GÖRÜŞ
Büyük savaş kaçınılmaz mı?
Yayınlanma
Yazar
Hazal Yalın1) Uluslararası mali sermaye ile Almanya’nın savaş sanayisine itilen geleneksel sanayi sermayesi arasında yeni bir ittifak kuruluyor.
Mali sermaye, banka ve tekel sermayesinin birleşmesine dayanır. Bu kavramı Marksist emperyalizm teorisinin temeli olarak kullanan ilk kişi Lenin’di ve kuşkusuz, meselenin siyasi veçhesinde, siyaset biliminin Aristocu temel taşlarına da gönderme yapıyordu; zira mali sermaye kendi yönetimi olan mali oligarşiyi doğurur; tıpkı Aristo’ya göre oligarşinin aristokrasinin yozlaşması olduğu gibi mali oligarşi de burjuva demokrasisinin yozlaşmasıdır. Mali oligarşinin başında da, sanayi ve ticaret karşısında hâkimiyetini tesis etmiş olan banka sermayesi vardır.
Burjuva devleti olağan dönemlerde göreli özerkliğini korur; çünkü burjuvazi iktidarsızdır. Benim yayınlanmayı bekleyen “1939”da, “Kısa bir devlet teorisi” başlığı altında altını çizmiştim bunun. Kapitalist toplumda genel, olağan eğilim şu yöndedir: burjuvazi kendi başına yönetmeye muktedir değildir, çünkü kişisel bağımlılık ilişkilerinin temeli ortadan kalkmıştır; bu yüzden normal burjuva toplumlarında burjuvazi adına onun paralı memurları (ideologları, siyasetçileri, mülki idarecileri, vb.) yönetirler. Ama bu genel eğilim olağan dönemlere özgüdür; olağanüstü dönemlerde (her ne kadar klasik faşist diktatörlüklerde bile devletin görece özerkliği korunuyor olsa bile) burjuvazi doğrudan müdahale eder ve memurlarıyla değil kendisi yönetmeye başlar.
Artık olağanüstü bir dönemdeyiz. Önce bizde mi başladı, ABD’de mi, İtalya’da mı, kesin olarak söylemek galiba mümkün değil. Gerçi Trump başlı başına bir “fenomen”. İtalya ise hep bir istisnadır; dolayısıyla sıra dışılığı bizden başlatmak daha doğru bir yaklaşım olabilir: sektörlerin en gözde patronları bakanlıklara atandılar. Bizi Fransa takip etti ve Rothschild’in altın çocuğu, Fransa’nın savaştan bu yana en gerici ama en çok parlatılan başkanı olarak ülkenin başına atandı. Bu parlak ve becerikli delikanlı, sarı yeleklileri kanla ve gözlerini oyarak bastırmakla kalmadı, benzeri görülmemiş bir demokratlık halesiyle de ödüllendirildi.
Bugün Fransa’yı denizin öte yakası takip ediyor: Goldman Sachs’ın altın çocuğu, Hintli sömürge işbirlikçisi bir familyanın en son ve en seçkin temsilcisi Sunak, neoliberal dünyanın alkışları arasında III’üncü Charles’ın hükümetinin başına getirildi. Derisinin rengini parlatan bu alkışlar Britanya “demokrasisine” övgüler düzmek için kullanılıyor; oysa raf ömrü marulu geçemeyen teneke leydi bile Downing Str. 10 numaraya halkın değilse bile en azından Muhafazakâr Parti delegelerinin oylarıyla taşınmıştı, Goldman Sachs’ın çocuğu ise doğrudan atandı.
Eğilim tekil değil. Endonezya’daki G20 zirvesinde veya Davos’ta olduğu gibi hemen bütün devletlerarası etkinliklere Schwab, Soros ve Gates gibi tiplerin de katılması, bu küresel burjuva elitinin uluslararası gelişmelerde oynadığı aracısız, doğrudan role, dolayısıyla burjuva devleti açısından yeni normal haline gelen küresel bir anomaliteye işaret ediyor.
Demek ki şunu söylemek kesinlikle doğrudur: bugün mali oligarşi, sadece mali sermayenin yönetimi değil, onun ta kendisidir. Dahası, bu oligarşi emperyalist troyka nezdinde küreselleşti ve bütün yerel oligarşileri yeniden şekillendiriyor. Bu süreç savaşsız tamamlanamaz; yerel oligarşilere küreselleşmiş bir ortaklık temelinde mutlak iktidar ve azami kâr vaat eden savaş, uluslararası mali sermaye ile başta Almanya olmak üzere bütün Avrupa’nın, Japonya’nın ve troykanın (Güney Kore’den Kanada’ya kadar) uydularının savaş sanayisine itilen geleneksel sanayi sermayesi arasındaki yeni ittifakın motorudur. Öte yandan tam da bu ittifak, bu halkaların siyasi bağımsızlıklarını da ortadan kaldırıyor.
2) Bu ittifak başta Almanya olmak üzere Avrupa’yı Amerikan siyasi iradesine tabi kılarken sanayinin önüne daha büyük kârlar elde etme imkânı kazandırıyor.
Geleneksel sanayi savaş sanayisine dönüşebilir mi? Evet, dönüşebilir ve dönüşür. BMW fabrikalarından tank, Mercedes fabrikalarından zırhlı, Fiat fabrikalarından mühimmat, Citroen fabrikalarından top, Airbus fabrikalarından savaş uçağı çıkarmanın önünde hiçbir engel yoktur. Bunlar zaten uğraştıkları işlerdir. Sorun sadece, mesela BASF’dan Ziklon B mi çıkaracakları sorunudur ki, her ne kadar bunun da bir sakıncası yoksa bile (ABD ve ortaklarının başta Ukrayna olmak üzere pek çok ülkede askeri-biyolojik laboratuvarlarını unutmayalım) hiç değilse Avrupa Komisyonu’nun başındaki barones ve velinimetlerinin servetlerine servet katmak için ölümcül aşılar veya genetiği değiştirilmiş gıda için tohum ve gübre üretebilirler.
“Siyaset bilimcilerin” ve “jeopolitikçilerin” tartışmaları genellikle bunun gerçekleştirilebilirliği üzerinden değil (buna pek bakılmıyor), bir önceki başlıkta değindiğim ön şart üzerinden yapılıyor: troykanın diğer halkaları ve uyduları siyasi bağımsızlıklarını kaybetmeyi neden göze alıyorlar? Oysa bu, sınıf ilişkilerinin ve kapitalizmin tabiatının yerine aslında iradesiz oldukları halde irade sahipleri oldukları varsayılan bir grup insanın planlarını, duygularını, beklentilerini geçiren yanlış bir sorudur; doğrusu şöyle olmalı: neden göze almasınlar, dahası siyasi bağımlılık, sömürü pastasından daha ballı dilimler vaat ediyorsa eğer bağımsızlıktan neden vazgeçmesinler? Gerçekte siyasi bağımsızlık çoktan kaybedilmiş bir şeydir, bugün arzu edilen sadece vassal haklarının genişletilmesidir. Rothschild bankerinin başkanlık yaptığı Fransa’nın (geleneksel olarak siyasi bağımsızlığına en düşkün batı Avrupa ülkesi) dışişleri bakanı Catherine Colonna daha kasım ayında bunu çok açık ifade etmişti; ekselansları Madame şöyle demişlerdi: “Eğer Avrupalılar her Amerikan seçiminde gerilim yaşamak istemiyorlarsa daha çok özerkliğe giden yolu bulmalılar.” Bağımsızlık değil özerklik; (halkı boş verin) kendi burjuvazisinin menfaatlerini kollayan devlet değil troykanın seksiyonu. Aslında bundan daha makul bir şey de olamaz, zira bu siyasi çerçeveyi kuran iktisadi ortam zaten, yerli mali oligarşilerin küresel mali oligarşi çetesinin organik bileşenlerinden ibaret oluşu, ve ülkelerin de doğrudan doğruya ve aracısız olarak bunlar tarafından yönetilmekte oluşudur.
