Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Yeni “uzun telgraf”

Yayınlanma

Britanya’nın eski Moskova Büyükelçisi David Manning (1990-1993) ve Blair hükümetleri boyunca başbakanlık özel kalem müdürü Jonathan Powell (1995-2007), Financial Times’e, Rusya’ya “Kennan planı” çerçevesinde yaklaşmak gerektiğini yazdılar.

Yeni bir “telgraf” hikâyesi.

George Kennan akıllı, ama obsesif ve dahası ikinci sınıf bir diplomattı, ancak 1946’da Amerikan dışişlerine yazdığı mektup (“uzun telgraf”), “soğuk savaşın” yol haritası oldu. İlginçtir bu, yeterince çapsız bir veya bir grup adamın arzularının zamanın ruhuyla örtüştüğünde nasıl ideolojik postüla haline geldiğini gösterir.

Kennan, Sovyet yönetiminin Orta ve Doğu Avrupa’da genişleme emelleri güttüğünü ileri sürüyordu. Düpedüz demagojik, zira emel filan yoktu, tersine Yalta vardı; ama konuşmaları belgeli de olsa işine geldiğince unutmak bir Amerikan klasiğidir. “Uzun telgraf” bu “emellere” buna karşı koymak için “çevreleme” siyaseti öneriyordu. Aslında Kennan bunu hep yapıyordu, ta 1930’ların ortasından beri (o sırada Moskova’da, elçilikte çalışıyordu); ama bu ikinci sınıf diplomatın hezeyanları ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra eksiksiz kabul gördü.

Financial Times’in yazarları da bugün dünyanın “iktidarını ve nüfuzunu ABD’nin ve onun ortaklarının zararına genişletmeyi hedefleyen yeni bir Rusya lideriyle” karşı karşıya bulunduğunu ileri sürüyorlar. İlki, malûm, Stalin’di. Yeni “uzun telgrafın” müellifi bu iki diplomata göre bugün de tıpkı 1946’da olduğu gibi “laf dinlemeyen Rusya ile birlikte yaşama ve onu çevreleme yolunu bulmak zorundayız”.

Ve gene tıpkı ilkinde olduğu gibi ikinci “uzun telgraf” da kuvvet kullanma kararlılığını gösterme çağrısında bulunuyor, zira (ikincisinin yazarlarına göre) Kennan “uzun telgrafını” bugün yazsa, ABD’nin Putin’in siyasetine karşı koymak zorunda olduğunu vurgulardı; ne ki bugün fark, “çelik yumruk göstermenin” yetersiz olması. Gene de bu ilginç bir nokta, şundan ötürü: yazarlar, Rusya’nın tarihi endişelerini yansıtan “bu derin problemlere bir çözüm bulmamız gerektiğini” söylüyorlar. Onlara göre “uzun telgrafın” argümantasyonu hâlâ doğru: Rusya vatandaşlarının kimileri batının soğuk savaştan beri kendilerini yok etmek istediğine “içtenlikle” inanıyorlar. “Çözüm” bunu gözetmeli, ama aynı zamanda “Ukrayna’nın ve Rusya’nın diğer komşularının egemenlik ve toprak bütünlüğüne zarar vermemeli”.

İki yazara göre, tıpkı Kennan’ın Stalin hakkında dediği gibi, Putin’in de “batıya düşmanlığı Rus insanlarının gerçek dünya görüşünü yansıtmıyor”; bu yüzden “onlara” (yani Rusya halkına) “Rusya’nın geleceğinin Putin’in Çin’le ‘eşitsizler ittifakında’ çok daha zayıf ortak olarak bir Rusya değil, ama büyük bir Avrupa ülkesinin geleceği olduğuna inandığımızı göstermeliyiz.” Önemli; Kremlin ve kitleler arasındaki rıza bağını koparmak için Rusya halkını Çin’e bağımlılıkla korkutmaya çalışıyor.

“Çelik yumruğun” yetersizliği argümantasyonu da böylece sonuca varıyor; iki yazar Rusya ve ABD’nin ilişkilerini düzeltmek için şunları öneriyorlar:

— soğuk savaş sırasında en yüksek seviyede siyasi diyalog yürütülebilmesine imkân sağlayan Helsinki sürecinin devamı (Helsinki süreci ve anlaşması Sovyetler Birliği’nin, en çok da Gromıko’nun diplomatik başarısıydı);

— NATO ve Rusya arasında yeni ilişkiler kurulması;

— START 3 anlaşmasının uzatılması ve süresi dolmuş olan Avrupa’daki konvansiyonel silahlı kuvvetler sözleşmesine dönülmesi.

Üç madde Rusya karşısında siyasi geri çekilme anlamına gelmiyor. Sadece START 3 anlaşmasının dondurulmasının ve en genelde de nükleer tehdidinin ABD için bir varoluş meselesi olduğunu, bu nedenle asgari diplomatik kanalları açık tutma ihtiyacını gösteriyor. Rusyalı senatör Aleksey Puşkov, Putin’in federal meclis konuşmasının ardından batıdan gelen şaşkınlık mesajlarını yorumlarken bunu yeterince açık ifade etmişti: “Amerikalıların müttefikleriyle birlikte Rusya’yı stratejik bozguna uğratma yolunu tuttuklarını ilan ettiklerinde iyi düşünmeleri gerekirdi. Esas soru, bugün neden Moskova’nın cevabına şaşırdıklarıdır. Amerikalılar tek taraflı eylemlerine tepki göstermememize alışmışlar. Şimdiyse kendileri için en önemli alanda, nükleer güvenlik alanında cevap veriyor olmamızdan hoşnutsuzlar.”

Demek ki temel vasıta, çatışmayı doğrudan kendisine sıçratmamaya çalışırken “çelik yumruk”.

İki yazara göre, tıpkı Kennan’a göre Stalin’in emperyalist kamptaki (nihayetinde emperyalist bir savaşa ve devrimci bir sarsıntıya varması beklenen) ihtilafları kullanmasında olduğu gibi, Putin de “batı demokrasilerinin yozlaştığına ve yıkıma mahkûm olduğuna inanmak istiyor”. İlginç bir ideolojik benzeştirme doğrusu. Stalin açıkça emperyalist kamp açısından bir varoluşsal tehlikeyi temsil ediyordu; iki yazar bugün de Putin nezdinde benzer bir varoluşsal tehlikeye gönderme yapıyorlar. “Hür dünyayı” hep birden ayağa kaldıran, işte bu varoluşsal tehlike.

