Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Büyük savaş kaçınılmaz mı?

Yayınlanma

1) Uluslararası mali sermaye ile Almanya’nın savaş sanayisine itilen geleneksel sanayi sermayesi arasında yeni bir ittifak kuruluyor.

Mali sermaye, banka ve tekel sermayesinin birleşmesine dayanır. Bu kavramı Marksist emperyalizm teorisinin temeli olarak kullanan ilk kişi Lenin’di ve kuşkusuz, meselenin siyasi veçhesinde, siyaset biliminin Aristocu temel taşlarına da gönderme yapıyordu; zira mali sermaye kendi yönetimi olan mali oligarşiyi doğurur; tıpkı Aristo’ya göre oligarşinin aristokrasinin yozlaşması olduğu gibi mali oligarşi de burjuva demokrasisinin yozlaşmasıdır. Mali oligarşinin başında da, sanayi ve ticaret karşısında hâkimiyetini tesis etmiş olan banka sermayesi vardır.

Burjuva devleti olağan dönemlerde göreli özerkliğini korur; çünkü burjuvazi iktidarsızdır. Benim yayınlanmayı bekleyen “1939”da, “Kısa bir devlet teorisi” başlığı altında altını çizmiştim bunun. Kapitalist toplumda genel, olağan eğilim şu yöndedir: burjuvazi kendi başına yönetmeye muktedir değildir, çünkü kişisel bağımlılık ilişkilerinin temeli ortadan kalkmıştır; bu yüzden normal burjuva toplumlarında burjuvazi adına onun paralı memurları (ideologları, siyasetçileri, mülki idarecileri, vb.) yönetirler. Ama bu genel eğilim olağan dönemlere özgüdür; olağanüstü dönemlerde (her ne kadar klasik faşist diktatörlüklerde bile devletin görece özerkliği korunuyor olsa bile) burjuvazi doğrudan müdahale eder ve memurlarıyla değil kendisi yönetmeye başlar.

Artık olağanüstü bir dönemdeyiz. Önce bizde mi başladı, ABD’de mi, İtalya’da mı, kesin olarak söylemek galiba mümkün değil. Gerçi Trump başlı başına bir “fenomen”. İtalya ise hep bir istisnadır; dolayısıyla sıra dışılığı bizden başlatmak daha doğru bir yaklaşım olabilir: sektörlerin en gözde patronları bakanlıklara atandılar. Bizi Fransa takip etti ve Rothschild’in altın çocuğu, Fransa’nın savaştan bu yana en gerici ama en çok parlatılan başkanı olarak ülkenin başına atandı. Bu parlak ve becerikli delikanlı, sarı yeleklileri kanla ve gözlerini oyarak bastırmakla kalmadı, benzeri görülmemiş bir demokratlık halesiyle de ödüllendirildi.

Bugün Fransa’yı denizin öte yakası takip ediyor: Goldman Sachs’ın altın çocuğu, Hintli sömürge işbirlikçisi bir familyanın en son ve en seçkin temsilcisi Sunak, neoliberal dünyanın alkışları arasında III’üncü Charles’ın hükümetinin başına getirildi. Derisinin rengini parlatan bu alkışlar Britanya “demokrasisine” övgüler düzmek için kullanılıyor; oysa raf ömrü marulu geçemeyen teneke leydi bile Downing Str. 10 numaraya halkın değilse bile en azından Muhafazakâr Parti delegelerinin oylarıyla taşınmıştı, Goldman Sachs’ın çocuğu ise doğrudan atandı.

Eğilim tekil değil. Endonezya’daki G20 zirvesinde veya Davos’ta olduğu gibi hemen bütün devletlerarası etkinliklere Schwab, Soros ve Gates gibi tiplerin de katılması, bu küresel burjuva elitinin uluslararası gelişmelerde oynadığı aracısız, doğrudan role, dolayısıyla burjuva devleti açısından yeni normal haline gelen küresel bir anomaliteye işaret ediyor.

Demek ki şunu söylemek kesinlikle doğrudur: bugün mali oligarşi, sadece mali sermayenin yönetimi değil, onun ta kendisidir. Dahası, bu oligarşi emperyalist troyka nezdinde küreselleşti ve bütün yerel oligarşileri yeniden şekillendiriyor. Bu süreç savaşsız tamamlanamaz; yerel oligarşilere küreselleşmiş bir ortaklık temelinde mutlak iktidar ve azami kâr vaat eden savaş, uluslararası mali sermaye ile başta Almanya olmak üzere bütün Avrupa’nın, Japonya’nın ve troykanın (Güney Kore’den Kanada’ya kadar) uydularının savaş sanayisine itilen geleneksel sanayi sermayesi arasındaki yeni ittifakın motorudur. Öte yandan tam da bu ittifak, bu halkaların siyasi bağımsızlıklarını da ortadan kaldırıyor.

2) Bu ittifak başta Almanya olmak üzere Avrupa’yı Amerikan siyasi iradesine tabi kılarken sanayinin önüne daha büyük kârlar elde etme imkânı kazandırıyor.

Geleneksel sanayi savaş sanayisine dönüşebilir mi? Evet, dönüşebilir ve dönüşür. BMW fabrikalarından tank, Mercedes fabrikalarından zırhlı, Fiat fabrikalarından mühimmat, Citroen fabrikalarından top, Airbus fabrikalarından savaş uçağı çıkarmanın önünde hiçbir engel yoktur. Bunlar zaten uğraştıkları işlerdir. Sorun sadece, mesela BASF’dan Ziklon B mi çıkaracakları sorunudur ki, her ne kadar bunun da bir sakıncası yoksa bile (ABD ve ortaklarının başta Ukrayna olmak üzere pek çok ülkede askeri-biyolojik laboratuvarlarını unutmayalım) hiç değilse Avrupa Komisyonu’nun başındaki barones ve velinimetlerinin servetlerine servet katmak için ölümcül aşılar veya genetiği değiştirilmiş gıda için tohum ve gübre üretebilirler.

