GÖRÜŞ
Ukrayna müdahalesinin birinci yılında; Batı ve Geriye Kalanlar
Yayınlanma
Yazar
Ceyda KaranRusya Federasyonu’nun; BM Güvenlik Konseyi onaylı Minsk anlaşmasının yok sayılması ve ABD ile NATO’ya iki anlaşma önerisinin reddi eşliğinde Ukrayna sınırında başlayan askeri gerilimin ardından, BM Tüzüğü’nün 7. Bölümü’nün 51. Maddesi’yle gerekçelendirdiği müdahalesinin ilk yılı doldu. Uluslararası ilişkiler sisteminin görünümü bulanık. Soğuk Savaş sonrası verili uluslararası hukuku, askeri gücü sayesinde keyfi ve çıkarları doğrultusunda tek taraflı ihlal etme tekeli tesis eden ABD; bu kez siyasi ve tarihsel olarak bam teline bastığı Rusya’nın meydan okumasıyla karşı karşıya.
ABD’nin; 2014’te Kiev’de bir darbe ile iç savaşı tetikleyerek başlattığı, Donald Trump döneminde ara verildikten sonra Demokratların yeniden iktidarıyla alevlendirdiği kriz sayesinde, bir yıl içinde Avrupa’daki hegemonyasını pekiştirdiği açık. Ancak çatışmanın NATO’yu da mobilize ederek mütemadiyen kızıştırılmasıyla, dünyanın geri kalanında bir ‘itaatsizler’ yahut ‘gönülsüzler’ cephesi belirdi. ‘Kolektif Batı’, neoliberal ekonomik ve siyasi modeli için adeta ‘ölüm-kalım savaşı’ diye ifade ettiği bir mücadeleye girişirken, dünyanın geri kalanı bu perspektifi pek de ‘benimsemiş’ görünmüyor.
BM Genel Kurulu’nda başta ABD olmak üzere Batı’nın son 30 yıllık uluslararası hukuk ihlallerini görmüş ülkeler, Rusya Federasyonu’nu Ukrayna’daki askeri eylemlerinden ötürü kınadılar. Kimileri Genel Kurul’daki sembolik oylamalarda ret oyu veren veyahut çekimser kalan ülkelerin temsil ettikleri nüfus büyüklüğüne dikkat çeken analizler yapıyor. Bunun ne kadar anlamlı bir görüntü sunduğu tartışmalı. Kınama kararına katılsalar yahut çekimser kalsalar da ABD ve AB’nin BM onayı taşımayan tek taraflı ekonomik yaptırımlarına katılmayan ülkeler daha dikkat çekici bir resim sunuyor. Öyle ki, ABD’nin dolar temelli mali hegemonyasının sürdüğü bir ortamda, bu durum, ‘kolektif Batı’yı, ‘hem Rusya hem de Batı ile ticari bağlarını sürdürerek iki kampta kalmaya çalışanlara baskı uygulanması’ tehditlerine zorluyor. Akıllara 11 Eylül saldırıları sonrası Bush yönetiminin Irak işgaline giden süreçte yalan istihbarata dayalı askeri eylemlerde bulunurken yaptığı ‘Ya bizdensin ya onlardan’ resti düşüyor.
Batı medyasında mütemadiyen ‘Batı ve Geriye Kalanlar’ (The West and the Rest) diye formüle edilen bir görünüm oluşmuş durumda. Özellikle ABD’nin son yıllarda umursamaz nazarlarla izlediği ‘çok kutupluluk’ konsepti hızlanmış görünüyor.
‘DÜNYA YA TARAFSIZ YA RUSYA’YA MEYLEDİYOR’ DERDİ
‘Batı ve Geriye kalanlar’ formülü geçtiğimiz bir yıl içinde pek çok araştırmaya konu oldu.
Cambridge Üniversitesi araştırmacıları Rusya’nın askeri müdahalesinin başladığı 24 Şubat 2022’yi izleyen sekiz ay içerisinde 137 ülkede yapılan anketlerden elde edilen verileri ‘uyumlu hale’ getirdiklerinde ilginç bir sonuçla karşılaştılar. 2022 Ekim ayı sonlarında yayınlanan araştırmaya bakılırsa, Batı dışında yaşayan 6,3 milyar insanın yüzde 66’sı Rusya, yüzde 70’i ise Çin hakkında ‘pozitif düşünüyor’. Asya’daki katılımcıların yüzde 75’i, Frankofon Afrika’dakilerin yüzde 68’i, Güneydoğu Asya’dakilerin yüzde 62’si Rusya’ya yönelik ‘olumlu hissiyat’ ifade ediyorlar.
Araştırma Suudi Arabistan, Malezya, Hindistan, Pakistan ve Vietnam’da benzeri sonuçlar ortaya çıkarmış.
Elbette Cambridge araştırmacıları sonuçları ‘liberal ve demokratik dünya’ ile ‘illiberal ve anti-demokratik dünya’ arasındaki bölünme perspektifinden analiz ediyor. Almanya’da bu çatışmanın insanların düşüncelerinden ötürü yargılanmasını sağlayan ceza yasalarına yol açmasının nasıl bir ‘liberal’ çerçevenin içine konulabileceğinin sorgulandığı söylenemez.
The Economist dergisi ise Ocak ayı sonunda dünyanın Ukrayna çatışmasındaki tutumunu yansıtan grafikli bir harita yayımladı. Dergi, dünya nüfusunun üçte ikisinin ya tarafsızlığa yahut da Rusya’nın pozisyonuna meylettiğini belirtti. Bunu temellendiren unsurlar elbette tartışmalı. Dergi GSYİH ve nüfus oranlarından hareket etmiş. GSYİH’ya göre Rusya’yı kınayanlar yüzde 61. Batı’ya eğilim gösterenler yüzde 9.3. Tarafsızlar yüzde 10.1. Rusya’ya eğilim gösterenler yüzde 16.8. Rusya’yı destekleyenler yüzde 2.6. Nüfus grafiğinde ise Rusya’yı kınayanlar yüzde 16.1. Batı’ya eğilimliler yüzde 20.3. Tarafsızlar yüzde 32.1. Rusya’ya eğilimliler yüzde 27.6. Rusya’yı destekleyenler yüzde 3.9.
Başlık itibarıyla ‘Rusya’yı destekleyenlerin oranının azlığı’ ile teselli bulunmamış. Bu noktada yorumcuların ‘Geri kalanlar, dünya nüfusunun yarısından fazlasını temsil ediyor olabilir, ancak az gelişmiş ve yoksul yarıyı oluşturuyorlar’ diye burun kıvırdıkları görülüyor. Ve elbette Batı’nın birleşik GSYİH’sı, ekonomik gücü ve jeopolitik ağırlığı, müdahaleyi kınamayı ve Rusya’ya yaptırım uygulamayı reddeden ülkelerin etkisinden çok daha ağır basıyor’ saptamaları eksik değil.
En son 17-20 Şubat’taki Münih Güvenlik Konferansı vesilesiyle yayınlanan raporda ise, yine devletlerin konumlanışları üzerinden dünya nüfusunun yarısını teşkil eden ülkelerin Rusya’nın tecrit edilmesine karşı çıktığı yer aldı. Raporda, Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki pek çok hükümetin Rusya’ya karşı harekete geçme ve onu hem ekonomik hem de diplomatik olarak tecrit etme konusunda isteksiz oldukları belirtildi.
Bunda en başta sözü edilen ülkelerin pandemiden çıkışta daha da zorlaşan koşullarda kendi ekonomik çıkarlarını düşünmelerinin etkili olduğu açık. Gelişmekte olan ülkeler, yüksek borç maliyetlerinden ve çevre tahribatı yaratan iklim krizinden, yoksulluk, gıda kıtlığı, kuraklık ve yüksek enerji fiyatlarına uzanan pek çok zorlukla karşı karşıya. Yine örneğin ‘Küresel Güney’ diye anılan coğrafya, pandemi sırasında hayat kurtarmak için aşıların fikri mülkiyet haklarının paylaşımı için defalarca ricacı olmuşken, hiçbir Batı ülkesi buna yanaşmadı. Buna karşılık Rusya, Çin ve Hindistan, Cezayir’den Mısır’a, Afrika ülkelerinden Arjantin’e pek çoğunun yardımına koştu. Bunun yanı sıra Batı’nın ‘sömürgeci geçmişinin’ anımsanmasının payını ihmal etmemeli. Batı ‘unutturmak’ istiyor olabilir ancak eski sömürgeci güçlerinin bugün Rusya’ya karşı açılan cephede Batı ittifakının üyeleri olarak yeniden bir araya durdukları bir resim var.
YAPTIRIM KISKACI
ABD ve AB’nin tek taraflı ambargoları ve Rus petrol ve doğalgazına getirdikleri tavan fiyat, sadece Rusya’yı değil ama Rusya ile ticaret yapan ve Rusya kaynaklı enerji ve gıda ürünleri tedarik eden kimi ülkeler ve şirketlerini etkiledi. Bazıları için karlı sonuçlar verdi. Rusya uzmanı araştırmacı yazar Hazal Yalın, bir yıllık süreçte Rusya’dan sermaye çıkışına işaret ederken, doğalgaz ve petrol gelirindeki büyük düşüşü vurguluyor. Ancak buna rağmen Batı’nın Rusya ekonomisini yıkmayı başaramadığını belirtiyor. Gerçekten de Rusya Merkez Bankası rublenin değerini desteklemeyi ve mali piyasaları istikrarlı tutmayı başardı. Yalın, bu anlamda Avrupa ekonomisinin daha derinden etkilendiği görüşünde.
Kıta Avrupa’sından Almanya ile Brexit’le birliği terk etmiş Birleşik Krallıkla ilgili iki örnek verilebilir.
IMF, ocak sonunda, hayat pahalılığının hane halkını vurmaya devam etmesi nedeniyle Birleşik Krallık ekonomisinin küçüleceği ve Rusya dahil diğer gelişmiş ekonomilerden daha kötü performans göstereceği değerlendirmesini yaptı. Birleşik Krallık için yüzde 0.6’lık bir daralma öngörülürken, G7 içinde küçülen tek ülke olması bekleniyor. Tabii IMF, Britanya’nın ‘doğru yolda olduğunu’ düşünüyor.
