GÖRÜŞ
Balon krizi: Yukarı Bakma!
Yayınlanma
Yazar
Shaoyu Cen
Bir Çin yüksek irtifa balonu, sonunda düşürülmeden önce, Amerika Birleşik Devletleri üzerinde günlerce dolaştı. Sözde “casus balon” iki güç arasındaki yakınlaşmayı engellemiş gibi görünse de, ikili ilişkilerde ciddi bir bozulmaya yol açacağı konusunda endişe etmeye gerek yok.
Peki o bir ‘casus balon’ muydu?
Balonların veya zeplinlerin orduda uzun bir geçmişi vardır. Bu tür süzülen platformların, düzenli hareket eden ve dikkatle kaçınılabilen uydulara göre bazı avantajları vardır. Ancak ICBM (Kıtalararası balistik füze) mevkileri zamana duyarlı hedefler değildir; onları gözetlemek için balon kullanmak anlamsız.
Bu tür hava (veya “casus”) balonlarının çalışma yükseklikleri uydulardan daha düşüktür. Bu nedenle, bazıları balonların radyo sinyallerini ve daha keskin görüntüleri toplayabildiğini iddia ediyor. Ancak balonların taşıma kapasitesi genellikle sınırlıdır. Belirli alanları araştırmak için kullanılacaklarsa, ağırlığı uydulardan daha karmaşık kontrol sistemlerine ayırmaları gerekir.
Daha az yük kapasitesi olması, genellikle balonun daha az veya daha az karmaşık gözetleme cihazları taşıyabileceği anlamına gelir. Düşük yükseklikte uçmalarının ise, zayıf casusluk kabiliyetini telafi edip edemeyeceği şüphelidir. Balonların bilgiyi geri göndermesi de uydulara göre daha zordur. Daha büyük balonlar kesinlikle daha fazla yük taşıyabilir, ancak kolayca tespit edilip hedeflenebilirler.
Balonlar uydulardan çok daha ucuzdur. İronik bir şekilde, ABD hükümeti her zaman Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nun (HKO) giderek artan harcamalarından ve bütçesinden rahatsız olmuştur. O halde, HKO’nun paradan tasarruf etmek için balon kullanması gerçekten gerekli mi? Öte yandan, işletmelerin veya araştırma enstitülerinin maliyetlerle ilgilenme olasılığı daha yüksektir. Bu veri, Çin hükümetinin balonun sivil kullanımda olduğu açıklamasını bir miktar destekledi.
Ayrıca balonları geri almak bir yana, kontrol etmek de kolay değildir. Balonların avantajlarından yararlanmaya çalışan ve son yıllarda askeri kullanım için en az iki tür balon geliştiren Pentagon bunu çok iyi biliyor. 2017’de bir proje iptal edildi. Zeplin tarzı balonlar, seyir füzelerini tespit etmek için tasarlandı. ABD Ordusu, balonları kontrol etme gibi zorlu bir sorunu çözme zahmetine girmedi ve onları demirledi. Ancak bir balon uçup gitti.
Pentagon, COLD STAR adlı başka bir programa 3,8 milyon dolar yatırım yaptı ve 2023 mali yılında 27,1 milyon dolar harcamayı planlıyor. En azından Amerikalılar için balonların hiç de ucuz olmadığı görülüyor. Program başlangıçta uyuşturucu kaçakçılarının yerini belirlemeyi amaçlıyordu, ancak Politico.com onun hipersonik füzeleri izlemek için kullanılan bir askeri hizmetler programına dönüştüğünü açıkladı. Bu balonlar gerçekten de çok uzun mesafeler kat edebiliyor. Test uçuşunda, COLD STAR zeplin tarzı balonlar, Güney Dakota’dan Illinois’e yaklaşık 250 mil yol kat etti, ancak iş bu balonları gözetleme amacıyla kontrol etmeye gelince, geldikleri yerlerden uzakta başka bir kıtaya seyahat ettiklerinde bu çok daha zor oluyor.
Pentagon’un da iyi bildiği bir şey daha var. Bu, bir Çin balonunun Amerikan hava sahasına ilk girişi değil. Gerçekten casus balon olsaydı, Pentagon’un yıllar önce ateş açması gerekirdi. Çin hava kuvvetleri, 2019 yılında milliyeti belirsiz bir balonu düşürmüş ve olayı bildirmişti. ABD’nin o zaman da hava sahası ihlal edildiğinde hiçbir şey yapmaması ve sessiz kalması için hiçbir neden yoktu.
İki psikolojik ‘savaş’
Yani balonun sivil mi yoksa askeri mi olduğunu doğrulamak için yukarı bakmanıza gerek yok. Her iki hükümetin de kendi hikayelerini desteklemek için sağlam kanıtlar sunamayacağını tahmin ediyorum. Gerçek şovlar ise sahadaydı, çoğunlukla da Washington’da.
Balon olayı öncesinde ABD Dışişleri Bakanı Blinken, Çin’i ziyaret etmeye hazırlanıyordu. Ancak Çin dışişleri bakanlığı ziyareti hiçbir zaman doğrulamadı. Çin devlet medyasının böyle bir programı muadillerinden günler sonra duyurması alışılmadık bir durum değildi. Ancak bu kez başka nedenler de olabilir.