“Siyaset bilimcilerin” ve “jeopolitikçilerin” tartışmaları genellikle bunun gerçekleştirilebilirliği üzerinden değil (buna pek bakılmıyor), bir önceki başlıkta değindiğim ön şart üzerinden yapılıyor: troykanın diğer halkaları ve uyduları siyasi bağımsızlıklarını kaybetmeyi neden göze alıyorlar? Oysa bu, sınıf ilişkilerinin ve kapitalizmin tabiatının yerine aslında iradesiz oldukları halde irade sahipleri oldukları varsayılan bir grup insanın planlarını, duygularını, beklentilerini geçiren yanlış bir sorudur; doğrusu şöyle olmalı: neden göze almasınlar, dahası siyasi bağımlılık, sömürü pastasından daha ballı dilimler vaat ediyorsa eğer bağımsızlıktan neden vazgeçmesinler? Gerçekte siyasi bağımsızlık çoktan kaybedilmiş bir şeydir, bugün arzu edilen sadece vassal haklarının genişletilmesidir. Rothschild bankerinin başkanlık yaptığı Fransa’nın (geleneksel olarak siyasi bağımsızlığına en düşkün batı Avrupa ülkesi) dışişleri bakanı Catherine Colonna daha kasım ayında bunu çok açık ifade etmişti; ekselansları Madame şöyle demişlerdi: “Eğer Avrupalılar her Amerikan seçiminde gerilim yaşamak istemiyorlarsa daha çok özerkliğe giden yolu bulmalılar.” Bağımsızlık değil özerklik; (halkı boş verin) kendi burjuvazisinin menfaatlerini kollayan devlet değil troykanın seksiyonu. Aslında bundan daha makul bir şey de olamaz, zira bu siyasi çerçeveyi kuran iktisadi ortam zaten, yerli mali oligarşilerin küresel mali oligarşi çetesinin organik bileşenlerinden ibaret oluşu, ve ülkelerin de doğrudan doğruya ve aracısız olarak bunlar tarafından yönetilmekte oluşudur.

3) Bu süreç iddia edilmesi moda haline gelen “sanayisizleştirme” değil sanayinin askerileştirilmesi anlamına geliyor.

Avrupa’nın ABD tarafından “sanayisizleştirildiği” iddiaları dalga dalga yayıldı. Ben, savaşın kaçınılmaz olduğunu birçok defa yazdığım 24 Şubat’ın çok öncesinden beri tamamen aksi fikirdeyim: hayır, Avrupa’da sanayisizleştirme değil sanayinin askerileştirilmesi süreci yaşanıyor. Bu, büyük burjuvaziye rağmen Amerikan baskısıyla yaşanmıyor; büyük burjuvazinin kâr hırsının Amerikan hegemonya planlarıyla çakışması yüzünden yaşanıyor, zira sanayinin askerileştirilmesi büyük burjuvazi için azami kâr anlamına gelir. Son olarak Münih konferansındaki eşi benzeri görülmemiş saldırgan retorikten başka NATO’nun askeri harcamalarda GSYH’nın en az yüzde 2’si dayatmasının da ötesine geçmesi, AB “reichsführerlerinin” silah ve mühimmat üretimine hız verme çağrıları ve halk kitlelerine bütün bunları doğal, gerekli, kaçınılmaz şeylermiş gibi kabul ettirmeye yönelik benzersiz endoktrinasyon, bu durumu açık seçik gösteriyor; dahası geleneksel Avrupa sanayi sermayesi büyük bir şevkle işe koyulmuş ve savaş envanterini genişletmeye girişmiş durumda.

Avrupa’da ekonominin askerileştirilmesi, onun yeniden yapılandırılması demektir.

Apaçık bir ırkçı ve faşist olan “sosyalist” cübbeli diplomasi şefi, savaş çağrıcısı Borrell, daha ekim ayında şöyle demişti: “Refahımız, Rusya’dan gelen ucuz enerji temeli üzerinde kuruluydu. Açıktır ki bugün, bir bağımlılığın yerine diğerini koymamak, mümkün olduğunca Avrupa içinde enerji kaynakları aramak zorundayız. En iyi enerji, içeride üretilendir. İnsanlar henüz, Rusya ve Çin’in, daha önce ekonomimizin kalkınması için oynadıkları rolü artık oynamayacaklarının farkında değiller. Bu da ciddi bir yeniden yapılanma gerektiriyor.”

Bu, şunları kaçınılmaz olarak öngerektirir: 1) emperyalist troykanın siyasi kenetlenmesi; 2) Rusya yerine Avrupa’da Norveç ve Britanya’nın, Ortadoğu’da Katar’ın, okyanus ötesinde ABD ve Kanada’nın enerji kaynaklarına bağımlılık; 3) Çin’in dünyanın fabrikası rolünün ürettiği kırılganlığına dayanarak siyasi olarak etkisizleştirilmesi.

Hiç unutmamak için tekrar etmek gerek: bu süreç bilinçli ve örgütlü bir şekilde hazırlandı. Avrupa Komisyonu adını taşıyan kıtanın en büyük Amerikan lobisinin “reichsführeri” barones, Münih konferansında, daha 2021 eylül ayından itibaren Rusya’ya karşı yaptırımlara hazırlandıklarını söylemekte sakınca görmedi. Yeşillerin eşbaşkanı, Bundesminister des Auswärtigen Annalena Baerbock (tarihteki yeri ve misyonu Reichsminister des Auswärtigen Joachim von Ribbentrop’un yanıdır) provokatör rolünün yanı sıra daha ağustos başında Alman silah sanayisine “özel olarak Ukrayna için silah üretme” ve çatışmaların 2023’te de sürmesine hazır olma çağrısı yapmıştı.

Bu ittifak içinde savaş sanayisiyle doğrudan ilişkisi nedeniyle bilişim sektörü özel bir rol oynuyor. Çağdaş faşizmin kaldıracının, çağdaş kapitalizmin en ilerici halkası sayılan bu sektörde yatması şaşırtıcı değil. Görünürde bu halka LGBT’den kadınlara ve azınlıklara varıncaya kadar her türlü hakkın savunucusu gibi geçinir, gerçekteyse sınıfsal bağları parçalar, ilişkileri amorflaştırır, soysuzlaştırır. Bu halkanın siyasi temsilcileri, ideologları, giydikleri ilericilik ve çağdaşlık elbisesinin altında her türlü gericiliğin ve faşistleşme sürecinin doğrudan failleridir. Borrell vb.nin arkasındaki gerçek güç, hem askeri sanayi hem de banka sermayesiyle tamamen iç içe geçmiş olan bu globalistlerdir.

Kapitalist sanayi üretilen emtianın süratle tüketilmesini gerektirir, bunun en ideal yolu savaşlardır. Öte yandan savaş sanayisi bütün temel hak ve hürriyetlerin süratle ve amansızca budanmasını gerektirir; açlıktan titreyen emekçiler, büyük burjuvazi daha çok kazansın diye sefalete düşen ve ölen emekçiler olduğu sürece sistem mükemmel işler.

4) Bunun siyasi sonucu başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın militarize edilmesidir ve bu süreç geri dönüşsüzdür.

Sanayinin askerileştirilmesi siyasetin militarizasyonuyla paralel yürür ve bu, 20’nci yüzyıl tarihinin defalarca gösterdiği gibi, faşistleşme sürecinde son eşiğin aşılması demektir.