3) Bu süreç iddia edilmesi moda haline gelen “sanayisizleştirme” değil sanayinin askerileştirilmesi anlamına geliyor.
Avrupa’nın ABD tarafından “sanayisizleştirildiği” iddiaları dalga dalga yayıldı. Ben, savaşın kaçınılmaz olduğunu birçok defa yazdığım 24 Şubat’ın çok öncesinden beri tamamen aksi fikirdeyim: hayır, Avrupa’da sanayisizleştirme değil sanayinin askerileştirilmesi süreci yaşanıyor. Bu, büyük burjuvaziye rağmen Amerikan baskısıyla yaşanmıyor; büyük burjuvazinin kâr hırsının Amerikan hegemonya planlarıyla çakışması yüzünden yaşanıyor, zira sanayinin askerileştirilmesi büyük burjuvazi için azami kâr anlamına gelir. Son olarak Münih konferansındaki eşi benzeri görülmemiş saldırgan retorikten başka NATO’nun askeri harcamalarda GSYH’nın en az yüzde 2’si dayatmasının da ötesine geçmesi, AB “reichsführerlerinin” silah ve mühimmat üretimine hız verme çağrıları ve halk kitlelerine bütün bunları doğal, gerekli, kaçınılmaz şeylermiş gibi kabul ettirmeye yönelik benzersiz endoktrinasyon, bu durumu açık seçik gösteriyor; dahası geleneksel Avrupa sanayi sermayesi büyük bir şevkle işe koyulmuş ve savaş envanterini genişletmeye girişmiş durumda.
Avrupa’da ekonominin askerileştirilmesi, onun yeniden yapılandırılması demektir.
Apaçık bir ırkçı ve faşist olan “sosyalist” cübbeli diplomasi şefi, savaş çağrıcısı Borrell, daha ekim ayında şöyle demişti: “Refahımız, Rusya’dan gelen ucuz enerji temeli üzerinde kuruluydu. Açıktır ki bugün, bir bağımlılığın yerine diğerini koymamak, mümkün olduğunca Avrupa içinde enerji kaynakları aramak zorundayız. En iyi enerji, içeride üretilendir. İnsanlar henüz, Rusya ve Çin’in, daha önce ekonomimizin kalkınması için oynadıkları rolü artık oynamayacaklarının farkında değiller. Bu da ciddi bir yeniden yapılanma gerektiriyor.”
Bu, şunları kaçınılmaz olarak öngerektirir: 1) emperyalist troykanın siyasi kenetlenmesi; 2) Rusya yerine Avrupa’da Norveç ve Britanya’nın, Ortadoğu’da Katar’ın, okyanus ötesinde ABD ve Kanada’nın enerji kaynaklarına bağımlılık; 3) Çin’in dünyanın fabrikası rolünün ürettiği kırılganlığına dayanarak siyasi olarak etkisizleştirilmesi.
Hiç unutmamak için tekrar etmek gerek: bu süreç bilinçli ve örgütlü bir şekilde hazırlandı. Avrupa Komisyonu adını taşıyan kıtanın en büyük Amerikan lobisinin “reichsführeri” barones, Münih konferansında, daha 2021 eylül ayından itibaren Rusya’ya karşı yaptırımlara hazırlandıklarını söylemekte sakınca görmedi. Yeşillerin eşbaşkanı, Bundesminister des Auswärtigen Annalena Baerbock (tarihteki yeri ve misyonu Reichsminister des Auswärtigen Joachim von Ribbentrop’un yanıdır) provokatör rolünün yanı sıra daha ağustos başında Alman silah sanayisine “özel olarak Ukrayna için silah üretme” ve çatışmaların 2023’te de sürmesine hazır olma çağrısı yapmıştı.
Bu ittifak içinde savaş sanayisiyle doğrudan ilişkisi nedeniyle bilişim sektörü özel bir rol oynuyor. Çağdaş faşizmin kaldıracının, çağdaş kapitalizmin en ilerici halkası sayılan bu sektörde yatması şaşırtıcı değil. Görünürde bu halka LGBT’den kadınlara ve azınlıklara varıncaya kadar her türlü hakkın savunucusu gibi geçinir, gerçekteyse sınıfsal bağları parçalar, ilişkileri amorflaştırır, soysuzlaştırır. Bu halkanın siyasi temsilcileri, ideologları, giydikleri ilericilik ve çağdaşlık elbisesinin altında her türlü gericiliğin ve faşistleşme sürecinin doğrudan failleridir. Borrell vb.nin arkasındaki gerçek güç, hem askeri sanayi hem de banka sermayesiyle tamamen iç içe geçmiş olan bu globalistlerdir.
Kapitalist sanayi üretilen emtianın süratle tüketilmesini gerektirir, bunun en ideal yolu savaşlardır. Öte yandan savaş sanayisi bütün temel hak ve hürriyetlerin süratle ve amansızca budanmasını gerektirir; açlıktan titreyen emekçiler, büyük burjuvazi daha çok kazansın diye sefalete düşen ve ölen emekçiler olduğu sürece sistem mükemmel işler.
4) Bunun siyasi sonucu başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın militarize edilmesidir ve bu süreç geri dönüşsüzdür.
Sanayinin askerileştirilmesi siyasetin militarizasyonuyla paralel yürür ve bu, 20’nci yüzyıl tarihinin defalarca gösterdiği gibi, faşistleşme sürecinde son eşiğin aşılması demektir.
Süreç geri dönülmez noktaya çoğu zaman sanayinin ve siyasetin militarizasyonuyla varır. Birincisi, bir ekonomik istikrar sağlar, derin bir milli krizin arkasından hızlı sanayileşme, muazzam kârlardan emekçi kitlelere düşecek kırıntılarda artış, işsizlik ve resesyonun arkasından istihdam ve artan büyüme vaat eder. Bu, toplumun siyasi gericileşmeye karşı reflekslerini köreltir. İlerici güçlerin tasfiyesi kolaylaşır, burjuva demokratik hak ve hürriyetlerin tasfiyesi hızla tamamlanır.
Buna karşı tek makul itiraz, böyle bir gelişmenin kapitalizmin nihai çıkarlarına uygun olmayacağı, veya (Almanya örneğinden devam edersek) “Alman sanayisinin silah sanayisine evrilmesinin Alman tanklarının hem şöhret hem de pazar kaybetmesine yol açacak” olmasıdır. Öyle ya, yenilmez sayılan Leopardlar Ukrayna’da tutuşmaya başlayınca ne olacak? Washington zaten Leopardları elden çıkarmaları karşılığında Abrams koklatacağının işaretini çaktı.
Bu yaklaşım eksik, dolayısıyla yanlıştır. Yanlıştır, çünkü, birincisi, kapitalizm kendi nihai menfaatini her şeyin önüne koyan akıllı bir makine, işlevsel bir beyin değildir; ve ikincisi, bu yaklaşım, ABD’nin Almanya siyasetini kuklalaştırma eğilimini, bunun ABD’nin kadir-i mutlak gücünden veya diğer ülkelerin siyasi güçsüzlüğünden kaynaklandığı önkabulüyle abartıyor, gerçek nedenin güç-güçsüzlük ilişkisinde değil ilişki biçimlerini doğuran sınıf menfaatlerinde yattığını gözden kaçırıyor. Alman finans ve sanayi burjuvazisinin ortak menfaatlerini, ilkinin uluslararası emperyalist ortaklığın bir parçası olduğunu ve ikincisini kredilerle beslemekle kalmayıp doğrudan doğruya militarizasyon yolunda teşvik ettiğini, ve neticede bunların her ikisinin de menfaatlerinin ekonominin, dolayısıyla siyasetin de militarizasyonunda yattığını görmüyor.