İki yazar, Putin’in 24 Şubat arifesinde “Ukrayna’yı hızla ele geçirmeyi planladığını”, bu sırada batıdan ciddi bir direniş beklemediğini ileri sürüyorlar. Yazarlara göre ABD’nin Afganistan’dan kaçışı Kremlin’de ABD’nin zayıflığına dair yanılgıyı güçlendirdi. Oysa iki yazarın bu iddiası da düpedüz yanlış, zira ABD’nin Afganistan kaçışı sadece iki anlama geliyordu: 1) El Kaide, IŞİD ve Taliban aracılığıyla Orta Asya ülkelerinde Rusya’nın müdahale etmek veya stratejik yoğunlaşma yapmak zorunda kalacağı kargaşaların kapısını aralamak; 2) bundan sonraki çabalarını Ukrayna’ya yoğunlaştırmak.

Gene de iki yazarın haklı olduğu bir nokta var: Rusya’nın 24 Şubat arifesinde batı bloğunun bu derece “kenetlenmesini” beklemediği doğru; Avrupa’nın siyasi bağımsızlığını korumaya çalışacağını ve geleneksel sanayi sermayesinin yeşil vb. savaş kışkırtıcılığına direneceğini düşünüyorlardı. Kremlin bunda tümüyle yanıldı. İki yazar bu yanılgıya dayanarak Kennan’ın postülasını tekrar ediyorlar: “SSCB’ye” (yani bugün Rusya’ya) “karşı koyuşun başarısı batı dünyasının göstereceği kenetlenmeye, metanete ve enerjiye bağlıdır.” Ama gene yanılıyorlar, çünkü arada büyük bir fark var: 1946, kapitalizmin altın çağına geçişin eşiğiydi ve bu çağ, Sovyetler Birliği ile stratejik bir karşı karşıya gelişle birlikte Sovyetler Birliği’nin dünyaya tanıttığı sosyal kazanımların önemli bir bölümünün benimsenmesiyle de sonuçlanmıştı. Oysa bugün altın çağ değil yozlaşma ve diktatörlük eğilimleri öne çıkıyor; bu yüzden karşılaştırma yapılacaksa 1946’yı değil 1936’yı nirengi noktası almak gerek.

İki yazar, Kremlin’in “renkli devrimle” yıkılabileceği beklentisini de tekrar ediyorlar. Ama Rusya’da sosyal çatışmanın olası sonuçlarından birazcık endişeliler de, zira Putin’in yerine “çok daha milliyetçi bir lider” geçebileceğinden korkuyorlar.

Batılı entelektüel (ve onun genellikle kopyası olan bizimki) tekrar ve klişelere, kavramları çarpıtmaya ve belirsizleştirmeye bayılıyor. Çokça yazdım şunu: Kremlin “milliyetçi” değildir. Rusya’nın çok-uluslu ve çok-inançlı bir ülke olduğunun altını devamlı olarak çizer ve buna tehdit teşkil edebilecek bütün siyasi organizasyonları da takibat altında tutar. İki yazarın kastettiği, bu yüzden, milliyetçilik değil, sadece (gene onların pek sevdiği amiyane tabiri kullanmak gerekirse) “şahinlik”. İki yazar, “askeri bloktan” korkuyorlar; dolayısıyla (24 Şubat’tan önce neredeyse hep dolaysız, ama bugün dolaylı olarak büyük burjuvaziden, yani emperyalizmle bir çevre ülkesi olarak ilişki kurmaktan) yana olan “mali bloğa” karşı “askeri blok” hızla güçlenebilir, şu nedenlerle: 1) devlet ideolojisi olarak yurtseverlik ve sosyal adaleti savunuyor olması, 2) büyük burjuvazinin geriletilerek orta ve küçük burjuvazinin kalkınmasını savunuyor olması; 3) bu iki nedenle solla ilişki kurmasının çok daha kolay olması.

Demek ki iki yazar, gerçekte, daha büyük bir tehlike karşısında daha küçük bir tehlikeyi yönetilebilir kılmaya çalışmak gerektiğini savunuyorlar.

Öte yandan iki yazar, gene “uzun telgrafa” dönerek, ABD’nin “BM Genel Kurulu tarafından onaylanmış” kendi koalisyonunu kurması gerektiğini söylüyorlar. Bu ne demek? BM Genel Kurul kararları sadece tavsiye niteliği taşır; bu kararlara dayanarak “koalisyon” kurmak (burada kastedilen kuşkusuz ki askeri-siyasi paktlar) açıkça BM hukukunun ihlali demektir. Bu, troykanın yapmadığı bir iş değil; Irak’ın yok edilmesi için hep birden ayağa kalktıkları beri yeni dünya düzeninin temelini bu oluşturuyor zaten: kukla rejimler çeşitli yollarla satın alınır (çoğu durumda satın almaya da gerek yoktur) ve gelsin oylar.

Peki neden bu öneri? Hemen arkasından gelen kapanış cümleleri yüzünden önemli: iki yazara göre diğer sebeplerin yanısıra Rusya’nın başlıca müttefiki Çin’in güçlenmesi yüzünden küresel ticaret şartları yeniden değerlendirilmeli.

Bu, yeniden paylaşım demektir.

GÖRÜŞ

Rusya’da kalkınma: Liberal amentüye karşı işlenen büyük günah – 2

Yayınlanma

Yazar

DIŞ TİCARET

Rusya’nın yapısal hastalığı: ekonominin tamamen doğal kaynaklara dayanıyor olması birçok defa Kremlin tarafından da açık yüreklilikle itiraf edilmiştir. İlk defa John MacCain, 2014’te Rusya’nın “bir benzin pompası” olduğunu söylemişti. Bu aşağılayıcı (ve kesinlikle doğru) ifade, en azından ilk telaffuz edildiği zamana kadar aynı zamanda Rusya’nın kalkınma stratejisinin de temelini oluşturuyordu.

Ama artık bunun sınırına gelindi. Putin ilk defa geçen kasım ayında Rusya’nın artık bir benzin istasyonu olmadığını, kendine yeterli bir ülke haline geldiğini söyledi.