Almanya’da ise Ekonomik Araştırma Enstitüsü (DIW) Başkanı Marcel Fratzscher, Ukrayna’daki çatışma nedeniyle 2022’de yaklaşık 100 milyar euro kaybedildiğini söylüyor. Resesyon tartışmaları yapılan Almanya’nın Avrupa ve dünyanın sanayileşmiş öncü gücü olarak ‘batacağı’ filan yok. Ancak ucuz enerjiden olmanın bedelleri var. Allianz Trade, Almanya sanayisinin enerji için kriz öncesine oranla yüzde 40 daha fazla bedel ödeyeceği görüşünde. Ani darbe önlenip elektrik faturaları kontrol altına alınsa da Alman ekonomisinin görünümü ‘kasvetli’ diye tarif ediliyor. Allianz Trade, artan devlet desteğiyle iyileşen beklentilere karşılık özellikle enerji ve girdi fiyatlarına maruz kalan sektörlerde artan işgücü maliyetleri ile daha sıkı finansman koşullarının daha fazla şirketi baskı altına soktuğunu söylüyor. Krizin ‘sanayisizleşme’ yaratacağı korkusunu ise abartılı buluyor.
Hazal Yalın’ın öngörüsü de, ‘Avrupa’nın sanayisizleşmesi değil Avrupa sanayisinin askerileşmesi ve bunun siyasi sonuçlarının’ olacağı yönünde. Gerçekten bütün değerlendirmelerde en büyük eksiklik kimsenin ‘savaş sanayisinin gazlanmasından’ bahsetmemesi. Batı’nın derdi zaten bu gidişat değil; New York Times gazetesine yansıyan, ‘Moskova’nın Batı’nın cezalandırmasından dostlarının yardımıyla’ sıyrılabiliyor olması.
Rusya’ya ambargo uygulayan tüm ülkeler ya AB ve NATO üyesi ya da ABD’nin Asya-Pasifik bölgesindeki yakın müttefikleri. Buna karşılık, Asya’daki ülkelerin çoğu (Japonya, Güney Kore ve Singapur hariç) ve Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika’daki tüm ülkeler (Bahamalar hariç) her iki tarafla da iyi ilişkiler içinde.
Fransa’nın önde gelen aydınlarından tarihçi Emmanuel Todd, Le Figaro’ya “Eğer Rus ekonomisi Batı’nın yaptırımlarına karşı uzun vadeli bir direnç gösterirse, Avrupa ekonomisi yok olacaktır. ABD’nin dünya üzerindeki parasal kontrolü ve devasa ticaret açığını finanse etme kabiliyeti çökecektir” kehanetinde bulundu!
Bu abartılı değerlendirme bir tarafa, ABD’deki neocon yönetimin ‘iki cephede birden vuruşmaya’ yönelmesi ve Çin’e karşı da sert tutum ısrarını sürdürmesi halinde, sonuçların elbette bugünden yarına kestirilmesi zor.
DEMOKRASİ-OTOKRASI İKİLİĞİ
Ekonomik ve siyasi sarsılışların ideolojik ve psikolojik yansımaları kaçınılmaz. Ukrayna müdahalesinin başında ABD Başkanı Joe Biden, Batı’nın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i uluslararası planda ‘parya’ yapacağını söylemişti. Ancak dünyanın azımsanmayacak kısmı için bu gerçekleşmiş görünmüyor. Rusya son bir yılda Asya, Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika ülkeleriyle diplomatik bağlarını geliştirdi. AB Konseyi Başkanı Charles Michel, en son Liberation gazetesiyle söyleşisinde, bu ülkelerin Sovyet Rusya’nın sömürgecilik karşıtı mücadelede verdiği desteği unutmadığını söylerken, Irak ve Libya’daki Batı müdahalelerini de anımsadıklarını belirtiyordu. Sadece Irak ve Libya mı? Ya daha yakın zamandaki Suriye ve daha eski zamanda Avrupa’nın haritasını yeniden çizen Yugoslavya’nın parçalanması ve son halkası Kosova? Malum, bugün Ukrayna çatışmasında referans alınan BM hukukuna dayalı kurallardan hareket edilirse, Kosova hala Sırbistan’ın parçası.
Batı bloku, Ukrayna çatışmasını jeopolitik ve sosyo-ekonomik hedefleri perdeleyerek ‘demokrasi-otokrasi’ ikiliği üzerinden sunarken, ilkesel tutarsızlıklar, ekonomik koşullara eklenerek çarpıcı bir tablo sunuyor. Bölgelere ayırarak göz atalım.
ASYA’NIN ‘İTAATSİZLERİ’
BM Güvenlik Konseyi’nde Rusya’yı kınamaktan kaçınan Çin Halk Cumhuriyeti, son bir yılda ambargo bir tarafa Rusya ile ekonomik ilişkilere hız verdi. İkili ticaret hacmi 170 milyar doları aştı. ‘Sibirya’nın Gücü’ doğalgaz boru hattı anlaşması imzalandı. Pekin, Rusya’dan petrol ithal ederken aynı zamanda Avrupa’ya Sibirya menşeili sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) satıyor. ABD yönetiminin ‘bir sonraki hedefi’ olarak gösterilen Çin, Rusya’ya ‘silah tedarik ettiği/edeceği’ ithamlarını reddederken, açıkça ‘çok kutuplu küreselleşme’ şiarını yükseltiyor.
Çin’in bir yıllık süreçte siyasi söylemi de aşamalı olarak keskinleşti. İlk başta Ukrayna krizinin ‘karmaşık ve tarihsel nedenlerini anladığını’ vurgulayan Pekin, bugün açıkça dünyaya “Ukrayna krizini başlatan ve körükleyen en büyük etken ABD’dir” görüşünü aktarıyor. Çin yönetimi çatışmanın birinci yıldönümünde bir tutum belgesi açıklayarak barışçı müzakere çağrısı yaparken, ‘bütün ülkelerin egemenlik haklarının korunması’, ‘güvenliğin bölünmezliği’ ve ‘tek taraflı yaptırımların durdurulmasını’ vurgulayan bir vizyon ortaya koydu. ABD anlatısına meydan okuyan retoriğin gerilim dozu bir türlü düşmüyor.
Çin Dışişleri sözcüsü Wang Wenbin, “ABD uluslararası kurallar ve düzenin bir numaralı sabotajcısı. Uluslararası kurallar ve uluslararası ilişkilere yaklaşımının ayırt edici özelliği hegemonyadır” ifadelerini kullandı. Münih Güvenlik Konferansı’na katılarak ABD ve Avrupa’ya açık mesajlar veren Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Dış İlişkiler Komisyonu Ofisi Direktörü ve Politbüro üyesi Wang Yi, ardından gittiği Moskova’da Rusya-Çin ilişkilerini ‘kaya gibi sağlam’ diye nitelendirdi. Putin ile görüşmesinde de ‘uluslararası ilişkilerde çok kutupluluğu ve demokratikleşmeyi desteklemek’ vurgusu yaparken, “Çin, Rusya’yla birlikte karşılıklı güveni derinleştirmek ve stratejik işbirliğini güçlendirmek, iki ülkenin çıkarlarını sağlamak ve tüm dünyanın kalkınmasını desteklemek için pratik işbirliğini kapsamlı bir şekilde genişletmek amacıyla siyasi kararlılık ortaya koymaya hazır” dedi.
Çin’in Pulitzer ödüllü araştırmacı gazeteci Seymour Hersh’ün detaylarını ifşa ettiği 26 Eylül 2022’deki Kuzey Akım-2 hattına terör saldırısının araştırılması için Güvenlik Konseyi’nde Moskova’yı destekleyen tutumu da özellikle dikkat çekici. Küresel çapta stratejik önemde altyapı tesisleri inşasında öncülük etmek ve ‘kalkınmanın dünyaya yayılması’ hassasiyetini her fırsatta tekrarlayan Çin’in BM Daimi Temsilcisi Çan Tyun, ‘sorumluların bulunması’ için objektif, tarafsız ve profesyonel bir soruşturma talep etti. Saldırının çevresel etkilerinin yanı sıra küresel enerji piyasalarına yansımalarına atıfta bulunarak BM’ye ‘sorumluluğunu’ anımsattı. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Wang’ın “Eğer Kuzey Akım-2’nin yok edilmesiyle ilgili tüm koşulları ve sorumluları tespit edemezsek, bu durum komploculara daha da fazla fırsat sağlayacaktır” sözleri ise, krizin başında ABD Başkanı Biden’ın “Rusya işgale girişirse Kuzey Akım-2’yi bitiririz” tehdidi düşünüldüğünde, daha da dikkat çekiciydi. Nitekim Kuzey Akım-2 patlatıldığında ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken olayı Rusya kaynaklarından kurtulmak için ‘muazzam fırsat’ diye nitelerken, Kiev’de 2014 darbesinin mimarı Victoria Nuland, hat için ‘denizin dibinde bir metal yığını’ olmasından memnuniyetlerini dile getirmişti. Polonya’nın eski savunma ve dışişleri bakanlığını yürütmüş olan ve halen Avrupa Parlamentosu üyesi konumundaki Radoslav Sikorsiy, 26 Eylül saldırısının ardından denizin yüzeyine yansıyan patlama fotoğrafı eşliğinde Twitter’dan “Teşekkürler ABD” diye yazmıştı.
Asya’da sadece ABD’nin rakip gördüğü Çin değil, Çin’e karşı müttefik gördüğü Hindistan elbette daha önemli. Hindistan, ABD’nin Asya-Pasifik stratejisini, isminden yola çıkarak ‘Hint-Pasifik’ diye formüle ettiği ülke. Yeni Delhi, BM Genel Kurul oylamalarında Rusya’ya karşı çekimser kaldı. İndirimli Rusya petrolünün en önemli alıcılarından. Hindistan’ın Petrol Bakanı Hardeep Singh Puri, Moskova ile hiçbir anlaşmazlıkları bulunmadığını belirtirken, Rusya petrolü alarak ülkedeki enerji fiyatlarını düşürmenin ‘ahlaki görevleri’ olduğunu söyledi. Ancak sadece bu değil. Yeni Delhi, Rusya’dan önemli miktarda silah ve mühimmat alıyor. Ve ABD yaptırımlarından ‘azade’ kalabiliyor. Hindistan, Eylül 2023’te Yeni Delhi’de yapılacak G20 zirvesinde Rusya’ya yönelik yeni yaptırımların görüşülmesine de karşı çıkmış durumda.