Her iki ülke de ziyaret sırasında gerilimi azaltmak ve bir miktar fikir birliğine varmak istese de, ABD, Hollanda ve Japonya arasında Çin’e çip ihracatını sınırlamak için yapılan son müzakereler buna gölge düşürdü. Üçlü anlaşma sadece provokatif değildi, aynı zamanda Çin’e kısa vadede bir şekilde zarar da verebilirdi. Çin, Blinken’ın ziyaretine karşı isteksizlik gösterebilir ve ABD’den daha fiili tavizler almak için pazarlık yapabilir. Elinde neredeyse hiç kart olmayan Blinken’in ziyareti ise sonuçsuz kalmaya mahkumdur.
ABD, ziyareti onaylaması için Çin’e psikolojik olarak baskı yapmaya çalıştı. Yetkililer, ABD medyasında ziyaret ve olası Xi – Blinken görüşmesinden bahsetti. Boeing, Çin’den daha fazla sipariş bile umuyordu. Ancak bunların hiçbiri işe yaramadı. Ardından balon olayı, Blinken’in ziyareti ertelemesi ve daha fazla müzakere süresi kazanması için mükemmel bir bahane olarak sunuldu.
Bu diplomatik ‘geri çekilme’de ABD’nin üstünlüğü var gibi görünüyordu. Çin ancak ABD’yi, sivil bir hedefe aşırı güç kullanmakla suçlayarak karşılık verebilirdi. Bu olay bir krizden çok, diplomatik bir angajmandı. Ne de olsa ziyaret ertelendi, iptal edilmedi. Piyasa da, balon olayının diplomatik bir krize yol açabileceğine inanmadı. Aşırı ısınan ekonominin bir yansıması olan ABD tarım dışı istihdamı nedeniyle altın fiyatı düştü.
Bu nedenle, Washington’daki ABD’li politikacılar, Amerikan halkına karşı başarılı bir şekilde başka bir psikolojik ‘savaş’ yürüttüler. Çin tehdidinin gerçek ve yakın olduğu konusunda halkın gözünü korkuttular. Balonun görsel temasının oldukça ‘ikna edici’ olması üzücüydü. Sadece birkaç kişi, askeri-endüstriyel bileşimin gerçek niyetlerini ve ABD-Çin ilişkileri kötüleşirse bunun ABD ekonomisi üzerinde yaratacağı kötü etkileri sorguluyordu. Bu sayı, gelecekte daha da azalabilir. Artan silahlı şiddet, polis vahşeti, uyuşturucu kullanımı ve iki partili mücadele gibi ABD’nin tüm iç trajedileri, imal edilmiş bir “şeytan” Çin’in arkasına gizlenebilir.
Çin, Blinken’ın ziyaret etmesi için yalvarmadı. Diplomatik arenadaki psikolojik ‘savaşın’ bu kez berabere bittiğini söyleyebilirim. Ancak manipülatif Amerikan siyasi elitleri tarafından başlatılan bu psikolojik ‘savaşın’ kaybedeni kesinlikle Amerikan halkıdır. Bu durum, ABD ulusu için gerçekten iyi mi?
İlginizi Çekebilir
-
Washington Güney Çin Denizi gerginliğinde boy gösterdi
-
Xi, Hanoi’nin ‘ABD kampına kaymasını önleme’ hedefiyle Vietnam’a gidiyor
-
Zelenski Washington’da Biden ile görüşecek
-
Trump’a tam saha pres sürüyor
-
WP: ABD kendi yasalarını gözetmeden İsrail’e on binlerce ton bomba verdi
-
“Nükleer Savaş Tehlikesi ABD’den Geliyor”

Yunanistan ile ilişkilerimizde bir uçtan diğerine gidip geliriz. Önce gerginlik olur, sonra tırmanma yaşanır ve ardından hızlı bir ‘yumuşama’ dönemi başlar. İlk aklıma gelen örnek 1999 yılının şubat ayında Öcalan’ın Yunanistan’ın Kenya Büyükelçiliğinin rezidansından çıkarken yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi sonrasında yaşananlar oldu. Öncesinde Türkiye-Yunanistan ilişkileri oldukça gergin ve sınamalı dönemlerden geçmişti. Yunanistan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile birlikte onlarca yıl boyunca Ankara’nın bütün uyarılarına rağmen PKK’ya destek vermekten vaz geçmemiş; o yıllarda PKK’yı üzerimize süren Suriye ile yakın ilişkiler geliştirerek Türkiye karşıtı bir bölgesel ittifak oluşturmaya çalışmıştı.
İKİ BUÇUK SAVAŞ SENARYOSU VE AB ALDATMACASI
İki Buçuk Savaş olarak da adlandırılan o senaryoya göre Ege’de Yunanistan’la yaşadığımız krizlerden birisi sıcak savaşa dönüşürse Hafız Esat liderliğindeki Suriye de Türkiye’ye karşı harekete geçecek, Yunan uçakları Suriye topraklarını da kullanarak hava üslerimize taarruzda bulunacak ve PKK ‘buçuk’ cephe açacaktı. NATO üyesi bir Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı o yıllarda Suriye ile işbirliği yapabilmesi kabul edilemez bir durumdu; ama Atina’nın bundan dolayı Amerika’dan veya genel olarak Batı’dan fazlaca bir fırça yediğine şahit olmamıştık. Sonuçta Türkiye önce PKK’yı askeri olarak etkisiz hale getirip (1995-97) ardından Şam yönetimine karşı başlattığı askeri-diplomatik krizde başarılı olup Suriye’yi Türkiye karşıtı politikalarından vazgeçmeye zorlayınca Atina için çanlar çalmaya başlamıştı. İki Buçuk Savaş’ın bir buçuk cephesi çökertilmiş ve Yunanistan Türkiye karşısında tek başına kalmıştı. Üstelik Suriye’den çıkarılan Öcalan’ın, Rusya ve Avrupa’da yaptığı turların ardından Yunanistan’ın Kenya Büyükelçilik rezidansından çıkarken yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi Atina’da siyasi bir deprem yaratmış ve Batılı başkentlerin de eleştirilerine maruz kalmıştı. O günlerde Amerika’nın önde gelen gazeteleri bile Atina’nın açıkça teröre destek veriyor olmasının kabul edilemez olduğunu yazarken Ankara’daki üst düzey Amerikan büyükelçilik diplomatlarının ‘o yazıların çıkmasında bizim büyükelçiliğin büyük payı oldu’ dediklerini bugün gibi hatırlarım.