Süreç geri dönülmez noktaya çoğu zaman sanayinin ve siyasetin militarizasyonuyla varır. Birincisi, bir ekonomik istikrar sağlar, derin bir milli krizin arkasından hızlı sanayileşme, muazzam kârlardan emekçi kitlelere düşecek kırıntılarda artış, işsizlik ve resesyonun arkasından istihdam ve artan büyüme vaat eder. Bu, toplumun siyasi gericileşmeye karşı reflekslerini köreltir. İlerici güçlerin tasfiyesi kolaylaşır, burjuva demokratik hak ve hürriyetlerin tasfiyesi hızla tamamlanır.

Buna karşı tek makul itiraz, böyle bir gelişmenin kapitalizmin nihai çıkarlarına uygun olmayacağı, veya (Almanya örneğinden devam edersek) “Alman sanayisinin silah sanayisine evrilmesinin Alman tanklarının hem şöhret hem de pazar kaybetmesine yol açacak” olmasıdır. Öyle ya, yenilmez sayılan Leopardlar Ukrayna’da tutuşmaya başlayınca ne olacak? Washington zaten Leopardları elden çıkarmaları karşılığında Abrams koklatacağının işaretini çaktı.

Bu yaklaşım eksik, dolayısıyla yanlıştır. Yanlıştır, çünkü, birincisi, kapitalizm kendi nihai menfaatini her şeyin önüne koyan akıllı bir makine, işlevsel bir beyin değildir; ve ikincisi, bu yaklaşım, ABD’nin Almanya siyasetini kuklalaştırma eğilimini, bunun ABD’nin kadir-i mutlak gücünden veya diğer ülkelerin siyasi güçsüzlüğünden kaynaklandığı önkabulüyle abartıyor, gerçek nedenin güç-güçsüzlük ilişkisinde değil ilişki biçimlerini doğuran sınıf menfaatlerinde yattığını gözden kaçırıyor. Alman finans ve sanayi burjuvazisinin ortak menfaatlerini, ilkinin uluslararası emperyalist ortaklığın bir parçası olduğunu ve ikincisini kredilerle beslemekle kalmayıp doğrudan doğruya militarizasyon yolunda teşvik ettiğini, ve neticede bunların her ikisinin de menfaatlerinin ekonominin, dolayısıyla siyasetin de militarizasyonunda yattığını görmüyor.

“Alman sanayisinin silah sanayisine evrilmesinin Alman tanklarının hem şöhret hem de pazar kaybetmesine yol açacak” olması, ikincisinden sakınmak için ilkinden vazgeçme sonucunu doğurmaz. Normal şartlarda sosyal-demokratlar kapitalizmin uzun vadeli menfaatlerini burjuvazinin diğer siyasi temsilcilerinden daha iyi kollarlar, ama tam da bu yüzden onların siyaseti sık sık kapitalist sistemle çatışır, zira sistem (kısmen abartarak söylüyorum) insani akılla değil hayvani refleksle işler. Alman sanayi burjuvazisinin ve sanayinin kendisinin militarizasyonu, Almanya kapitalizminin uzun vadeli menfaatleri için uygunsuz olabilir, ama öyle diye burjuvazi bundan vazgeçmez, gelecekte riskle karşılaşabileceği endişesiyle bugünkü kârından vazgeçmez.

Doğru, risk vardır; ama 1936’da da risk vardı. Normal şartlarda burjuva siyaseti, sadece sosyal-demokratlar değil muhafazakârlar da, geleceğe yönelik bu risk potansiyelini azaltabilirler; ama anormal şartlarda kapitalizmin en saldırgan kesimlerinin doğrudan temsilcileri olan Yeşiller ve faşistler gibi partiler burjuva siyasetinin geri kalanını da domine ederler.

5) Almanya’da sermayenin en saldırgan, en şoven, en gerici, en militarist kesiminin siyasi temsilcisi Yeşillerdir.

Bu iddianın ne anlama geldiği yeterince açık: Avrupa’da faşist diktatörlükler ancak Yeşiller vb. neoliberal akımlar üzerinde yükselebilir.

Faşizm üzerine teorik tartışmaların ayrıntılarına girmeyeceğim. Bütün bu analizlerin güçlü olduğu yanlar da var, zayıf olduğu yanlar da. Faşizmi cinsellikle, kadın-erkek eşitsizliğiyle, kimi düpedüz uçuk kaçık ideolojik akımlarla, ütopya diye sunulan dizütopik dünya tasarımlarıyla, dinle veya dindışılıkla ilişkilendiren analizler de var. Bunların her biri, genel olarak faşizmin veya özgül bir faşist hareket yahut diktatörlüğün muhtelif, tekil yanlarını ilgilendiriyor. Ama bütün siyasi hareketler ve rejimler gibi faşizm de bu özgüllükleriyle değil ancak genel, ortak, sınıfsal nitelikleriyle doğru biçimde kavranabilir.

20’nci yüzyılın yirmili yıllarında küçük burjuva sağcılıkları faşizm adının çeşitli varyasyonlarıyla yükselmeye başlamışlardı, ama bu kavramın bugün bildiğimiz, en azından marksistlerin büyük bölümünün mutabık kaldığı anlamıyla henüz faşist değillerdi. Bu mutabakat, faşist diktatörlüklerin ve faşist hareketlerin sınıf ilişkilerinin analizine dayanır ve en genelde, bunların milli bir krizin ardından, bu krizin diğer veçhelerinin yanı sıra ideolojik veçhesinin de sonucu olarak küçük burjuva sağcılığının yükselişiyle, ama en önemlisi, bu hareketlerin büyük burjuvazinin menfaatleriyle bütünüyle örtüşmesiyle açıklanır. Ve tam da bu nedenle faşist hareketler ve diktatörlükler, (Poulantzas’ın deyişiyle) “dönüşsüzlük noktasından” “stabilizasyon döneminin” sonuna kadar gerçek anlamda faşisttirler. (Ve Dimitrov’un deyişiyle): “Faşizm, mali sermayenin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğüdür. Faşizm sınıflarüstü bir iktidar ve küçük burjuvazinin yahut lümpen proletaryanın mali sermaye üzerindeki iktidarı değildir. Faşizm bizatihi mali sermayenin iktidarıdır.”

Demagoji en çok faşist diktatörlüklerin uzmanlık alanıdır. Avrupa’nın birbirleriyle yarışan savaş kışkırtıcısı partilerinin, ama en çok da Yeşillerin sözlüğünde bütün kelimelerin yeni bir anlam kazanması boşuna değildir: barış, savaştır; refah, savaş sanayisidir; çevre, düşmandır; tarım, açlıktır; hürriyet, köleliktir; bağımsızlık, uşaklıktır.