Hindistan, Soğuk Savaş geleneği olan ‘bağlantısızlık-tarafsızlık’ politikasına devam ederken, Rusya vasıtasıyla Çin ile ilişkilerini dengelemekle kalmıyor. Son olarak Pekin’le sınır sorunlarını karşılıklı asker çekmeyi de gündeme alarak görüşmeye başlaması dikkat çekici.
Hindistan Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar, kısa bir süre önce “Ukrayna’daki çatışma gibi çok karmaşık bir meseleyi
şu saftan mı yoksa bu saftan mısınız, savaştan mı barıştan mı yanasınız diye basit bir ikileme indirgemek adil olmaz” derken,
“Avrupa, Avrupa’nın sorunlarının dünyanın sorunu olduğu ama dünyanın sorunlarının Avrupa’nın sorunu olmadığı zihniyetinden kurtulmalıdır” vurgusu yapmıştı.
Güneydoğu Asya’nın diğer ülkeleri de, geçen kasımdaki ASEAN zirvesi ve G20 zirvesi oturumlarındaki yoğun kampanyaya rağmen Rusya karşıtlığına ikna edilmiş görünmüyorlar.
ORTADOĞU’YA DÖNÜŞ
Ortadoğu’daki durum da bir yılın sonunda Rusya’nın ‘lehine’ görünüyor. Moskova; Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi Sünni ülkeler, onların İran ve Suriye gibi rakipleri ve İsrail dahil bölgedeki tüm ülkelerle temas halinde.
Arap ülkelerinin çoğu ilk BM oylamasında Rusya’nın askeri müdahalesini kınasalar da, 22 üyeli Arap Birliği daha sonra bunu yapmadı. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, 2022 Temmuz sonundaki bölge ziyaretinde Arap Birliği’ne hitap etti. Rusya’nın İnsan Hakları Konseyi’nden uzaklaştırılmasına birçok Arap ülkesi çekimser kaldı. Suudi Arabistan, BAE, Mısır Rusya’ya yaptırım uygulamadı. Suudi Dışişleri Bakanı “Körfez ülkeleri Rusya ile açık bir diyalog yürütmeye devam etmekte ve temasların sürdürülmesinin gerekli olduğunu düşünmektedir” vurgusunu yaptı.
Riyad bu tutumu ekonomik cephede OPEC+ üzerinden somutladı. ABD Başkanı’nın petrol üretimini artırma talebini reddetti. Bunun yerine kendi üretimlerinin daha fazlasını ihraç etmek için iç kullanım ve/veyahut ‘petrolün rafinerilerde karıştırılması’ amacıyla Rusya petrolü ithal ettiler. Değerlendirmelerinin tamamıyla ‘piyasa koşullarına’ dayandığını söylediler. Veliaht prens Muhammed bin Salman Biden’ın telefonlarına çıkmadı. ABD Başkanı daha önce ‘parya ilan etmekle’ tehdit ettiği prensin ‘ayağına gitti’. ABD’deki Demokratların son yıllarda liberal ideolojik ilkelerini ‘sembolleştirdiği’ isim olan Cemal Kaşıkçı dosyası gömülmek durumunda kalındı.
BAE de Suudilere benzer tutum takındı. Hatta Rusya ile ticaret hacmi 2022’de yüzde 68 oranında artarak 9 milyar dolara yükseldi.
BATI’NIN BARIŞI BALTALADIĞINI İFŞA EDEN İSRAİL LİDERİ
ABD’nin Ortadoğu politikasının belkemiğini oluşturan İsrail ise Rusya’nın müdahalesini kınasa bile yaptırımlara katılmadı. İsrail’de geniş bir Rusya göçmeni nüfus bulunuyor. Liberal kamuoyu, ironik biçimde Yahudi soykırımında rol oynamış bir tarihsel mirası açıkça sahiplenen Kiev’deki Banderist rejime meylederken, hükümet silah tedarikinden kaçındı.
İsrail’in önceki yıllarda bölgesinde yakın tehdit gördükleri karşısında Rusya ile ‘çatışmasızlık’ dengesi kurmuş olan yeni Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun nasıl bir politika izleyeceği henüz meçhul. Ancak kısa süre önceye kadar başbakan olan Naftali Bennett, Kiev ile Rusya arasında daha ilk başlarda Mart 2022’de arabuluculuk denemesinde iki tarafın hazır olmasına karşılık çözümün Britanya lideri Boris Johnson tarafından tümden dışlandığını, bizzat ABD, Almanya ve Fransa liderleri tarafından ise bloke edildiğini ifşa etmiş durumda.
BORRELL’İN ‘BAĞIMSIZ DÜŞÜNEMEYEN AFRİKA ORMANI’
Britanya’nın Financial Times gazetesi en son Münih Güvenlik Konferansı’nda Batı’nın Afrika ülkelerini Rusya’ya karşı hizalamayı denediğini ama başaramadığını yazdı. Birçok Afrika ülkesi için Rusya, sömürgecilik karşıtı mücadeleleri sırasında onları destekleyen Sovyetler Birliği’nin varisi görülüyor.
BRICS Grubu’nun üyesi ve kıtanın önde gelen ülkesi Güney Afrika, BM’de Rusya’yı kınayanlara katılmazken, şu sıralar Çin ve Rusya ile ortak tatbikat düzenliyor. Apartheid rejimini yıkmaları için kendilerine Sovyetler Birliği’nin maddi ve manevi desteğinin ilham verdiğini söylemiş olan efsanevi lider Nelson Mandela’nın ülkesinde Rusya’ya olumlu bakılıyor.
Gana, Mali, Sudan, Angola, Benin, Etiyopya, Uganda ve Mozambik gibi ülkeler eski Sovyetler’in siyasi ve ekonomik desteğini görmüşlerdi. Rusya Federasyonu bir şekilde ‘ideolojik halef’ sayılıyor. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov 2022 yılında ve son olarak ocak sonunda epey renkli Afrika turları düzenlerken, örneğin Eritre’nin Asmara kentindeki Puşkin anıtında ulusal şarkılar ve danslarla karşılandı. Afrika ülkelerindeki gösterilerde ‘Putin, gel bizi kurtar’ pankartları görüldü. Geçtiğimiz ekim ayında ‘Avrupa’yı bahçe, dünyanın geri kalanını jungle’a benzetmiş ve ‘ırkçılıkla’ eleştirilmiş olan AB’nin Dış Politika şefi Josep Borrell, Lavrov’un Mali ziyaretinde gördüğü ilgi üzerine bu kez ‘Afrika zihninin manipülasyon yüzünden doğru düşünemediğini’ iddia etti. 18 Şubat’ta Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’da düzenlenen Afrika Birliği zirvesinde konuşan Uganda Dışişleri Bakanı Jeje Odongo’nun sözleri bu görüşe adeta yanıt niteliğinde: “Sömürgeleştirildik ve bizi sömürgeleştirenleri affettik. Şimdi sömürgeciler bizden, bizi asla sömürgeleştirmeyen Rusya’nın düşmanı olmamızı istiyorlar. Bu adil mi? Bizim için değil. Onların düşmanları onların düşmanlarıdır. Bizim dostlarımız bizim dostlarımızdır.”
Geçen yıl Senegal’in ve Afrika Birliği’nin Başkanı Macky Sall, gıda krizinden Batı ambargolarını sorumlu tutmuşken, bugün Rusya birçok Afrika ülkesiyle ulusal para birimleriyle ticarete geçiş görüşmeleri yürütüyor. ABD yönetiminin Afrika’ya yönelik olarak aralık ayında düzenlediği zirve hamlesinin sonuçları henüz meçhul. ABD Dışişleri, bizzat bakan Blinken, USAID’in başındaki Samantha Fox ve ABD’nin BM’deki daimi temsilcisi ‘siyah’ Linda Thomas-Greenfield’in ‘rol aldığı’ Nijerya seçimlerine müdahale olarak görülebilecek bir video bile hazırlamış durumda.
LATİN AMERİKA’NIN DAMARI
ABD’nin hedef tahtasındaki solcu yönetimlerin bulunduğu Nikaragua, Venezüela ve Küba en baştan geleneksel müttefikleri Rusya’nın yanında yer aldılar. Ancak bölgenin iki güçlü ülkesi Brezilya ve Meksika ile BRICS’e katılmak isteyen Arjantin’in yanı sıra Kolombiya da BM Genel Kurulu’ndaki sembolik kınamanın ve genel ilkeler bağlamında eleştirmenin ötesinde Rusya’ya karşı cephe almadılar.
Latin cephesini ikna için ABD yerine Almanya seferber oldu. Ancak Başbakan Olaf Scholz, Brezilya, Arjantin ve Şili ziyaretinden eli boş döndü, bu ülkeleri Kiev’e askeri yardıma ikna edemedi. Brezilya, Kolombiya, Meksika, Peru, Arjantin ve Ekvador Rus yapımı MiG nakliye helikopterleri ve bazı hallerde Rus karadan havaya füzeleri ya da tanksavar füzeleri almıştı ki, bunlar Ukrayna ordusundakilerle uyumlu. Ancak Latin liderler çatışmaya Batı’dan farklı bakıyor.
