tecrit etme konusunda isteksiz oldukları belirtildi.

Bunda en başta sözü edilen ülkelerin pandemiden çıkışta daha da zorlaşan koşullarda kendi ekonomik çıkarlarını düşünmelerinin etkili olduğu açık. Gelişmekte olan ülkeler, yüksek borç maliyetlerinden ve çevre tahribatı yaratan iklim krizinden, yoksulluk, gıda kıtlığı, kuraklık ve yüksek enerji fiyatlarına uzanan pek çok zorlukla karşı karşıya. Yine örneğin ‘Küresel Güney’ diye anılan coğrafya, pandemi sırasında hayat kurtarmak için aşıların fikri mülkiyet haklarının paylaşımı için defalarca ricacı olmuşken, hiçbir Batı ülkesi buna yanaşmadı. Buna karşılık Rusya, Çin ve Hindistan, Cezayir’den Mısır’a, Afrika ülkelerinden Arjantin’e pek çoğunun yardımına koştu. Bunun yanı sıra Batı’nın ‘sömürgeci geçmişinin’ anımsanmasının payını ihmal etmemeli. Batı ‘unutturmak’ istiyor olabilir ancak eski sömürgeci güçlerinin bugün Rusya’ya karşı açılan cephede Batı ittifakının üyeleri olarak yeniden bir araya durdukları bir resim var.

YAPTIRIM KISKACI  

ABD ve AB’nin tek taraflı ambargoları ve Rus petrol ve doğalgazına getirdikleri tavan fiyat, sadece Rusya’yı değil ama Rusya ile ticaret yapan ve Rusya kaynaklı enerji ve gıda ürünleri tedarik eden kimi ülkeler ve şirketlerini etkiledi. Bazıları için karlı sonuçlar verdi. Rusya uzmanı araştırmacı yazar Hazal Yalın, bir yıllık süreçte Rusya’dan sermaye çıkışına işaret ederken, doğalgaz ve petrol gelirindeki büyük düşüşü vurguluyor. Ancak buna rağmen Batı’nın Rusya ekonomisini yıkmayı başaramadığını belirtiyor. Gerçekten de Rusya Merkez Bankası rublenin değerini desteklemeyi ve mali piyasaları istikrarlı tutmayı başardı. Yalın, bu anlamda Avrupa ekonomisinin daha derinden etkilendiği görüşünde.

Kıta Avrupa’sından Almanya ile Brexit’le birliği terk etmiş Birleşik Krallıkla ilgili iki örnek verilebilir.

IMF, ocak sonunda, hayat pahalılığının hane halkını vurmaya devam etmesi nedeniyle Birleşik Krallık ekonomisinin küçüleceği ve Rusya dahil diğer gelişmiş ekonomilerden daha kötü performans göstereceği değerlendirmesini yaptı. Birleşik Krallık için yüzde 0.6’lık bir daralma öngörülürken, G7 içinde küçülen tek ülke olması bekleniyor. Tabii IMF, Britanya’nın ‘doğru yolda olduğunu’ düşünüyor.

Almanya’da ise Ekonomik Araştırma Enstitüsü (DIW) Başkanı Marcel Fratzscher, Ukrayna’daki çatışma nedeniyle 2022’de yaklaşık 100 milyar euro kaybedildiğini söylüyor. Resesyon tartışmaları yapılan Almanya’nın Avrupa ve dünyanın sanayileşmiş öncü gücü olarak ‘batacağı’ filan yok. Ancak ucuz enerjiden olmanın bedelleri var. Allianz Trade, Almanya sanayisinin enerji için kriz öncesine oranla yüzde 40 daha fazla bedel ödeyeceği görüşünde. Ani darbe önlenip elektrik faturaları kontrol altına alınsa da Alman ekonomisinin görünümü ‘kasvetli’ diye tarif ediliyor. Allianz Trade, artan devlet desteğiyle iyileşen beklentilere karşılık özellikle enerji ve girdi fiyatlarına maruz kalan sektörlerde artan işgücü maliyetleri ile daha sıkı finansman koşullarının daha fazla şirketi baskı altına soktuğunu söylüyor. Krizin ‘sanayisizleşme’ yaratacağı korkusunu ise abartılı buluyor.

Hazal Yalın’ın öngörüsü de, ‘Avrupa’nın sanayisizleşmesi değil Avrupa sanayisinin askerileşmesi ve bunun siyasi sonuçlarının’ olacağı yönünde. Gerçekten bütün değerlendirmelerde en büyük eksiklik kimsenin ‘savaş sanayisinin gazlanmasından’ bahsetmemesi. Batı’nın derdi zaten bu gidişat değil; New York Times gazetesine yansıyan, ‘Moskova’nın Batı’nın cezalandırmasından dostlarının yardımıyla’ sıyrılabiliyor olması.

Rusya’ya ambargo uygulayan tüm ülkeler ya AB ve NATO üyesi ya da ABD’nin Asya-Pasifik bölgesindeki yakın müttefikleri. Buna karşılık, Asya’daki ülkelerin çoğu (Japonya, Güney Kore ve Singapur hariç) ve Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika’daki tüm ülkeler (Bahamalar hariç) her iki tarafla da iyi ilişkiler içinde.

Fransa’nın önde gelen aydınlarından tarihçi Emmanuel Todd, Le Figaro’ya “Eğer Rus ekonomisi Batı’nın yaptırımlarına karşı uzun vadeli bir direnç gösterirse, Avrupa ekonomisi yok olacaktır. ABD’nin dünya üzerindeki parasal kontrolü ve devasa ticaret açığını finanse etme kabiliyeti çökecektir” kehanetinde bulundu!

Bu abartılı değerlendirme bir tarafa, ABD’deki neocon yönetimin ‘iki cephede birden vuruşmaya’ yönelmesi ve Çin’e karşı da sert tutum ısrarını sürdürmesi halinde, sonuçların elbette bugünden yarına kestirilmesi zor.

DEMOKRASİ-OTOKRASI İKİLİĞİ 

Ekonomik ve siyasi sarsılışların ideolojik ve psikolojik yansımaları kaçınılmaz. Ukrayna müdahalesinin başında ABD Başkanı Joe Biden, Batı’nın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i uluslararası planda ‘parya’ yapacağını söylemişti. Ancak dünyanın azımsanmayacak kısmı için bu gerçekleşmiş görünmüyor. Rusya son bir yılda Asya, Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika ülkeleriyle diplomatik bağlarını geliştirdi. AB Konseyi Başkanı Charles Michel, en son Liberation gazetesiyle söyleşisinde, bu ülkelerin Sovyet Rusya’nın sömürgecilik karşıtı mücadelede verdiği desteği unutmadığını söylerken, Irak ve Libya’daki Batı müdahalelerini de anımsadıklarını belirtiyordu. Sadece Irak ve Libya mı? Ya daha yakın zamandaki Suriye ve daha eski zamanda Avrupa’nın haritasını yeniden çizen Yugoslavya’nın parçalanması ve son halkası Kosova? Malum, bugün Ukrayna çatışmasında referans alınan BM hukukuna dayalı kurallardan hareket edilirse, Kosova hala Sırbistan’ın parçası.

Batı bloku, Ukrayna çatışmasını jeopolitik ve sosyo-ekonomik hedefleri perdeleyerek ‘demokrasi-otokrasi’ ikiliği üzerinden sunarken, ilkesel tutarsızlıklar, ekonomik koşullara eklenerek çarpıcı bir tablo sunuyor. Bölgelere ayırarak göz atalım.

ASYA’NIN ‘İTAATSİZLERİ’

BM Güvenlik Konseyi’nde Rusya’yı kınamaktan kaçınan Çin Halk Cumhuriyeti, son bir yılda ambargo bir tarafa Rusya ile ekonomik ilişkilere hız verdi. İkili ticaret hacmi 170 milyar doları aştı. ‘Sibirya’nın Gücü’ doğalgaz boru hattı anlaşması imzalandı. Pekin, Rusya’dan petrol ithal ederken aynı zamanda Avrupa’ya Sibirya menşeili sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) satıyor. ABD yönetiminin ‘bir sonraki hedefi’ olarak gösterilen Çin, Rusya’ya ‘silah tedarik ettiği/edeceği’ ithamlarını reddederken, açıkça ‘çok kutuplu küreselleşme’ şiarını yükseltiyor.

Çin’in bir yıllık süreçte siyasi söylemi de aşamalı olarak keskinleşti. İlk başta Ukrayna krizinin ‘karmaşık ve tarihsel nedenlerini anladığını’ vurgulayan Pekin, bugün açıkça dünyaya “Ukrayna krizini başlatan ve körükleyen en büyük etken ABD’dir” görüşünü aktarıyor. Çin yönetimi çatışmanın birinci yıldönümünde bir tutum belgesi açıklayarak barışçı müzakere çağrısı yaparken, ‘bütün ülkelerin egemenlik haklarının korunması’, ‘güvenliğin bölünmezliği’ ve ‘tek taraflı yaptırımların durdurulmasını’ vurgulayan bir vizyon ortaya koydu. ABD anlatısına meydan okuyan retoriğin gerilim dozu bir türlü düşmüyor.