 

GÖRÜŞ

Pekin Deklarasyonu Orta Doğu’da barış için yeni bir umut doğurdu

Yayınlanma

Prof. Ma Xiaolin

Çin Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi
Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

23 Temmuz’da 14 Filistinli grup Pekin’de Bölünmüşlüğe Son Verilmesi ve Filistin Ulusal Birliğinin Güçlendirilmesine ilişkin Pekin Deklarasyonunu (bundan böyle Pekin Deklarasyonu olarak anılacaktır) imzaladı. Bu, geçen yıl mart ayında Suudi Arabistan ve İran arasında gerçekleşen ve uluslararası toplum tarafından büyük övgüyle karşılanan tarihi uzlaşmanın ardından Çin’in Orta Doğu diplomasisinde bir başka dönüm noktasıdır ve zorlu ve dolambaçlı Orta Doğu barış süreci için yeni fırsatlar yaratmış ve yeni bir umut aşılamıştır.

Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (El Fetih), Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İslami Cihad gibi dünyanın yakından tanıdığı gruplar, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ilk kez kendi sınırları dışında, büyük istişareler, uzlaşmalar ve ulusal birlik taahhütleri bağlamında bir araya gelmişlerdir ki bu, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ender görülen bir durumdur. Bu aynı zamanda Filistin ve İsrail arasında Oslo Anlaşmalarının imzalanmasından bu yana geçen 31 yıl içinde de eşi benzeri olmayan bir olaydır ve Orta Doğu ile dünyanın siyasi ve diplomatik tarihine geçecektir.

Pekin Deklarasyonu, başta Filistin-İsrail çatışması olmak üzere Orta Doğu meselesinin çözümünün desteklenmesine belirgin bir Çin damgası vurmuştur. Çin’in büyük güç diplomasisi, çok taraflı diplomasi ve barış diplomasisinin en son meyvesi, Çin’in büyük bir gücün sorumluluklarını somutlaştırma, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirme ve dünya barışını ve kalkınmasını teşvik etme çabalarının bir başka şaheseri ve Çin’in Orta Doğu’nun yönetimine derinlemesine ve aktif katılımına yaratıcı bir katkıdır. Çin’in bölgesel meselelerle ilgilenirken Çin markası altında kamu hizmetleri sunma kararlılığına, yeteneğine, stratejisine ve araçlarına sahip olduğunu kanıtlamaktadır.

Mevcut Filistin Anayasası uyarınca geçici bir ulusal uzlaşı hükümetinin kurulması, Gazze’nin yeniden imarı ve mümkün olan en kısa sürede genel seçimlere hazırlanması; yeni bir ulusal konseyin (yasama organı) oluşturulması; geçici birlik ve kolektif liderlik kurumlarının ve operasyonel mekanizmaların etkinleştirilmesi, ortak karar alma ve deklarasyon hükümlerinin bir takvimle tam olarak uygulanması kararlaştırılmıştır.

Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi ve Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Wang Yi, Pekin Deklarasyonu’nun değerini özetleyerek, mevcut İsrail-Filistin çatışmasının çözümünün “Gazze’de ateşkes” gerektirdiğine işaret etti. Mevcut Filistin-İsrail çatışmasının çözümüne yönelik üç adım, “Gazze’de ateşkes”, “Filistinlilerin Filistinlileri yönetmesi” ve “Birleşmiş Milletler’e hızlandırılmış katılım”dan oluşuyor. Gözlemciler Pekin Deklarasyonu’nun iki temel engeli ortadan kaldırdığına inanıyor: Hamas ve diğer radikal grupların iki devletli çözümü kabul etmesi ve FKÖ’nün yüce otoritesinin ve tek meşru temsilinin tanınması; bu da çeşitli grupların devlet olma ve siyasi liderlik istekleri açısından ilk kez birleşmesini sağlayacak.

Pekin’den gelen açıklama dünyayı bir bahar şimşeği gibi sarstı ve pek çok kişi tarafından takdirle karşılandı. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Arap Ligi, Türkiye, Pakistan, Malezya ve diğer uluslararası örgütler ve önemli ülkeler Filistinli grupların uzlaşma çabalarına desteklerini ifade etmiş ve Çin’in oynadığı eşsiz ve yapıcı rolü takdirle karşılamışlardır.

Filistin sorununun ortaya çıkışından bu yana Arap ülkeleri ve İsrail uzun bir savaş ve çatışma dönemine girmiş, Filistin direniş hareketi belirli bir tarihsel arka planın ve karmaşık iç ve dış faktörlerin etkisi altında birçok fraksiyona dönüşmüştür. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dünya ve Ortadoğu büyük ölçüde değişmiş, El Fetih’in hakim olduğu ve uzun süredir sürgünde olan FKÖ, İsrail ile “Oslo Anlaşmaları”na varma fırsatını yakalamış, özerkliğe geçiş ve laik bir Filistin devletinin kurulmasının ardından nihai statüyü müzakere ederek “iki devletli çözümü” hayata geçirmeye çalışmış; işgal altındaki topraklarda kök salan Filistin devleti de birçok fraksiyon oluşturmuştur. Teokratik ve milliyetçi ideolojileri bir arada barındıran Hamas ve Cihad, Oslo Anlaşmalarını reddederek ve İsrail’in varlığını kabul etmeyerek silahlı ve şiddet içeren mücadelelerini sürdürmektedir.

Barış süreci aksamaya ve gerilemeye devam ederken, El Fetih ve Hamas’ın İsrail’e karşı oyunlarındaki hedefleri, stratejileri, araçları ve yol gösterici ideolojilerindeki farklılıklar giderek daha belirgin hale geliyor ve İsrail, “çimleri biçme” stratejisi ve böl ve yönet taktiklerinin yardımıyla, Filistinli gruplar arasında kasıtlı olarak bölünmeler, düşmanlıklar ve sürtüşmeler yarattı; bu da Filistin’de iki güç merkezinin ortaya çıkmasına ve ciddi bir iç çatışmaya yol açtı ve aynı zamanda sağcı İsrail güçlerine görüşmeleri sürdürmeyi reddetme ve işgal altındaki topraklara tecavüz etmeye devam etme fırsatı verdi.

Pekin Deklarasyonu’nun Filistinli gruplar ve siyaset arasındaki kaosa son vermesi, siyasi, askeri ve hukuki düzenler arasında koordinasyon ve birlik sağlaması, İsrail ile müzakerelerin talep, ilke ve stratejilerini belirlemesi, bir bütün olarak ulusun gücünü artırması ve İsrail’e karşı güçlü bir oyun oluşturması beklenmektedir.