Aslında tamamen kendine yeterli olduğunu söylemek hâlâ mümkün değil; ama gerçekten de benzin istasyonu olmaktan çıktı ve bunu büyük ölçüde yaptırımlara borçlu: çünkü Kuzey Akım sabotajı, yaptırımlar, Ural petrolüne varil başına 60 dolar tavan fiyat, tankerlerin sigorta ve reasürans güçlüğü, bütün diğer masraflar çıkarıldığında petrolü yüzde 30-50 daha ucuz satmak zorunda bırakıyor. Kuşkusuz hâlâ satmayı başarıyor olmasını başarı saymak mümkün; ama bu başarı gelişmenin yönünde tayin edici değil.

İthalatın her zaman teknoloji, araç ve ekipman ağırlıklı olduğunu ancak bunun da yaptırımlar yüzünden giderek güçleştiğini yukarıda söylemiştim. Çözüm için başka lojistik yolları ve “paralel ithalat” kullanılıyor. Bu ikincisi, hükümetin gayet ayrıntılı şekilde düzenlediği listelerdeki kalemlerde yapılan ithalatın tamamen serbest bırakılması ve gümrük resimlerinin kaldırılması demek; başka deyişle, eskiden kaçakçılık sayılan şey bugün legalize edildi ve bu tedbir sayısız engele rağmen özellikle küçük ve orta burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılamakta başarılı oluyor.

Bu yüzden ithalat üzerinde durmaya gerek yok. Ama ihracat önemli.

Rusya’da kalkınma: Liberal amentüye karşı işlenen büyük günah – 1

Grafikteki sayılar milyar dolar; dolayısıyla aradaki fark da milyar dolarlık fark. Paradoksal bir şekilde en yüksek dış ticaret fazlası 332,4 milyar dolarla 2022’de, krizin ilk yılında elde edildi. Bunun nedeni artan petrol ve özellikle de doğalgaz fiyatlarıydı. Ama ertesi yıl bu gelir yüzde 58 azalarak 140 milyar dolara düştü. Fazla bu yıl biraz daha artabilir; ancak bundan böyle 2010’lu yılların 200 milyar dolar seviyesini yakalaması mümkün görünmüyor.

Ve bu kesinlikle hayırlı bir sonuç verdi: ihracatın bileşimi değişti. Ta 70’lerde, bugün genellikle “Brejnev resesyonu” diye anılan dönemde başlayan doğal kaynak bağımlılığı (bu bağımlılık o zaman da kalkınma yerine rehavete yol açıyordu) Yeltsin dönemi yıkımının frenlenmesi ve doğal kaynaklara dayalı büyümenin kalkınma stratejisi olarak benimsendiği 2000’lerin kapitalist Rusya’sında epey uzun bir süre farklı biçimde yaşanmıştı; ama dış ticaret fazlası 2008 krizinin ardından artsa bile kalkınma getirmediği ortaya çıkmıştı. Daha önemlisi Kırım krizi ve pandemi krizi bağımlılığın azaltılması zaruretini açık seçik ortaya koymuştu.

 

Grafiğin anlaşılmasını kolaylaştırmak için doğal kaynakları (en genelde karbon kaynakları, değerli taş ve madenler ve bunların ürünleri) sütun değil de çizgiyle gösterdim. Ukrayna krizinin ilk yılında doğal kaynaklardan sağlanan ihracat artışı, üretim artışı değil nakdi bir artıştır ve nedeni de, daha önce belirttiğim gibi, petrol ve doğalgaz fiyatlarının artmasıdır. Dış ticaret fazlasının toplam ticaret hacmine oranıyla doğal kaynak ihracatından gelen gelirlerin paralel olduğuna dikkat edin. Bu beklenen bir şey; zira ihracatın yüzde 65-75 kadarını bu gelirler oluşturuyor. Dikkat çekici ikinci şey, metal ve metal ürünlerinin benzer bir eğri çizmesi; bu da bekleniyor, çünkü tıpkı diğer doğal kaynaklar gibi bunlar da bir çeşit “benzin pompası” işlevi görüyor. Bağımlılık ilişkisini yaratan çoğu durumda doğal zenginlik kaynaklarıdır zaten. Dikkat çekici üçüncü şey, araç ve ekipman kaleminin bu genel eğilimden etkilenmiyor olması. Ama 2022’de bu sektörün ihracatındaki belirgin azalma, sektörün ithalat bağımlılığını gösteriyor. Dikkat çekici dördüncü şey ise tarım gelirlerindeki muazzam artış.

2024’te ihracat daha da düşebilir; bunun en kritik sonucu bütçe açığının artması olacaktır.

BÜTÇE

Bütçe kanunlarına ulaşılabiliyor, neye ne kadar harcama yapılmasının planlandığı da bu kanunlardan takip edilebiliyor. Ama 2022’den beri yıllık somut bütçe raporlarında harcamalar kalemi gizli tutuluyor. Gene de 2022’de Rosstat ve Maliye Bakanlığı’nın bütçe raporundaki bu görünmeyen kalemler herhalde bürokratik bir hata sonucu resmi elektronik bütçe hesaplarında ortaya çıktı. Aşağıdaki grafiklerdeki hesaplar 2022 için bu verilere dayanıyor. 2023 içinse genel bir kabul yaptım: kalemlere göre harcama oranlarının 2022’yle aynı kalacağını varsaydım. Oysa savunma ve güvenlik harcamalarının 2023’te bir önceki yıla daha fazla olduğu kesin; dolayısıyla 2023 hesaplarım bunlara ayrılan kaynakları eksik gösteriyor olmalı.

Rusya’da bütçe açığı (fazlası) geleneksel olarak iki başlıkta gösterilir: toplam bütçe açığı ve petrol-doğalgaz gelirleri düşüldükten sonra ortaya çıkan bütçe açığı. “Benzin pompası” olmanın sonucu bu; ama iyi bir karşılaştırma imkanı sağlar.

Son iki yıldır bütçe açığının genel kural haline geldiği görülüyor; ama daha önemli bir başka eğilim daha gözleniyor: petrol ve doğalgaz geliri belirgin şekilde düştüğü (neredeyse pandemi döneminin dip seviyesine ulaştığı) halde bütçe açığına yaptığı olumsuz etki önceki yıllardan daha az. Demek ki diğer gelir kaynakları daha hızlı yükselmiş.

Neler bunlar?