Brezilya’da ABD’nin 2016-2018 sürecinde demokrasisine doğrudan müdahale ederek yolunu açtığı neofaşist Jair Bolsonaro yönetimi, geçen yıl iki BM kararında Rusya’yı kınayanlar safında yer alsa da en önemli gübre tedarikçisine yönelik yaptırımlara katılmadı. ABD Adalet Bakanlığı’nın aleni müdahalesiyle haksız yere hapis yattıktan sonra aklanıp yeniden seçilerek Bolsonaro’nun yerini alan solcu lider Lula da Silva ise Scholz’u ve ardından Fransa Cumhurbaşkanı Macron’u ağırlarken, eleştirilerini açık sözlülükle dile getirdi: “Brezilya’nın (Gepard’lar için istenen) mühimmatının Rusya ve Ukrayna arasındaki savaşta kullanılmasında çıkarı yoktur. Brezilya barış ülkesidir. Son anlaşmazlığımız Paraguay savaşındaydı ve bu yüzden Brezilya dolaylı yoldan bile olsa çatışmaya katılmak istemiyor. Çünkü bence şu anda dünyada Rusya ile Ukrayna arasında barışı arayacak birilerini bulmamız gerekiyor. Şu ana kadar barış pek az gündeme geldi. Diğer bir deyişle Brezilya bu mühimmatı vermeme kararı almıştır. Çünkü bu mühimmatın Rusya’ya karşı savaşta kullanılmasını istemiyoruz.”
Lula ardından 10 Şubat’taki Washington ziyaretinde ‘tarafsızlık’ tutumunu tekrarladı. Brezilya kaynaklarına göre Biden’a mesajı, “Hiç kimse bu savaşın sürmesini istemiyor. Ortaklar bir müzakere ekibi kurmalı. Savaşa katılmak değil sona erdirmek istiyorum” oldu. Elbette 1 Ocak 2023’te başlayan yeni dönem iktidarının 8’inci gününde darbe girişimi atlatan Lula, ülkesi içindeki dengeleri kurmak durumunda. Şimdiden ABD ile bağlantılı mali odaklar tarafından ‘Robin Hood’luğa soyunmakla’ suçlanıyor. Arjantin Devlet Başkanı Alberto Fernandez ile kıta için ortak para birimi planları nedeniyle de The Economist dergisinin ‘tuhaf bir ortak kur’ eleştirileriyle karşı karşıya.
Arjantin lideri Fernández de, ülkesinin kötü mali durumuna karşılık Kiev’e silah göndermeyi reddetti.
Ancak doğrusu, ABD’nin yıllarca Latin Amerika’daki sağcı kalesi olmuş Kolombiya’nın 2022 Ağustos’unda göreve başlayan sosyal demokrat Devlet Başkanı’nın tutumu daha ilgi çekici. “Biz barıştan yanayız” diyen Gustavo Petro, “Kolombiya’da hurda haline gelseler bile, savaşı uzatmak için Ukrayna’ya götürülmek üzere Rus silahlarını teslim etmeyeceğiz” açıklaması yaptı.
Şili’nin sol liberal Devlet Başkanı Gabriel Boric ise ülkesindeki hissiyatı yansıtacak şekilde ‘bazı medya ve kanaat önderleri başka ülkelerin siyasetine karışmanın kötü bir karar olduğuna inansalar da Rusya’nın işgalini kınadığını’ söyledi. Ancak Kiev’e sadece mayınların temizlenmesi konusunda yardım teklif etti.
En sivri çıkışları Meksika lideri Andres Manuel Lopez Obrador yapmış durumda. Mart 2022’de Meksika Kongresi’nin alt meclisinde Rusya Dostluk Grubu toplantısı düzenlenirken, Obrador yıl boyu ‘tarafsızlık’ ve ‘barışçı çözüm’ çağrısı yaptı. BM’de müdahaleyi kınayan tavır alsa da 2022 Temmuz’unda Biden ile görüşmesinde Meksika’nın ‘halkların kendi kaderini tayin etme ilkelerini’ de içeren anayasasında belirlenen dış politikaya bağlı kalacağını belirtti. Rusya’ya ambargoyu reddetti. NATO ve ABD’yi anmadan ‘Ben silahları tedarik edeceğim, siz de ölüleri tedarik edin’ politikasını ‘ahlaksızlık’ diye niteledi. Ve son olarak 25 Ocak’ta Berlin’in ABD baskısıyla Ukrayna’ya Leopard tankları göndermesini yorumlarken, “Medya gücü dünyanın dört bir yanındaki oligarşiler tarafından hükümetleri baskı altına almak için kullanılıyor. Örneğin Almanya, Ukrayna ile savaşa fazla dahil olmak istemedi. Sonunda boyun eğdi” ifadelerini kullandı.
Küresel enerji ve gübre fiyatlarındaki artıştan darbe yiyen Latin Amerika’nın tarafsız tutumu açık. Geçmiş Lula hükümetlerinde dışişleri bakanlığı yapmış ve halen etkili bir danışman olan Celso Amorim, Brezilya’nın sebeplerinin gübre ihtiyacıyla ilgili olmadığını söylüyor. Kolombiya’nın eski dışişleri bakanı Maria Angela Holguín’e göre de, Ukrayna çatışması Latin Amerika’da ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki mücadelenin istenmeyen anılarını canlandırmış durumda. Hatta Holguin, bu ülkelerin Rusya ve Çin’in yakın gelecekte kendilerine faydalı olabileceklerini düşündüklerini belirtti.
YENİ BAĞLANTISIZLAR DÖNEM Mİ?
Enflasyonist baskılar ve durgunluk korkuları dünyanın büyük kısmında etkili. Zengin Batı Rusya’ya ambargonun maliyetini karşılayabiliyor olabilir, kalanlar zorlanıyor. Bu kaygılar tutumlarını etkiliyor.
Elbette doların rezerv para statüsü, küresel ekonomik düzenin hala temel direği. Ancak ambargolar, SWIFT sistemi de dahil uluslararası bankacılık ve sigorta sektörlerinin ‘silahlandırılması’, varlıklara el konulması, iptal edilmek durumunda kalınan emtia sözleşmeleri ‘kaygıyla izleniyor’. Yine pek çok ülke para birimlerinin değer kaybıyla karşılaşırken, yerel para birimleriyle ticarete imkan sağlayacak yollar konuşuluyor. Batı’ya bakan ‘dünyanın geri kalanı’ zaten söz haklarının olmadığı bir çatışmanın risklerini tartarak duruyor.
Batı’nın uzun süren ‘terörle savaş’ söylemi, Irak’ın tartışmalı işgali, Libya ve Suriye’deki çöküş ve parçalanmışlık, ABD ve NATO’nun Afganistan’da Taliban’la 20 yıl savaştıktan sonra ülkeyi Taliban’a terk edip kaotik geri çekilmesi hafızalarda.
Dünya çapında 30 yıldır liberal müdahaleleri ‘azınlık hakları’, ‘anadil hakları’ , ‘özerklik’, ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’ temaları üzerinden pazarlayan Batı’nın, Ukrayna krizinde Donbass’ın darbeyi kabul etmedikleri için sekiz yıl boyunca bombalanan Rusları ve Rusça konuşan nüfusunu ‘Ukraynalı’ diye anıp geçerek, kendilerinin pek çok kez ihlalcisi oldukları ‘devlet egemenliği’ çizgisine dönmesi dikkatten kaçmıyor. İddia edilen ‘ilkeler’ konusundaki zayıf sicil fark edilmeyecek gibi değil. Kendi toplumlarını ‘korumakla’ gerekçelendirilen ağır bir sansür ‘demir perdesi’ eşliğinde küresel düzeydeki propaganda üstünlüğü, Kiev’in resmi ideolojisi olarak göze batan Banderizm’i silmeye yetmiyor. ‘Rusya bir gün uyandı ve aniden komşusunu işgal etti’ anlatısı lezzetsiz bir ‘fast food’a dönüşüyor. Zelenskiy rejimi ülkede milyonlarca Rusça kitabı Nazi dönemini andırırcasına imha ederken; Batı’da votkadan kedilere, Çaykovski’den Dostoyevski’ye Ruslara ve Rus kültürüne yönelik saldırıların mazur gösterilmesi dünyanın geri kalanında şaşkınlık yaratıyor. Bu koşullarda, ekonomik gerçekler ve tarihsel deneyimleri ışığında ‘dünyanın geri kalanının’, çok kutupluluğu, sesinin daha fazla işitileceği bir zemin olarak görmesi eşyanın tabiatı.
İlginizi Çekebilir
-
Romanya Devlet Başkanı, Ukraynalı denizcilerin ülke topraklarında eğitimine onay istedi
-
Sultan İbrahim, Malezya Kralı olarak ilk kez Çin’i ziyaret ediyor
-
FT: Avrupa’nın batarya umudu Northvolt hayatta kalmak için savaşıyor
-
Japonya’nın Ishiba’sının Asya NATO’su önerisi ABD’de ‘fantezi’ olarak görüldü
-
Putin ve Lula da Silva, Brezilya’nın barış girişimini görüştü
-
ABD ve Hindistan, Hint Okyanusu konusunda ilk diyaloğu gerçekleştirecek
GÖRÜŞ
Çin-Afrika Zirvesi ve Kolektif Batı: Eyvah Çin Afrika’yı da kaptı
Yayınlanma
1 gün önce18/09/2024
Yazar
Hasan ÜnalÇin’in son bir yıl içerisindeki diplomatik hamleleri Kolektif Batı’da alarm zillerinin çalmasına sebep oluyor. Önce geçen yıl Beijing yönetiminin (Mayıs 2023) Körfez’in iki yakasında bulunan ve onlarca yıldır kavgalı ilişkiler içindeki İran ile Suudi-Arabistan ve diğer Arap ülkeleri arasındaki normalleşmeyi sağlaması büyük bir diplomatik başarıydı, her ne kadar Batı dünyası bu büyük sükseyi hafife almaya çalışmış olsa da… Çünkü ABD’nin yakın dostu Şah zamanında İran Körfez’in bir tarafında ve Suudi Arabistan ile Arap ülkeleri öbür tarafında olmak üzere bu devletlerin neredeyse hepsi birden Amerika’nın müttefikleriyken (Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak hariç) Vaşington yönetimleri bu dostlarını/müttefiklerini uzlaştıramamış hatta bunu doğru dürüst denememişti bile…
ABD stratejileri devletleri uzlaştırarak kaynakları hakkaniyet ilkelerine uygun bir şekilde paylaşmak esaslı olmadığı için bunu Türkiye-Yunanistan arasında da denemediler. Gerek Körfez’de gerekse Ege ve Doğu Akdeniz’de kendi müttefikleri arasındaki çelişkileri kullanmak Amerika’nın jeopolitik mantığına daha uygundu. Türkiye ile Yunanistan arasında bunu hala uygulamakta olduklarını yakından görebiliyoruz.