Ancak Pekin Deklarasyonun başarılı bir şekilde uygulanmasının önünde ciddi zorluklar da mevcuttur. ABD ve İsrail hala Hamas ve diğer grupların meşruiyetini tanımayı reddediyor ve İsrail’deki sağcı güçler özellikle Filistin ulusal birliğinin ve cephelerin birliğinin sağlanmasından korkuyor ve bu nedenle kapsayıcı bir Filistin geçici yönetim sistemine karşı pasif ve hatta dirençli olmaya mahkumlar. El Fetih ve Hamas birçok kez uzlaşma ve işbirliği konusunda fikir birliğine varmış olsa da samimiyet eksikliği sonuçta bir çözüme ulaşılamamasına neden olmuştur. Buna ek olarak, iki grubun kamuoyu tabanları uzun süredir kademeli olarak tersine dönmüş ve Ulusal Konsey uzun süredir felç olmuştur, bu da FKÖ’nün prestijini ciddi şekilde aşındırmıştır. Dolayısıyla Filistinli güçlerin entegrasyonu konusunda kat edilmesi gereken uzun bir yol var.

Pekin Deklarasyonun uygulanmasının, geleneksel olarak Filistin’e dost ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan Çin ve Rusya’nın yanı sıra Filistin davasını uzun süredir destekleyen iki büyük Arap ülkesi Mısır ve Cezayir tarafından denetleneceği bilinmektedir ve şüphesiz çeşitli grupların bir “kimyasal reaksiyon” gerçekleştirmesini ve ikisinin harmanlanmasını sağlayacak bir yol haritası hazırlanacaktır.

Pekin Uzlaşısı hayali gerçeğe dönüştürürken, Filistin sorununun İsrail’in Lübnan ve Suriye ile olan toprak anlaşmazlıklarını da içeren Orta Doğu’daki anlaşmazlıkların merkezinde yer aldığı da kabul edilmelidir. Filistin-İsrail ihtilafının basit bir çözümü bile İsrail’in olumlu tepkisini, ABD ve diğer büyük ülkelerin pozitif enerjisini ve Birleşmiş Milletler kararları ve örgütleri çerçevesinde ortak çabaları gerektirmektedir.

Çin Hükümeti ve Filistinli gruplar tarafından barışçıl ve müreffeh bir ortam için ekilen yeni bir umut tohumu olan Pekin Deklarasyonu’nun, çatışmanın sürdüğü Orta Doğu’da filizlenip filizlenemeyeceği, çiçeklenip çiçeklenemeyeceği ve meyve verip veremeyeceği, Filistinli grupların ortak iradesine, çatışmanın taraflarının iki yönlü yürüyüşüne ve kalıcı, adil ve kapsamlı bir barış için çaba gösterme yönündeki güçlü iradeye, halkın bilgeliğine ve büyük cesaretine bağlıdır.

* Orta Doğu’yu iyi bilen bir isim olan Prof. Ma, Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak uzun yıllar görev yapmıştır. Akademik çalışmalarını Orta Doğu, Arap coğrafyası, Çin-Orta Doğu ilişkileri üzerine yoğunlaştırmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Birleşik Krallık’ta Muhafazakar Parti’nin seçim hezimeti 

Yayınlanma

Doç Dr.  Dilek YİĞİT*

Birleşik Krallık’ta 4 Temmuz 2024 genel seçimlerini kazanan İşçi Partisi 2010 yılından bu yana süren Muhafazakar Parti iktidarını sonlandırmış oldu. Seçim öncesi yapılan anket çalışmaları İşçi Partisi’nin seçimlerden “ezici üstünlük” ile çıkacağını öngörmüş olduğundan seçim sonuçları kimse için sürpriz olmadı. Fakat İşçi Partisi’nin seçim zaferi “ezici üstünlük” olarak okunacak ise, bunun %33.7 oy oranından değil, Muhafazakar Parti’nin yüzde % 23.7’lerde kalmasından yani Muhafazakar Parti’ye desteğin hızla düşmüş olmasından kaynaklandığını belirtmek gerekir.  1918’den itibaren yapılan hiçbir genel seçimde oy oranı bu kadar düşmemiş olan Muhafazakar Parti 1997 seçimlerini kaybettiğinde bile seçmenin % 30’undan fazlası tercihini Muhafazakar Parti’den yana kullanmıştı.

Muhafazakar Parti’nin iktidara geldiği 2010 yılından bu yana yapılacak bir değerlendirme partinin son genel seçimlerde başarısız olmasının nedenlerini kolaylıkla açıklayabilir. Muhafazakar Parti iktidarı boyunca birbiri ardına gelen zorlu sorunlarla ve süreçlerle karşılaştı. İktidara geldiğinde yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlardan ilki 2008 yılında başlayan küresel ekonomik krizin Birleşik Krallık’a yansımaları oldu. Ekonomide büyüme oranları Muhafazakarlar iktidara gelmeden 2008’de ve 2009’da negatif değerlere düşmüştü ama Muhafazakar Parti iktidarında 2014 yılına kadar küresel kriz öncesi 2007 yılındaki ekonomik büyüme seviyesi yakalanamadı. 2008’den itibaren hızla artan işsizlik oranları Muhafazakar Parti iktidarında 2012 yılında % 8.3 ile zirve yaptı ve 2007 yılındaki işsizlik oranı ancak 2015’de yakalandı. 1990’ların başından itibaren enflasyon sorunu yaşamayan Birleşik Krallık’ta 2008’de enflasyon artmıştı ama 2011 yılında % 5.2 ile tekrar zirveyi gördü. Kısaca Muhafazakar Parti ekonomik sorunları çözme konusunda epeyce yavaş kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleşmek zorunda kaldığı bir diğer sorun ise, İşçi Partisi’nin muhafazakarlara bıraktığı “mirastı”. Avrupa Birliği (AB) Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini içerecek şekilde genişlerken, İşçi Partisi iktidarının 2004 yılında iş gücü piyasasını AB’nin yeni üyelerinden gelecek işçilere açma kararı sonucu Birleşik Krallık’a yönelik göç öngörülemeyecek hızda artmıştı. Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’a yönelik artan göç hareketinin Britanyalılar arasında yarattığı memnuniyetsizliğin farkında olsa da, AB içinden gelen göçü engelleyemedi ve 2016 yılında gerçekleştirilen AB referandumuna kadar AB vatandaşlarının Britanya’ya göçü de, Britanyalıların kültürel ve ekonomik tehdit olarak gördüğü göç hareketine tepkisi de artmaya devam etti. Muhafazakar Parti göç sorununu çözme ve göç karşıtı Britanyalıların kaygılarını giderme konusunda da yetersiz kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleştiği ilk sorun küresel ekonomik kriz kaynaklı, ikinci sorun ise İşçi Partisi’nin göç politikasının “mirası” idi; bu sorunlardan hiçbirinin sorumluluğu Muhafazakar Parti’ye yükelenemezdi belki ama Muhafazakar Parti bizzat kendi çabası ile üçüncü bir sorunu İskoçya’da bağımsızlık referandumu yapılmasına rıza göstererek yarattı. Muhafazakar Başbakan David Cameron’ın 15 Ekim 2012’de İskoçya Birinci bakanı Alex Salmond ile yaptığı Edinburg Antlaşması (Referandum Antlaşması) aracılığıyla referandum için yasama yetkisi İskoçya Parlamentosu’na devredildi. Muhafazakar Parti iktidarının Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olma riski taşıyan böylesine bir referanduma izin vermiş olmasının kolaylıkla anlaşılabilir bir yanının olmadığını kabul etmek gerekir; ama Cameron İskoçya’da İskoç milliyetçisi İskoç Ulusal Partisi’nin (SNP) yükselişi karşısında referandum kararı almaktan başka “tercihi” olmadığını düşünüyordu.