Çin Dışişleri sözcüsü Wang Wenbin, “ABD uluslararası kurallar ve düzenin bir numaralı sabotajcısı. Uluslararası kurallar ve uluslararası ilişkilere yaklaşımının ayırt edici özelliği hegemonyadır” ifadelerini kullandı. Münih Güvenlik Konferansı’na katılarak ABD ve Avrupa’ya açık mesajlar veren Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Dış İlişkiler Komisyonu Ofisi Direktörü ve Politbüro üyesi Wang Yi, ardından gittiği Moskova’da Rusya-Çin ilişkilerini ‘kaya gibi sağlam’ diye nitelendirdi. Putin ile görüşmesinde de ‘uluslararası ilişkilerde çok kutupluluğu ve demokratikleşmeyi desteklemek’ vurgusu yaparken, “Çin, Rusya’yla birlikte karşılıklı güveni derinleştirmek ve stratejik işbirliğini güçlendirmek, iki ülkenin çıkarlarını sağlamak ve tüm dünyanın kalkınmasını desteklemek için pratik işbirliğini kapsamlı bir şekilde genişletmek amacıyla siyasi kararlılık ortaya koymaya hazır” dedi.

Çin’in Pulitzer ödüllü araştırmacı gazeteci Seymour Hersh’ün detaylarını ifşa ettiği 26 Eylül 2022’deki Kuzey Akım-2 hattına terör saldırısının araştırılması için Güvenlik Konseyi’nde Moskova’yı destekleyen tutumu da özellikle dikkat çekici. Küresel çapta stratejik önemde altyapı tesisleri inşasında öncülük etmek ve ‘kalkınmanın dünyaya yayılması’ hassasiyetini her fırsatta tekrarlayan Çin’in BM Daimi Temsilcisi Çan Tyun, ‘sorumluların bulunması’ için objektif, tarafsız ve profesyonel bir soruşturma talep etti. Saldırının çevresel etkilerinin yanı sıra küresel enerji piyasalarına yansımalarına atıfta bulunarak BM’ye ‘sorumluluğunu’ anımsattı. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Wang’ın “Eğer Kuzey Akım-2’nin yok edilmesiyle ilgili tüm koşulları ve sorumluları tespit edemezsek, bu durum komploculara daha da fazla fırsat sağlayacaktır” sözleri ise, krizin başında ABD Başkanı Biden’ın “Rusya işgale girişirse Kuzey Akım-2’yi bitiririz” tehdidi düşünüldüğünde, daha da dikkat çekiciydi. Nitekim Kuzey Akım-2 patlatıldığında ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken olayı Rusya kaynaklarından kurtulmak için ‘muazzam fırsat’ diye nitelerken, Kiev’de 2014 darbesinin mimarı Victoria Nuland, hat için ‘denizin dibinde bir metal yığını’ olmasından memnuniyetlerini dile getirmişti. Polonya’nın eski savunma ve dışişleri bakanlığını yürütmüş olan ve halen Avrupa Parlamentosu üyesi konumundaki Radoslav Sikorsiy, 26 Eylül saldırısının ardından denizin yüzeyine yansıyan patlama fotoğrafı eşliğinde Twitter’dan “Teşekkürler ABD” diye yazmıştı.

Asya’da sadece ABD’nin rakip gördüğü Çin değil, Çin’e karşı müttefik gördüğü Hindistan elbette daha önemli. Hindistan, ABD’nin Asya-Pasifik stratejisini, isminden yola çıkarak ‘Hint-Pasifik’ diye formüle ettiği ülke. Yeni Delhi, BM Genel Kurul oylamalarında Rusya’ya karşı çekimser kaldı. İndirimli Rusya petrolünün en önemli alıcılarından. Hindistan’ın Petrol Bakanı Hardeep Singh Puri, Moskova ile hiçbir anlaşmazlıkları bulunmadığını belirtirken, Rusya petrolü alarak ülkedeki enerji fiyatlarını düşürmenin ‘ahlaki görevleri’ olduğunu söyledi. Ancak sadece bu değil. Yeni Delhi, Rusya’dan önemli miktarda silah ve mühimmat alıyor. Ve ABD yaptırımlarından ‘azade’ kalabiliyor. Hindistan, Eylül 2023’te Yeni Delhi’de yapılacak G20 zirvesinde Rusya’ya yönelik yeni yaptırımların görüşülmesine de karşı çıkmış durumda.

Hindistan, Soğuk Savaş geleneği olan ‘bağlantısızlık-tarafsızlık’ politikasına devam ederken, Rusya vasıtasıyla Çin ile ilişkilerini dengelemekle kalmıyor. Son olarak Pekin’le sınır sorunlarını karşılıklı asker çekmeyi de gündeme alarak görüşmeye başlaması dikkat çekici.

Hindistan Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar, kısa bir süre önce Ukrayna’daki çatışma gibi çok karmaşık bir meseleyi

şu saftan mı yoksa bu saftan mısınız, savaştan mı barıştan mı yanasınız diye basit bir ikileme indirgemek adil olmaz” derken,

“Avrupa, Avrupa’nın sorunlarının dünyanın sorunu olduğu ama dünyanın sorunlarının Avrupa’nın sorunu olmadığı zihniyetinden kurtulmalıdır” vurgusu yapmıştı.

Güneydoğu Asya’nın diğer ülkeleri de, geçen kasımdaki ASEAN zirvesi ve G20 zirvesi oturumlarındaki yoğun kampanyaya rağmen Rusya karşıtlığına ikna edilmiş görünmüyorlar.

ORTADOĞU’YA DÖNÜŞ

Ortadoğu’daki durum da bir yılın sonunda Rusya’nın ‘lehine’ görünüyor. Moskova; Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi Sünni ülkeler, onların İran ve Suriye gibi rakipleri ve İsrail dahil bölgedeki tüm ülkelerle temas halinde.

Arap ülkelerinin çoğu ilk BM oylamasında Rusya’nın askeri müdahalesini kınasalar da, 22 üyeli Arap Birliği daha sonra bunu yapmadı. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, 2022 Temmuz sonundaki bölge ziyaretinde Arap Birliği’ne hitap etti. Rusya’nın İnsan Hakları Konseyi’nden uzaklaştırılmasına birçok Arap ülkesi çekimser kaldı. Suudi Arabistan, BAE, Mısır Rusya’ya yaptırım uygulamadı. Suudi Dışişleri Bakanı “Körfez ülkeleri Rusya ile açık bir diyalog yürütmeye devam etmekte ve temasların sürdürülmesinin gerekli olduğunu düşünmektedir” vurgusunu yaptı.

Riyad bu tutumu ekonomik cephede OPEC+ üzerinden somutladı.  ABD Başkanı’nın petrol üretimini artırma talebini reddetti. Bunun yerine kendi üretimlerinin daha fazlasını ihraç etmek için iç kullanım ve/veyahut ‘petrolün rafinerilerde karıştırılması’ amacıyla Rusya petrolü ithal ettiler. Değerlendirmelerinin tamamıyla ‘piyasa koşullarına’ dayandığını söylediler. Veliaht prens Muhammed bin Salman Biden’ın telefonlarına çıkmadı. ABD Başkanı daha önce ‘parya ilan etmekle’ tehdit ettiği prensin ‘ayağına gitti’. ABD’deki Demokratların son yıllarda liberal ideolojik ilkelerini ‘sembolleştirdiği’ isim olan Cemal Kaşıkçı dosyası gömülmek durumunda kalındı.

BAE de Suudilere benzer tutum takındı. Hatta Rusya ile ticaret hacmi 2022’de yüzde 68 oranında artarak 9 milyar dolara yükseldi.

BATI’NIN BARIŞI BALTALADIĞINI İFŞA EDEN İSRAİL LİDERİ  

ABD’nin Ortadoğu politikasının belkemiğini oluşturan İsrail ise Rusya’nın müdahalesini kınasa bile yaptırımlara katılmadı. İsrail’de geniş bir Rusya göçmeni nüfus bulunuyor. Liberal kamuoyu, ironik biçimde Yahudi soykırımında rol oynamış bir tarihsel mirası açıkça sahiplenen Kiev’deki Banderist rejime meylederken, hükümet silah tedarikinden kaçındı.

İsrail’in önceki yıllarda bölgesinde yakın tehdit gördükleri karşısında Rusya ile ‘çatışmasızlık’ dengesi kurmuş olan yeni Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun nasıl bir politika izleyeceği henüz meçhul. Ancak kısa süre önceye kadar başbakan olan Naftali Bennett, Kiev ile Rusya arasında daha ilk başlarda Mart 2022’de arabuluculuk denemesinde iki tarafın hazır olmasına karşılık çözümün Britanya lideri Boris Johnson tarafından tümden dışlandığını, bizzat ABD, Almanya ve Fransa liderleri tarafından ise bloke edildiğini ifşa etmiş durumda.