Yunanistan’ın kendisini savunmakta epeyce zorlandığı o günlerde Türkiye’nin önüne atılan zoka AB havucuydu. Olmayacağı biline biline AB üyeliği sanki mümkünmüş gibi başlatılan o süreç 1999 ortalarından itibaren Türkiye’nin bütün dış politikasını ipotek altına almış ve on yılı aşkın bir süreyle bütün dış politika çıkarlarımız hoyratça tartışmaya açılmıştı. O zaman da süreci hızlandırmak için medyada ve diplomatik çevrelerde 1999 yılında önce Türkiye’de bir süre sonra da Atina’da meydana gelen depremler kullanılmış ve kamuoyu önünde yardımlaşma duyguları, iyi komşuluk, benzerliklerimiz vs. gibi her ne varsa öne çıkarılmıştı. Bu sayede Öcalan’ın yakalanmasından (Şubat 1999) hemen sonra başlatılan ve henüz Körfez depremi (17 Ağustos) olmadan aylarca önce Türkiye AB’nin yumruk menziline alındığı için Yunanistan’ın teröre destek verirken suçüstü yakalandığı gerçeği de çoktan unutulup gitmiş hatta Yunanistan ve o zamanki dışişleri bakanı (sonradan başbakan da oldu) Yorğos Papandreu Ankara’ya AB konusunu öğretecek öğretmen gibi sunulmuştu. O yıllarda Türk medyası olmaktan ziyade Türkçe yayın yapan medya olarak adlandırdığım basın ve televizyonlar Yunanistan’ın bu suçlarının unutulmasında büyük rol oynamışlardı.
Oysa Yunanistan’ın tavırlarında ne barışçılık ne de uzlaşma vardı. Sanki Türkiye’yi büyük bir savaşta yenilgiye uğratmış ve her karış toprağını işgal etmiş bir devletmiş gibi isteklerinin tamamını AB belgeleri yoluyla Ankara’ya dikte ettirmeye çalışıyordu ve bunu da başarmıştı. Türkiye bu süreçte resmen kandırılmış/aldatılmış oldu. Kıbrıs Rum tarafının AB’ye üyelik süreci kolaylaştırılmış, o güne kadar Ankara’nın izlediği, Rum tarafının AB’ye tek taraflı olarak alınması halinde KKTC ile birleşme politikası çöpe atılmış ama bu sürecin sonunda sadece ve sadece Türkiye’nin AB’ye alınmayacağı gerçeği ile yüzleşmiştik. Bu gerçekle yüzleşmek için Türkiye’nin bütün dış politika çıkarlarının değersizleştirilmesine ve Kıbrıs gibi milli davalarının ayaklar altına alınmasına hiç gerek yoktu; çünkü bu gerçek gün gibi ortadaydı.
AYNI HATAYA MI DÜŞÜYORUZ?
Bugün de aynı hataya düştüğümüz söylenebilir; çünkü bir yandan AB, Türkiye ilişkilerini yükseltmek/ilerletmek ister gibi davranıyor ve bunun için Yunan-Rum tarafının tezlerini kullanıyor; öte yandan da Atina şubat ayında meydana gelen deprem ve sonrasında yakınlaşmak için çok istekli görünüyor. Peki neden?
Bu soruların cevaplarını genel hatlarıyla doğru tespit edersek yeni başlayan veya başlayacak olan Ankara-Atina yakınlaşmasında var olan veya ortaya çıkacak riskleri daha iyi tespit edebiliriz. Öyle görünüyor ki, Mitsotakis hükümetinin şubat depremleri sonrasında uzlaşmacı gibi görünmeye çalışmasının sebebi Türkiye’nin 2020 yılının sonlarında başlattığı dış politika gözden geçirme süreciyle doğrudan ilgilidir. Yaklaşık on iki yıl boyunca kendi bölgesinde izlediği ideolojik karakterli dış politika ile hemen hemen bütün devletleri kendisine düşman eden Türkiye böyle bir siyasetin sürdürülemez olduğunu epeyce maddi ve manevi kayıp sonrası anlayarak 2020 sonlarında dış politikasını gözden geçirmek zorunda kalmış ve doğru yapmıştı. Önce BAE ve Suudi Arabistan ile başlayan toparlanma süreci Mısır ile ilişkilerin normalleşmesi ile devam etmiş ve bu arada İsrail ile de normalleşme sağlanmıştı. Rusya ile ilişkiler ise olağanüstü bir iyileşme dönemine girmiş; özellikle Ukrayna savaşının başlamasıyla birlikte Moskova’nın Ankara ile ilişkileri ivme kazanırken Atina ve Kıbrıs Rumları ile arasındaki bağların neredeyse tamamı kopmuştu. Üstelik bu arada 2020 yılının eylül sonlarında başlattığı özel askeri operasyon ile Azerbaycan 1990’lı yılların başlarında Ermenistan’a kaptırdığı toprakları geri almayı başarmıştı. Yani Türkiye’nin gücünün hızla yükseldiği bir döneme girilmişti.