İskoçya bağımsızlık referandumu 18 Eylül 2014 tarihinde gerçekleşti; seçmenin % 55’i İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılmasına “hayır” deyince, Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olan parti olarak tarihe geçmekten kurtuldu. Referandum sonucuna istinaden “İskoçya sorununun” Britanya’nın gündeminden düşmüş olduğunu düşünmeye başlayanlar,  Muhafazakar Parti’nin bir başka girişimiyle, bu şekilde düşünmek için acele etmiş olduklarını anladılar. Cameron 2015 genel seçimlerini kazandığı taktirde Birleşik Krallık’ın AB üyeliğini referanduma sunma sözü vermişti; seçimleri kazanınca da sözünü tuttu ve 23 Haziran 2016 tarihinde gerçekleştirilen AB referandumunda seçmenin % 52’si AB üyeliğine “hayır” deyince, Birleşik Krallık Ocak 2020’de AB’den çekildi ve böylelikle de “İskoçya sorunu” gündeme tekrar ve hızlıca taşındı. Zira AB referandumunda İskoçya’daki seçmenin % 62’si tercihini AB üyeliğinin sürdürülmesinden yana kullanmıştı; kendi iradelerinin aksine AB’den çıkan İskoçlar ikinci bağımsızlık referandumu talebiyle Muhafazakar Parti iktidarı üzerinde hep bir baskı yarattılar.

Muhafazakar iktidarın AB referandumu kararı sadece İskoçya’nın bağımsızlık meselesini tekrar gündeme getirmekle kalmadı, ayrıca AB üyeliği konusunda Muhafazakar Parti içindeki çatlakları da gözler önüne serdi.  AB referandumunun bu etkisi partiye İskoçya’nın bağımsızlığı meselesinden çok daha fazla zarar verdi. Referandum öncesi Muhafazakar siyasetçilerin bir kısmı AB üyeliği lehinde, bir kısmı AB üyeliği aleyhinde kampanya yaparken, referandum kararı alan Cameron’ın seçmeni AB üyeliğinin sürdürülmesi yönünde oy vermeye ikna etme çabaları oldukça ilginçti. Cameron AB üyeliği lehinde propaganda yaparken, haleflerinden biri olacak muhafazakar siyasetçi Boris Johnson ise seçmeni üyeliğe hayır demeye davet ediyordu. Böylelikle Muhafazakar Parti bizzat kendi girişimleriyle belli bir yönü, ortak ve tutarlı bir politikası olmayan bölünmüş parti imajı yaratmış oldu.

Yine de bu uzun süreçte Muhafazakar Parti’nin, kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmeyen seçmen nezdindeki kredisi tükenmemişti. 2015’de gerçekleştirilen genel seçimlerden % 36.8 oy oranı ile, 2017 seçimlerinden 42.3 ile, 2019 seçimlerinden % 43.6 ile  Muhazakarlar birinci parti olarak çıkmayı başardı. 2010 yılından itibaren partinin oylarını artırıyor olması çok dikkat çekici  idi. Bu gidişatı değiştiren ise ekonomiyi olumsuz etkileyeceği zaten öngörülmekte olan Brexit’e küresel pandemin etkilerinin eşlik etmesi sonucu Britanya ekonomisinin adeta sarsılması oldu. Birleşik Krallık’ta 2019 yılında GSYİH % 1.6 büyümüştü, ancak 2020’de büyüme oranları % – 10.4 gibi negatif değere düştü. GSYİH’de artış 2021 yılında % 8.7 olarak gerçekleşti, fakat sonrasında büyüme hızı tekrar yavaşladı. İsşizlik oranları 2021 yılında  % 5.3’e yükseldi; enflasyon ise 2022 yılında % 11.1 ile zirve yaptı. Küresel ekonomik krizin olumsuz etkileri karşısında Muhafazakar Parti’den vazgeçmeyen seçmen, Brexit’in ve pandeminin ekonomik etkilerine maruz kalırken de partiden desteğini esirgemeyebilirdi, ama Muhafazakar Parti 2016’dan bu yana sıklıkla lider değiştirerek seçmenine “iktidarda olmaktan yorulduğu” mesajını verdi. Belli ki seçmen de bu mesajı aldı. Dolayısıyla 2024 seçimleri aslında İşçi Partisi’nin kazandığı değil de seçmendeki kredisini tüketmek için uğraşır görünen Muhafazakar Parti’nin kaybettiği seçimler oldu.

Üstelik Muhafazakar Parti sadece İşçi Partisi’ne karşı değil, siyasetin sağ kanadındaki rakibi, kurulu düzen ve göçmen karşıtı  Reform UK’ye karşı da kaybetmiş oldu. “Aşırı sağ” olarak nitelendirilen Reform UK % 14.3 oy oranı ile seçimlerden üçüncü parti olarak çıkarken 2015 genel seçimlerinde UKIP’ın başarısını tekrarlamak suretiyle, aşırı sağ diye adlandırılan söylemlerin Britanyalılar tarafından rağbet görmekte olduğunu kanıtladı.

Kısaca Muhafazakar Parti 2024 seçimlerinden hezimetle çıktı. 20. yüzyılın başından itibaren ülkeyi en uzun süre yöneten parti olması dolayısıyla “doğal hükümet partisi” olarak tanımlanan partinin bu seçim hezimetini, özellikle de muhafazakar seçmenin desteğini alan Reform UK’nin yükselişini gerekçe göstererek, parti için “sonun başlangıcı” olarak okuyanlar mevcuttur. Ancak Britanya seçmeninin genel seçimlerde kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmiyor olduğu gerekçesiyle, bu seçim sonucunu Muhafazakar Parti için şimdilik “ne kadar süreceği belli olmayan muhalefet döneminin başlangıcı” olarak okumak daha yerinde olacak gibidir.