Çin’in bölgesel diplomasi başarıları bununla sınırlı kalmadı. Bu yılın (2024) mayıs ayında Çin ile Arap Ligi ülkeleri dışişleri bakanları düzeyinde Beijing’de bir araya geldiler. Bu toplantıya başta Mısır olmak üzere bazı Arap devletleri liderler düzeyinde katıldılar. Çin’in Arap ülkelerine ve özellikle Filistinlilere ‘mazlum millet’ olarak hitap etmesi onların kalplerini kazanmaya yetmiş gibiydi. İsrail ve Kolektif Batı’nın Gazze günahlarının Çin tarafınca şiddetli eleştiriye tabi tutulması hem bugüne kadar izlediği politikalarla uyumlu bir çizgiyi temsil ediyordu hem de Arapların tamamının kalbini kazanmaya katkıda bulunmuştu. Ayrıca Çin’in Filistin meselesine Arap tarafının penceresinden bakması, kendisine ait bir gizli gündeminin olmaması bu diplomatik girişimlerini hem mümkün kılabiliyor hem de sonuç almasını/alınmasını sağlıyordu.
Yaklaşık iki ay sonra (23 Temmuz 2024) Çin’in bu defa da başta El Fetih ve Hamas olmak üzere toplamda on dört Filistin direniş örgütünü bir araya getirerek aralarındaki farklılıkları bir kenara bırakma ve ortak mücadele konusunda uzlaştırdığı haberi geldi. Hatta medya tabiriyle haber gündeme bomba gibi düştü. Bunların hiçbirisini Amerika veya bir Batılı ülke yapamazdı/yapamadı; çünkü Arapların/Filistinlilerin meşru haklarına Amerika hiçbir zaman saygı duymadığı gibi her zaman Arapları/Filistinlileri zorlama veya aldatma düşüncesiyle hareket ettiği düşünüldüğü için Vaşington’un böyle bir başarıya imza atabilmesi hemen hemen imkânsız(dı).
AFRİKA ZİRVESİ KOLEKTİF BATI’NIN HUZURUNU KAÇIRDI
Bütün bu başarılı diplomatik hamlelerin üzerine gelen Çin-Afrika İşbirliği forumu (FOCAC – Forum on China-Africa Cooperation) başta Amerika olmak üzere eski sömürgeci Batılı ülkelerin huzurunu kaçırmışa benziyor. Aslında söz konusu zirve 2000 yılından bu yana tam sekiz kere toplanmış yani bu defa Beijing’de yapılan (4-5 Eylül 2024) dokuzuncusu. Bu zirveyi medyada bu kadar ön plana çıkaran sebeplerin başında çok kutuplu sistemin oturmaya başlamasının Kolektif Batı üzerinde yarattığı olağanüstü stres ve Amerika liderliğindeki tek kutupluluğun önlenemez bir şekilde sona erdiği gerçeği olduğuna hiç şüphe yok. Bir diğer sebebi de çok kutuplu dünya düzeninde belirleyici bir role sahip olacak olan Çin’in yukarıda bahsettiğimiz sonuç alıcı diplomatik hamleleri olsa gerektir.
Açıkça söylemek gerekirse son otuz yılı aşkın sürede Kolektif Batı’nın hem Çin hem de Afrika analizleri ve varsayımları tamamen yanlış çıktı. Bir Amerikan hükümet programıyla yaklaşık bir aylığına Amerika’ya ilk defa gittiğim 1996 yılında Çin ve Afrika hakkında bizlere söylenenler bugünlerde yaşananları gayet güzel anlatır gibi… Bir hafta Vaşington, bir hafta o zamanlar çok meşhur ve önemli olan Silicon Valley’nin başkenti San Jose, derken beş gün kadar Minnesota ve beş gün New York’tan oluşan gezimizin bütün ayaklarında gerek resmi kurumlarda gerekse düşünce kuruluşlarında ve aynı zamanda lobi şirketlerinde aldığımız brifinglerde Afrika’nın Batı’nın radarında olmadığı ve Çin’in çorap, tekstil, tişört vs. üreten bir ülke olduğu; serbest Pazar ekonomisiyle kalkınmaya devam etmesi halinde çok büyük değişim ve dönüşümler yaşayacağı, mevcut planlamacı ekonomik sistemi sürdüremeyeceği anlatıldı.
Oysa aradan geçen otuz yılda ne Çin onların beklediği gibi ucuz tekstil ve çocuk oyuncakları üreten bir ülke olarak kaldı ne de Afrika dünyanın radarı dışında kendi halinde debelenmeye devam etti. Özellikle Çin’in Afrika’da yaptığı yatırımlar ve Afrika ülkeleriyle başlattığı ekonomik ve ticari ilişkiler bu kıtayı dünyanın radarına soktu. Çünkü kaynaklarına eski sömürgeci ülkeler Fransa ve İngiltere tarafından büyük ölçüde çökülen, bu devletlerin desteklediği bir diktatörden diğerine gidip gelen rejimlerle yönetilen Afrika devletleri Çin’in kendilerine sunduğu yeni imkanlar ve yapmadığı siyasi baskılar dolayısıyla yeni bir uluslararası ticaret ve ekonomi pratiği ile tanışmış oldular.
Bu arada basit tekstil ve hafif sanayi ürünleriyle uğraşması beklenen ve bu arada etnik olarak parçalanabileceği düşünülen Çin dünyanın devasa bir ülkesi haline geldi. Üretim ve ihracata dayalı ekonomik ve planlama esaslı kalkınma programı ülkeyi sadece dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline getirmekle kalmadı; aynı zamanda yüksek teknoloji üretimi ve inovasyonunda Çin’i dünya lideri haline getirdi. Pek çok uzmanın söylediği gibi Çin’in Amerika ve Avrupa ile bir rekabeti artık söz konusu değil; çünkü bu yarışı Çin açık ara göğüslemiş durumda.
Afrika’da Batılı devletlere karşı Çin’i öne çıkaran en önemli unsurlardan birisi Beijing yönetiminin bu devletlere kredi verirken veya onlara alt yapı tesisleri kurarken siyasi taleplerde bulunmaması. Dahası Batılıların her zaman yaptığı gibi devletler arasındaki uzlaşmazlıklar ve çelişkileri onlara karşı kullanmaması ve her devlet içindeki azınlıkları örgütleyerek demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi bahanelerle bunları kendi devletlerine karşı kışkırtmaması. Kolektif Batı içinde yer alan devletler dışında her yerde başvurulan bu kirli yöntemler birçok ülkeye büyük maliyetler getirdi hatta bazılarının parçalanmasına giden kargaşalara sebep oldu.
Çin’in her yerde olduğu gibi bir medeniyet ve kültürün diğerlerinden üstün olduğunu ima eden Batılıların aksine medeniyetler arası işbirliği, halklar arasında yoğun temaslar kurulması ve her medeniyetin diğer(ler)inden bir şeyler öğrenmesi gerektiği tezi Afrikalıların da beğenisini topluyor. Orta Doğu’daki girişimlerinde Çin’in üst üste başarılı sonuçlar almasının arkasında yatan en önemli unsurlardan birisi olan bu Medeniyetler İnisiyatifi Çin Lideri Şi’nin geliştirdiği Küresel Güvenlik İnisiyatifi ve Küresel Kalkınma İnisiyatifi ile birlikte ele alındığında Beijing’in Afrika’da neden Kolektif Batı’ya karşı tam üstünlük sağladığı daha iyi anlaşılıyor.
DOKUZUNCU FORUM
Bu yıl dokuzuncusu yapılan Çin-Afrika İşbirliği forumu (FOCAC) kıtada on binlerce kilometre yol ve binlerce kilometre demiryolu, çok sayıda okul, hastane ve fabrika yapmış bulunan Beijing’in yeni açılımlarına da sahne oldu. Örneğin Çin Afrika’ya elli milyar dolarlık yeni yatırım/finansman ayırdığını açıkladı. Öte yandan Afrika’nın ve dünyanın en fakir ülkelerinin Çin’e sıfır gümrükle ürünlerini satmasına izin vereceklerini açıkladı ki, her ikisi de gerçek ekonomiye ciddi yatırım anlamına geliyor ve Çin-Afrika arasındaki işbirliği alanlarının artarak derinleşeceğine işaret ediyor.
Amerikan Derin Devleti’nin yönlendirdiği ve büyük ölçüde İsrail lobisinin kışkırttığı savaşlarda son otuz yılda demokratikleştirme hikayeleriyle Afganistan’dan Irak’a oradan Libya ve Suriye başta olmak üzere pek çok ülkeye kan kusturan Vaşington kendi kaynaklarını çarçur edip trilyonlarca doları sokaklara saçarken nasıl güçlü, kalkınmış ve bütünlüğünü konsolide etmiş bir Çin ortaya çıktıysa, bu dönemde Çin’in girişimleriyle Afrika devletleri de alternatifleri olduğu gerçeğini keşfettiler. Çin’e ilaveten bir yandan Rusya öte yandan da Türkiye gibi devletlerin nüfuz alanı oluşturmaya çalıştığı Afrika muhtemeldir ki, artık dünyanın radarına oturdu ve çıkmayacaktır.
Fakat bu radara girme meselesi ‘Afrika bizim radarımızda değil’ diyen Kolektif Batı’nın tepeden bakan tavrını dışlayan bir şekilde olacaktır. Zambialı bir analistin gayet veciz bir şekilde anlattığı gibi Amerikalı yetkililer Çin’in inşa ettiği havaalanına uçaklarıyla inip, Çin’in yaptığı yollardan arabalarıyla geçip yine Çin’in yaptığı bir binada toplantı düzenleyerek Afrikalılara neden Çin ile işbirliği yapmamaları gerektiğini anlatıyorlar. Artık dünyanın radarına oturmuş durumdaki Afrikalı halklar demokrasi, özgürlükler vs. propagandasını özellikle de İsrail’in Gazze’de yapmakta olduğu soykırım karşısında üç maymunu oynayan Batılıların ağızlarına tıkıp Çin ile gerçek ekonomi alanlarında işbirliğini artan bir hacim ve hevesle sürdürecekler gibi görünüyorlar.