İçeride toplanan bütçe gelirleri 2013’ten bu yana, son iki yıldır da neredeyse doğrusal olarak artıyor. 2010’da toplam bütçe gelirlerinin sadece yüzde 20’sini bunlar oluştururken 2023’te yüzde 35’e çıkmış. İthalata konulan gümrük, KDV, özel tüketim vergisi gibi uygulamalar ise uzun dönemde az çok sabit (yüzde 17 civarı) görünüyor. Ama 2022’de bu gelir büyük bir düşüş yaşadığı halde geçen yıl yüzde 20’ye çıkmış. Bu kısmen 2022’de paralel ithalatın neredeyse tamamen serbest bırakılmasından kaynaklanıyor; ama 2023’te buna pek az sınırlama getirildiği halde ithalat gelirlerindeki artış, normal ithalatın arttığına, yani batıdan lojistiğin yerini büyük ölçüde doğudan lojistiğin aldığına tanıklık ediyor. Emperyalist troykanın ikincil yaptırım tehdidinin Çin’den ithalatı azaltmakta olduğunu biliyoruz; dolayısıyla 2024’te bu gelir düşecektir; ama lojistik arayışında dinamizm hızla başka ithalat merkezleri bulacaktır.

Bölüşüm ilişkileri açısından iç üretimden toplanan gelirin niteliği daha büyük önem taşıyor. Maliye bakanlığı istatistikleri dört kaleme ayırıyor bunları: KDV, özel tüketim vergileri, kur vergisi, gelir vergisi.

Bu eğriler üç önemli şey söylüyor. Birincisi, emekçinin sırtındaki gelir vergisi yükü devletin bütçe gelirleri açısından pek az bir anlam ifade ediyor. İkincisi, bu yıllarda KDV oranlarında ciddi bir değişiklik olmadığına göre bu gelirlerdeki artış tüketim artışıyla ve lüks tüketim artışıyla ilişkilendirilebilir. Üçüncüsü ve en önemlisi, büyük burjuvazinin en büyük ödeme kalemlerinden olan kâr vergisi (kurumlar vergisi) 2008’de mevzuat değişikliğiyle bir anda yüzde 65 birden düşürülmüştü. O zaman gerekçe offshore affıyla offshore cennetlerinde yatan sermayeyi Rusya’ya çekmekti — ve bu hiçbir işe yaramamıştı. Ama özellikle 2017’den beri kurumlar vergisinin bütçedeki payı tedricen yükseliyor.

Sadece bu da değil. İki yıldır büyük burjuvaziye kurumlar vergisi dışında iki yük daha getirildi. İlki, daha önceki yazılarımda da çokça sözünü ettiğim “süper kâr” vergisi; veya genel kabul görmüş frenkçe adıyla “windfall tax”. Büyük burjuvazi direnciyle bunu kuşa çevirmeyi başardı ve geçen yıl sadece 300 milyar ruble toplandı — bu, 2023 bütçe gelirlerinin sadece yüzde 1’i, bütçe açığının yaklaşık yüzde 9’u kadar bir miktar. Üstelik kararname “bir defaya mahsus” diye yayınlandı. Ancak su yolu açılıyorsa bundan sonra oradan su akmasının önünde engel kalmaz.

İkincisi, 2022’nin büyük burjuvaziyle Kremlin arasındaki navlun tarifesi savaşını Kremlin’in kazanmasıyla yüklenen yük. Tarifelerin ortalamasında bundan önceki tek rekor artış yüzde 9,03’le 2017’de görülmüştü; bunun dışında çoğu zaman enflasyonun altında itibari zamlar yapılmıştı. 2022’de ise ortalama yüzde 28,44 zam geldi. Geçen yılın toplam zamlarıyla ilgili kesin bir veri yok; ama yüzde 10’un üzerinde olduğu tahmin edilebilir.

Artık bütçe giderlerine bakabiliriz.

İlk anda en dikkat çekici şey, savunma harcamalarının bütçe giderlerine oranı açısından rekorun 2011-2019 arasında kırılmış olması. Yukarıda söylediğim gibi, 2023’teki bütçe harcama kalemleriyle ilgili somut bir veri yok; burada gösterdiğim miktar, 2022’yle aynı oranda olduğu kabulüne dayanıyor. Benim gerçek beklentim ise geçtiğimiz yıl yüzde 30’u aştığı yönünde.

Ancak bir sorun var. Kapsamlı “milli ekonomi” projeleri devam ediyor; bu altyapı yatırımlarından belli. Sosyal yardımlar devam ediyor; bu da çok açık. Genel devlet giderlerinin kısılmış olması ise mümkün değil. Sağlık ve eğitim yatırımları mecburen devam ediyor, çünkü işgücü ihtiyacı çok yakıcı. Savunma harcamaları kaçınılmaz olarak artıyor. Üstelik dört yeni federal bölgenin imarı çalışmaları var.

Öyleyse nereden geliyor bunca kaynak? Savunma harcamaları artıyorsa eğer (artıyor elbette) diğer kalemlere nereden kaynak ayrılıyor? Bir gizli bütçe kaynağı mı var — ama bu ancak petrol ve doğalgaz olabilir, oysa emperyalizmin küresel mali hakimiyeti bu tür kaynakları gizli tutmayı imkansız kılar.

Bu bilinmeyen, belki de bütçe raporunda açığı kapatmak için kullanılan kaynaklar arasındaki “diğer” kaleminde ve “kur farkında” gizlidir. Gerçekten de 2023’te açığı kapatmak için kullanılan bu “diğer” kalemindeki gelirlerde büyük bir artış var. Ayrıca kur farkından doğan muazzam kaynak da var. Geçen yıl bankacılık sektörünün toplam kârı 3,1 trilyon ruble olarak açıklandı; bütçe açığını kapatmak için eklenen “kur farkı” kaleminin karşısındaki miktar da 2,067 trilyon ruble — ikisi arasındaki oran, devletin bankacılık sektöründeki payına eşit. Bu, geçen yıl “toksik paraların” kurundaki aşırı dalgalanmayı da açıklıyor: bankacılık sektörüne devlet hakimse döviz spekülasyonu bütçe gideri değil geliri haline dönüşebilir — Rusya’da olan bu.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Ukrayna’nın yeni 60 milyar doları hazır… Trump’ın fikrini ne değiştirdi?