BORRELL’İN ‘BAĞIMSIZ DÜŞÜNEMEYEN AFRİKA ORMANI’

Britanya’nın Financial Times gazetesi en son Münih Güvenlik Konferansı’nda Batı’nın Afrika ülkelerini Rusya’ya karşı hizalamayı denediğini ama başaramadığını yazdı. Birçok Afrika ülkesi için Rusya, sömürgecilik karşıtı mücadeleleri sırasında onları destekleyen Sovyetler Birliği’nin varisi görülüyor.

BRICS Grubu’nun üyesi ve kıtanın önde gelen ülkesi Güney Afrika, BM’de Rusya’yı kınayanlara katılmazken, şu sıralar Çin ve Rusya ile ortak tatbikat düzenliyor. Apartheid rejimini yıkmaları için kendilerine Sovyetler Birliği’nin maddi ve manevi desteğinin ilham verdiğini söylemiş olan efsanevi lider Nelson Mandela’nın ülkesinde Rusya’ya olumlu bakılıyor.

Gana, Mali, Sudan, Angola, Benin, Etiyopya, Uganda ve Mozambik gibi ülkeler eski Sovyetler’in siyasi ve ekonomik desteğini görmüşlerdi. Rusya Federasyonu bir şekilde ‘ideolojik halef’ sayılıyor. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov 2022 yılında ve son olarak ocak sonunda epey renkli Afrika turları düzenlerken, örneğin Eritre’nin Asmara kentindeki Puşkin anıtında ulusal şarkılar ve danslarla karşılandı. Afrika ülkelerindeki gösterilerde ‘Putin, gel bizi kurtar’ pankartları görüldü. Geçtiğimiz ekim ayında ‘Avrupa’yı bahçe, dünyanın geri kalanını jungle’a benzetmiş ve ‘ırkçılıkla’ eleştirilmiş olan AB’nin Dış Politika şefi Josep Borrell, Lavrov’un Mali ziyaretinde gördüğü ilgi üzerine bu kez ‘Afrika zihninin manipülasyon yüzünden doğru düşünemediğini’ iddia etti. 18 Şubat’ta Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’da düzenlenen Afrika Birliği zirvesinde konuşan Uganda Dışişleri Bakanı Jeje Odongo’nun sözleri bu görüşe adeta yanıt niteliğinde: “Sömürgeleştirildik ve bizi sömürgeleştirenleri affettik. Şimdi sömürgeciler bizden, bizi asla sömürgeleştirmeyen Rusya’nın düşmanı olmamızı istiyorlar. Bu adil mi? Bizim için değil. Onların düşmanları onların düşmanlarıdır. Bizim dostlarımız bizim dostlarımızdır.”

Geçen yıl Senegal’in ve Afrika Birliği’nin Başkanı Macky Sall, gıda krizinden Batı ambargolarını sorumlu tutmuşken, bugün Rusya birçok Afrika ülkesiyle ulusal para birimleriyle ticarete geçiş görüşmeleri yürütüyor. ABD yönetiminin Afrika’ya yönelik olarak aralık ayında düzenlediği zirve hamlesinin sonuçları henüz meçhul. ABD Dışişleri, bizzat bakan Blinken, USAID’in başındaki Samantha Fox ve ABD’nin BM’deki daimi temsilcisi ‘siyah’ Linda Thomas-Greenfield’in ‘rol aldığı’ Nijerya seçimlerine müdahale olarak görülebilecek bir video bile hazırlamış durumda.

LATİN AMERİKA’NIN DAMARI

ABD’nin hedef tahtasındaki solcu yönetimlerin bulunduğu Nikaragua, Venezüela ve Küba en baştan geleneksel müttefikleri Rusya’nın yanında yer aldılar. Ancak bölgenin iki güçlü ülkesi Brezilya ve Meksika ile BRICS’e katılmak isteyen Arjantin’in yanı sıra Kolombiya da BM Genel Kurulu’ndaki sembolik kınamanın ve genel ilkeler bağlamında eleştirmenin ötesinde Rusya’ya karşı cephe almadılar.

Latin cephesini ikna için ABD yerine Almanya seferber oldu. Ancak Başbakan Olaf Scholz, Brezilya, Arjantin ve Şili ziyaretinden eli boş döndü, bu ülkeleri Kiev’e askeri yardıma ikna edemedi. Brezilya, Kolombiya, Meksika, Peru, Arjantin ve Ekvador Rus yapımı MiG nakliye helikopterleri ve bazı hallerde Rus karadan havaya füzeleri ya da tanksavar füzeleri almıştı ki, bunlar Ukrayna ordusundakilerle uyumlu. Ancak Latin liderler çatışmaya Batı’dan farklı bakıyor.

Brezilya’da ABD’nin 2016-2018 sürecinde demokrasisine doğrudan müdahale ederek yolunu açtığı neofaşist Jair Bolsonaro yönetimi, geçen yıl iki BM kararında Rusya’yı kınayanlar safında yer alsa da en önemli gübre tedarikçisine yönelik yaptırımlara katılmadı. ABD Adalet Bakanlığı’nın aleni müdahalesiyle haksız yere hapis yattıktan sonra aklanıp yeniden seçilerek Bolsonaro’nun yerini alan solcu lider Lula da Silva ise Scholz’u ve ardından Fransa Cumhurbaşkanı Macron’u ağırlarken, eleştirilerini açık sözlülükle dile getirdi: “Brezilya’nın (Gepard’lar için istenen) mühimmatının Rusya ve Ukrayna arasındaki savaşta kullanılmasında çıkarı yoktur. Brezilya barış ülkesidir. Son anlaşmazlığımız Paraguay savaşındaydı ve bu yüzden Brezilya dolaylı yoldan bile olsa çatışmaya katılmak istemiyor. Çünkü bence şu anda dünyada Rusya ile Ukrayna arasında barışı arayacak birilerini bulmamız gerekiyor. Şu ana kadar barış pek az gündeme geldi. Diğer bir deyişle Brezilya bu mühimmatı vermeme kararı almıştır. Çünkü bu mühimmatın Rusya’ya karşı savaşta kullanılmasını istemiyoruz.”

Lula ardından 10 Şubat’taki Washington ziyaretinde ‘tarafsızlık’ tutumunu tekrarladı. Brezilya kaynaklarına göre Biden’a mesajı, “Hiç kimse bu savaşın sürmesini istemiyor. Ortaklar bir müzakere ekibi kurmalı. Savaşa katılmak değil sona erdirmek istiyorum” oldu. Elbette 1 Ocak 2023’te başlayan yeni dönem iktidarının 8’inci gününde darbe girişimi atlatan Lula, ülkesi içindeki dengeleri kurmak durumunda. Şimdiden ABD ile bağlantılı mali odaklar tarafından ‘Robin Hood’luğa soyunmakla’ suçlanıyor. Arjantin Devlet Başkanı Alberto Fernandez ile kıta için ortak para birimi planları nedeniyle de The Economist dergisinin ‘tuhaf bir ortak kur’ eleştirileriyle karşı karşıya.

Arjantin lideri Fernández de, ülkesinin kötü mali durumuna karşılık Kiev’e silah göndermeyi reddetti.

Ancak doğrusu, ABD’nin yıllarca Latin Amerika’daki sağcı kalesi olmuş Kolombiya’nın 2022 Ağustos’unda göreve başlayan sosyal demokrat Devlet Başkanı’nın tutumu daha ilgi çekici. “Biz barıştan yanayız” diyen Gustavo Petro, “Kolombiya’da hurda haline gelseler bile, savaşı uzatmak için Ukrayna’ya götürülmek üzere Rus silahlarını teslim etmeyeceğiz” açıklaması yaptı.

Şili’nin sol liberal Devlet Başkanı Gabriel Boric ise ülkesindeki hissiyatı yansıtacak şekilde ‘bazı medya ve kanaat önderleri başka ülkelerin siyasetine karışmanın kötü bir karar olduğuna inansalar da Rusya’nın işgalini kınadığını’ söyledi. Ancak Kiev’e sadece mayınların temizlenmesi konusunda yardım teklif etti.

En sivri çıkışları Meksika lideri Andres Manuel Lopez Obrador yapmış durumda. Mart 2022’de Meksika Kongresi’nin alt meclisinde Rusya Dostluk Grubu toplantısı düzenlenirken, Obrador yıl boyu ‘tarafsızlık’ ve ‘barışçı çözüm’ çağrısı yaptı. BM’de müdahaleyi kınayan tavır alsa da 2022 Temmuz’unda Biden ile görüşmesinde Meksika’nın ‘halkların kendi kaderini tayin etme ilkelerini’ de içeren anayasasında belirlenen dış politikaya bağlı kalacağını belirtti. Rusya’ya ambargoyu reddetti. NATO ve ABD’yi anmadan ‘Ben silahları tedarik edeceğim, siz de ölüleri tedarik edin’ politikasını ‘ahlaksızlık’ diye niteledi. Ve son olarak 25 Ocak’ta Berlin’in ABD baskısıyla Ukrayna’ya Leopard tankları göndermesini yorumlarken, “Medya gücü dünyanın dört bir yanındaki oligarşiler tarafından hükümetleri baskı altına almak için kullanılıyor. Örneğin Almanya, Ukrayna ile savaşa fazla dahil olmak istemedi. Sonunda boyun eğdi” ifadelerini kullandı.