“Alman sanayisinin silah sanayisine evrilmesinin Alman tanklarının hem şöhret hem de pazar kaybetmesine yol açacak” olması, ikincisinden sakınmak için ilkinden vazgeçme sonucunu doğurmaz. Normal şartlarda sosyal-demokratlar kapitalizmin uzun vadeli menfaatlerini burjuvazinin diğer siyasi temsilcilerinden daha iyi kollarlar, ama tam da bu yüzden onların siyaseti sık sık kapitalist sistemle çatışır, zira sistem (kısmen abartarak söylüyorum) insani akılla değil hayvani refleksle işler. Alman sanayi burjuvazisinin ve sanayinin kendisinin militarizasyonu, Almanya kapitalizminin uzun vadeli menfaatleri için uygunsuz olabilir, ama öyle diye burjuvazi bundan vazgeçmez, gelecekte riskle karşılaşabileceği endişesiyle bugünkü kârından vazgeçmez.
Doğru, risk vardır; ama 1936’da da risk vardı. Normal şartlarda burjuva siyaseti, sadece sosyal-demokratlar değil muhafazakârlar da, geleceğe yönelik bu risk potansiyelini azaltabilirler; ama anormal şartlarda kapitalizmin en saldırgan kesimlerinin doğrudan temsilcileri olan Yeşiller ve faşistler gibi partiler burjuva siyasetinin geri kalanını da domine ederler.
5) Almanya’da sermayenin en saldırgan, en şoven, en gerici, en militarist kesiminin siyasi temsilcisi Yeşillerdir.
Bu iddianın ne anlama geldiği yeterince açık: Avrupa’da faşist diktatörlükler ancak Yeşiller vb. neoliberal akımlar üzerinde yükselebilir.
Faşizm üzerine teorik tartışmaların ayrıntılarına girmeyeceğim. Bütün bu analizlerin güçlü olduğu yanlar da var, zayıf olduğu yanlar da. Faşizmi cinsellikle, kadın-erkek eşitsizliğiyle, kimi düpedüz uçuk kaçık ideolojik akımlarla, ütopya diye sunulan dizütopik dünya tasarımlarıyla, dinle veya dindışılıkla ilişkilendiren analizler de var. Bunların her biri, genel olarak faşizmin veya özgül bir faşist hareket yahut diktatörlüğün muhtelif, tekil yanlarını ilgilendiriyor. Ama bütün siyasi hareketler ve rejimler gibi faşizm de bu özgüllükleriyle değil ancak genel, ortak, sınıfsal nitelikleriyle doğru biçimde kavranabilir.
20’nci yüzyılın yirmili yıllarında küçük burjuva sağcılıkları faşizm adının çeşitli varyasyonlarıyla yükselmeye başlamışlardı, ama bu kavramın bugün bildiğimiz, en azından marksistlerin büyük bölümünün mutabık kaldığı anlamıyla henüz faşist değillerdi. Bu mutabakat, faşist diktatörlüklerin ve faşist hareketlerin sınıf ilişkilerinin analizine dayanır ve en genelde, bunların milli bir krizin ardından, bu krizin diğer veçhelerinin yanı sıra ideolojik veçhesinin de sonucu olarak küçük burjuva sağcılığının yükselişiyle, ama en önemlisi, bu hareketlerin büyük burjuvazinin menfaatleriyle bütünüyle örtüşmesiyle açıklanır. Ve tam da bu nedenle faşist hareketler ve diktatörlükler, (Poulantzas’ın deyişiyle) “dönüşsüzlük noktasından” “stabilizasyon döneminin” sonuna kadar gerçek anlamda faşisttirler. (Ve Dimitrov’un deyişiyle): “Faşizm, mali sermayenin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğüdür. Faşizm sınıflarüstü bir iktidar ve küçük burjuvazinin yahut lümpen proletaryanın mali sermaye üzerindeki iktidarı değildir. Faşizm bizatihi mali sermayenin iktidarıdır.”
Demagoji en çok faşist diktatörlüklerin uzmanlık alanıdır. Avrupa’nın birbirleriyle yarışan savaş kışkırtıcısı partilerinin, ama en çok da Yeşillerin sözlüğünde bütün kelimelerin yeni bir anlam kazanması boşuna değildir: barış, savaştır; refah, savaş sanayisidir; çevre, düşmandır; tarım, açlıktır; hürriyet, köleliktir; bağımsızlık, uşaklıktır.
İlginizi Çekebilir
-
Romanya Devlet Başkanı, Ukraynalı denizcilerin ülke topraklarında eğitimine onay istedi
-
FT: Avrupa’nın batarya umudu Northvolt hayatta kalmak için savaşıyor
-
Japonya’nın Ishiba’sının Asya NATO’su önerisi ABD’de ‘fantezi’ olarak görüldü
-
ABD ve Hindistan, Hint Okyanusu konusunda ilk diyaloğu gerçekleştirecek
-
Neredeyse tüm Türk bankaları Rusya ile iş yapmayı kesti
-
10 yaşındaki Japon çocuğun bir Çinli tarafından öldürülmesi iki ülke ilişkilerini daha da gerdi
GÖRÜŞ
Çin-Afrika Zirvesi ve Kolektif Batı: Eyvah Çin Afrika’yı da kaptı
Yayınlanma
1 gün önce18/09/2024
Yazar
Hasan ÜnalÇin’in son bir yıl içerisindeki diplomatik hamleleri Kolektif Batı’da alarm zillerinin çalmasına sebep oluyor. Önce geçen yıl Beijing yönetiminin (Mayıs 2023) Körfez’in iki yakasında bulunan ve onlarca yıldır kavgalı ilişkiler içindeki İran ile Suudi-Arabistan ve diğer Arap ülkeleri arasındaki normalleşmeyi sağlaması büyük bir diplomatik başarıydı, her ne kadar Batı dünyası bu büyük sükseyi hafife almaya çalışmış olsa da… Çünkü ABD’nin yakın dostu Şah zamanında İran Körfez’in bir tarafında ve Suudi Arabistan ile Arap ülkeleri öbür tarafında olmak üzere bu devletlerin neredeyse hepsi birden Amerika’nın müttefikleriyken (Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak hariç) Vaşington yönetimleri bu dostlarını/müttefiklerini uzlaştıramamış hatta bunu doğru dürüst denememişti bile…
ABD stratejileri devletleri uzlaştırarak kaynakları hakkaniyet ilkelerine uygun bir şekilde paylaşmak esaslı olmadığı için bunu Türkiye-Yunanistan arasında da denemediler. Gerek Körfez’de gerekse Ege ve Doğu Akdeniz’de kendi müttefikleri arasındaki çelişkileri kullanmak Amerika’nın jeopolitik mantığına daha uygundu. Türkiye ile Yunanistan arasında bunu hala uygulamakta olduklarını yakından görebiliyoruz.
Çin’in bölgesel diplomasi başarıları bununla sınırlı kalmadı. Bu yılın (2024) mayıs ayında Çin ile Arap Ligi ülkeleri dışişleri bakanları düzeyinde Beijing’de bir araya geldiler. Bu toplantıya başta Mısır olmak üzere bazı Arap devletleri liderler düzeyinde katıldılar. Çin’in Arap ülkelerine ve özellikle Filistinlilere ‘mazlum millet’ olarak hitap etmesi onların kalplerini kazanmaya yetmiş gibiydi. İsrail ve Kolektif Batı’nın Gazze günahlarının Çin tarafınca şiddetli eleştiriye tabi tutulması hem bugüne kadar izlediği politikalarla uyumlu bir çizgiyi temsil ediyordu hem de Arapların tamamının kalbini kazanmaya katkıda bulunmuştu. Ayrıca Çin’in Filistin meselesine Arap tarafının penceresinden bakması, kendisine ait bir gizli gündeminin olmaması bu diplomatik girişimlerini hem mümkün kılabiliyor hem de sonuç almasını/alınmasını sağlıyordu.