Yayınlanma

7 ay geçti… Amerikalı yetkililerin “ne kadar gerekiyorsa o kadar” cümlesi, yerini “yapabildiğimiz kadara” bıraktı. Netanyahu bahar alerjisi olsa destek paketi için sabaha karşı röpteşambırıyla koşa koşa gelip kongre sıralarında yerini alacak Amerikalı kongre üyeleri, konu Ukrayna’ya geldiğinde aynı heyecanı gösteremez hale gelmişti. En azından Cumhuriyetçilerin bir kısmı…

Bu malum grup, zamanla kongrenin kalanının epey gözüne batmaya başladı. “Putin’e can simidi oluyorsunuz” dediler. “ABD’nin düşmanlarından yanasınız” dediler. Muhtemelen “askeri endüstrinin karnı acıktı” da dediler ama onu sessiz söylediler. Ancak bu muhafazakâr fraksiyon, Nuh diyor peygamber demiyordu. Biden’la gelecek paketler için anlaşma yapacağını ima etmiş kendilerinden olan meclis sözcüsü Kevin McCarthy’i bile gözünün yaşına bakmadan kapının önüne koymuşlardı. Bu sırada zaman daralıyordu. Ukrayna’nın mühimmatı tükenme noktasına gelmiş, sahada her gün biraz daha geri çekilmeye başlamıştı.

CIA direktörü Burns acı reçeteyi verdi; “bu paket şimdi çıkmazsa Ukrayna 2025’i göremez”.

Bu malum grubun başı bildiğiniz üzere Donald J. Trump’tı. Popülist lider, Ukrayna’ya kayıtsız şartsız verilecek bu paraların sınır güvenliği ve altyapı ihtiyaçları gibi ABD’lileri doğrudan ilgilendirecek meselelere harcanması gerektiğini söylüyordu. Birçokları bu inadın kısa süreli olacağını düşündü. Pentagon, “yeni yıldan sonra Ukrayna mühimmat yokluğunu iyice hissetmeye başlar” demişti. O zaman bir şekilde aralık ayında bu iş çözülürdü değil mi?

Kongre toplantıları epey hararetli geçti. Cumhuriyetçiler sınır güvenliği için ekstra ödenek ve zenginlerden vergi kesintileri istiyordu. İkisi de Demokratların kabul edemeyeceği cinsten taleplerdi. Partisi içinde çokça kavga sonucu gelebilmiş yeni Cumhuriyetçi sözcü Mike Johnson, Biden’ın ayda bir ürettiği paketlere daha gözünü açmadan red damgasını vuruyordu.

Aralık ayı geçti, paketten ses çıkmadı. Şubat’a gelindiğinde Johnson hala yeni tekliflere “ölü doğdu” diyordu. Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski, artık şikayetinin tonunu yükseltmişti. Böyle giderse Rusya’nın yapacağı bir yaz taarruzunda ağır bir felaketle karşılaşılabilirdi.

İkna turları

4 yıllık Trump iktidarının rakiplerine öğrettiği bir şey varsa o da Trump’ın bir prensip adamı olmadığıydı. Gerekli şartlar oluşursa eski başkan her şeye ikna edilebilirdi. Önce İsrail meselesiyle başladılar. İsrail’e ve Ukrayna’ya desteği aynı pakete koydular. Ancak kimi kandırıyorlardı ki? İsrail’e desteğe hayır diyecek kaç cesur Demokrat çıkabilirdi? Tabii ki bu Ukrayna desteği karşılığında Cumhuriyetçileri “korkutacak” bir teklif olamazdı. Olmadı da zaten. İsrail’in desteği kongre masalarında pek kırışmadan Beyaz Saray’a ulaştı.

Sınır güvenliği konusu ise Demokratlar için tehlikeli bir maceraydı. Cumhuriyetçilere boyun eğmeleri kendi seçmenlerini üzebilirdi. Zaten İsrail meselesinde Müslümanların oyları kaybedilmişti, Biden bundan fazlasını göze alamazdı.

Artık ortaya çıkan görüntü Biden’ın Ukrayna planları için vahim bir tablo oluşturuyordu. Belli ki Trump’ın niyeti seçimlere kadar bu paketin onaylanması engellemekti. Böylece Biden, sırtında Ukrayna faciasıyla seçime girecek ve kesin olarak yenilecekti.

Sonra bir şey oldu. Önce Mike Johnson’ın dili değişti. Bir anda “Ukrayna’yı ortada bırakırsak neler olur” onu anlatmaya başladı. Meclisin radikal Trumpçısı olarak bilinen Marjorie Taylor Greene (MTG) “ihanetin” kokusunu alınca Johnson’a ultimatomu verdi, “McCarthy’i unutma, sakın ha!”

Ancak MTG’nin aksine Trump bu sefer farklı düşünüyordu. Eski Başkan, “hediye vermekten bıktık. Ukrayna’ya borç vermeyi düşünebiliriz” demişti. Bu yorum bize Trump’ın bir şekilde ikna edildiğini gösterse de yine de kulağa komik geliyordu. Savaş üçüncü yılına girerken Ukrayna’nın ekonomisi yerle bir olmuştu. Askerlerine maaş ödeyebilmek için Batı’dan her ay 8 milyar dolar ödenek alması gerekiyordu. Savaş bugün bitse, ülkenin yeniden inşası için 500 milyar dolara ihtiyaç vardı. Şartlarım böyleyken bir bankaya kredi başvurusunda bulunsam, muhtemelen bana da gülerlerdi. Ancak “Anlaşma Sanatı” isimli kitabın yazarı Donald Trump, bu duruma belli ki ikna olmuş.

Kimi kandırıyorum, tabii ki ikna olmadı. Ancak karşılığında bir şeyler kazanmış olsa gerek. Ama ne?

Trump ne ister?

Biden’ın ve Ukrayna desteğine sıcak bakan Cumhuriyetçilerin artık Trump’a rağmen bir şey yapılamayacağını anladıkları bir dönemdeyiz. Sevseler de sevmeseler de ikna etmek zorunda oldukları bir popülist figür var. Trump’ın ne isteyebileceğini anlamak için bir 5 yıl geri gitmemiz gerekiyor; 2019’da Trump’ın görevden azledilme tartışmalarını başlatan Ukrayna meselesine.