Küresel enerji ve gübre fiyatlarındaki artıştan darbe yiyen Latin Amerika’nın tarafsız tutumu açık. Geçmiş Lula hükümetlerinde dışişleri bakanlığı yapmış ve halen etkili bir danışman olan Celso Amorim, Brezilya’nın sebeplerinin gübre ihtiyacıyla ilgili olmadığını söylüyor. Kolombiya’nın eski dışişleri bakanı Maria Angela Holguín’e göre de, Ukrayna çatışması Latin Amerika’da ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki mücadelenin istenmeyen anılarını canlandırmış durumda. Hatta Holguin, bu ülkelerin Rusya ve Çin’in yakın gelecekte kendilerine faydalı olabileceklerini düşündüklerini belirtti.

YENİ BAĞLANTISIZLAR DÖNEM Mİ?

Enflasyonist baskılar ve durgunluk korkuları dünyanın büyük kısmında etkili. Zengin Batı Rusya’ya ambargonun maliyetini karşılayabiliyor olabilir, kalanlar zorlanıyor. Bu kaygılar tutumlarını etkiliyor.

Elbette doların rezerv para statüsü, küresel ekonomik düzenin hala temel direği. Ancak ambargolar, SWIFT sistemi de dahil uluslararası bankacılık ve sigorta sektörlerinin ‘silahlandırılması’, varlıklara el konulması, iptal edilmek durumunda kalınan emtia sözleşmeleri ‘kaygıyla izleniyor’. Yine pek çok ülke para birimlerinin değer kaybıyla karşılaşırken, yerel para birimleriyle ticarete imkan sağlayacak yollar konuşuluyor. Batı’ya bakan ‘dünyanın geri kalanı’ zaten söz haklarının olmadığı bir çatışmanın risklerini tartarak duruyor.

Batı’nın uzun süren ‘terörle savaş’ söylemi, Irak’ın tartışmalı işgali, Libya ve Suriye’deki çöküş ve parçalanmışlık, ABD ve NATO’nun Afganistan’da Taliban’la 20 yıl savaştıktan sonra ülkeyi Taliban’a terk edip kaotik geri çekilmesi hafızalarda.

Dünya çapında 30 yıldır liberal müdahaleleri ‘azınlık hakları’, ‘anadil hakları’ , ‘özerklik’, ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’ temaları üzerinden pazarlayan Batı’nın, Ukrayna krizinde Donbass’ın darbeyi kabul etmedikleri için sekiz yıl boyunca bombalanan Rusları ve Rusça konuşan nüfusunu ‘Ukraynalı’ diye anıp geçerek, kendilerinin pek çok kez ihlalcisi oldukları ‘devlet egemenliği’ çizgisine dönmesi dikkatten kaçmıyor. İddia edilen ‘ilkeler’ konusundaki zayıf sicil fark edilmeyecek gibi değil. Kendi toplumlarını ‘korumakla’ gerekçelendirilen ağır bir sansür ‘demir perdesi’ eşliğinde küresel düzeydeki propaganda üstünlüğü, Kiev’in resmi ideolojisi olarak göze batan Banderizm’i silmeye yetmiyor. ‘Rusya bir gün uyandı ve aniden komşusunu işgal etti’ anlatısı lezzetsiz bir ‘fast food’a dönüşüyor. Zelenskiy rejimi ülkede milyonlarca Rusça kitabı Nazi dönemini andırırcasına imha ederken; Batı’da votkadan kedilere, Çaykovski’den Dostoyevski’ye Ruslara ve Rus kültürüne yönelik saldırıların mazur gösterilmesi dünyanın geri kalanında şaşkınlık yaratıyor. Bu koşullarda, ekonomik gerçekler ve tarihsel deneyimleri ışığında ‘dünyanın geri kalanının’, çok kutupluluğu, sesinin daha fazla işitileceği bir zemin olarak görmesi eşyanın tabiatı.

GÖRÜŞ

Ukrayna’nın yeni 60 milyar doları hazır… Trump’ın fikrini ne değiştirdi?

Yayınlanma

7 ay geçti… Amerikalı yetkililerin “ne kadar gerekiyorsa o kadar” cümlesi, yerini “yapabildiğimiz kadara” bıraktı. Netanyahu bahar alerjisi olsa destek paketi için sabaha karşı röpteşambırıyla koşa koşa gelip kongre sıralarında yerini alacak Amerikalı kongre üyeleri, konu Ukrayna’ya geldiğinde aynı heyecanı gösteremez hale gelmişti. En azından Cumhuriyetçilerin bir kısmı…

Bu malum grup, zamanla kongrenin kalanının epey gözüne batmaya başladı. “Putin’e can simidi oluyorsunuz” dediler. “ABD’nin düşmanlarından yanasınız” dediler. Muhtemelen “askeri endüstrinin karnı acıktı” da dediler ama onu sessiz söylediler. Ancak bu muhafazakâr fraksiyon, Nuh diyor peygamber demiyordu. Biden’la gelecek paketler için anlaşma yapacağını ima etmiş kendilerinden olan meclis sözcüsü Kevin McCarthy’i bile gözünün yaşına bakmadan kapının önüne koymuşlardı. Bu sırada zaman daralıyordu. Ukrayna’nın mühimmatı tükenme noktasına gelmiş, sahada her gün biraz daha geri çekilmeye başlamıştı.

CIA direktörü Burns acı reçeteyi verdi; “bu paket şimdi çıkmazsa Ukrayna 2025’i göremez”.

Bu malum grubun başı bildiğiniz üzere Donald J. Trump’tı. Popülist lider, Ukrayna’ya kayıtsız şartsız verilecek bu paraların sınır güvenliği ve altyapı ihtiyaçları gibi ABD’lileri doğrudan ilgilendirecek meselelere harcanması gerektiğini söylüyordu. Birçokları bu inadın kısa süreli olacağını düşündü. Pentagon, “yeni yıldan sonra Ukrayna mühimmat yokluğunu iyice hissetmeye başlar” demişti. O zaman bir şekilde aralık ayında bu iş çözülürdü değil mi?

Kongre toplantıları epey hararetli geçti. Cumhuriyetçiler sınır güvenliği için ekstra ödenek ve zenginlerden vergi kesintileri istiyordu. İkisi de Demokratların kabul edemeyeceği cinsten taleplerdi. Partisi içinde çokça kavga sonucu gelebilmiş yeni Cumhuriyetçi sözcü Mike Johnson, Biden’ın ayda bir ürettiği paketlere daha gözünü açmadan red damgasını vuruyordu.

Aralık ayı geçti, paketten ses çıkmadı. Şubat’a gelindiğinde Johnson hala yeni tekliflere “ölü doğdu” diyordu. Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski, artık şikayetinin tonunu yükseltmişti. Böyle giderse Rusya’nın yapacağı bir yaz taarruzunda ağır bir felaketle karşılaşılabilirdi.

İkna turları

4 yıllık Trump iktidarının rakiplerine öğrettiği bir şey varsa o da Trump’ın bir prensip adamı olmadığıydı. Gerekli şartlar oluşursa eski başkan her şeye ikna edilebilirdi. Önce İsrail meselesiyle başladılar. İsrail’e ve Ukrayna’ya desteği aynı pakete koydular. Ancak kimi kandırıyorlardı ki? İsrail’e desteğe hayır diyecek kaç cesur Demokrat çıkabilirdi? Tabii ki bu Ukrayna desteği karşılığında Cumhuriyetçileri “korkutacak” bir teklif olamazdı. Olmadı da zaten. İsrail’in desteği kongre masalarında pek kırışmadan Beyaz Saray’a ulaştı.

Sınır güvenliği konusu ise Demokratlar için tehlikeli bir maceraydı. Cumhuriyetçilere boyun eğmeleri kendi seçmenlerini üzebilirdi. Zaten İsrail meselesinde Müslümanların oyları kaybedilmişti, Biden bundan fazlasını göze alamazdı.

Artık ortaya çıkan görüntü Biden’ın Ukrayna planları için vahim bir tablo oluşturuyordu. Belli ki Trump’ın niyeti seçimlere kadar bu paketin onaylanması engellemekti. Böylece Biden, sırtında Ukrayna faciasıyla seçime girecek ve kesin olarak yenilecekti.

Sonra bir şey oldu. Önce Mike Johnson’ın dili değişti. Bir anda “Ukrayna’yı ortada bırakırsak neler olur” onu anlatmaya başladı. Meclisin radikal Trumpçısı olarak bilinen Marjorie Taylor Greene (MTG) “ihanetin” kokusunu alınca Johnson’a ultimatomu verdi, “McCarthy’i unutma, sakın ha!”