GÖRÜŞ
“Da Tong” ve “Ubuntu”: Çin ve Afrika için Ortak Bir Gelecek Topluluğu
Yayınlanma
1 gün önce18/09/2024
Yazar
Harici.com.trYi Shaoxuan, Araştırma Görevlisi
Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi
4-6 Eylül 2024 tarihleri arasında Pekin’de Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC) Pekin Zirvesi düzenlendi. Zirveye Çin’den ve 53 Afrika ülkesinden devlet ve hükümet başkanları katıldı. Zirvenin ardından iki taraf ortaklaşa “Yeni Dönem İçin Ortak Geleceğe Sahip Her Yönüyle Çin-Afrika Topluluğunun Birlikte İnşa Edilmesine İlişkin Pekin Deklarasyonu”, “Çin-Afrika İşbirliği Forumu Pekin Eylem Planı (2025-2027)”, “Küresel Kalkınma Girişimi (GDI) Çerçevesinde İşbirliğinin Derinleştirilmesine İlişkin Çin-Afrika Ortak Bildirisi” ve “Modernizasyon için On Ortaklık Eylemi” gibi bildiri ve girişimler yayınladı. Bu belgeler FOCAC’ı Güney-Güney işbirliği için son derece etkili bir platform ve Afrika ile uluslararası işbirliğine öncülük eden köklü bir marka haline getirmeye çalışmaktadır. Zirvenin sadece Afrika’nın kendi kalkınması için değil, aynı zamanda Küresel Güney’in genel yükselişi ve adil ve hakkaniyetli yeni bir küresel ekonomik ve siyasi düzenin inşası için de büyük önem taşıdığı söylenebilir.
Daha da önemlisi, bu zirvede Çin ve Afrika halklarının kadim felsefi bilgeliği – “Da Tong” ve “Ubuntu” – birbirleriyle yankılanarak Çin ve Afrika’daki 2.8 milyar insanın birlikteliğini bir kez daha dünyaya göstermiştir. “Da Tong”, “Tian Xia Da Tong”un kısaltmasıdır. Bu kelime 2000 yıldan fazla bir geçmişe sahip olan Ayinler Kitabı’ndan gelmektedir. “Da Tong” kavramı, cennetin altındaki tüm insanların tek bir aileden olduğu ve tüm ulusların uyum içinde yaşaması gerektiği anlamına gelir. “Ubuntu” terimi Güney Afrika’daki Zulu halkının konuştuğu dilden gelmektedir, ancak Sahra-altı Afrika’nın tamamının dünya görüşünü veya felsefi düşüncesini temsil etmektedir. Kenyalı filozof John Mbiti bunu “Biz olduğumuz için ben de varım” şeklinde özetlemiştir. Ubuntu felsefesi, bireyin diğerlerinden bağımsız olarak var olamayacağını vurgular ve bu nedenle uyuma büyük önem verir. Bu, geleneksel Çin Konfüçyüsçülüğündeki “Da Tong” kavramıyla örtüşmektedir ve içerdiği derin anlam Batı bireyciliğiyle tam bir tezat oluşturmaktadır.
Zirvenin Çin ve Afrika üzerindeki etkisi nedir?
Çin için Afrika ülkeleriyle işbirliği, salgın sonrası dönemde Kuşak ve Yol Girişimi’nde yeni bir sayfa açıyor.
Uluslararası etki açısından Çin-Afrika işbirliği etkinliği bir “Güney-Güney işbirliği” modeli haline gelmiş ve gelişmekte olan ülkelerin dayanışmasını güçlendirmiştir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri arasındaki tek gelişmekte olan ülke olarak Çin, Küresel Güney’in sesi olma sorumluluğunu üstlenmiştir. Afrika Birliği üyesi 54 ülkeden 53’ünün zirveye katılmış olması da Çin’in hitap gücünü göstermektedir.
Ekonomik ve ticari açıdan Çin, temiz enerjisi için yeni bir çıkış noktası ve hammadde bulmuştur. Son yıllarda Batılı hükümetler, özellikle de Biden yönetimi, Çin’in elektrikli araçlarına ve güneş enerjisi ürünlerine yüksek gümrük vergileri ve eşikler uyguladı ve Çin’in ilgili endüstrilerini dışarı atmak için “kapasite fazlası/aşırı üretim” gibi kavramlar inşa etti. Örnek olarak güneş panellerini ele alırsak, “CATL” gibi Çin ulusal markaları, iyi kalite ve düşük fiyatla birlikte küresel tedarik zincirinin yaklaşık %80’ini işgal etmektedir. Bu nedenle, Çin’in temiz enerji endüstrisine yönelik bu tür kötü niyetli engeller küçük bir darbe değildir. Dahası, Çinli şirketlerin kobalt, lityum ve diğer hammadde projeleri var ya da birkaç Afrika ülkesindeki madencilik şirketlerinde hisseleri bulunuyor ve Çinli şirketler yalnızca 2023 yılında Afrika madenlerine 7,8 milyar dolar yatırım yaptı. Bu yatırımlar, başta elektrikli araç endüstrisi olmak üzere yeşil endüstrilerini beslemeyi amaçlıyor. “Modernizasyon için On Ortaklık Eylemi”, Çin’in Afrika’yı iklim direncini artırmak, yeni enerji teknolojileri ve ürünleri sağlamak, 30 temiz enerji ve yeşil kalkınma projesi uygulamak ve Çin-Afrika yeşil sanayi zinciri özel fonları kurmak için desteklediğini belirtti. Afrika’da gelişen bu pazar Çin’in yeni enerji endüstrisine yeni bir ivme kazandıracaktır.
Medeniyetlerin karşılıklı anlayışı açısından bu zirve, Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında “halktan halka bağ” yolunu teyit ederek Çin ve Afrika arasındaki dostluğu ilerletmiştir. Çin, Afrika üzerinde sömürgeci saldırganlık yüküne sahip değildir, ancak ortak mücadelenin derin yoldaşlığını paylaşmaktadır. Dışişleri Bakanı Wang Yi, zirve sırasında bir muhabirin sorusuna verdiği yanıtta “Çin-Afrika dostluğunun iki tarafın ulusal bağımsızlık ve kurtuluş mücadelesinde kurulduğunu ve ortak kalkınma ve yeniden canlanma davasında güçlendiğini” vurguladı. Çin’in uluslararası arenadaki çıkarlarını kararlılıkla koruyan ve 1971 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 26. oturumunda Genel Kurul’da Çin’in meşru hak ve çıkarlarının iadesi lehinde oy kullanan çok sayıda Afrika ülkesi vardı. Başkan Mao, “Çin’i Birleşmiş Milletler’e taşıyan Afrikalı kardeşler oldu” diyerek durumu özetlemiştir. Günümüzde Çin, yardım ve yatırım için Afrika’yı seçmekte, bu ilişki uzun yıllara dayanan sağlam bir dostluk barındırmaktadır.
Afrika ülkeleri için bu toplantı ve sonuçları aynı zamanda bir memnuniyet kaynağıdır. Uluslararası konum açısından, dünyanın en kalabalık iki kıtasının insanları bir kez daha bir araya gelerek Güney ülkelerinin birliğini ve dostluğunu dünyaya ilan etmiştir. Ulusal olarak özgürleşmiş bir Afrika artık sömürgecilerin insafına kalmamaktadır, siyasi ve ekonomik çıkarları için aktif olarak mücadele etmekte ve dünya sahnesinde sesini duyurmaktadır.
Ticari ilişkiler açısından Çin, Afrika’ya 360 milyar yuan (50 milyar ABD dolarından fazla) yardım sağlamış olup, bu yardımların bir milyon istihdam yaratması beklenmektedir. Çin, iki taraf arasında sanayi, tarım, ticaret ve altyapı alanlarında işbirliğini derinleştirme sözü verdi. Salgın sonrası zayıf küresel ekonomi bağlamında, bu işbirliğinin sonuçlanması Afrika ülkeleri için tam zamanında geldi. Afrika ülkelerinin bir kısmı 2030 yılı civarında borç geri ödeme baskısıyla karşı karşıya kalacak, bu nedenle gelişmekte olan yatırımların teşvik edilmesi yükün bir kısmını hafifletebilir.
Son olarak, Afrika kültürünün Çin kültürüyle kaynaşmasıyla iki halk dostluklarını derinleştirmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Ubuntu ideolojisi ile Çin Konfüçyüsçülüğünün “Da Tong”u arasındaki rezonans, sadece her iki tarafın da benzer kültürel geçmişleri nedeniyle zımni bir anlayışa sahip olmalarını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda kendi kültürel genlerindeki kimlik ve gurur duygusunu da derinleştirir.
Zirve’nin Küresel Güney üzerindeki etkisi nedir?
Birincisi, Zirve Küresel Güney ülkelerinin küresel faaliyetlerinin önemli bir parçasıdır. 2024 yılında İspanya Elcano Kraliyet Enstitüsü tarafından yayımlanan Küresel Varlık Endeksi’nde temel ölçüt ülkelerin ekonomik, askeri, bilimsel, sosyal ve kültürel alanlardaki etkileridir. Veriler, Küresel Güney’in genel küresel varlık düzeyinin artmaya devam ettiğini ve Kuzey ile Güney arasındaki küresel varlık farkının azaldığını göstermektedir. Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC) Pekin Zirvesi gibi uluslararası etkinlikler, Güney’in uluslararası arenadaki etkisini ve cazibesini artırmıştır.