Türkiye’nin herkesle (Mısır, İsrail, BAE, Suudi Arabistan, Suriye, Rusya ve Fransa) kavgalı olduğu dönem Yunanistan’a Ege’de askeri olarak şansını deneyebileceği heyecanını bile vermişti. Mısır ve İsrail ile adeta askeri müttefik haline gelen Yunanistan aynı zamanda Suudi Arabistan ve BAE’den de askeri destek alabileceğini ümit ediyordu. Üstelik bunlar boş ümitler de değildi. Söz konusu ülkeler Yunanistan’ın Mısır ve İsrail ile yaptığı askeri tatbikatlara F-15 uçakları göndererek katılmaya başlamışlar; buna karşılık Fransa Yunanistan’a Rafale uçakları satmaya başlamıştı. Kısacası her şey Yunanistan için iyi giderken Ankara’nın 2020 sonlarında başlattığı ve Suriye ayağı eksik kalmakla birlikte komşularla ilişkileri toparlama ve Yunanistan’la askeri işbirliği yapanları Atina’nın yanından uzaklaştırma politikası sonuç vermişti. Hatta Azerbaycan’ın ve Rusya’nın bile KKTC’yi tanıması veya tanımaya yönelik adımlar atmasının adeta önü açılmaktaydı. Böyle bir bölgesel yalnızlaşma ortamı Atina için kabus demekti ve Yunan hükümeti tıpkı 1999 şubat sonrasında yaptığı gibi AB yumruk menzili içerisinde Ankara ile ilişkileri ‘düzeltmek’ mecburiyetinde kalmıştı. Ve şubat depremi bunun için kullanıldı.
ÖNERİLER
Yunanistan ile sorunlar mevcut şartlarda çözülmez. Yunan politik kültürü bunun önündeki temel engeldir. Kendi başına Türkiye ile mücadele edemeyeceğini bilir; ancak Batı dünyasının bir şekilde ya kandırarak ya da bileğini bükerek Türkiye’nin elinden Kıbrıs’ı alıp Yunanistan’a vereceğini düşünür. Ege’de Yunan milli amaçlarını büyük ölçüde elde edeceğini bekler. Başta Amerika ve AB olmak üzere Kolektif Batı’nın gücünün dengelenmekte olduğu çok kutuplu dünya düzeni Yunanistan için bir kabus senaryosudur. Dolayısıyla Yunanistan’la ancak ve ancak sorunlara rağmen ortalama ilişkiler yürütülebilir ve çok kutupluluk bu açıdan Türkiye’nin lehine sonuçlar verecektir.
AB süreci Türkiye için tam bir felaket olur. Mevcut müktesebat ile bu sürecin ilerleyebileceğini düşünmek aşırı iyimserlik ve hatta kötü niyettir; çünkü mevcut çerçeve Türkiye’yi AB üyesi yapmamak; ama olacakmış gibi heveslendirerek başta Kıbrıs, Ege, Ermeni soykırım iftiraları ve PKK bağlantılı konularda Türkiye’den istediklerini almak üzere özel olarak tasarlanmıştır. Kısacası zehirli unsurlarla doludur. Daha önce de defalarca denendiği gibi bu müktesebat Türkiye’yi AB ile müzakere eden bir ülke olarak göstermek suretiyle Türkiye’ye Batı’dan yatırım gelmesini sağlamaya da katkıda bulunmaz. Tam tersine sık sık kriz çıkmasına neden olarak böyle bir ihtimali baltalar.
Yunanistan’ın Türkiye’yi AB’nin yumruk menziline almaya çalışması onun elindeki en büyük stratejik kozudur. Sonuç vermeyen/vermeyecek bu politikaya takılmamak ise Türkiye’nin elinde Yunanistan’a karşı kullanacağı bir kozudur ve çok kutuplu bir dünyada üstelik Yunanistan’ı bölgede yalnızlaştırmışken böyle bir AB politikasını tekrardan kabullenmek büyük hata olur. Öte yandan Türkiye’nin savunma sanayi atılımlarını tamamlamak için zamana ihtiyacı olabilir; ama o zamanı çok kutuplu dünyada elde ettiği/edeceği avantajları elinden çıkarmak için kullanması doğru olmaz. Örneğin şimdi imzaladığımız ve ‘lafzına ve ruhuna uygun hareket etmeyi taahhüt ettiğimiz’ Geliştirilmiş Eylem Planı yüzünden Kıbrıs’ta iki devletli çözümden vazgeçersek çok yanlış olur. Yunanistan’ı Batı ile ilişkilerimizin toparlanmasında temel bir aktör gibi görürsek daha da büyük bir hata olur ve Yunanistan’a büyük paye vermiş oluruz. AB’nin üçüncü sınıf bir ülkesinin bizi AB üyeliğine taşıması mümkün değildir. Veya İsrail ve İsrail lobisini karşımıza alırken Amerika ile aramızdaki sorunları – F16 satışı vs.- Yunanistan üzerinden çözeceğimizi düşünmek oldukça çelişkili olabilir. Kısacası Yunanistan’ı düştüğü yalnızlıktan çıkarmak ve AB cenderesine Türkiye’yi sokmak ciddi yanlışları beraberinde getirebilir. Amaç zaman kazanmak ise bunu, bir yandan söz konusu risklere dikkat ederek ve çok kutuplu dünyanın gerçeklerine uygun politikalarla (örneğin Suriye ile uzlaşmak) elde etmek mümkün olabilir. Aksi takdirde, benim oğlum bina dokur, döner döner yine okur nokatasına gelebiliriz.