Yaklaşık iki ay sonra (23 Temmuz 2024) Çin’in bu defa da başta El Fetih ve Hamas olmak üzere toplamda on dört Filistin direniş örgütünü bir araya getirerek aralarındaki farklılıkları bir kenara bırakma ve ortak mücadele konusunda uzlaştırdığı haberi geldi. Hatta medya tabiriyle haber gündeme bomba gibi düştü. Bunların hiçbirisini Amerika veya bir Batılı ülke yapamazdı/yapamadı; çünkü Arapların/Filistinlilerin meşru haklarına Amerika hiçbir zaman saygı duymadığı gibi her zaman Arapları/Filistinlileri zorlama veya aldatma düşüncesiyle hareket ettiği düşünüldüğü için Vaşington’un böyle bir başarıya imza atabilmesi hemen hemen imkânsız(dı).
AFRİKA ZİRVESİ KOLEKTİF BATI’NIN HUZURUNU KAÇIRDI
Bütün bu başarılı diplomatik hamlelerin üzerine gelen Çin-Afrika İşbirliği forumu (FOCAC – Forum on China-Africa Cooperation) başta Amerika olmak üzere eski sömürgeci Batılı ülkelerin huzurunu kaçırmışa benziyor. Aslında söz konusu zirve 2000 yılından bu yana tam sekiz kere toplanmış yani bu defa Beijing’de yapılan (4-5 Eylül 2024) dokuzuncusu. Bu zirveyi medyada bu kadar ön plana çıkaran sebeplerin başında çok kutuplu sistemin oturmaya başlamasının Kolektif Batı üzerinde yarattığı olağanüstü stres ve Amerika liderliğindeki tek kutupluluğun önlenemez bir şekilde sona erdiği gerçeği olduğuna hiç şüphe yok. Bir diğer sebebi de çok kutuplu dünya düzeninde belirleyici bir role sahip olacak olan Çin’in yukarıda bahsettiğimiz sonuç alıcı diplomatik hamleleri olsa gerektir.
Açıkça söylemek gerekirse son otuz yılı aşkın sürede Kolektif Batı’nın hem Çin hem de Afrika analizleri ve varsayımları tamamen yanlış çıktı. Bir Amerikan hükümet programıyla yaklaşık bir aylığına Amerika’ya ilk defa gittiğim 1996 yılında Çin ve Afrika hakkında bizlere söylenenler bugünlerde yaşananları gayet güzel anlatır gibi… Bir hafta Vaşington, bir hafta o zamanlar çok meşhur ve önemli olan Silicon Valley’nin başkenti San Jose, derken beş gün kadar Minnesota ve beş gün New York’tan oluşan gezimizin bütün ayaklarında gerek resmi kurumlarda gerekse düşünce kuruluşlarında ve aynı zamanda lobi şirketlerinde aldığımız brifinglerde Afrika’nın Batı’nın radarında olmadığı ve Çin’in çorap, tekstil, tişört vs. üreten bir ülke olduğu; serbest Pazar ekonomisiyle kalkınmaya devam etmesi halinde çok büyük değişim ve dönüşümler yaşayacağı, mevcut planlamacı ekonomik sistemi sürdüremeyeceği anlatıldı.
Oysa aradan geçen otuz yılda ne Çin onların beklediği gibi ucuz tekstil ve çocuk oyuncakları üreten bir ülke olarak kaldı ne de Afrika dünyanın radarı dışında kendi halinde debelenmeye devam etti. Özellikle Çin’in Afrika’da yaptığı yatırımlar ve Afrika ülkeleriyle başlattığı ekonomik ve ticari ilişkiler bu kıtayı dünyanın radarına soktu. Çünkü kaynaklarına eski sömürgeci ülkeler Fransa ve İngiltere tarafından büyük ölçüde çökülen, bu devletlerin desteklediği bir diktatörden diğerine gidip gelen rejimlerle yönetilen Afrika devletleri Çin’in kendilerine sunduğu yeni imkanlar ve yapmadığı siyasi baskılar dolayısıyla yeni bir uluslararası ticaret ve ekonomi pratiği ile tanışmış oldular.
Bu arada basit tekstil ve hafif sanayi ürünleriyle uğraşması beklenen ve bu arada etnik olarak parçalanabileceği düşünülen Çin dünyanın devasa bir ülkesi haline geldi. Üretim ve ihracata dayalı ekonomik ve planlama esaslı kalkınma programı ülkeyi sadece dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline getirmekle kalmadı; aynı zamanda yüksek teknoloji üretimi ve inovasyonunda Çin’i dünya lideri haline getirdi. Pek çok uzmanın söylediği gibi Çin’in Amerika ve Avrupa ile bir rekabeti artık söz konusu değil; çünkü bu yarışı Çin açık ara göğüslemiş durumda.
Afrika’da Batılı devletlere karşı Çin’i öne çıkaran en önemli unsurlardan birisi Beijing yönetiminin bu devletlere kredi verirken veya onlara alt yapı tesisleri kurarken siyasi taleplerde bulunmaması. Dahası Batılıların her zaman yaptığı gibi devletler arasındaki uzlaşmazlıklar ve çelişkileri onlara karşı kullanmaması ve her devlet içindeki azınlıkları örgütleyerek demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi bahanelerle bunları kendi devletlerine karşı kışkırtmaması. Kolektif Batı içinde yer alan devletler dışında her yerde başvurulan bu kirli yöntemler birçok ülkeye büyük maliyetler getirdi hatta bazılarının parçalanmasına giden kargaşalara sebep oldu.
Çin’in her yerde olduğu gibi bir medeniyet ve kültürün diğerlerinden üstün olduğunu ima eden Batılıların aksine medeniyetler arası işbirliği, halklar arasında yoğun temaslar kurulması ve her medeniyetin diğer(ler)inden bir şeyler öğrenmesi gerektiği tezi Afrikalıların da beğenisini topluyor. Orta Doğu’daki girişimlerinde Çin’in üst üste başarılı sonuçlar almasının arkasında yatan en önemli unsurlardan birisi olan bu Medeniyetler İnisiyatifi Çin Lideri Şi’nin geliştirdiği Küresel Güvenlik İnisiyatifi ve Küresel Kalkınma İnisiyatifi ile birlikte ele alındığında Beijing’in Afrika’da neden Kolektif Batı’ya karşı tam üstünlük sağladığı daha iyi anlaşılıyor.
DOKUZUNCU FORUM
Bu yıl dokuzuncusu yapılan Çin-Afrika İşbirliği forumu (FOCAC) kıtada on binlerce kilometre yol ve binlerce kilometre demiryolu, çok sayıda okul, hastane ve fabrika yapmış bulunan Beijing’in yeni açılımlarına da sahne oldu. Örneğin Çin Afrika’ya elli milyar dolarlık yeni yatırım/finansman ayırdığını açıkladı. Öte yandan Afrika’nın ve dünyanın en fakir ülkelerinin Çin’e sıfır gümrükle ürünlerini satmasına izin vereceklerini açıkladı ki, her ikisi de gerçek ekonomiye ciddi yatırım anlamına geliyor ve Çin-Afrika arasındaki işbirliği alanlarının artarak derinleşeceğine işaret ediyor.
Amerikan Derin Devleti’nin yönlendirdiği ve büyük ölçüde İsrail lobisinin kışkırttığı savaşlarda son otuz yılda demokratikleştirme hikayeleriyle Afganistan’dan Irak’a oradan Libya ve Suriye başta olmak üzere pek çok ülkeye kan kusturan Vaşington kendi kaynaklarını çarçur edip trilyonlarca doları sokaklara saçarken nasıl güçlü, kalkınmış ve bütünlüğünü konsolide etmiş bir Çin ortaya çıktıysa, bu dönemde Çin’in girişimleriyle Afrika devletleri de alternatifleri olduğu gerçeğini keşfettiler. Çin’e ilaveten bir yandan Rusya öte yandan da Türkiye gibi devletlerin nüfuz alanı oluşturmaya çalıştığı Afrika muhtemeldir ki, artık dünyanın radarına oturdu ve çıkmayacaktır.