İkinci olarak, Zirve küresel Güney için birden fazla Batı modernleşme modeli olduğunu göstermiştir. “Pekin Eylem Planı (2025-2027)” iki tarafın, ülkelerinin kalkınması ve yeniden canlandırılması temelinde barışçıl kalkınma, karşılıklı yarar sağlayan işbirliği ve ortak refah için modernleşmeyi ortaklaşa araştırmasını önermektedir. Ana sosyal sektörü Çin özellikleriyle modernize etme girişimleri arasında yoksullukla mücadele tipik bir örnektir. Çin sadece on yıl içinde yaklaşık 100 milyon insanını yoksulluktan kurtarmıştır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) son rakamlarına göre 2023 yılında, önemli bir kısmı Afrika’da olmak üzere, yaklaşık 733 milyon insan hala açlık çekmektedir. Çin, tarımsal kalkınmayı yoksulluğu ortadan kaldırmanın etkili bir yolu olarak kullanma konusunda çok değerli bir deneyime sahiptir. Çin’in tarımsal kalkınma yolunun paylaşılması, küçük çiftçilerin temel dayanak noktası olduğu Afrika için büyük önem taşımaktadır. Zirve belgesinde ayrıca iki tarafın Çin-Afrika tarımsal bilim ve teknoloji inovasyon ittifakı kuracağı, tarımda yoksulluğun azaltılması için 100 gösteri köyü oluşturacağı, Afrika ülkelerine 500 tarım uzmanı göndereceği, 1.000 tarımsal zenginlik liderini eğiteceği ve Çin-Afrika Mikoriza İşbirliği Merkezi ile Çin-Afrika Bambu Merkezi’nin inşası ve geliştirilmesini ilerleteceği belirtildi. BM Genel Sekreteri Guterres de yoksulluğun azaltılması konusunda Çin-Afrika işbirliğini takdir ettiğini ifade etti. Batı’daki sanayileşme ve büyük makine üretimi ile karşılaştırıldığında, belki de tarım öncülüğündeki bu modernleşme modeli Afrika topraklarına daha uygundur.
Zirve bir kez daha Güney ülkelerinin kalkınmaya yönelik güçlü arzusunu ortaya koymuştur. Kalkınma tüm dünya ülkeleri tarafından paylaşılan önemli bir haktır. 2010 yılında dönemin ABD Başkanı Barack Obama’nın Avustralya medyasına verdiği bir mülakatta şunları söylediği duyulmuştu “Eğer bir milyardan fazla Çin vatandaşı şu anda Avustralyalılar ve Amerikalılarla aynı yaşam düzenine sahipse, o zaman hepimiz çok sefil bir dönemden geçiyoruz demektir, gezegen bunu kaldıramaz”. Obama gelişmekte olan ülkelerde enerji tasarrufu ve emisyon azaltımından bahsediyor olsa da, bu bilinçaltı ifade, Batılı olmayan geniş bölgelerdeki insanların Amerikalılar ve Avustralyalıların sahip olduğu türden bir refaha sahip olmaması gerektiğine dair bir kibri ima etmektedir. Zaman değişti ve günümüzde gelişmekte olan ülkeler sadece “aç olmamak” değil, aynı zamanda “iyi beslenmek” istiyorlar. Örneğin, zirve belgesinde “Kalkınma Ortaklığı Girişimi”nden bahsedilmektedir: Çin ve Afrika ortaklaşa küresel bir kalkınma teşvik merkezleri ağı kuracak ve 1.000 “küçük ama güzel” geçim kaynağı projesinin uygulanmasına yardımcı olacak; Çin hükümeti, Afrika ülkelerinin kapsayıcı ve sürdürülebilir kalkınmayı gerçekleştirmelerine destek olmaya odaklanan Çin-Dünya Bankası Grubu Ortaklık Fonu’nun yenilenmesi için 50 milyon dolar bağışta bulunacak. Zirvede üzerinde mutabık kalınan projelerin birçoğu, gelişmekte olan ülke halklarının mutluluk ve kalkınma arayışlarının bir yansıması olarak tabana fayda sağlayan geçim kaynağı projeleridir.
Son olarak, zirvenin ortaya koyduğu güzel atmosfer, dünyanın gelecekteki gelişiminin ana temasının “küçük bahçe, yüksek çit” ve karşılıklı saldırganlık değil, eşitlik ve karşılıklı fayda ile paylaşılan bir gelecek topluluğu olduğunu ortaya koymaktadır. 2000 yılında İngiliz Economist dergisi “Umutsuz Afrika” başlıklı bir kapak makalesi yayınlamış ve Afrika’yı “Umutsuz Kıta” olarak tanımlamıştı. Ancak Çin-Afrika İşbirliği Forumu da o yıl kurulmuştur. Çin ve Afrika arasında olduğu gibi Güney ülkeleri arasında da karşılıklı kazan-kazan ve karşılıklı işbirliği moda bir trend haline geldi. Hindistan ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler de Afrika ile daha geniş bir işbirliği kurmaya çalışmış ve Güney ülkeleri arasındaki işbirliği daha dostane, daha eşitlikçi ve daha az külfetli hale gelmiştir.
“Pekin Eylem Planı (2025-2027)” şöyle diyor: “Çin, Afrika ülkelerinin iç işlerine karışmayacak; Çin, Afrika ülkelerine kendi iradesini dayatmayacak; Çin, Afrika’ya yardıma siyasi bağlar eklemeyecek; ve Çin, Afrika ile yatırım ve finansman işbirliğinde tek taraflı siyasi kazançlar peşinde koşmayacak. İki taraf her zaman Çin-Afrika dostluğu ve işbirliği ruhunu koruyacak ve Çin ile Afrika arasında daha da güçlü bir kapsamlı stratejik ve işbirliğine dayalı ortaklığı teşvik edecektir.” Bu referanslar aslında Barış İçinde Bir Arada Yaşamanın Beş İlkesi ve Bandung Ruhu ile aynı doğrultudadır. Bandung Konferansı, sömürgeci güçlerin katılımı olmaksızın Asya ve Afrika halklarının hayati çıkarlarının tartışıldığı ilk büyük uluslararası konferanstı. Gelecek yıl Bandung Konferansı’nın 70. yıldönümü kutlanacak. Çin-Afrika İşbirliği Forumu sadece Bandung Konferansı ruhunun bir devamı değil, aynı zamanda Bandung Konferansı kadar iyi bilinen yeni bir “Güney-Güney işbirliği” markası haline gelmesi beklenmektedir.
Pravda’nın Ankara muhabiri Filippov 19 Eylül’de Evren ve Konsey üyelerinin TBMM’deki yemin törenini haberleştirmiş. Ayrıca 18 Eylül’den itibaren Türk vatandaşlarının yurtdışına çıkış yasağının tutuklu, gözaltında veya arananlar dışında kaldırıldığını da yazıyor. Pravda, radyoya göre durumun sakin olduğunu yazıyor; ancak şu da bildiriliyormuş: “Ordu birlikleri ve güvenlik kuvvetleri kan dökülmesinden kaçınmak için gerekli tedbirleri alarak muhtelif aşırı solcu ve neofaşist aşırılıkçı grupları tecride devam ediyor. Neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’ne ait bütün askeri-sportif kulüpler ve kamplar kapatıldı ve yetkililer tarafından kontrol ediliyor. Bunların yöneticileri ve aktivistleri gözlem altına alındı veya tutuklandı.” Demek ki askeri yönetim (darbeciler değil) kan dökmekten kaçınmak için her türlü tedbiri alıyormuş; hedefleri de (Filippov’un daha önce bildirdiği gibi) sol değil sadece “aşırı sol” ve neofaşistlermiş. Gazete ayrıca Konsey’in Maliye Bakanlığına az gelirli insanlardan ve küçük esnaftan vergi alınmamasını sağlayacak bir kanun tasarısı üzerine çalışması talimatı verdiğini de bildiriyor. Bakınız siz şu işe; bildiğiniz halkçı saymak gerek bu “askeri yönetimi”.
Yalnız (herhalde sosyalist olmadıklarından olacak) askeri yönetim kimi onaylanmayacak işler de yapıyor galiba. İzvestiya 20 Eylül’de Türk-İş ile ilişkili 140 sendikal örgütlenme ile 470 başka sendikanın daha MGK rejimi tarafından kapatıldığını ve bu sendikaların bankalardaki mali birikimlerinin de bloke edildiğini, daha önce DİSK ile bağlı sendikaların faaliyetlerinin yasaklandığını yazıyor.
İzvestiya 22 Eylül’de Ulusu başkanlığında yeni hükümetin atandığını yorumsuz duyurmuş.
Pravda 21 Eylül’de durumun normalleştiği haberleri serisine devam etmiş. Filippov imzalı haberde genelkurmayın, NATO’nun batı Avrupa’da 22 Eylül’de başlayacak planlı tatbikatı “Display Determination” manevralarına katılacağını açıkladığını vurguluyor. Bu haberin en ilginç bölümü de şu: “Türkiye’nin BM nezdinde daimî temsilcisinin (bu sırada daimî temsilci Coşkun Kırca’ydı — bn.) geçtiğimiz günlerde yaptığı ve Ankara’da belirtildiğine göre ülkenin yeni yönetiminin tutumunu yansıtmayan açıklaması Türk basınının sert eleştirilerini çekti. Cumhuriyet şöyle yazıyor: ‘Diplomatımızın, SSCB’nin Türkiye’nin iç işlerine karışma tehdidi oluşturduğu ifadesi kesinlikle yersiz. Bu ‘soğuk savaşı’ hatırlatıyor, Sovyetler Birliği ile iyi komşuluk siyasetine (Milli Güvenlik Konseyimiz de bu siyasetin devam edeceğini açıklıyor) zarar veriyor.’” Türkiye’nin resmi daimî temsilcisinin sözlerinin MGK’nın tutumuyla çeliştiği inancı ve bu inancı MGK’nın hedefindeki Cumhuriyet’le teyit etme çabası tek kelimeyle gülünç ama aynı ölçüde trajik.