Biden’ın 2020 seçimlerinde aday olacağı konuşulurken Trump eski defterleri karıştırmaya başlamıştı. Meşhur oğul Biden’ın laptop hadisesini bilir misiniz? Hunter Biden, Ukrayna’da bir oligarkın enerji şirketinde çalışıyor ve şirket sahibinin peşindeki savcıdan kurtulmak için o dönemdeki başkan yardımcısı babasının (yani koca ABD’nin) gücünü kullanıyordu. İşte Trump, o dönemde bundan haberdardı ve seçimlerde Biden’ın yüzüne vurmak için planlar yapıyordu.

Bu sırada aynı bugünkü gibi Ukrayna’ya yardım paketleri kongrede bekliyordu. Desteğin boyutu çok daha ufaktı ve kamuoyu ilgisi üzerinde değildi. Ancak sadece Trump istemediği için paket onaylanmamıştı.

Zelenski’ye bir telefon açtı. “Çok adaletli bir savcınız vardı. Yazık olmuş ona” dedi. Zelenski’den Biden’ın peşinden koşacak bir savcı atamasını istedi. Kongrede beklettiği yardımı serbest bırakmasının tek yolu buydu. Olay büyüdü. Bu konuşmadan dolayı Trump’ın azledilme meselesi patlak verdi. Ancak bu bize Trump’ın böyle bir konumdayken ne isteyebileceğini söylüyordu.

Gelelim bugüne. Wall Street Journal, Trump’a bir ayda iki önemli ziyaretin yapıldığını yazdı. Biri, doğal olarak meclis sözcüsü Johnson, diğeri ise Polonya’nın eski Cumhurbaşkanı Andrzej Duda’ydı. Trumpgillerden olarak bilinen bir lider olan Duda, Trump’ın iyi de bir arkadaşıydı. Sağ popülistin dilinden sağ popülist anlar diye düşünmüş olacaklar ki böylesi bir görüşmeyi ayarladılar. Duda, Trump’a vaziyetin vahametini anlattı. Johnson ise daha etkili bir damar buldu.

Sahi, Trump “ben seçileyim, 1 günde barış getiririm” demişti. Ukrayna bugün yenilirse bunu nasıl yapacaktı? Ukrayna, en azından Trump koltuğa oturana kadar dayanmalıydı. Ne hikmetse CIA direktörü William Burns, çıkan paketin Ukrayna’yı 2025’e kadar hayatta tutacağını söyledi. Trump’ın kazandığı takdirde koltuğa oturuşu da ocak ayında olacak.

Unutmadan, bir de Trump’ın şu sıralar devam eden davaları var. Bu davalar sonucu kampanya için ayırdığı paranın tükenebileceği söyleniyor. Trump belki de hem maddi hasardan hem de seçim yolunun tıkanmasından korunmak için Ukrayna üzerinden anlaşma yoluna gitmiş olabilir.

Yani özetle, Trump’ı bugün popüler kılan izolasyoncu ve “Önce Amerikacı” bir ideoloji olsa da kendisi daha çok bireysel çıkarları üzerine politikalarını inşa ediyor. Trump’ın karşı çıkmadığı pakete 101 Cumhuriyetçi destek verirken 112’si hayır oyu verdi. Yani her şeye rağmen izolasyoncu kanat gerektiğinde Trump’ı bile dinlemiyor. Eski başkanın önem sırası şu şekilde; Önce Trump, sonra Amerika, duruma göre İsrail de araya sıkışabilir. İşin ironik tarafı, bu denklemde bile Amerika, Biden’ın önem sırasına kıyasla daha önde.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Yunanistan’la Yeni Denklem?

Yayınlanma

Dr. Süha Çubukçuoğlu, Kıdemli Araştırmacı, Trends Research & Advisory

6 Şubat 2023 depremlerinden sonra Türkiye ve Yunanistan arasında esmeye başlayan ılımlı hava karşılıklı ziyaretler ve güven artırıcı önlemlerle belli bir mesafe kat etse de ara sıra Atina’dan gelen sert söylemler sürecin kırılganlığına ve görünenin aksine anlaşmazlık yaşanan konularda pek de kolay uzlaşma yolu bulunamayacağına işaret ediyor. Özellikle bu konularda sesini hep üst tondan duyduğumuz Yunan Savunma Bakanı Nikos Dendias şahin kanada yakın bir isim olarak Türkiye’nin iyi niyet ve kararlılıkla sürdürdüğü “sorunları birlikte ele alma” iradesini açıkça baltalamaya çalışmakta. Türkiye’yi saldırgan ve hukuk-tanımaz bir haydut devlet olarak lanse etmeye gayret gösterip Yunanistan’ı ise “kural temelli dünya düzenine bağlı”, uysal ama mağdur bir uç karakol, hukuka saygılı bir ülke şeklinde konumlandırma gayreti içinde.

23 Şubat 2024’te To Vima gazetesinde çıkan ve Yunanistan’da bile şaşkınlık yaratan habere göre Dendias “Ege’de 3 milin ötesindeki her şeyin Yunanistan’a ait olduğunu” iddia etti. Yine basına yansıdığı kadarıyla, Dendias 16 Nisan 2024’te “Yunanistan’ın çıkarları gerektirdiğinde karasularımızı 12 mile çıkaracağız” şeklinde bir demeçte bulundu. Bu açıklamaları 15-17 Nisan 2024 tarihlerinde Atina’da düzenlenen “Okyanusumuz” konferansında Yunanistan’ın Ege ve İyon denizlerinde iki deniz parkı ilan etme niyetini deklare etmesi takip etti. Gri bölgeler olarak da bilinen Ege’de Aidiyeti Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıkları (EGAAYDAK) da kapsayan bu milli parklardan birisi deniz canlılarını ve doğayı koruma kılıfı altında Ege’de fiili olarak Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilanına giden bir adım olma niteliği taşıyor. Zira Yunanistan’ın taraf olduğu 1983 tarihli Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin (UNCLOS) 56. Madde, 1 Fıkra, (b) bendi MEB sahibi olan ilgili ülkeye deniz habitatının korunmasıyla muhafaza edilmesi yetki ve sorumluluğunu veriyor. Türk Dışişlerinden sert tepki gören bu adımıyla Yunanistan “denizlerin temizliği, canlıların korunması ve tabiatın muhafaza edilmesi yetkisi fiiliyatta bende olduğuna göre hukuken MEB de bende” diyebileceği bir pozisyona gelmenin ön zeminini hazırlıyor.