Fakat bu radara girme meselesi ‘Afrika bizim radarımızda değil’ diyen Kolektif Batı’nın tepeden bakan tavrını dışlayan bir şekilde olacaktır. Zambialı bir analistin gayet veciz bir şekilde anlattığı gibi Amerikalı yetkililer Çin’in inşa ettiği havaalanına uçaklarıyla inip, Çin’in yaptığı yollardan arabalarıyla geçip yine Çin’in yaptığı bir binada toplantı düzenleyerek Afrikalılara neden Çin ile işbirliği yapmamaları gerektiğini anlatıyorlar. Artık dünyanın radarına oturmuş durumdaki Afrikalı halklar demokrasi, özgürlükler vs. propagandasını özellikle de İsrail’in Gazze’de yapmakta olduğu soykırım karşısında üç maymunu oynayan Batılıların ağızlarına tıkıp Çin ile gerçek ekonomi alanlarında işbirliğini artan bir hacim ve hevesle sürdürecekler gibi görünüyorlar.
GÖRÜŞ
“Da Tong” ve “Ubuntu”: Çin ve Afrika için Ortak Bir Gelecek Topluluğu
Yayınlanma
1 gün önce18/09/2024
Yazar
Harici.com.trYi Shaoxuan, Araştırma Görevlisi
Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi
4-6 Eylül 2024 tarihleri arasında Pekin’de Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC) Pekin Zirvesi düzenlendi. Zirveye Çin’den ve 53 Afrika ülkesinden devlet ve hükümet başkanları katıldı. Zirvenin ardından iki taraf ortaklaşa “Yeni Dönem İçin Ortak Geleceğe Sahip Her Yönüyle Çin-Afrika Topluluğunun Birlikte İnşa Edilmesine İlişkin Pekin Deklarasyonu”, “Çin-Afrika İşbirliği Forumu Pekin Eylem Planı (2025-2027)”, “Küresel Kalkınma Girişimi (GDI) Çerçevesinde İşbirliğinin Derinleştirilmesine İlişkin Çin-Afrika Ortak Bildirisi” ve “Modernizasyon için On Ortaklık Eylemi” gibi bildiri ve girişimler yayınladı. Bu belgeler FOCAC’ı Güney-Güney işbirliği için son derece etkili bir platform ve Afrika ile uluslararası işbirliğine öncülük eden köklü bir marka haline getirmeye çalışmaktadır. Zirvenin sadece Afrika’nın kendi kalkınması için değil, aynı zamanda Küresel Güney’in genel yükselişi ve adil ve hakkaniyetli yeni bir küresel ekonomik ve siyasi düzenin inşası için de büyük önem taşıdığı söylenebilir.
Daha da önemlisi, bu zirvede Çin ve Afrika halklarının kadim felsefi bilgeliği – “Da Tong” ve “Ubuntu” – birbirleriyle yankılanarak Çin ve Afrika’daki 2.8 milyar insanın birlikteliğini bir kez daha dünyaya göstermiştir. “Da Tong”, “Tian Xia Da Tong”un kısaltmasıdır. Bu kelime 2000 yıldan fazla bir geçmişe sahip olan Ayinler Kitabı’ndan gelmektedir. “Da Tong” kavramı, cennetin altındaki tüm insanların tek bir aileden olduğu ve tüm ulusların uyum içinde yaşaması gerektiği anlamına gelir. “Ubuntu” terimi Güney Afrika’daki Zulu halkının konuştuğu dilden gelmektedir, ancak Sahra-altı Afrika’nın tamamının dünya görüşünü veya felsefi düşüncesini temsil etmektedir. Kenyalı filozof John Mbiti bunu “Biz olduğumuz için ben de varım” şeklinde özetlemiştir. Ubuntu felsefesi, bireyin diğerlerinden bağımsız olarak var olamayacağını vurgular ve bu nedenle uyuma büyük önem verir. Bu, geleneksel Çin Konfüçyüsçülüğündeki “Da Tong” kavramıyla örtüşmektedir ve içerdiği derin anlam Batı bireyciliğiyle tam bir tezat oluşturmaktadır.
Zirvenin Çin ve Afrika üzerindeki etkisi nedir?
Çin için Afrika ülkeleriyle işbirliği, salgın sonrası dönemde Kuşak ve Yol Girişimi’nde yeni bir sayfa açıyor.
Uluslararası etki açısından Çin-Afrika işbirliği etkinliği bir “Güney-Güney işbirliği” modeli haline gelmiş ve gelişmekte olan ülkelerin dayanışmasını güçlendirmiştir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri arasındaki tek gelişmekte olan ülke olarak Çin, Küresel Güney’in sesi olma sorumluluğunu üstlenmiştir. Afrika Birliği üyesi 54 ülkeden 53’ünün zirveye katılmış olması da Çin’in hitap gücünü göstermektedir.
Ekonomik ve ticari açıdan Çin, temiz enerjisi için yeni bir çıkış noktası ve hammadde bulmuştur. Son yıllarda Batılı hükümetler, özellikle de Biden yönetimi, Çin’in elektrikli araçlarına ve güneş enerjisi ürünlerine yüksek gümrük vergileri ve eşikler uyguladı ve Çin’in ilgili endüstrilerini dışarı atmak için “kapasite fazlası/aşırı üretim” gibi kavramlar inşa etti. Örnek olarak güneş panellerini ele alırsak, “CATL” gibi Çin ulusal markaları, iyi kalite ve düşük fiyatla birlikte küresel tedarik zincirinin yaklaşık %80’ini işgal etmektedir. Bu nedenle, Çin’in temiz enerji endüstrisine yönelik bu tür kötü niyetli engeller küçük bir darbe değildir. Dahası, Çinli şirketlerin kobalt, lityum ve diğer hammadde projeleri var ya da birkaç Afrika ülkesindeki madencilik şirketlerinde hisseleri bulunuyor ve Çinli şirketler yalnızca 2023 yılında Afrika madenlerine 7,8 milyar dolar yatırım yaptı. Bu yatırımlar, başta elektrikli araç endüstrisi olmak üzere yeşil endüstrilerini beslemeyi amaçlıyor. “Modernizasyon için On Ortaklık Eylemi”, Çin’in Afrika’yı iklim direncini artırmak, yeni enerji teknolojileri ve ürünleri sağlamak, 30 temiz enerji ve yeşil kalkınma projesi uygulamak ve Çin-Afrika yeşil sanayi zinciri özel fonları kurmak için desteklediğini belirtti. Afrika’da gelişen bu pazar Çin’in yeni enerji endüstrisine yeni bir ivme kazandıracaktır.
Medeniyetlerin karşılıklı anlayışı açısından bu zirve, Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında “halktan halka bağ” yolunu teyit ederek Çin ve Afrika arasındaki dostluğu ilerletmiştir. Çin, Afrika üzerinde sömürgeci saldırganlık yüküne sahip değildir, ancak ortak mücadelenin derin yoldaşlığını paylaşmaktadır. Dışişleri Bakanı Wang Yi, zirve sırasında bir muhabirin sorusuna verdiği yanıtta “Çin-Afrika dostluğunun iki tarafın ulusal bağımsızlık ve kurtuluş mücadelesinde kurulduğunu ve ortak kalkınma ve yeniden canlanma davasında güçlendiğini” vurguladı. Çin’in uluslararası arenadaki çıkarlarını kararlılıkla koruyan ve 1971 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 26. oturumunda Genel Kurul’da Çin’in meşru hak ve çıkarlarının iadesi lehinde oy kullanan çok sayıda Afrika ülkesi vardı. Başkan Mao, “Çin’i Birleşmiş Milletler’e taşıyan Afrikalı kardeşler oldu” diyerek durumu özetlemiştir. Günümüzde Çin, yardım ve yatırım için Afrika’yı seçmekte, bu ilişki uzun yıllara dayanan sağlam bir dostluk barındırmaktadır.