Pravda ertesi gün yeni hükümetin kurulmakta olduğunu bildiriyor. MGK’nın diğer “normalleşme” tedbirlerinden başka: “Sıkıyönetim kanununda siyasi renklerine bakılmaksızın terör örgütleriyle, keza kaçakçıların ve suç unsurlarının faaliyetleriyle daha etkili bir mücadeleye imkân vereceği ifade edilen değişiklikler kabul edildi.” Eğer Türkiye’de yaşamayıp Türkiye’yi Pravda’dan takip etmeye kalksak “askeri yönetimin” herkese eşit mesafede, tarafsız, hatta (patronlar üzerinde ücretlere zam baskısı ve “aşırı solcular” ile faşistleri tasfiye etmeye, ama sendikacıların serbest bırakılmasına bakılırsa sola zarar vermemeye yönelik eylemlerinden ötürü) halkçı bile sayılabileceğine inanacağız. Ülkede durum normal; asker ve polis “yerleşim yerlerini muhtelif silahlı gruplardan temizleme operasyonlarına devam ediyor”. Pravda ayrıca Adana’da askeri mahkemenin bir idam kararı verdiğini de belirtmiş. Kimin hakkında verilmiş, neden verilmiş — bu ayrıntılar yok, gereksiz olmalı.
Pravda 23 Eylül’de yeni hükümetin açıklandığını bildiriyor. Bu haberin eğlencesi ise başka yerde: “Eski başbakan S. Demirel hükümeti tarafından IMF’nin baskısı altında sosyalist devletlerle ticari-iktisadi temaslara getirilen bir dizi sınırlama kaldırıldı.” Böylece “askeri yönetimin” hikmet ve faziletlerine bir yenisi daha ekleniyor: IMF baskısına boyun eğmeyerek SSCB ile ticari ilişkileri teşvik ediyormuş. Artık bundan iyisi Şam’da kayısı.
Filippov 25 Eylül’de yeni hükümetin programıyla ilgili haberini geçmiş ve bu açıklamaya göre Türkiye’nin “yurtta sulh cihanda sulh” prensibine bağlı olacağını vurgulamış. Bu, faşist darbede kemalizm bulma yanılsamasının (veya arzusunun) bir başka tezahürü; Pravda’nın daha sonraki haberlerinde de Türkiye’nin NATO’ya bağlılığını korusa bile “askeri yönetim” altında siyasi tarafsızlığını koruyacağı beklentisi anlaşılıyor. (Mesela 30 Eylül’de hükümet programı meselesine geri dönmüş ve hükümet açıklamasından NATO ile ilişkileri geliştirmeye devam etmekle birlikte bütün komşu ülkelerle dostça ilişkileri ve sıkı işbirliğini geliştirmek arzusunda oldukları ifadelerini alıntılamış.) Üstelik (Pravda resmî açıklamadan aktarıyor) “mali-iktisadi sıkıntıların aşılması, siyasi durumun istikrarı ve terörizmle mücadele… insan haklarına saygı, kanunun üstünlüğü ve demokratik hürriyetlerin tedricen yeniden tesis edilmesi temelinde” yapılacakmış. Dahası dinin siyasete alet edilmesi de yasakmış. Pravda bütün ne dediyse tersi nesnelliğini yorumsuz veriyor; tek kelimeyle inanılmaz! Pravda, Türkiye’de yayınlanan gazetelere dayanarak darbe yönetiminin “devlet sektörünün ihtiyaçlarına yönelik tahsisatı artırmaya” kararlı olduğunu da belirtmiş; bu sektördeki izinler geçici olarak kaldırılmış, izindekiler de geri çağrılmış. Devlet sektöründe kimi kategorilerde ücret ve maaşların artışı ve çalışma teşvikleri meselesi üzerinde çalışılıyormuş. Ne güzel!
İzvestiya ve Pravda 29 Eylül’de SSCB Dışişleri Bakanı Andrey Gromıko ile darbecilerin dışişleri bakanı İlter Türkmen arasında New York’ta yapılan görüşmeyi resmî açıklamadan aktarmışlar: “A. Gromıko Türkiye dışişleri bakanı İ. Türkmen’i kabul etti. SSCB ve Türkiye arasındaki ilişkilerle ilgili meseleler konusunda görüş alışverişi sırasında bakanlar bu ilişkilerin istikrarlı muhtevasından memnuniyetlerini ifade ettiler ve her iki tarafın da bunları siyasi, iktisadi, ticari ve diğer alanlarda iyi komşuluk temelinde, eşit haklar ve karşılıklı yarar ilkelerine uygun olarak bundan sonra da geliştirmek niyetinde olduğunu belirttiler. Kimi uluslararası problemler de görüşüldü. A. Gromıko bu bağlamda Orta ve Yakındoğudaki durumda gerginliğin tehlikeli niteliğine dikkat çekti. Görüşme dostça bir atmosferde gerçekleşti.” Gromıko, darbenin meşruiyetiyle ilgili en ufak bir yorumda bulunmamış!
İzvestiya 1 Ekim’de Ulusu hükümetinin oybirliğiyle (aksi mümkünmüş gibi) onaylandığını duyuruyor. 3 Ekim’de ise bir başka muhteşem haber daha var: “Türkiye Anayasa Mahkemesi Amerikan havacılık şirketi Lockheed’in faaliyetleriyle ilgili soruşturmaya yeniden başlama kararı aldı.” Darbeci generallerle Lockheed arasında hiçbir zaman soruşturulmayan ve herkesin bildiği bir sır olarak kalan akçeli işlerle ilgili daha sonraki bildiklerimiz, bu habere muhteşem niteliğini kazandırıyor — ihtişamı, darbecilerin Lockheed gibi bir şirkete bile meydan okuyor olabilme ihtimali.
İzvestiya 15 Ekim’de “çok sayıda teröristin tutuklandığını, çok miktarda silah, mühimmat, patlayıcı madde ve kaçak mal ele geçtiğini” yazıyor.
Filippov aynı gün Pravda’da Demirel ve Ecevit’in serbest bırakıldıklarını bildiriyor. Ancak Filippov’un yazdığı bütün haberlerde olduğu gibi bunda da eğlenceli bir bölüm var: “Askeri savcılık delil yetersizliğinden DİSK de dahil ilerici dernek ve sendikaların aktivistlerinden büyük bir grubu serbest bıraktı. Türkiye İşçi Partisi genel başkanı B. Boran’ın ev hapsinin kaldırıldığı da bildiriliyor.” Evet, kesinlikle halkçı bir “askeri yönetim” olmalı bu! Birçok açıdan iyi niyetli olduğunu kabul etmek gerek; ancak bir takım baskılar var ki direnemiyor. Nitekim: 18’inde Filippov Ankara’nın “uluslararası tekellerin baskısı altında” Türk lirasını başlıca batı paraları karşısında yüzde 3 devalüe etmek “zorunda kaldığını” yazmış.
Pravda 19 Ekim’de Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin komünist ve işçi partilerinin Brüksel’de yapılan toplantısını yazmış. Haber (bu tür haberlerde genellikle olduğu gibi) “her yerde emperyalist gericilikle keskin bir muharebenin kaynamakta olduğu” klişesiyle başlıyor. Tek başına bu haber ve üslubu bile ayrı bir yazıyla ele alınabilirdi; ancak şimdiki konumuz açısından dikkat çekici olan şu: Yunanistan ve Türkiye Komünist Partilerinin bu ay (ekim) yapılan ortak toplantısı, Avrupa komünist partilerinin Paris buluşmasında, Varşova Paktı üyesi devletlerin toplantısında ve Sofya’daki Barış İçin Halklar Dünya Parlamentosunda ifade edilen barış ve silahsızlanma önerisini onaylıyor ve destekliyormuş. Bu iki parti Amerikan saldırganlığının Ortadoğu’da yarattığı tehdit konusunda hemfikirlermiş. Her iki parti Irak ve Irak arasındaki savaştan ötürü de endişelilermiş. Ama haberde Türkiye’de askeri faşist darbeyle ilgili hiçbir şey yok; dolayısıyla her iki partinin de Türkiye’deki faşist darbeyle şimdilik bir sorununun olmadığı anlaşılıyor.
Pravda, salıverilen sendikacılardan başka Behice Boran’ın durumuyla da ilgili. Filippov 23 Ekim’de Behice Boran’ın seçimlerden önceki radyo ve televizyon konuşmalarında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tekrar Ankara sıkıyönetim mahkemesi karşısına çıkarıldığını yazıyor. Başlık: “İlerici faaliyete kovuşturma”. Olmayacak bir şey! Ama eğer görüşme fırsatı olsaydı Pravda’yla, herhalde bu tür kovuşturmaları Nasır dönemiyle benzeştirirlerdi ve “askeri yönetimin” tutumunu netleştirmek için zamana ihtiyaç olduğunu söylerlerdi. Ve muhtemelen yönetimin bu “kararsız” halinin ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılardan kaynaklandığını da eklerlerdi. Nitekim bu zorluklar öyle ağır olmalı ki, Filippov 29 Ekim’de Ankara’nın “IMF’nin ve batılı tekellerin baskısı altında” (istemeden, ne yapsın, “baskı”) bir ay içinde ikinci defa yüzde 3 devalüasyon yaptığını bildiriyor. Gazete ayrıca yılın ilk 9 ayındaki enflasyonun bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 69,9 olarak tespit edildiğini de belirtmiş. Ama bunlar bir siyasi tercih sayılmaz; bunlar “baskı altında” alınan kararlar. Pravda 14 Aralık’ta da faşist darbecilerin hükümetinin yeni bir devalüasyon daha yaptığını duyuruyor, elbette gene IMF’nin ve uluslararası tekellerin “baskısı altında”.
Romanya Devlet Başkanı, Ukraynalı denizcilerin ülke topraklarında eğitimine onay istedi
Sultan İbrahim, Malezya Kralı olarak ilk kez Çin’i ziyaret ediyor
FT: Avrupa’nın batarya umudu Northvolt hayatta kalmak için savaşıyor
Japonya’nın Ishiba’sının Asya NATO’su önerisi ABD’de ‘fantezi’ olarak görüldü
Putin ve Lula da Silva, Brezilya’nın barış girişimini görüştü
Çok Okunanlar
-
ASYA1 hafta önce
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1
-
RUSYA2 hafta önce
Putin, Doğu Ekonomi Forumu’nda konuştu
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 2
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Sovyet basınında 12 Eylül – 1
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Hedef Finlandiya’nın NATO içinde yerini sağlamlaştırmak’
-
RUSYA2 hafta önce
Lavrov, Ukrayna Dışişleri Bakanı Kuleba ile Antalya’da yaptığı görüşmeyi anlattı