Ancak MTG’nin aksine Trump bu sefer farklı düşünüyordu. Eski Başkan, “hediye vermekten bıktık. Ukrayna’ya borç vermeyi düşünebiliriz” demişti. Bu yorum bize Trump’ın bir şekilde ikna edildiğini gösterse de yine de kulağa komik geliyordu. Savaş üçüncü yılına girerken Ukrayna’nın ekonomisi yerle bir olmuştu. Askerlerine maaş ödeyebilmek için Batı’dan her ay 8 milyar dolar ödenek alması gerekiyordu. Savaş bugün bitse, ülkenin yeniden inşası için 500 milyar dolara ihtiyaç vardı. Şartlarım böyleyken bir bankaya kredi başvurusunda bulunsam, muhtemelen bana da gülerlerdi. Ancak “Anlaşma Sanatı” isimli kitabın yazarı Donald Trump, bu duruma belli ki ikna olmuş.

Kimi kandırıyorum, tabii ki ikna olmadı. Ancak karşılığında bir şeyler kazanmış olsa gerek. Ama ne?

Trump ne ister?

Biden’ın ve Ukrayna desteğine sıcak bakan Cumhuriyetçilerin artık Trump’a rağmen bir şey yapılamayacağını anladıkları bir dönemdeyiz. Sevseler de sevmeseler de ikna etmek zorunda oldukları bir popülist figür var. Trump’ın ne isteyebileceğini anlamak için bir 5 yıl geri gitmemiz gerekiyor; 2019’da Trump’ın görevden azledilme tartışmalarını başlatan Ukrayna meselesine.

Biden’ın 2020 seçimlerinde aday olacağı konuşulurken Trump eski defterleri karıştırmaya başlamıştı. Meşhur oğul Biden’ın laptop hadisesini bilir misiniz? Hunter Biden, Ukrayna’da bir oligarkın enerji şirketinde çalışıyor ve şirket sahibinin peşindeki savcıdan kurtulmak için o dönemdeki başkan yardımcısı babasının (yani koca ABD’nin) gücünü kullanıyordu. İşte Trump, o dönemde bundan haberdardı ve seçimlerde Biden’ın yüzüne vurmak için planlar yapıyordu.

Bu sırada aynı bugünkü gibi Ukrayna’ya yardım paketleri kongrede bekliyordu. Desteğin boyutu çok daha ufaktı ve kamuoyu ilgisi üzerinde değildi. Ancak sadece Trump istemediği için paket onaylanmamıştı.

Zelenski’ye bir telefon açtı. “Çok adaletli bir savcınız vardı. Yazık olmuş ona” dedi. Zelenski’den Biden’ın peşinden koşacak bir savcı atamasını istedi. Kongrede beklettiği yardımı serbest bırakmasının tek yolu buydu. Olay büyüdü. Bu konuşmadan dolayı Trump’ın azledilme meselesi patlak verdi. Ancak bu bize Trump’ın böyle bir konumdayken ne isteyebileceğini söylüyordu.

Gelelim bugüne. Wall Street Journal, Trump’a bir ayda iki önemli ziyaretin yapıldığını yazdı. Biri, doğal olarak meclis sözcüsü Johnson, diğeri ise Polonya’nın eski Cumhurbaşkanı Andrzej Duda’ydı. Trumpgillerden olarak bilinen bir lider olan Duda, Trump’ın iyi de bir arkadaşıydı. Sağ popülistin dilinden sağ popülist anlar diye düşünmüş olacaklar ki böylesi bir görüşmeyi ayarladılar. Duda, Trump’a vaziyetin vahametini anlattı. Johnson ise daha etkili bir damar buldu.

Sahi, Trump “ben seçileyim, 1 günde barış getiririm” demişti. Ukrayna bugün yenilirse bunu nasıl yapacaktı? Ukrayna, en azından Trump koltuğa oturana kadar dayanmalıydı. Ne hikmetse CIA direktörü William Burns, çıkan paketin Ukrayna’yı 2025’e kadar hayatta tutacağını söyledi. Trump’ın kazandığı takdirde koltuğa oturuşu da ocak ayında olacak.

Unutmadan, bir de Trump’ın şu sıralar devam eden davaları var. Bu davalar sonucu kampanya için ayırdığı paranın tükenebileceği söyleniyor. Trump belki de hem maddi hasardan hem de seçim yolunun tıkanmasından korunmak için Ukrayna üzerinden anlaşma yoluna gitmiş olabilir.

Yani özetle, Trump’ı bugün popüler kılan izolasyoncu ve “Önce Amerikacı” bir ideoloji olsa da kendisi daha çok bireysel çıkarları üzerine politikalarını inşa ediyor. Trump’ın karşı çıkmadığı pakete 101 Cumhuriyetçi destek verirken 112’si hayır oyu verdi. Yani her şeye rağmen izolasyoncu kanat gerektiğinde Trump’ı bile dinlemiyor. Eski başkanın önem sırası şu şekilde; Önce Trump, sonra Amerika, duruma göre İsrail de araya sıkışabilir. İşin ironik tarafı, bu denklemde bile Amerika, Biden’ın önem sırasına kıyasla daha önde.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Yunanistan’la Yeni Denklem?

Yayınlanma

Dr. Süha Çubukçuoğlu, Kıdemli Araştırmacı, Trends Research & Advisory

6 Şubat 2023 depremlerinden sonra Türkiye ve Yunanistan arasında esmeye başlayan ılımlı hava karşılıklı ziyaretler ve güven artırıcı önlemlerle belli bir mesafe kat etse de ara sıra Atina’dan gelen sert söylemler sürecin kırılganlığına ve görünenin aksine anlaşmazlık yaşanan konularda pek de kolay uzlaşma yolu bulunamayacağına işaret ediyor. Özellikle bu konularda sesini hep üst tondan duyduğumuz Yunan Savunma Bakanı Nikos Dendias şahin kanada yakın bir isim olarak Türkiye’nin iyi niyet ve kararlılıkla sürdürdüğü “sorunları birlikte ele alma” iradesini açıkça baltalamaya çalışmakta. Türkiye’yi saldırgan ve hukuk-tanımaz bir haydut devlet olarak lanse etmeye gayret gösterip Yunanistan’ı ise “kural temelli dünya düzenine bağlı”, uysal ama mağdur bir uç karakol, hukuka saygılı bir ülke şeklinde konumlandırma gayreti içinde.

23 Şubat 2024’te To Vima gazetesinde çıkan ve Yunanistan’da bile şaşkınlık yaratan habere göre Dendias “Ege’de 3 milin ötesindeki her şeyin Yunanistan’a ait olduğunu” iddia etti. Yine basına yansıdığı kadarıyla, Dendias 16 Nisan 2024’te “Yunanistan’ın çıkarları gerektirdiğinde karasularımızı 12 mile çıkaracağız” şeklinde bir demeçte bulundu. Bu açıklamaları 15-17 Nisan 2024 tarihlerinde Atina’da düzenlenen “Okyanusumuz” konferansında Yunanistan’ın Ege ve İyon denizlerinde iki deniz parkı ilan etme niyetini deklare etmesi takip etti. Gri bölgeler olarak da bilinen Ege’de Aidiyeti Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıkları (EGAAYDAK) da kapsayan bu milli parklardan birisi deniz canlılarını ve doğayı koruma kılıfı altında Ege’de fiili olarak Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilanına giden bir adım olma niteliği taşıyor. Zira Yunanistan’ın taraf olduğu 1983 tarihli Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin (UNCLOS) 56. Madde, 1 Fıkra, (b) bendi MEB sahibi olan ilgili ülkeye deniz habitatının korunmasıyla muhafaza edilmesi yetki ve sorumluluğunu veriyor. Türk Dışişlerinden sert tepki gören bu adımıyla Yunanistan “denizlerin temizliği, canlıların korunması ve tabiatın muhafaza edilmesi yetkisi fiiliyatta bende olduğuna göre hukuken MEB de bende” diyebileceği bir pozisyona gelmenin ön zeminini hazırlıyor.

Yunanistan’ın bu tavrına karşı Türkiye’nin tutumu ne?

Yunanistan’dan gelen bu sert tavra karşılık mevcut ılımlı havayı olabildiğince sürdürmek adına Türkiye’den resmi adım gelmemesi bir yana 2023’e kadar Ege’de yapılagelen uçuşların askıya alındığı, Mavi Vatan tatbikatlarının iptal edildiği/isminin değiştirildiği ve Doğu Akdeniz’deki sismik arama-sondaj faaliyetlerinin sonlandığı bir döneme şahitlik ediyoruz. 2019’da Libya’yla imzalanan deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmasının kadük kalma riski mevcut. Yunanistan’ın Mısır’la yaptığı karşı anlaşmadan sonra TPAO’nun ilgili alanda sismik arama izni talep etmesine rağmen bu doğrultuda Ankara’dan gelmiş bir adım yok. Her ne kadar Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Sayın Ercüment Tatlıoğlu Aralık 2023’te “Son yıllarda Mavi Vatan’a girmeye çalışan 35 yabancı gemiyi engelledik, bizi savaşın eşiğine getiren engellemeler yaptık” şeklinde bir açıklama yapmış olsa da Türkiye ilgili sahayı fiilen kullanmadığı, orada sismik-sondaj gemisiyle bayrak gösterip ekonomik kaynaklarına sahip çıkmadığı sürece buradaki egemenliğini zımnen tartışmaya açmış olmakta, ileride olası bir müzakere masasında bu hakkını pazarlık kozu olarak tutup şartlar gerektirirse vazgeçebileceği sinyalini vermektedir.