*Doç. Dr., lisans derecesini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden,  lisans üstü derecelerini ise İngiltere Essex Üniversitesi’nden ve Ankara Üniversitesi’nden aldı. Başkent Üniversitesi’nde ve Atılım Üniversitesi’nde Avrupa Birliği üzerine yüksek lisans dersleri verdi. Dilek YİĞİT’in Avrupa Birliği, Birleşik Krallık tarihi ve siyaseti ile İngiliz edebiyatına dair çok sayıda akademik yayını bulunmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Barış Harekâtı elli yaşında: Şimdi yeni hamle zamanı

Yayınlanma

Yazar

Türk Silahlı Kuvvetleri bundan tam elli yıl önce bir pazartesi günü sabahın çok erken saatlerinde Kıbrıs adasına amfibi çıkarma harekâtına başladı. Önce büyük gemilerin yanaşmasına müsait geniş limanı ve göreceli sığ sahiliyle Kıbrıs Türklerinin Mağusa dediği bugünkü Gazi Magosa’dan çıkılabileceği intibaı verildi. Sonra Girne’den bugün tanınmış bir tatil köyünün sığ bölgesinden çıkılacağı Kıbrıs mücahitleri olarak bilinen TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) güçlerine ulaştırıldı; ama oradan da çıkılmadı ve daha derin ve kıyıya yanaşılması oldukça zor bir bölge olan Karaoğlanoğlu koyundan çıkarma başlatıldı.

Uluslararası ortam daha iyi olamazdı. Türkiye kuvvet, mekân ve zaman kavramlarından oluşan kurmay stratejisinin bütün koşullarını oluşturmuştu. Rumların 1963 sonlarında giriştikleri katliamlar 1964 yılında da devam etmiş ve Türkiye askeri müdahalede bulunabileceğini ima edince Amerika Johnson mektubunu göndermişti. Oysa Türkiye adaya gerçekten müdahale etmekten ziyade Amerika ve İngiltere’nin NATO dayanışması adına Yunanistan’a baskı yaparak katliamları durdurmalarını beklemekteydi. Katliamlar duracak ve 1960 Antlaşmalarına göre kurulan ancak Rumların saldırıları sonunda fiilen Rum devleti haline dönüştürülen, yetki paylaşımı esaslı Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimine geri dönülebilecekti. Sadık müttefik olarak hareket eden Türkiye’nin NATO üyeleri arasında savaş çıkmasını önlemek için bu kadarcık bir beklentisi olması hiç de abartılı değildi.

JOHNSON MEKTUBU VE SONRASI

Ankara’daki hava böyleydi; ama 4 Haziran 1964 tarihinde ABD Başkanı Lyndon Johnson imzasıyla koalisyon hükümetinin başbakanı İsmet İnönü’ye ulaşan ve Türk-Amerikan ilişkilerinde lanetli bir belgeye dönüşen bu mektup üç konuda Ankara’yı sert ifadelerle uyarıyordu: Amerika’nın 1947’den itibaren verdiği silahları böyle bir çıkarmada kullanamazsın. Ayrıca Kıbrıs’a ‘saldırmanız’ Sovyetler Birliği’nin de size saldırmasına yol açarsa NATO’nun sizi koruması mümkün olmayabilir. Ve ima yollu da olsa hatırlatılan Akdeniz’deki 6. Filo yani istersek sizi durdurabiliriz.

Bu mektup Türk-Amerikan ilişkilerine atılmış bir balistik füze gibi oldu. Türkiye’nin sert tepkilerinden dolayı Amerika’nın durumu yumuşatma çabaları ve İnönü’nün Vaşington’a davet edilerek ‘hayır öyle demek istemedik, bir yanlış anlama oldu galiba’ seansları ikili ilişkilerin devamını sağladı. Fakat Türkiye artık 1950’li yılların çizgisini geride bırakması gerektiğini anlamıştı. Soğuk Savaş’a rağmen ve NATO’da kalarak Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler (özellikle sanayi ve ticaret alanlarında) geliştirmek, Arap ülkeleri ile münasebetlerini tamamen gözden geçirerek onları Yunan-Rum tarafından koparmak gibi adımlar atmayı öğrendi Ankara ve çok yönlü denilebilecek bu politikadan büyük faydalar temin etmeyi de başardı.

Yunan-Rum tarafı ise Johnson Mektubu’nu yanlış okumayı sürdürdü; ama bedelini de ödedi. İki ay sonra yani Ağustos başlarında Erenköy’de Türk köylerine ve TMT mevzilerine kapsamlı bir saldırı başlatan Rum birlikleri Türk Hava Kuvvetleri’nin alçak uçuş yaparak uyarıda bulunmasına rağmen durmadılar. Ve ertesi gününden itibaren THK 72 uçakla Rum mevzilerini sürekli vurarak hallaç pamuğuna çevirdi. Birkaç gün devam eden bombardımanın ardından Rumlar perişan şekilde geri çekilmek zorunda kaldılar. Mücahitler ise karşı saldırıya geçtiler.

ENOSİS POLİTİKASINDA ISRAR

Rumlar ve Yunanistan için Enosis amacında hiçbir değişiklik olmasa da taktik düzeyde nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda anlaşmazlıklar oluşmasına sebep olan ve Şehit Cengiz Topel’i kaybettiğimiz bu operasyon sonrasında da Rum saldırıları durmadı. Dahası Rumlar 1960 Antlaşmaları ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Türklerle paylaşmaya hiç niyetli değillerdi. Makarios hükümeti Türklere hayatı yaşanmaz hale getirerek çekip gitmeleri için her yola başvururken EOKA-B olarak Albay Grivas tarafından yeniden kurulan terör örgütü ise silahlı saldırılarını sürdürdü.

Taraflar arasındaki görüş ayrılıkları 1974 yılının temmuz ayında iyice açığa çıktı. Atina’daki askeri cuntanın (1967 yılında Papadopoulos liderliğinde Albaylar Cuntası olarak yönetime el koymuştu) kendisini devirme hazırlıkları içinde olduğuna iyice kanaat getiren Makarios Yunanistan Cumhurbaşkanı Gizikis’e bir mektup yazarak Yunanistan devletinin Kıbrıs’ı işgal hazırlıkları olarak gördüğü bu çabaları tek tek ifşa etti. Ve mektubu da basında yayımladı.