Yunanistan’ın bu tavrına karşı Türkiye’nin tutumu ne?

Yunanistan’dan gelen bu sert tavra karşılık mevcut ılımlı havayı olabildiğince sürdürmek adına Türkiye’den resmi adım gelmemesi bir yana 2023’e kadar Ege’de yapılagelen uçuşların askıya alındığı, Mavi Vatan tatbikatlarının iptal edildiği/isminin değiştirildiği ve Doğu Akdeniz’deki sismik arama-sondaj faaliyetlerinin sonlandığı bir döneme şahitlik ediyoruz. 2019’da Libya’yla imzalanan deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmasının kadük kalma riski mevcut. Yunanistan’ın Mısır’la yaptığı karşı anlaşmadan sonra TPAO’nun ilgili alanda sismik arama izni talep etmesine rağmen bu doğrultuda Ankara’dan gelmiş bir adım yok. Her ne kadar Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Sayın Ercüment Tatlıoğlu Aralık 2023’te “Son yıllarda Mavi Vatan’a girmeye çalışan 35 yabancı gemiyi engelledik, bizi savaşın eşiğine getiren engellemeler yaptık” şeklinde bir açıklama yapmış olsa da Türkiye ilgili sahayı fiilen kullanmadığı, orada sismik-sondaj gemisiyle bayrak gösterip ekonomik kaynaklarına sahip çıkmadığı sürece buradaki egemenliğini zımnen tartışmaya açmış olmakta, ileride olası bir müzakere masasında bu hakkını pazarlık kozu olarak tutup şartlar gerektirirse vazgeçebileceği sinyalini vermektedir.

Realist bakış açısına göre uluslararası sistemde belirleyici faktör “güç”tür. Eğer gücünüzü iyi değerlendirmez, milli çıkarlarınızın tehdit altında olduğu durumda karşı tarafa “yatıştırma” (appeasement) siyaseti uygular ve alttan alırsanız ileride ağır bir bedel ödemek durumunda kalabilirsiniz. Tarih bunun acı örnekleriyle doludur: 19. yy’da İngiltere’nin ABD’ye karşı tavrını, Osmanlı’nın Balkan Savaşları öncesindeki durumunu ve II. Dünya Savaşı’na giden süreci bunların arasında sayabiliriz. Türkiye’nin hukuki argümanlar ve uluslararası normlar üzerinden yürüttüğü diplomatik süreci mutlaka güç unsurlarıyla desteklemesi, yeri geldiğinde karşı hamle yapması, en azından Yunan tarafından gelen tahrikkâr söylemlere karşı haklı duruşumuzu teyit etmesi, kafa karışıklığına sebebiyet verecek ikircikli tutumlardan kaçınması önem arz etmektedir. Türkiye gerek savunma sanayi ve platform altyapısını güçlendirmek gerekse enerjide dışa bağımlılığı azaltıp ekonomisini rayına oturtmak için zaman kazanmak istiyor olabilir, ama uluslararası ilişkiler boşluk kabul etmez. Sizin iyi niyetli yaklaşımınızı karşı taraf zafiyet olarak değerlendirip ön alıcı hamlelerde bulunabilir.

Resmî açıklamalar dışında bu konu üzerine Türk medyasında da zaman zaman yorumlara rastlıyoruz, ancak bunlar belli bir stratejik vizyonun parçası olmaktan ziyade tepkisel, gündelik, bazen de iç siyasete dönük mahiyette tezahür ediyor. Türkiye’nin başta ekonomi olmak üzere birçok sorunla boğuştuğu ve Yunanistan’ın gündemde çok alt sıralarda yer aldığı gerçeğinden hareketle, yaşanan gerilimi “havuz meselesi” şeklinde küçümseyen yorumlar de görüyoruz, Türkiye’nin önceliğinin Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu’da petrol aramak olduğunu belirten, Akdeniz’in sözünü dahi etmeyen açıklamalara da şahit oluyoruz. Bunların dışında dikkat çeken bir başka görüş de geçtiğimiz günlerde Harici’nin YouTube kanalına demeç veren Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu’dan geldi. Sayın Kibaroğlu, Genelkurmay Eski Başkanı Em. Org. (merhum) Necip Torumtay’la yaptığı bir konuşmaya atfen “Eğer Yunanistan Ege’de bir adım atarsa karşılığını Kıbrıs’ta bulur. Bizim ikinci vuruş yeteneğimiz Kıbrıs’tır” şeklinde görüş bildirdi. Bu tespite göre Yunanistan eğer coğrafi olarak kendini avantajlı gördüğü Ege’de bir genişlemeye gider, karasularını 6 milin üstüne çıkartır ya da MEB ilan eder, bu durum da çatışmaya evrilirse Türkiye KKTC’de bulunan barış gücüyle ileri harekâta geçerek adanın güney kısmını da kontrol altına alabilir.

Sayın Kibaroğlu’nun aktardığı görüşü günün koşulları içinde değerlendirirsek sağlam ve güvenilir olduğu kadar tartışmaya açık taraflarının da olduğunu görebiliriz. Yunanistan ileride girişmeyi tasarladığı 12 mil/MEB gibi hamlelerin hukuki olduğu kadar fiili altyapısını da hazırlamakla meşgul oladursun, Türkiye’nin buna vere(bile)ceği orantılılık ölçüsünde yanıtlar neler olabilir? Olası bir durumda 6 ile 12 mil arasındaki bölgeye askeri gemi göndermek/tatbikat yapmak, ya da balıkçı teknelerini gönderip avlanmak ilk adım olabilir. Lozan ve Paris Barış Antlaşmalarına göre askerden arındırılmış statüdeki Doğu Ege ve Menteşe Adaları (On İki Ada) bölgesini ablukaya almak, Türk hava sahasını Yunan havayollarına / boğazları Yunan bayraklı gemilere kapatmak, EGAAYDAK statüsünde ve fiilen Yunan işgalinde olan adacıkları boşaltması için Atina’ya ültimatom vermek, hatta bazılarına asker çıkarmak olabilir. Bütün bunlar uluslararası hukuka uygun “zorlayıcı diplomasi” adımlarıdır. Ancak olası bir çatışmada Ege’ye karşı yanıtı doğrudan Kıbrıs üzerinden vermek Türkiye’ye faydadan çok zarar getirebilir. Kaldı ki Yunanistan Doğu Ege ve Menteşe Adalarını antlaşmalara aykırı olarak silahlandırmasına bir gerekçe olarak Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a müdahalesini ve kendi adalarının da benzer bir tehdit altında olduğu savını ileri sürmektedir. “Ege’de bir hamleye karşı Kıbrıs’ın tamamını alırız” demek ve iki konuyu bu şekilde birbirine bağlamak, hele de bunu kamuoyu önünde açıklamak Yunanistan’ın “Türkiye’den gelen tehdit” tezine istemeyerek de olsa destek vermek ve ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir. Öte yandan Sayın Kibaroğlu’na göre Yunanistan zaten Türkiye’nin böyle bir cevap vereceğini bildiği ve “Helenizmin Kıbrıs’ın tamamını kaybetmesi ihtimalini kabul edemeyeceği” için Ege’de bir harekete girişmeyecektir. Buradan “Kıbrıs’taki Türk askeri varlığı Yunanistan için o kadar büyük caydırıcı bir unsurdur ki oradaki olası bir kaybı Ege’deki olası kazançlarını nötralize edebilecek boyuttadır” şeklinde bir çıkarım yapabiliriz.