Afrika ülkeleri için bu toplantı ve sonuçları aynı zamanda bir memnuniyet kaynağıdır. Uluslararası konum açısından, dünyanın en kalabalık iki kıtasının insanları bir kez daha bir araya gelerek Güney ülkelerinin birliğini ve dostluğunu dünyaya ilan etmiştir. Ulusal olarak özgürleşmiş bir Afrika artık sömürgecilerin insafına kalmamaktadır, siyasi ve ekonomik çıkarları için aktif olarak mücadele etmekte ve dünya sahnesinde sesini duyurmaktadır.
Ticari ilişkiler açısından Çin, Afrika’ya 360 milyar yuan (50 milyar ABD dolarından fazla) yardım sağlamış olup, bu yardımların bir milyon istihdam yaratması beklenmektedir. Çin, iki taraf arasında sanayi, tarım, ticaret ve altyapı alanlarında işbirliğini derinleştirme sözü verdi. Salgın sonrası zayıf küresel ekonomi bağlamında, bu işbirliğinin sonuçlanması Afrika ülkeleri için tam zamanında geldi. Afrika ülkelerinin bir kısmı 2030 yılı civarında borç geri ödeme baskısıyla karşı karşıya kalacak, bu nedenle gelişmekte olan yatırımların teşvik edilmesi yükün bir kısmını hafifletebilir.
Son olarak, Afrika kültürünün Çin kültürüyle kaynaşmasıyla iki halk dostluklarını derinleştirmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Ubuntu ideolojisi ile Çin Konfüçyüsçülüğünün “Da Tong”u arasındaki rezonans, sadece her iki tarafın da benzer kültürel geçmişleri nedeniyle zımni bir anlayışa sahip olmalarını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda kendi kültürel genlerindeki kimlik ve gurur duygusunu da derinleştirir.
Zirve’nin Küresel Güney üzerindeki etkisi nedir?
Birincisi, Zirve Küresel Güney ülkelerinin küresel faaliyetlerinin önemli bir parçasıdır. 2024 yılında İspanya Elcano Kraliyet Enstitüsü tarafından yayımlanan Küresel Varlık Endeksi’nde temel ölçüt ülkelerin ekonomik, askeri, bilimsel, sosyal ve kültürel alanlardaki etkileridir. Veriler, Küresel Güney’in genel küresel varlık düzeyinin artmaya devam ettiğini ve Kuzey ile Güney arasındaki küresel varlık farkının azaldığını göstermektedir. Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC) Pekin Zirvesi gibi uluslararası etkinlikler, Güney’in uluslararası arenadaki etkisini ve cazibesini artırmıştır.
İkinci olarak, Zirve küresel Güney için birden fazla Batı modernleşme modeli olduğunu göstermiştir. “Pekin Eylem Planı (2025-2027)” iki tarafın, ülkelerinin kalkınması ve yeniden canlandırılması temelinde barışçıl kalkınma, karşılıklı yarar sağlayan işbirliği ve ortak refah için modernleşmeyi ortaklaşa araştırmasını önermektedir. Ana sosyal sektörü Çin özellikleriyle modernize etme girişimleri arasında yoksullukla mücadele tipik bir örnektir. Çin sadece on yıl içinde yaklaşık 100 milyon insanını yoksulluktan kurtarmıştır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) son rakamlarına göre 2023 yılında, önemli bir kısmı Afrika’da olmak üzere, yaklaşık 733 milyon insan hala açlık çekmektedir. Çin, tarımsal kalkınmayı yoksulluğu ortadan kaldırmanın etkili bir yolu olarak kullanma konusunda çok değerli bir deneyime sahiptir. Çin’in tarımsal kalkınma yolunun paylaşılması, küçük çiftçilerin temel dayanak noktası olduğu Afrika için büyük önem taşımaktadır. Zirve belgesinde ayrıca iki tarafın Çin-Afrika tarımsal bilim ve teknoloji inovasyon ittifakı kuracağı, tarımda yoksulluğun azaltılması için 100 gösteri köyü oluşturacağı, Afrika ülkelerine 500 tarım uzmanı göndereceği, 1.000 tarımsal zenginlik liderini eğiteceği ve Çin-Afrika Mikoriza İşbirliği Merkezi ile Çin-Afrika Bambu Merkezi’nin inşası ve geliştirilmesini ilerleteceği belirtildi. BM Genel Sekreteri Guterres de yoksulluğun azaltılması konusunda Çin-Afrika işbirliğini takdir ettiğini ifade etti. Batı’daki sanayileşme ve büyük makine üretimi ile karşılaştırıldığında, belki de tarım öncülüğündeki bu modernleşme modeli Afrika topraklarına daha uygundur.
Zirve bir kez daha Güney ülkelerinin kalkınmaya yönelik güçlü arzusunu ortaya koymuştur. Kalkınma tüm dünya ülkeleri tarafından paylaşılan önemli bir haktır. 2010 yılında dönemin ABD Başkanı Barack Obama’nın Avustralya medyasına verdiği bir mülakatta şunları söylediği duyulmuştu “Eğer bir milyardan fazla Çin vatandaşı şu anda Avustralyalılar ve Amerikalılarla aynı yaşam düzenine sahipse, o zaman hepimiz çok sefil bir dönemden geçiyoruz demektir, gezegen bunu kaldıramaz”. Obama gelişmekte olan ülkelerde enerji tasarrufu ve emisyon azaltımından bahsediyor olsa da, bu bilinçaltı ifade, Batılı olmayan geniş bölgelerdeki insanların Amerikalılar ve Avustralyalıların sahip olduğu türden bir refaha sahip olmaması gerektiğine dair bir kibri ima etmektedir. Zaman değişti ve günümüzde gelişmekte olan ülkeler sadece “aç olmamak” değil, aynı zamanda “iyi beslenmek” istiyorlar. Örneğin, zirve belgesinde “Kalkınma Ortaklığı Girişimi”nden bahsedilmektedir: Çin ve Afrika ortaklaşa küresel bir kalkınma teşvik merkezleri ağı kuracak ve 1.000 “küçük ama güzel” geçim kaynağı projesinin uygulanmasına yardımcı olacak; Çin hükümeti, Afrika ülkelerinin kapsayıcı ve sürdürülebilir kalkınmayı gerçekleştirmelerine destek olmaya odaklanan Çin-Dünya Bankası Grubu Ortaklık Fonu’nun yenilenmesi için 50 milyon dolar bağışta bulunacak. Zirvede üzerinde mutabık kalınan projelerin birçoğu, gelişmekte olan ülke halklarının mutluluk ve kalkınma arayışlarının bir yansıması olarak tabana fayda sağlayan geçim kaynağı projeleridir.
Son olarak, zirvenin ortaya koyduğu güzel atmosfer, dünyanın gelecekteki gelişiminin ana temasının “küçük bahçe, yüksek çit” ve karşılıklı saldırganlık değil, eşitlik ve karşılıklı fayda ile paylaşılan bir gelecek topluluğu olduğunu ortaya koymaktadır. 2000 yılında İngiliz Economist dergisi “Umutsuz Afrika” başlıklı bir kapak makalesi yayınlamış ve Afrika’yı “Umutsuz Kıta” olarak tanımlamıştı. Ancak Çin-Afrika İşbirliği Forumu da o yıl kurulmuştur. Çin ve Afrika arasında olduğu gibi Güney ülkeleri arasında da karşılıklı kazan-kazan ve karşılıklı işbirliği moda bir trend haline geldi. Hindistan ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler de Afrika ile daha geniş bir işbirliği kurmaya çalışmış ve Güney ülkeleri arasındaki işbirliği daha dostane, daha eşitlikçi ve daha az külfetli hale gelmiştir.