Realist bakış açısına göre uluslararası sistemde belirleyici faktör “güç”tür. Eğer gücünüzü iyi değerlendirmez, milli çıkarlarınızın tehdit altında olduğu durumda karşı tarafa “yatıştırma” (appeasement) siyaseti uygular ve alttan alırsanız ileride ağır bir bedel ödemek durumunda kalabilirsiniz. Tarih bunun acı örnekleriyle doludur: 19. yy’da İngiltere’nin ABD’ye karşı tavrını, Osmanlı’nın Balkan Savaşları öncesindeki durumunu ve II. Dünya Savaşı’na giden süreci bunların arasında sayabiliriz. Türkiye’nin hukuki argümanlar ve uluslararası normlar üzerinden yürüttüğü diplomatik süreci mutlaka güç unsurlarıyla desteklemesi, yeri geldiğinde karşı hamle yapması, en azından Yunan tarafından gelen tahrikkâr söylemlere karşı haklı duruşumuzu teyit etmesi, kafa karışıklığına sebebiyet verecek ikircikli tutumlardan kaçınması önem arz etmektedir. Türkiye gerek savunma sanayi ve platform altyapısını güçlendirmek gerekse enerjide dışa bağımlılığı azaltıp ekonomisini rayına oturtmak için zaman kazanmak istiyor olabilir, ama uluslararası ilişkiler boşluk kabul etmez. Sizin iyi niyetli yaklaşımınızı karşı taraf zafiyet olarak değerlendirip ön alıcı hamlelerde bulunabilir.

Resmî açıklamalar dışında bu konu üzerine Türk medyasında da zaman zaman yorumlara rastlıyoruz, ancak bunlar belli bir stratejik vizyonun parçası olmaktan ziyade tepkisel, gündelik, bazen de iç siyasete dönük mahiyette tezahür ediyor. Türkiye’nin başta ekonomi olmak üzere birçok sorunla boğuştuğu ve Yunanistan’ın gündemde çok alt sıralarda yer aldığı gerçeğinden hareketle, yaşanan gerilimi “havuz meselesi” şeklinde küçümseyen yorumlar de görüyoruz, Türkiye’nin önceliğinin Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu’da petrol aramak olduğunu belirten, Akdeniz’in sözünü dahi etmeyen açıklamalara da şahit oluyoruz. Bunların dışında dikkat çeken bir başka görüş de geçtiğimiz günlerde Harici’nin YouTube kanalına demeç veren Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu’dan geldi. Sayın Kibaroğlu, Genelkurmay Eski Başkanı Em. Org. (merhum) Necip Torumtay’la yaptığı bir konuşmaya atfen “Eğer Yunanistan Ege’de bir adım atarsa karşılığını Kıbrıs’ta bulur. Bizim ikinci vuruş yeteneğimiz Kıbrıs’tır” şeklinde görüş bildirdi. Bu tespite göre Yunanistan eğer coğrafi olarak kendini avantajlı gördüğü Ege’de bir genişlemeye gider, karasularını 6 milin üstüne çıkartır ya da MEB ilan eder, bu durum da çatışmaya evrilirse Türkiye KKTC’de bulunan barış gücüyle ileri harekâta geçerek adanın güney kısmını da kontrol altına alabilir.

Sayın Kibaroğlu’nun aktardığı görüşü günün koşulları içinde değerlendirirsek sağlam ve güvenilir olduğu kadar tartışmaya açık taraflarının da olduğunu görebiliriz. Yunanistan ileride girişmeyi tasarladığı 12 mil/MEB gibi hamlelerin hukuki olduğu kadar fiili altyapısını da hazırlamakla meşgul oladursun, Türkiye’nin buna vere(bile)ceği orantılılık ölçüsünde yanıtlar neler olabilir? Olası bir durumda 6 ile 12 mil arasındaki bölgeye askeri gemi göndermek/tatbikat yapmak, ya da balıkçı teknelerini gönderip avlanmak ilk adım olabilir. Lozan ve Paris Barış Antlaşmalarına göre askerden arındırılmış statüdeki Doğu Ege ve Menteşe Adaları (On İki Ada) bölgesini ablukaya almak, Türk hava sahasını Yunan havayollarına / boğazları Yunan bayraklı gemilere kapatmak, EGAAYDAK statüsünde ve fiilen Yunan işgalinde olan adacıkları boşaltması için Atina’ya ültimatom vermek, hatta bazılarına asker çıkarmak olabilir. Bütün bunlar uluslararası hukuka uygun “zorlayıcı diplomasi” adımlarıdır. Ancak olası bir çatışmada Ege’ye karşı yanıtı doğrudan Kıbrıs üzerinden vermek Türkiye’ye faydadan çok zarar getirebilir. Kaldı ki Yunanistan Doğu Ege ve Menteşe Adalarını antlaşmalara aykırı olarak silahlandırmasına bir gerekçe olarak Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a müdahalesini ve kendi adalarının da benzer bir tehdit altında olduğu savını ileri sürmektedir. “Ege’de bir hamleye karşı Kıbrıs’ın tamamını alırız” demek ve iki konuyu bu şekilde birbirine bağlamak, hele de bunu kamuoyu önünde açıklamak Yunanistan’ın “Türkiye’den gelen tehdit” tezine istemeyerek de olsa destek vermek ve ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir. Öte yandan Sayın Kibaroğlu’na göre Yunanistan zaten Türkiye’nin böyle bir cevap vereceğini bildiği ve “Helenizmin Kıbrıs’ın tamamını kaybetmesi ihtimalini kabul edemeyeceği” için Ege’de bir harekete girişmeyecektir. Buradan “Kıbrıs’taki Türk askeri varlığı Yunanistan için o kadar büyük caydırıcı bir unsurdur ki oradaki olası bir kaybı Ege’deki olası kazançlarını nötralize edebilecek boyuttadır” şeklinde bir çıkarım yapabiliriz.

Atina açısından bakarsak bu denklemin tam da böyle görünmediği kanaatindeyim. Bir kere uluslararası sistem ve dünyadaki güçler dengesi bakımından Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekâtını yaptığı 1974 yılından çok farklı bir yapı mevcut. İki kutuplu soğuk savaş döneminde o zamanın “Kıbrıs Cumhurbaşkanı” Makarios bağlantısızlar hareketi üzerinden Sovyetlere fazla yanaştığı için zaten bir süredir ABD’nin hedefindeydi (CIA’in suikast teşebbüslerini atlatamasa darbeyle devrilmesine bile gerek kalmayacaktı). ABD’nin dümen suyuna girmeyi reddettiği için Atina’daki Yunan cuntası eliyle 15 Temmuz 1974’te devrilerek yerine geçici olarak Nikos Sampson getirildi. Türkiye de hukuki haklarına dayanarak ve o aradaki otorite boşluğunu fırsat bilerek 20 Temmuz günü adaya operasyon başlattı. Bu birinci operasyona Watergate skandalı ile çalkalanan Washington yönetimi günün şartları gereği kısmen göz yumdu. ABD aslında kendince bir taşla üç kuş vurmuş oldu: Türkiye ve Yunanistan vasıtasıyla Makarios’a bir ders verdi, adada olası bir Sovyet üslenmesinin önüne geçti ve İsrail’in güvenliğini tahkim etti. Kısaca, Türkiye’nin harekâtına o dönemki jeopolitik dengeler gereği bir sempati vardı. Yunanistan’sa “saldırgan” ülke konumundaydı. Ama Rumların Kıbrıslı Türklere yaptığı katliamlar ve askeri zaruret gereği iş ikinci harekâta kalınca ABD başta olmak üzere bütün Batı dünyası baştaki ılımlı tutumunu bırakarak tamamen Türkiye aleyhine döndü, bizi haksız yere “işgalci” olarak niteledi – bu tavır halen de devam ediyor.

Bugünse özellikle Batı dünyasında bambaşka bir Türkiye ve Yunanistan algısı mevcut. 2004’te AB’ye üye olmuş sözde bir “Kıbrıs Cumhuriyeti” var. AB, sevelim ya da sevmeyelim, Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı – ihracatımızın %50si oraya gidiyor. Öte yandan AB üyelik perspektifimiz fiiliyatta çoktan kapanmış durumda. Yunanistan’sa AB üyeliğinin yanında adeta ABD’nin de 51. eyaleti gibi bir ileri üsse dönüşmüş halde. ABD yakın zaman önce Rumlara yönelik silah ambargosunu tümüyle kaldırdı. Keza Gazze savaşından beri ilişkilerimizin askıda olduğu İsrail de Güney Kıbrıs ve Yunanistan’a gelişmiş hava savunma sistemleri satıyor. 2016’dan beri Güney Kıbrıs-Yunanistan-İsrail ve Mısır arasında önce dörtlü ardından ABD ve Fransa’nın da katılımıyla beşli-altılı tatbikatlar yapılıyor, ismen zikredilmese de hedef ülke olarak Türkiye üzerine senaryolar oynanıyor. Kıbrıs’ta aktif vaziyetteki Dikelya ve Ağrotur üsleri gelişmiş istihbarat altyapısı sayesinde İngiltere’ye bütün Ortadoğu’yu dinleme/izleme imkânı sunuyor. İran’ın İsrail’e karşı yaptığı füze ve drone saldırısına karşılık veren Amerikan, İngiliz ve Fransız savaş uçaklarının bir kısmının bu üslerden havalandığı hatırlatalım.