GÖRÜŞ
Çin akademisinde ŞİÖ’nün genişlemesi üzerine perspektifler
Yayınlanma
1 gün önce10/12/2023
Yazar
Serdar Yurtçiçek
Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), temmuz ayında gerçekleşen zirvede İran’ın da katılımıyla üye sayısını dokuza yükseltti. Bu önemli gelişme, örgütün bölgesel ve küresel önemini daha da artırdı. Şu anki üye ülkeler şunlardır: Çin, Hindistan, Pakistan, Rusya, İran, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan. Belarus ve Moğolistan gözlemci statüsünde bulunurken, Ermenistan, Azerbaycan, Bahrain, Kamboçya, Mısır, Kuveyt, Maldivler, Myanmar, Katar, Nepal, Suudi Arabistan, Sri Lanka, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri diyalog partneri olarak katılım göstermektedirler. İran’ın ŞİÖ’ya katılımı ve Rusya-Ukrayna savaşının getirdiği jeopolitik dinamikler, Çin akademik ve politik çevrelerinde ŞİÖ’nun geleceğine dair çeşitli tartışmalara ve farklı görüşlere yol açmıştır. Bu tartışmaların ana başlıklarını şu şekilde özetleyebiliriz:
- Rusya-Ukrayna Savaşı
Çin akademik çevresi, Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan çatışmanın, uluslararası arenada derin izler bırakan Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile Soğuk Savaş’ın ardından dördüncü büyük sistemik değişimi temsil ettiği konusunda genel bir uzlaşıya sahiptir. Bu çerçevede, Rusya’nın sadece Ukrayna’ya karşı değil, aslında geniş anlamda Batı’ya karşı bir pozisyon aldığına dikkat çekilmektedir. Çin’in, Rusya’nın uluslararası arenada zayıflamasına göz yummasının beklenmediği, ancak bu durumun doğru bir şekilde değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Bu bağlamda, iki temel perspektif öne çıkmaktadır:
Rusya’nın Küresel Güç Olarak Zayıflığı: Bu görüşe göre, Rusya’nın küresel bir güç olarak etkinliği sınırlıdır ve sahadaki mevcut durumda ciddi zorluklarla karşı karşıyadır. Savaşın sonucunda, Rusya’nın elde etmek istediği sonuçları alsa dahi, çatışma öncesinde sahip olduğu güçlü konumuna dönemeyeceği belirtilmektedir. Rusya’nın bu müdahalesi, Çin’i uluslararası alanda zor bir pozisyona sokmuş ve stratejik kararlar alma noktasında zorlamıştır.
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) Yayılmacı Politikaları: Diğer bir perspektife göre, yaşanan savaşın temel nedeni Rusya’nın eylemleri değil, NATO’nun yayılmacı politikalarıdır. Bu yaklaşıma göre, Rusya, bu politikalar nedeniyle savaşa zorlanmıştır. Ayrıca, ABD’nin Çin’e yönelik artan talepleri göz önünde bulundurulduğunda, Rusya’nın bu müdahalesi, dolaylı olarak Çin’in savunma stratejilerine de katkıda bulunmaktadır.
- Avrupa’nın ŞİÖ’nun Genişlemesi ve NATO Dinamikleri Karşısındaki Algısı:
Çin Akademik Perspektifinden Bir Değerlendirme
ŞİÖ’nun genişlemesi ve NATO ile olan ilişkisi, uluslararası ilişkiler ve güvenlik politikaları bağlamında önemli bir tartışma konusudur. Bu tartışma, özellikle Çin akademik çevresinde, Avrupa’nın bu iki örgüt arasındaki dinamiklere dair algısına yönelik iki temel perspektif ile şekillenmektedir:
Avrupa Birliği’nin (AB) Bağımsız Karar Alma Kapasitesinin Sınırlılığı: Bu yaklaşıma göre, AB uluslararası arenada bağımsız kararlar alamamaktadır. AB’nin, kendi çıkarlarına aykırı olmasına rağmen ABD’nin dış politikasını takip ederek Rusya’ya uyguladığı ambargolar, Rusya-Ukrayna savaşında savaşın tarafı olması ve büyük ekonomik kayıplarına rağmen Rusya karşıtlığında ısrar etmesi, bu iddianın temel dayanaklarındandır. Özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” şeklindeki ifadesine rağmen, NATO’nun etrafında birleşen bir AB görüntüsü, bu örgütün bağımsızlık kapasitesinin sınırlı olduğunu göstermektedir. Bu perspektife göre, AB’yi ikna etme çabaları, stratejik bir perspektiften boşa harcanan enerji olarak değerlendirilmektedir.