“Pekin Eylem Planı (2025-2027)” şöyle diyor: “Çin, Afrika ülkelerinin iç işlerine karışmayacak; Çin, Afrika ülkelerine kendi iradesini dayatmayacak; Çin, Afrika’ya yardıma siyasi bağlar eklemeyecek; ve Çin, Afrika ile yatırım ve finansman işbirliğinde tek taraflı siyasi kazançlar peşinde koşmayacak. İki taraf her zaman Çin-Afrika dostluğu ve işbirliği ruhunu koruyacak ve Çin ile Afrika arasında daha da güçlü bir kapsamlı stratejik ve işbirliğine dayalı ortaklığı teşvik edecektir.” Bu referanslar aslında Barış İçinde Bir Arada Yaşamanın Beş İlkesi ve Bandung Ruhu ile aynı doğrultudadır. Bandung Konferansı, sömürgeci güçlerin katılımı olmaksızın Asya ve Afrika halklarının hayati çıkarlarının tartışıldığı ilk büyük uluslararası konferanstı. Gelecek yıl Bandung Konferansı’nın 70. yıldönümü kutlanacak. Çin-Afrika İşbirliği Forumu sadece Bandung Konferansı ruhunun bir devamı değil, aynı zamanda Bandung Konferansı kadar iyi bilinen yeni bir “Güney-Güney işbirliği” markası haline gelmesi beklenmektedir.
Pravda’nın Ankara muhabiri Filippov 19 Eylül’de Evren ve Konsey üyelerinin TBMM’deki yemin törenini haberleştirmiş. Ayrıca 18 Eylül’den itibaren Türk vatandaşlarının yurtdışına çıkış yasağının tutuklu, gözaltında veya arananlar dışında kaldırıldığını da yazıyor. Pravda, radyoya göre durumun sakin olduğunu yazıyor; ancak şu da bildiriliyormuş: “Ordu birlikleri ve güvenlik kuvvetleri kan dökülmesinden kaçınmak için gerekli tedbirleri alarak muhtelif aşırı solcu ve neofaşist aşırılıkçı grupları tecride devam ediyor. Neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’ne ait bütün askeri-sportif kulüpler ve kamplar kapatıldı ve yetkililer tarafından kontrol ediliyor. Bunların yöneticileri ve aktivistleri gözlem altına alındı veya tutuklandı.” Demek ki askeri yönetim (darbeciler değil) kan dökmekten kaçınmak için her türlü tedbiri alıyormuş; hedefleri de (Filippov’un daha önce bildirdiği gibi) sol değil sadece “aşırı sol” ve neofaşistlermiş. Gazete ayrıca Konsey’in Maliye Bakanlığına az gelirli insanlardan ve küçük esnaftan vergi alınmamasını sağlayacak bir kanun tasarısı üzerine çalışması talimatı verdiğini de bildiriyor. Bakınız siz şu işe; bildiğiniz halkçı saymak gerek bu “askeri yönetimi”.
Yalnız (herhalde sosyalist olmadıklarından olacak) askeri yönetim kimi onaylanmayacak işler de yapıyor galiba. İzvestiya 20 Eylül’de Türk-İş ile ilişkili 140 sendikal örgütlenme ile 470 başka sendikanın daha MGK rejimi tarafından kapatıldığını ve bu sendikaların bankalardaki mali birikimlerinin de bloke edildiğini, daha önce DİSK ile bağlı sendikaların faaliyetlerinin yasaklandığını yazıyor.
İzvestiya 22 Eylül’de Ulusu başkanlığında yeni hükümetin atandığını yorumsuz duyurmuş.
Pravda 21 Eylül’de durumun normalleştiği haberleri serisine devam etmiş. Filippov imzalı haberde genelkurmayın, NATO’nun batı Avrupa’da 22 Eylül’de başlayacak planlı tatbikatı “Display Determination” manevralarına katılacağını açıkladığını vurguluyor. Bu haberin en ilginç bölümü de şu: “Türkiye’nin BM nezdinde daimî temsilcisinin (bu sırada daimî temsilci Coşkun Kırca’ydı — bn.) geçtiğimiz günlerde yaptığı ve Ankara’da belirtildiğine göre ülkenin yeni yönetiminin tutumunu yansıtmayan açıklaması Türk basınının sert eleştirilerini çekti. Cumhuriyet şöyle yazıyor: ‘Diplomatımızın, SSCB’nin Türkiye’nin iç işlerine karışma tehdidi oluşturduğu ifadesi kesinlikle yersiz. Bu ‘soğuk savaşı’ hatırlatıyor, Sovyetler Birliği ile iyi komşuluk siyasetine (Milli Güvenlik Konseyimiz de bu siyasetin devam edeceğini açıklıyor) zarar veriyor.’” Türkiye’nin resmi daimî temsilcisinin sözlerinin MGK’nın tutumuyla çeliştiği inancı ve bu inancı MGK’nın hedefindeki Cumhuriyet’le teyit etme çabası tek kelimeyle gülünç ama aynı ölçüde trajik.
Pravda ertesi gün yeni hükümetin kurulmakta olduğunu bildiriyor. MGK’nın diğer “normalleşme” tedbirlerinden başka: “Sıkıyönetim kanununda siyasi renklerine bakılmaksızın terör örgütleriyle, keza kaçakçıların ve suç unsurlarının faaliyetleriyle daha etkili bir mücadeleye imkân vereceği ifade edilen değişiklikler kabul edildi.” Eğer Türkiye’de yaşamayıp Türkiye’yi Pravda’dan takip etmeye kalksak “askeri yönetimin” herkese eşit mesafede, tarafsız, hatta (patronlar üzerinde ücretlere zam baskısı ve “aşırı solcular” ile faşistleri tasfiye etmeye, ama sendikacıların serbest bırakılmasına bakılırsa sola zarar vermemeye yönelik eylemlerinden ötürü) halkçı bile sayılabileceğine inanacağız. Ülkede durum normal; asker ve polis “yerleşim yerlerini muhtelif silahlı gruplardan temizleme operasyonlarına devam ediyor”. Pravda ayrıca Adana’da askeri mahkemenin bir idam kararı verdiğini de belirtmiş. Kimin hakkında verilmiş, neden verilmiş — bu ayrıntılar yok, gereksiz olmalı.
Pravda 23 Eylül’de yeni hükümetin açıklandığını bildiriyor. Bu haberin eğlencesi ise başka yerde: “Eski başbakan S. Demirel hükümeti tarafından IMF’nin baskısı altında sosyalist devletlerle ticari-iktisadi temaslara getirilen bir dizi sınırlama kaldırıldı.” Böylece “askeri yönetimin” hikmet ve faziletlerine bir yenisi daha ekleniyor: IMF baskısına boyun eğmeyerek SSCB ile ticari ilişkileri teşvik ediyormuş. Artık bundan iyisi Şam’da kayısı.
Filippov 25 Eylül’de yeni hükümetin programıyla ilgili haberini geçmiş ve bu açıklamaya göre Türkiye’nin “yurtta sulh cihanda sulh” prensibine bağlı olacağını vurgulamış. Bu, faşist darbede kemalizm bulma yanılsamasının (veya arzusunun) bir başka tezahürü; Pravda’nın daha sonraki haberlerinde de Türkiye’nin NATO’ya bağlılığını korusa bile “askeri yönetim” altında siyasi tarafsızlığını koruyacağı beklentisi anlaşılıyor. (Mesela 30 Eylül’de hükümet programı meselesine geri dönmüş ve hükümet açıklamasından NATO ile ilişkileri geliştirmeye devam etmekle birlikte bütün komşu ülkelerle dostça ilişkileri ve sıkı işbirliğini geliştirmek arzusunda oldukları ifadelerini alıntılamış.) Üstelik (Pravda resmî açıklamadan aktarıyor) “mali-iktisadi sıkıntıların aşılması, siyasi durumun istikrarı ve terörizmle mücadele… insan haklarına saygı, kanunun üstünlüğü ve demokratik hürriyetlerin tedricen yeniden tesis edilmesi temelinde” yapılacakmış. Dahası dinin siyasete alet edilmesi de yasakmış. Pravda bütün ne dediyse tersi nesnelliğini yorumsuz veriyor; tek kelimeyle inanılmaz! Pravda, Türkiye’de yayınlanan gazetelere dayanarak darbe yönetiminin “devlet sektörünün ihtiyaçlarına yönelik tahsisatı artırmaya” kararlı olduğunu da belirtmiş; bu sektördeki izinler geçici olarak kaldırılmış, izindekiler de geri çağrılmış. Devlet sektöründe kimi kategorilerde ücret ve maaşların artışı ve çalışma teşvikleri meselesi üzerinde çalışılıyormuş. Ne güzel!