Türkiye’nin Kıbrıs kozu ne kadar geçerli?

Türkiye askeri olarak elbette çok güçlü. Güney Kıbrıs’taki Yunan Alayı ve hatta Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) savaş deneyimi de olan Türk ordusuyla kıyaslanamayacak derecede küçük ve zayıf. Keza Yunanistan’ın olası bir savaşta Kıbrıs’ı lojistik-askerî açıdan takviye etmesi çok zor, bunun örneği 1974’te de görüldü. Türkiye Kıbrıs’ta durum üstünlüğünü elinde bulundursa da bütün bu verilerin ışığında Ege’de Yunanistan’la yaşaması olası bir çatışmada cepheyi Kıbrıs’a doğru genişleterek Güney’i kontrol altına alması AB, İngiltere, ABD ve İsrail’de büyük tepkiyle karşılanacak, askeri olmasa bile ekonomik olarak Türkiye’nin tecrit edilmesine, bir nevi “İranlaştırılmasına” bahane teşkil edecektir. Güney’in alınması demek Türkiye’nin İngiltere’yle (karadan) ve İsrail’le (denizden) komşu olması, ada çevresindeki bütün kaynaklara sahip olması demektir. Bu ülkelerin böyle bir jeopolitik depremi kabul edeceklerini peşinen varsaymak uygun bir yaklaşım tarzı değildir. Türkiye’nin ekonomik gücü, doğal kaynakları, askeri kapasitesi ve uluslararası sistemdeki etki yarıçapı bugün böyle bir baskıyı kaldırabilecek konumda değildir. Bir gün o güce inşallah ulaşırız, o noktada direnebilecek kararlılığı sergileyip her şeyi göze alarak Libya anlaşması örneğinde olduğu gibi bir baskınla Yunanistan’dan bile önce Ege ve Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan sınırları içinde MEB’imizi de ilan ederiz. Bu güce erişebilmek için, ABD hegemonyasının zayıfladığı ve çok kutupluluğa evrilen yeni dünya düzeninde Türkiye’nin paydaşlarını çoğaltması, AB üyeliği gibi gerçekleşmesi mümkün olmayan ve her geçen gün Türkiye’yi daha da yalnızlaştıran bir hedefte enerjisini tüketmek yerine yükselen Asya, Afrika ve Körfez ülkeleriyle ilişkilerini derinleştirmesi büyük önem arz etmektedir.

Ancak 2020’de AB İrini Misyonu’na bağlı bir Alman firkateyninin Rosalyna-A isimli bir Türk gemisine yaptığı baskına cevap ver(e)meyen, dönemin Alman başbakanı Angela Merkel’in AB yaptırımlarıyla tehdit etmesini müteakip sismik araştırma faaliyetlerine son veren, hatta daha 2019’ta Suriye’deki Barış Pınarı Harekâtını ABD’den gelen baskıyla yarıda kesen Türkiye’nin Yunanistan’la olası bir çatışmada Güney Kıbrıs’ı alıp bunu elinde tutabileceğini düşünmek bugün için inanılması zor bir senaryodur. Türkiye orayı alsa dahi maruz kalacağı baskı ile kısa sürede geri çekilmeye zorlanacak ve elinde Ege’de kaybettikleriyle kalacaktır. Yunanistan Türkiye’nin Kıbrıs’taki üstünlüğünü Sayın Kibaroğlu’nun da tabiriyle “offset” etmeye yani dengelemeye çalışmaktadır. Kıbrıs çevresinde küresel ve bölgesel güçlerle yaptığı açık ya da gizli anlaşmalarla Türkiye’nin buradaki caydırıcılığını azaltmaya ve el yükseltmeye gayret etmektedir. Buna mukabil, Kıbrıs’taki varlığına dayanarak Türkiye’nin Ege’de Yunanistan’ı dengelediğini varsayması bazı geçerli sebepleri olsa da büyük resme bakıldığında çok sağlam bir argüman gibi görünmemektedir. Türkiye Batı bloğunu bu bölgede dengelemekte zorlandığı müddetçe Yunanistan’ın oldu-bittilerine karşı teyakkuzda olmak durumundadır.

Son kertede, Yunanistan’ı Ege’de maceraya girişmekten caydıracak olan Kıbrıs’taki Türk kara gücü değil, Anadolu’daki deniz ve hava gücüdür. Her şartta Türkiye’nin güçlü bir donanmaya ve hava kuvvetlerine sahip olması gerek Ege gerekse Doğu Akdeniz’de caydırıcılığını sergilemeye devam etmesi ve Yunanistan’a gerginliği arttıracak, moral üstünlüğü ele geçirecek fırsat vermemesi, tutarlı ve uzun vadeli bir politika izlemesi elzemdir. Aksi durum karşı tarafın eline koz verip cesaretlendirmekten başka bir netice yaratmayacaktır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Rusya’da kalkınma: Liberal amentüye karşı işlenen büyük günah – 1

Yayınlanma

Yazar

Biz her geçen gün biraz daha sefalete yuvarlanırken Rusya ekonomisiyle ilgili her haber mucizeyi andırıyor: modern tarihin gördüğü en büyük yaptırım saldırısının altında, ihracat ve ithalat kanalları alabildiğine kapatılmış, Ukrayna çatışmasında az çok tarafsız kalmayı tercih etmiş geleneksel ticari ortakları bile başta bankacılık olmak üzere bütün ticari faaliyetlerine ikincil yaptırım korkusuyla engeller getirmeye başlamışken “nasıl oluyor da oluyor”? Nereden geliyor bu değirmenin suyu — yoksa her şeye rağmen ucuza da olsa petrol ve doğalgazını satmanın yolunu buluyor da o sayede mi ayakta kalıyor?

Bu yazı Rusya ekonomisine derinlemesine bir bakışla genel değerlendirmeler için perspektif sunmayı ve onlardan yola çıkarak bir “değirmen” tanımına ulaşmayı amaçlıyor. Başka deyişle, şu soruyu soruyor ve cevaplıyor: iktisadi faaliyet değirmeninin suyu tek bir yerden mi gelir, veya genel olarak: nedir bu değirmen?

GENEL DURUM

Putin yönetiminin tamamen kurumsallaştığı 2003’ü milat kabul ederek, GSYH dinamiği şöyledir:

pastedGraphic.png

Rusya ekonomisindeki ilk yılların yükselişinin ardından 2008 kriziyle birlikte şiddetli düşüş ve bir daha önceki dönemin büyüme oranlarının yakalanamamış olması Rusya’nın kapitalizmin uluslararası krizinden doğrudan etkilenen bir çevre ekonomisi olmasının sonucudur. Benzer bir durum 2014’te de yaşanmıştı; Kırım krizi ve yaptırımlar 2008’deki kadar olmasa bile hızlı bir daralmaya yol açmıştı. Bunun arkasından gelen kısmi genişleme dalgası ise 2020’de pandemiyle birlikte gene bir daralmayla sonuçlanmıştı.

Ukrayna krizinin ve yıkıcı yaptırımların bu gerilemeyi hızlandıracağı ve derinleştireceği sanılıyordu. Gerçekten de 2022’nin baharında yüzde 5-8 arasında küçülme oranları telaffuz ediliyordu. Üstelik bunlar bile utangaç ifadelerdi; “anaakım” denilen iktisatçıların ve onların hakim olduğu “mali bloğun” endişesi, 2009 küçülmesini bile geride bırakan bir anti-rekor kırılacağı yönündeydi. Bununla birlikte yıl sonuna doğru tahminler yüzde 3’e kadar geriledi. Ölçümler yapıldığında daralmanın sadece yüzde 1,2 olduğu ortaya çıktı — bu beklenenin çok altındaydı. 

Ancak gene de toparlanma umudu zayıftı; genel beklenti (buna “mali bloğun” tahminleri de dahil) küçülmenin 2023’te devam edeceği veya en iyimser tahminle çok az bir büyüme olacağı yönündeydi. Ama 2023 verileri tam aksi bir durumu ortaya çıkardı: Rusya ekonomisi bir önceki yıla göre yüzde 3,6 büyümüştü. 