AB’nin Bağımsızlık Kapasitesinin Artışı: Diğer bir perspektife göre ise, AB’nin bağımsız kararlar alamadığı iddiası tamamen doğru değildir. AB’nin ABD’ye olan en büyük bağımlılığı savunma sanayi alanında olup, Rusya-Ukrayna savaşının başlamasından sonra AB’nin kendi savunma sanayisini kurma çabaları bu bağımlılığı azaltma potansiyeline sahiptir. Askeri açıdan bağımsız bir AB’nin, ABD dış politikasını tümüyle takip etmekten ziyade daha bağımsız kararlar alabileceği savunulmaktadır. AB’nin gelecekte daha bağımsız kararlar alabilmesine olanak sağlayacak bir savunma sanayisi geliştirmesinin gerekçesinin Ukrayna-Rusya savaşı ile ortaya çıktığı, ancak ABD’den tepki görmemek için Rusya’ya ambargolar koyarak büyük bedeller ödeyerek kendi takvimini takip ettiği ifade edilmektedir. Bu durumun uzun dönemde ABD’nin çıkarlarına aykırı, ŞİÖ’nun çıkarıyla uyumlu olacağı ön görülmektedir. Bu görüşü savunan akademisyenler, AB’nin tarihinde hiç olmadığı kadar birlik görüntüsü verdiğini iddia etmektedirler.
- Orta Asya’da ŞİÖ’nun Genişlemesinin Algılanışı ve Çin-ABD Dinamikleri Üzerine Etkileri
Son yıllarda, uluslararası ilişkilerde Çin ve ABD arasındaki gerilimlerin artması, özellikle Orta Asya bölgesindeki ülkelerin dış politika tercihlerini ve stratejik önceliklerini etkilemektedir. Bu bağlamda, ŞİÖ genişlemesi ve bu genişlemenin bölge üzerindeki etkileri, akademik çevrelerde yoğun bir şekilde tartışılmaktadır.
ABD’nin Trump döneminde Çin mallarına ek vergi uygulaması ve Tayvan’a yönelik diplomatik ve askeri adımları, Çin-ABD ilişkilerini tarihsel bir gerilim noktasına taşımıştır. Bu gerilim, Orta Asya ülkelerinin, özellikle enerji politikaları ve bölgesel güvenlik konularında, dış politika tercihlerini yeniden değerlendirmelerine neden olmuştur.
Orta Asya’da dominant bir aktör olarak görülen Rusya’nın etkisinden bağımsızlaşma arayışı içinde olan bu ülkeler, enerji kaynaklarını daha geniş bir pazar yelpazesine sunarak dış politika esnekliğini artırmayı hedeflemektedir. Orta Asya ülkeleri, enerji kaynaklarını Rusya’ya bağımlı olmadan Çin’e ve Türkiye üzerinden Batı’ya satarak bağımsız karar alma yeteneklerini artırmak istemektedirler. Bu bağlamda, Çin ile kurulan ilişkiler stratejik bir öneme sahip olup, Çin’in Xi’an kentinde düzenlediği toplantı bu stratejik ilişkinin bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir.
Ancak, Çin’in ABD ile artan gerilimi ve Rusya-Ukrayna savaşında sergilediği Rusya yanlısı tutum, özellikle Kazakistan gibi ülkelerde endişelere neden olmaktadır. İran’ın ŞİÖ’ya üyeliği, bu endişeleri daha da derinleştirmekte ve bölgesel dengelerin nasıl şekilleneceği konusunda soru işaretleri yaratmaktadır.
Orta Asya ülkeleri, bölgesel ve küresel krizlerden kaçınma eğiliminde olup, bu krizlere neden olan aktörlere karşı mesafeli bir tutum sergilemektedirler. Bu nedenle, Çin’in bölgedeki etkinliğini sürdürebilmesi için bu ülkelerin endişelerini dikkate alması ve bu endişeleri giderici politikalar geliştirmesi gerekmektedir. Bu, hem bölgesel istikrarın korunması hem de Çin’in bölgedeki stratejik çıkarlarının sürdürülebilirliği açısından kritik bir öneme sahiptir.
- ŞİÖ İçerisinde Hindistan’ın Pozisyonu ve Çin-Hindistan Dinamikleri Üzerine Bir Değerlendirme
ŞİÖ içerisinde Hindistan’ın konumu, son yıllarda uluslararası ilişkiler literatüründe ve özellikle Çinli akademisyenler arasında yoğun bir şekilde tartışılan bir konu haline gelmiştir. 2017 yılında Pakistan ile birlikte ŞİÖ’ya katılan Hindistan’ın sergilediği tutum, bölgesel dinamikleri ve özellikle Çin-Hindistan ilişkilerini etkileyen önemli bir faktördür.
Çinli uzmanlar, genel olarak Hindistan’ın ŞİÖ’ya tam anlamıyla entegre olmadığı ve örgüt içerisinde tam üye gibi hareket etmediği konusunda bir konsensüse varmış durumdadırlar. Bu durum, özellikle Hindistan’ın Rusya ile olan yakın ilişkileri göz önüne alındığında dikkat çekicidir. Bazı analistler, Hindistan’ın Rusya’nın davetiyle ŞİÖ’ya katıldığını, ancak Rusya-Ukrayna savaşı sonrası Rusya’nın bölgedeki nüfuzunun azalmasını fırsat bilerek ABD ile daha yakın ilişkiler kurma eğiliminde olduğunu belirtmektedirler.