Makarios endişelerinde haklıydı ama korkunun ecele faydası olmadı. Adadaki Yunan alayı, gizlice gönderilen Yunan asker ve subayları ile Rum kuvvetlerinin içindeki Yunanistan yanlıları harekete geçerek 15 Temmuz günü bir darbe ile Makarios’u devirdiler. Bu, 1959-1960 antlaşmalarına göre oluşmuş olan anayasal düzenin toptan ortadan kaldırılması ve Garanti ve İttifak Antlaşmalarının açık ihlaliydi. Türkiye kayıtsız kalamazdı. Nitekim kalmadı ve darbeden sadece 120 saat sonra Girne açıklarından çıkarma başladı.

ULUSLARARASI ORTAM FEVKALADE LEHİMİZEYDİ

Türk birlikleri Karaoğlanoğlu mevkiinden karaya çıkmadan yirmi dört saat önce darbeden canlı kurtulan ve adadaki Ağrotiri İngiliz üssüne sığınarak önce Londra’ya sonra da New York’a ulaşan Makarios BM Güvenlik Konseyi acil oturumunda yaptığı konuşmada kendisinin devrilmesinin bir iç olay olmadığını, Yunanistan’ın ülkesini işgal ettiğini, Güvenlik Konseyi’nin zecri tedbirlere başvurarak ülkesini işgalden kurtarmasını istemişti. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye ve Yunanistan’a ilaveten üçüncü garantörü olan İngiltere ile yapılan görüşmeler de Ankara’nın çıkarma yapma stratejisine diplomatik dayanak sağlamıştı. Londra müdahale etmeyeceğini, ancak müdahaleye de karşı çıkmayacağını söylüyordu. Amerika 1964 krizinden ders aldığı için bu defa Ankara’yı kızdırmamak adına çok daha dikkatli bir tavır içerisindeydi. Moskova ise bu darbeyi Üçüncü Dünya yanlısı politikalar izleyen Makarios’un devrilmesini Vaşington’un tertiplediğini düşünüyor ve karşı çıkıyordu. Kısacası Ankara’nın önü diplomatik/siyasi olarak açılmıştı.

Bu denli uygun bir uluslararası atmosferde başlayan çıkarmanın ikinci safhasında (14 Ağustos) özellikle Amerika ve İngiltere aleyhte tavır sergilediyse de hiç kimse Türk birlikleri ve TMT mücahitlerinin adanın üçte birinden fazla kısmını kontrol altına almasına engel olmadı. BM aracılığıyla güneyde kalan Türklerin kuzeye ve kuzeydeki Rumların da güneye gönderilmesinin ardından Kıbrıs meselesi bir türlü bitmeyen uzun soluklu müzakerelerin konusu oldu.

FEDERASYONDAN İKİ EGEMEN EŞİT DEVLETE GEÇİŞ İÇİN ULUSLARARASI ORTAM ÇOK UYGUN

Çıkarma operasyonunun iki aşamalı olarak tamamlanmasının ardından kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Yönetimi (1975) ve Rumlarla bir ortaklık kurulamamasından sonra ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (1983) Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye açısından önemli adımlardı; ancak federasyon görüşmelerinden bir sonuç alınamadı. Önce Amerikan yönetiminin (Carter’ın seçim vaatleri ve ilk yılları) Ankara’ya karşı politikaları sonra da Avrupa Birliği üyesi yapılan (1981) Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı güç toplaması federasyon görüşmelerini sonuçsuz bıraktı.

Rum tarafı BM genel sekreterleri tarafından hazırlanan toplam üç çözüm paketini (de Cuellar Paketi, 1986, Ghali Fikirler Dizisi, 1992 ve Annan Planı, 2004) de reddettiler; çünkü eski Rum dışişleri bakanlarından Nikos Rolandis’in dediği gibi hiçbir Rum ve Yunan lider gerçek manada yetki paylaşımı esaslı bir federasyon istemedi. Güneydeki Rum devletinin egemenliğini kuzeye genişletecek bir yapıdan yana oldu. Türkler ise azınlık haklarından biraz fazla bir şeyler alabilirlerdi. Bu dönemde özellikle İngiltere ve Amerika’nın Kıbrıs’ı Türkiye’ye yedirmemek şeklinde izah edilebilecek Rumları ve Yunanistan’ı şımartan politikaları ve Soğuk Savaş’ın 1980’lerde yeniden hız kazanmasının yarattığı uluslararası şartlar ne federasyonu mümkün kıldı ne de Türkiye’nin alternatif tezlere yönelmesine imkân tanıdı.

Avrupa Birliği propagandasının Türk dış politikasını tümden esir aldığı yıllarda Türkiye açısından KKTC’nin tasfiyesi ve ada üzerindeki haklarının kaybı 2004 yılında referanduma iki tarafta ayrı ayrı sunulan Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesiyle önlenebildi. Maalesef Ankara’nın Kıbrıs konusundaki yanlış tutumunun devam ettiği 2017 yılına kadar yapılan, son raundu Crans-Montana’da gerçekleştirilen ve Türk tarafının garantörlük de dahil birçok konuda epeyce tavizkar davrandığı görüşmelerde sonuç alınamaması da Rum-Yunan tarafının fanatizmi sayesinde oldu.

Dünyanın çok kutupluluğa evrildiği günümüzde Kıbrıs sorununda Türkiye’nin elinin fevkalade güçlendiğine hiç şüphe yok. Sonuçta bu sorunu iki devlet temelinde çözümleyebilecekken Türkiye’yi adadan çıkarmayı hedefleyen ve bunu da çözüm lafının içine sokan Amerika ve İngiltere ile sonradan onlara katılan Avrupa Birliği alanda çözülmüş olan bir sorunu kabullenmek yerine değişik yol ve yöntemlerle güya çözüm bularak Türkiye’yi Kıbrıs’tan çıkarmaya çalıştılar. Fakat Denktaş’ın bizlere her zaman söylediği gibi Rum-Yunan tarafının fanatizmi Türkiye’nin önemli hatalar yapmasını engellemiş oldu.

Sorunu adeta içinden çıkılmaz hale getiren Batı dünyasının gücünün dengelendiği çok kutuplu bir dünyada KKTC’nin tanıtılması daha uygun şartlarda yapılabilir. Azerbaycan ve diğer dost ülkeler (Pakistan, Bangladeş) ve iyi ilişkiler içinde olduğumuz başka bazı devletlerle başlayacak tanınma Rum-Yunan tarafı ile ilişkileri tamamen bozulmuş durumdaki Rusya ve başka ülkelerden de gelebilir. Bunun için bir eylem planına ihtiyaç olduğuna hiç şüphe yok. Örneğin bugünlerde Gazze ve Batı Şeria’daki Filistin halkı için her şeyi yapıp, İsrail’i tam manasıyla karşımıza alırken Arap ülkelerine KKTC’yi sürekli hatırlatmak gayet yerinde olur.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English