2020-2023 arası yıllık çeyreklere dayanan grafik, bütün iniş ve çıkışların bu dönemde siyaset ve ekonomi yönetiminde alınan kararlarla doğrudan ilişkili olduğunu ve bu ilişkinin kendisini eğrilerde şaşılacak kadar hızla gösterdiğini kanıtlar.

pastedGraphic_1.png

BÜYÜMENİN NEDENLERİ

Özellikle 2023’teki yükseliş esas itibariyle Mişustin hükümetinin teknokrat tedbirlerinin eseriydi ve bunun iki temeli vardır: 1) devlet yatırımlarında artış ve özellikle sabit sermaye yatırımları, 2) sermaye hareketinin, özellikle de yabancı ve onunla ilişkili (komprador) sermaye hareketinin sınırlanması. Bu iki ayak da Merkez Bankası’nın dogmatik para ve sermaye siyasetine rağmen uygulanmıştı ve uygulanıyor; Merkez Bankası “enflasyonist etkileri” ortadan kaldırma iddiasıyla yüksek faiz ve sermaye serbestliğini istiyor; hükümeti teknokrat kanadı (hiç şüphesiz silovikinin onu arkalaması sayesinde) liberal dogmatizmi sınırlıyor. 

Aşağıdaki grafikte görülen sabit sermaye yatırımları inşaatı, sanayide makine ve ekipman yatırımlarını ve devletin savunma siparişlerini (ama savunma sanayisine yapılan bütün yatırımları değil) kapsıyor. Makine ve ekipman arzında 2022 boyunca belirgin bir düşüş, 2023’te ise belli belirsiz bir artış var. Tamamen anlaşılır: 2022’nin ilk yaptırımlar dalgası Rusya’nın başlıca teknoloji, araç ve ekipman sağlayıcısı olan batıdan ithalat kanallarının kapanmasına yol açtı. Bunun en çıplak sonucu otomotiv sanayisinde görülebilir: sektör 2024 şubat itibariyle 2021 aylık ortalama üretiminin ancak yüzde 37’sine erişebilmişti. 2023 başından itibaren makine ve ekipman arzındaki belli belirsiz artış, ithalatın Çin’e yöneldiğini gösteriyor; ancak bu eğilim emperyalist troykanın ikincil yaptırım tehdidiyle yıl sonuna doğru gene hız kaybetti. Gerçekten de ithalat grafiğiyle makine ve ekipman arzı grafiği tamamen çakışır.

pastedGraphic_2.png

Bu bize (somut bilgi sahibi olmadığımız) savunma dışında imalat sektörüne ciddi bir sermaye yatırımı yapılmadığını gösteriyor. Demek ki savunma sanayisine yapılan sermaye yatırımları katılacak olursa toplam eğrinin çok daha keskin yükseleceği kabul edilebilir.

Gene de sivil sanayide (esas itibariyle imalat sektörü ve petrol-doğalgaz üretimi) yükselme eğiliminin sadece savunma sanayisinden kaynaklandığı ileri sürülemez. Sabit sermaye yatırımları eğrisini tayin eden başlıca faktörlerden biri, inşaat yatırımları. Onun da altında “milli projeler”, yani doğrudan bütçe yatırımları var. Aşağıdaki grafik bu yatırımların kuzeyin sert mevsimsel dalgalanmalarından bile çok az etkilenerek devam ettiğini gösteriyor. 2022’nin ilk kriz aylarındaki şok inşaat sektöründe de takip edilebiliyor; ama üçüncü çeyrekte sermaye yatırımları hâlâ epey düşük olduğu halde inşaat sektörü daha birinci çeyrek bitmeden hızla toparlanmış.

pastedGraphic_3.png 

Bu grafikler bir başka şeyi daha gösteriyor: sermaye yatırımlarında artış Mişustin’in başbakanlığıyla eşzamanlı. Dolayısıyla, yatırım kararlarının doğrudan doğruya teknokratik yönetimin siyasi kararları olduğu anlaşılıyor. Üstelik bu kararlar dünyadaki genel dogmanın ihlali de demek; dogma “kriz ortamında yatırımlar azaltılmalı” diyor; Rusya’da ise yatırımlar krizi aşmanın kaldıracı. 

Dolayısıyla, sabit sermaye yatırımlarının ne kadarının devlet tarafından yapıldığı önem taşıyor. Aşağıdaki grafik bu konuda bir fikir verecektir.

pastedGraphic_4.png

Öncelikle 2020’den (pandemi) itibaren bütçeden giderek daha büyük kaynakların sabit sermaye yatırımlarına ayrıldığını görüyoruz. Demek ki bu siyaset pandemiyle tetiklenen ve Ukrayna harekatıyla devam eden bir kararlılığın sonucu. Öz kaynaklarından sabit sermaye yatırımı yapan şirketlerin ne kadarının devlet şirketi ve ne kadarının özel şirket olduğuna dair kesin veriler yok; ancak bu bir hükümet siyaseti olduğuna göre, öz kaynak ayıran şirketlerin büyük bölümü de devlet şirketi veya devlet iştiraki olmalı. Aynı şekilde, banka kredileri de çoğunlukla bunlar tarafından kullanılıyor. Buna bir de devletin özel şirketleri mecburi gönüllülük yoluyla teşvik siyaseti eklenmeli. Sonuç, imalat sektöründe hızlı büyüme. Sabit sermaye yatırımları pek azken bu büyüme eğrisinin ortaya çıkması, emek verimliliğindeki yükselişe de işaret ediyor.

pastedGraphic_5.png

Tarım sektörünü de ele almadan geçersek bu bölüm eksik kalacak. Sektör aslında gelişmesini stratejik planlama kapsamına alınmasından başka uçak krizine borçlu; Putin’in soğukkanlılığını kaybettiği nadir olaylardan biri olan bu kriz ve arkasından Türkiye’den (tarım ürünlerinde bir sembol olarak) domates almama kararlılığı, daha önceden başlamış olan gelişme dinamiğini hızlandırdı. 

2023’te tarıma sermaye yatırımları 2015’teki seviyesinin en az iki katına çıktı. En az diyorum, çünkü 2023 yılına ait ayrıntılı istatistikler henüz yayınlanmadı; bu yüzden sermaye yatırımındaki artışı bir önceki yılla aynı kabul ediyorum. Öncelikle yatırımlar ve hububatta kendine yeterlilik arasındaki ilişkiye bakalım. Bu ikincisinde Rusya’nın üretimini bir buçuk katına çıkardığını göreceksiniz.

pastedGraphic_6.png

Tarım konulu ikinci grafik ise hububat dışındaki başlıca tarımsal üretim kalemlerinde kendine yeterlilik derecesini gösteriyor.

pastedGraphic_7.png

Grafik bize son dokuz yılda Rusya’nın kendine yeterliliğini et üretiminde sağladığını, kişi başına süt üretimini yüzde 7, meyve ve yemiş üretimini yüzde 45 artırdığını gösteriyor. Diğer kalemlerde ciddi bir değişiklik yok; ama hububat üretimindeki rekor artış sermaye yatırımının verimliliğini açık seçik gösteriyor, dolayısıyla bu alt sektörlere yatırımların artmasını beklemek gerek.

Üstelik, altını çizmeliyiz: bütün bu dönem boyunca işlenen toprak aşağı yukarı sabit (2015’te 55,1, 2022’de 53,7 milyon hektar); yani üretim artışı doğrudan doğruya verimlilik artışının sonucu.

Bütün bunlar bir başka daha göstergede arka arkaya rekorlar kırılmasına yol açıyor: PMI (Sanayi Yöneticileri Endeksi). Endeksin 50’den büyük olması bir önceki aya göre iyileşme sayılır. 

pastedGraphic_8.png

Grafiğe ABD ve Türkiye’nin PMI verilerini karşılaştırma amacıyla koydum; böylece Rusya’nın yaptırım terörüne uyum sağladığı ve kalkınmanın ileri yönlü olduğu ortaya çıkıyor.

Sabit sermaye yatırımları eğrisinin genel yönü teknokrat hükümetin siyasi önceliklerinin eseri. Aynı şekilde, bu eğrideki dalgalanmalar da teknoloji, araç ve ekipman ithalatı güçlüklerinden ziyade ortodoks ekonomi dogmatizminin sonucu. 2022 üçüncü çeyrekten itibaren bu yatırımlar artma eğiliminde olduğu halde 2023 üçüncü çeyrekten itibaren eğilim zayıflıyor. Şaşırtıcı deği, zira aynı dönemde MB faizleri yüzde 9,5’ten 16’ya çıkardı.

Eğer faiz siyaseti böyle devam ederse sanayide devlet sektörü dışında kârlılığın azalmasını ve dolayısıyla sermaye yatırımlarının da azalmasını beklemek gerek. Devlet büyük burjuvaziyi şimdiye kadar olduğu gibi sermaye sınırlamaları ve tehditlerle dize getirebilir; ama yatırım düşüşü esas itibariyle küçük ve orta burjuvaziyi etkileyecektir ve bu, “mali bloğun” şimdiden söylemeye başladığı gibi, küçük ve orta ölçekli işletmelerin efektif olmadığı, bunların kaynak israfıyla sanayiye teşvik edilmesi yerine ağırlıkla hizmet sektöründe kalması gerektiği söylemlerini kabartacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English