Çin-Hindistan ilişkileri bağlamında, Çin’in Hindistan’la herhangi bir diplomatik sorunu olmadığına dair inancı, bu iki büyük Asya gücü arasındaki ilişkilerin temelini oluşturmaktadır. Ancak, Hindistan’ın ŞİÖ içerisindeki tutumu ve özellikle G-20 zirvesinde ileri sürdüğü “tek dünya, tek aile, tek gelecek” yaklaşımı, Çinli uzmanlar tarafından eleştirilmektedir. Bu yaklaşımın, Çin’in “İnsanlığın Ortak Kader Topluluğu” politikasıyla uyumlu olduğu kabul edilse de, Doğu-Batı arasındaki sorunların temelinde ABD’nin bölgedeki kışkırtıcı politikalarının yattığına dikkat çekilmektedir.
Sonuç olarak, ŞİÖ içerisinde Hindistan’ın konumu ve bu konumun Çin-Hindistan ilişkileri üzerindeki etkileri, bölgesel dengeler ve uluslararası ilişkiler açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu bağlamda, iki ülke arasındaki ilişkilerin geleceği, hem bölgesel hem de küresel dinamikleri şekillendirecek bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
GÖRÜŞ
Neo-Trumpizm, Trump’ı da yutacak: Amerikalı muhafazakârın İsrail sorunu
Yayınlanma
4 gün önce07/12/2023
Yazar
Sarp Sinan Hacır
Trump iktidarıyla birlikte Amerikan muhafazakârları ağır bir değişim geçirdi. Bush dönemlerinden aşina olduğumuz şahin Amerikan milliyetçileri, yerini izolasyoncu Amerikan milliyetçilerine bıraktı. “Önce Amerika” sloganı Trump iktidarının belki de en belirgin yapıtaşıydı. Donald Trump, on yıllar boyu devam eden ve Amerikan halkına gram faydası olmayan okyanus aşırı maceraların yarattığı rahatsızlığı oya çevirmeyi başarmıştı.
Trump’ın 4 yılı, diğer başkanlara nazaran sakin olsa da tamamen “izolasyonda” geçmedi. İranlı General Kasım Süleymani Trump yönetimi altında öldürülürken Kudüs ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanındı. Ancak Trump’ın kitlesi “Önce Amerika” cümlesini o kadar fazla duymuştu ki karnı yeni maceralara toktu, kalkışan kişi çok sevdikleri Trump olsa bile…
İşte bugün Trump’ın yarattığı izolasyoncu muhafazakâr canavarını konuşacağız. Bu kitleye canavar diyorum çünkü artık Trump’ın kontrolünde değiller. Kahramanları İsrail yanlısı olarak tanınsa bile İsrail’i desteklemek istemiyorlar. Bu kırılmayı ABD’nin bazı meşhur muhafazakâr figürleri fark ettiler ve doyasıya üzerine oynuyorlar. Peki, kim bu figürler?
Muhafazakâr medyada İsrail kavgası
Hikâye doğal olarak 7 Ekim’de başladı. Hamas’ın Aksa Tufanı saldırısı sonrası Demokrat Parti’de kıyamet kopuyordu. Malum, Müslüman oylarına ihtiyacı olan Demokratlar, İsrail’den yana tavır alırken kırk takla atıyorlardı. Ancak Cumhuriyetçiler için böyle bir sorun yoktu. Partinin her kesimi İsrail destekçisiydi. Değil mi?
Pek sayılmaz. Evet, Trump’ından Mitch McConnell’ına partinin tüm demirbaşları kayıtsız şartsız destek açıklıyor, Biden’a caydırıcı olmadığı için eleştiride bulunuyorlardı. Ama bir sorun vardı. Kitlede aykırı sesler çıkmaya başlamıştı. Sonuç olarak 1 buçuk yıldır Ukrayna üzerinden kendilerine anlatılan politikaların tam tersi yapılıyordu. Bazıları sordu; “neden İsrail’e para harcıyoruz? Kendi altyapımız bu kadar zayıfken, sınır güvenliğimiz delik deşik olmuşken, gençlerimiz uyuşturucu bağımlılığından sokaklarda sürünürken neden başka ülkelerin sorunlarına odaklanıyoruz ki?”
Bu rahatsızlığı medyada birileri yakalamayı başardı; Tucker Carlson ve Candace Owens. Tucker Carlson’ın ABD’de bir efsane olduğunu söylesek yanlış olmaz. Fox News’da yıllardır yaptığı anchormanlikten ayrılan gazeteci Carlson, yıllar içinde ABD’li liberalin nefret objesine, muhafazakârın ise idolüne dönüştü. Carlson, Trump tipi (ancak Trump’ı sevmeyen) bir muhafazakârdı. ABD’nin çoğu dış politika hamlesini hatalı buluyor, ABD müesses nizamıyla doğrudan kavga ediyordu. FBI’ın Carlson’u takip ettirdiği bile ortaya çıkmıştı.
Carlson, Fox’ta çalıştığı dönemde sadece müesses nizamı eleştirmekle kalmadı, daha ağır konuşan sol merkezli figürleri de ekrana çıkarmaya başladı. Bu size pek şaşırtıcı gelmeyebilir ancak Fox’un muhafazakârların en çok izlediği kanal olduğu düşünüldüğünde sol figürleri orada görmek devrim niteliğinde bir olaydı.
Tucker Carlson ve temsil ettiği fikirler sol-sağ fark etmeksizin müesses nizam nefretinde birleşmişti. Carlson, Fox’tan ayrıldıktan sonra Elon Musk’ın X’inde program yapmaya başladı. Musk’ın da reklamını yaptığı şov izlenme rekorları kırdı. İşte bu Carlson, ufak ufak İsrail desteğine dokundurmaya başladı. “İsraillileri çok severim çünkü kendilerini düşünürler. Biz neden kendimizi düşünmüyoruz?” diyerek ilk kurşunu sıktı. Carlson, ABD’nin onca sorunu arasında başka ülkeleri korumak gibi bir misyonunun olmadığını söylüyordu.