İzvestiya ve Pravda 29 Eylül’de SSCB Dışişleri Bakanı Andrey Gromıko ile darbecilerin dışişleri bakanı İlter Türkmen arasında New York’ta yapılan görüşmeyi resmî açıklamadan aktarmışlar: “A. Gromıko Türkiye dışişleri bakanı İ. Türkmen’i kabul etti. SSCB ve Türkiye arasındaki ilişkilerle ilgili meseleler konusunda görüş alışverişi sırasında bakanlar bu ilişkilerin istikrarlı muhtevasından memnuniyetlerini ifade ettiler ve her iki tarafın da bunları siyasi, iktisadi, ticari ve diğer alanlarda iyi komşuluk temelinde, eşit haklar ve karşılıklı yarar ilkelerine uygun olarak bundan sonra da geliştirmek niyetinde olduğunu belirttiler. Kimi uluslararası problemler de görüşüldü. A. Gromıko bu bağlamda Orta ve Yakındoğudaki durumda gerginliğin tehlikeli niteliğine dikkat çekti. Görüşme dostça bir atmosferde gerçekleşti.” Gromıko, darbenin meşruiyetiyle ilgili en ufak bir yorumda bulunmamış!
İzvestiya 1 Ekim’de Ulusu hükümetinin oybirliğiyle (aksi mümkünmüş gibi) onaylandığını duyuruyor. 3 Ekim’de ise bir başka muhteşem haber daha var: “Türkiye Anayasa Mahkemesi Amerikan havacılık şirketi Lockheed’in faaliyetleriyle ilgili soruşturmaya yeniden başlama kararı aldı.” Darbeci generallerle Lockheed arasında hiçbir zaman soruşturulmayan ve herkesin bildiği bir sır olarak kalan akçeli işlerle ilgili daha sonraki bildiklerimiz, bu habere muhteşem niteliğini kazandırıyor — ihtişamı, darbecilerin Lockheed gibi bir şirkete bile meydan okuyor olabilme ihtimali.
İzvestiya 15 Ekim’de “çok sayıda teröristin tutuklandığını, çok miktarda silah, mühimmat, patlayıcı madde ve kaçak mal ele geçtiğini” yazıyor.
Filippov aynı gün Pravda’da Demirel ve Ecevit’in serbest bırakıldıklarını bildiriyor. Ancak Filippov’un yazdığı bütün haberlerde olduğu gibi bunda da eğlenceli bir bölüm var: “Askeri savcılık delil yetersizliğinden DİSK de dahil ilerici dernek ve sendikaların aktivistlerinden büyük bir grubu serbest bıraktı. Türkiye İşçi Partisi genel başkanı B. Boran’ın ev hapsinin kaldırıldığı da bildiriliyor.” Evet, kesinlikle halkçı bir “askeri yönetim” olmalı bu! Birçok açıdan iyi niyetli olduğunu kabul etmek gerek; ancak bir takım baskılar var ki direnemiyor. Nitekim: 18’inde Filippov Ankara’nın “uluslararası tekellerin baskısı altında” Türk lirasını başlıca batı paraları karşısında yüzde 3 devalüe etmek “zorunda kaldığını” yazmış.
Pravda 19 Ekim’de Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin komünist ve işçi partilerinin Brüksel’de yapılan toplantısını yazmış. Haber (bu tür haberlerde genellikle olduğu gibi) “her yerde emperyalist gericilikle keskin bir muharebenin kaynamakta olduğu” klişesiyle başlıyor. Tek başına bu haber ve üslubu bile ayrı bir yazıyla ele alınabilirdi; ancak şimdiki konumuz açısından dikkat çekici olan şu: Yunanistan ve Türkiye Komünist Partilerinin bu ay (ekim) yapılan ortak toplantısı, Avrupa komünist partilerinin Paris buluşmasında, Varşova Paktı üyesi devletlerin toplantısında ve Sofya’daki Barış İçin Halklar Dünya Parlamentosunda ifade edilen barış ve silahsızlanma önerisini onaylıyor ve destekliyormuş. Bu iki parti Amerikan saldırganlığının Ortadoğu’da yarattığı tehdit konusunda hemfikirlermiş. Her iki parti Irak ve Irak arasındaki savaştan ötürü de endişelilermiş. Ama haberde Türkiye’de askeri faşist darbeyle ilgili hiçbir şey yok; dolayısıyla her iki partinin de Türkiye’deki faşist darbeyle şimdilik bir sorununun olmadığı anlaşılıyor.
Pravda, salıverilen sendikacılardan başka Behice Boran’ın durumuyla da ilgili. Filippov 23 Ekim’de Behice Boran’ın seçimlerden önceki radyo ve televizyon konuşmalarında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tekrar Ankara sıkıyönetim mahkemesi karşısına çıkarıldığını yazıyor. Başlık: “İlerici faaliyete kovuşturma”. Olmayacak bir şey! Ama eğer görüşme fırsatı olsaydı Pravda’yla, herhalde bu tür kovuşturmaları Nasır dönemiyle benzeştirirlerdi ve “askeri yönetimin” tutumunu netleştirmek için zamana ihtiyaç olduğunu söylerlerdi. Ve muhtemelen yönetimin bu “kararsız” halinin ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılardan kaynaklandığını da eklerlerdi. Nitekim bu zorluklar öyle ağır olmalı ki, Filippov 29 Ekim’de Ankara’nın “IMF’nin ve batılı tekellerin baskısı altında” (istemeden, ne yapsın, “baskı”) bir ay içinde ikinci defa yüzde 3 devalüasyon yaptığını bildiriyor. Gazete ayrıca yılın ilk 9 ayındaki enflasyonun bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 69,9 olarak tespit edildiğini de belirtmiş. Ama bunlar bir siyasi tercih sayılmaz; bunlar “baskı altında” alınan kararlar. Pravda 14 Aralık’ta da faşist darbecilerin hükümetinin yeni bir devalüasyon daha yaptığını duyuruyor, elbette gene IMF’nin ve uluslararası tekellerin “baskısı altında”.
Romanya Devlet Başkanı, Ukraynalı denizcilerin ülke topraklarında eğitimine onay istedi
Sultan İbrahim, Malezya Kralı olarak ilk kez Çin’i ziyaret ediyor
FT: Avrupa’nın batarya umudu Northvolt hayatta kalmak için savaşıyor
Japonya’nın Ishiba’sının Asya NATO’su önerisi ABD’de ‘fantezi’ olarak görüldü
Putin ve Lula da Silva, Brezilya’nın barış girişimini görüştü
Çok Okunanlar
-
ASYA1 hafta önce
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1
-
RUSYA2 hafta önce
Putin, Doğu Ekonomi Forumu’nda konuştu
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 2
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Sovyet basınında 12 Eylül – 1
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Hedef Finlandiya’nın NATO içinde yerini sağlamlaştırmak’
-
RUSYA2 hafta önce
Lavrov, Ukrayna Dışişleri Bakanı Kuleba ile Antalya’da yaptığı görüşmeyi anlattı