Bu cümleler halkta karşılık bulmuştu. Carlson muhafazakâr camiada tabu bir konuya giriyordu. ABD’nin İsrail’e milyarlarca dolar destek vermesi tartışmaya açık bir konu değildi. Ancak artık pandoranın kutusu açıldı. Hani “Önce Amerika’ydı?”
Asıl kavga ise siyasi yorumcu Candace Owens ile başladı. Owens, İsrail’e muhalefeti bir adım daha ileri taşıdı. Carlson’ın pragmatik bakış açısının ötesinde İsrail’i doğrudan soykırımla suçladı. Konuyla ilgili yaptığı paylaşımda “hiçbir şey bir devlete soykırım yapma hakkı tanımaz” dedi.
Owens, İngilizce Youtube izleyicilerinin “Shapiro feminist üniversitelilere haddini bildiriyor #83” başlıklı videolardan tanıyacağı muhafazakâr fikir önderi Ben Shapiro tarafından topa tutulacaktı. Shapiro, Owens ile aynı kanalda yani Daily Wire’da çalışıyordu. Kendisi bir Yahudi ve açık İsrail destekçisi olan Shapiro, Owens’ın 7 Ekim sonrası yaptığı yorumları “utanç verici” olarak nitelendirdi. Bunun üzerine Owens da Tucker Carlson’ın programına çıkıp Shapiro’ya “duygusal ve kontrolden çıkmış biri” diyerek cevap verdi. Shapiro’nun “Gerçekler, duygularınızı umursamaz” isminde bir kitap yazdığı ve bu cümleyi tüm münazaralarında kullandığı düşünüldüğünde kendisine duygusal denmesi herhangi bir hakaretten daha ağır sayılabilir.
Kitlelerde izolasyonculuğun karşılığı
Candace Owens ve Tucker Carlson gibi popülist karakterlerin böyle politikaları benimsemeleri muhafazakâr kitlelerde bunun bir karşılığı olduğunu gösteriyor. Bu figürler, Trump’ın başlattığı “Önce Amerika’yı” bir adım daha ileri taşıdılar. Trump sonrası muhafazakâr siyaset için örnek oluşturdular. Hemen hemen benzer düşüncelerdeki Elon Musk’ın X’inde kendilerine yer buldular. Bu “Neo-Trumpizm’in” bayrağını kim taşıyacak henüz bilmiyoruz.
Bildiğimiz bir şey var ki Amerikan muhafazakârının kafası karışık. Önceden tamamen İsrail yanlısı bilinen bu kitlede İsrail’e silah verilmesine karşı olanların sayısı yüzde 43’ü buldu. Bu sayı tarih boyu İsrail desteklemiş bir parti için çok yüksektir. Bundan sonra Cumhuriyetçi siyasetçiler ne kadar Yahudi lobi gruplarının desteğini isterlerse istesinler, bu kitleyi görmezden gelerek siyaset yapamazlar. Bunu hisseden siyasetçilerden biri genç başkan adayı Vivek Ramaswamy oldu. Kendisi Trump tipi popülist politikalarla ön seçimlerde Trump’ın arkasında ikinciliğe yerleşti. Ancak bu bayrağı devralabilecek kadar tutunabilecek mi onu göreceğiz. Cumhuriyetçilerin yeni yıldızı olarak parlatılan Ron DeSantis de kısa süre içinde unutuldu gitti.
Tabii bunları düşünmek için çok erken. Hala tahtta oturan bir kral var ve o kral 2024’te zafer ilan etmeye niyetli. Eğer Trump, 2024’te başarısız olursa hemen şimdi, kazandığı takdirde ise 2028’de bu değişimi daha net göreceğiz. Trump 2024 için başkan yardımcısı olarak “Tucker Carlson’ı isterim” demişti. Olur mu olmaz mı bilinmez ancak Carlson ismini bundan sonraki seçimlerde daha sık duymaya hazır olun. Her şekilde Neo-Trumpizm, her savaş başladığında biraz daha büyümeye devam ediyor. Bu da bize gelecekte Trump’ın aksine yarım yamalak olmayan ve gerçekten izolasyoncu politikalar güden bir akımın güçleneceğini söylüyor. Neyse, hele bir 2. Trump devrini görelim, Neo-Trumpizmi o zaman düşünürüz.

Washington Güney Çin Denizi gerginliğinde boy gösterdi

OPEC ülkelerinin fosil yakıt tartışmalarına itirazı COP28 bildirgesinde etkili olacak

Xi, Hanoi’nin ‘ABD kampına kaymasını önleme’ hedefiyle Vietnam’a gidiyor

Scholz sosyal yardımlarda kesinti yapılmayacağını söyledi

Zelenski ile Orban arasında diyalog
Çok Okunanlar
-
AMERİKA2 hafta önce
Kısa Kissinger portresi: Akıllı, gerçekçi, gaddar
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
İran’ın Gazze savaşına doğrudan dahil olmamasının 7 nedeni
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Batı aklının ‘büyülü kurbanı’ Ukrayna
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Filistin’in geleceği – 3
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
‘Gazze’deki çatışma Batı medeniyetinin gerçek yüzünü gösterdi’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Napoléon Efsanesi