Atina açısından bakarsak bu denklemin tam da böyle görünmediği kanaatindeyim. Bir kere uluslararası sistem ve dünyadaki güçler dengesi bakımından Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekâtını yaptığı 1974 yılından çok farklı bir yapı mevcut. İki kutuplu soğuk savaş döneminde o zamanın “Kıbrıs Cumhurbaşkanı” Makarios bağlantısızlar hareketi üzerinden Sovyetlere fazla yanaştığı için zaten bir süredir ABD’nin hedefindeydi (CIA’in suikast teşebbüslerini atlatamasa darbeyle devrilmesine bile gerek kalmayacaktı). ABD’nin dümen suyuna girmeyi reddettiği için Atina’daki Yunan cuntası eliyle 15 Temmuz 1974’te devrilerek yerine geçici olarak Nikos Sampson getirildi. Türkiye de hukuki haklarına dayanarak ve o aradaki otorite boşluğunu fırsat bilerek 20 Temmuz günü adaya operasyon başlattı. Bu birinci operasyona Watergate skandalı ile çalkalanan Washington yönetimi günün şartları gereği kısmen göz yumdu. ABD aslında kendince bir taşla üç kuş vurmuş oldu: Türkiye ve Yunanistan vasıtasıyla Makarios’a bir ders verdi, adada olası bir Sovyet üslenmesinin önüne geçti ve İsrail’in güvenliğini tahkim etti. Kısaca, Türkiye’nin harekâtına o dönemki jeopolitik dengeler gereği bir sempati vardı. Yunanistan’sa “saldırgan” ülke konumundaydı. Ama Rumların Kıbrıslı Türklere yaptığı katliamlar ve askeri zaruret gereği iş ikinci harekâta kalınca ABD başta olmak üzere bütün Batı dünyası baştaki ılımlı tutumunu bırakarak tamamen Türkiye aleyhine döndü, bizi haksız yere “işgalci” olarak niteledi – bu tavır halen de devam ediyor.

Bugünse özellikle Batı dünyasında bambaşka bir Türkiye ve Yunanistan algısı mevcut. 2004’te AB’ye üye olmuş sözde bir “Kıbrıs Cumhuriyeti” var. AB, sevelim ya da sevmeyelim, Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı – ihracatımızın %50si oraya gidiyor. Öte yandan AB üyelik perspektifimiz fiiliyatta çoktan kapanmış durumda. Yunanistan’sa AB üyeliğinin yanında adeta ABD’nin de 51. eyaleti gibi bir ileri üsse dönüşmüş halde. ABD yakın zaman önce Rumlara yönelik silah ambargosunu tümüyle kaldırdı. Keza Gazze savaşından beri ilişkilerimizin askıda olduğu İsrail de Güney Kıbrıs ve Yunanistan’a gelişmiş hava savunma sistemleri satıyor. 2016’dan beri Güney Kıbrıs-Yunanistan-İsrail ve Mısır arasında önce dörtlü ardından ABD ve Fransa’nın da katılımıyla beşli-altılı tatbikatlar yapılıyor, ismen zikredilmese de hedef ülke olarak Türkiye üzerine senaryolar oynanıyor. Kıbrıs’ta aktif vaziyetteki Dikelya ve Ağrotur üsleri gelişmiş istihbarat altyapısı sayesinde İngiltere’ye bütün Ortadoğu’yu dinleme/izleme imkânı sunuyor. İran’ın İsrail’e karşı yaptığı füze ve drone saldırısına karşılık veren Amerikan, İngiliz ve Fransız savaş uçaklarının bir kısmının bu üslerden havalandığı hatırlatalım.

Türkiye’nin Kıbrıs kozu ne kadar geçerli?

Türkiye askeri olarak elbette çok güçlü. Güney Kıbrıs’taki Yunan Alayı ve hatta Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) savaş deneyimi de olan Türk ordusuyla kıyaslanamayacak derecede küçük ve zayıf. Keza Yunanistan’ın olası bir savaşta Kıbrıs’ı lojistik-askerî açıdan takviye etmesi çok zor, bunun örneği 1974’te de görüldü. Türkiye Kıbrıs’ta durum üstünlüğünü elinde bulundursa da bütün bu verilerin ışığında Ege’de Yunanistan’la yaşaması olası bir çatışmada cepheyi Kıbrıs’a doğru genişleterek Güney’i kontrol altına alması AB, İngiltere, ABD ve İsrail’de büyük tepkiyle karşılanacak, askeri olmasa bile ekonomik olarak Türkiye’nin tecrit edilmesine, bir nevi “İranlaştırılmasına” bahane teşkil edecektir. Güney’in alınması demek Türkiye’nin İngiltere’yle (karadan) ve İsrail’le (denizden) komşu olması, ada çevresindeki bütün kaynaklara sahip olması demektir. Bu ülkelerin böyle bir jeopolitik depremi kabul edeceklerini peşinen varsaymak uygun bir yaklaşım tarzı değildir. Türkiye’nin ekonomik gücü, doğal kaynakları, askeri kapasitesi ve uluslararası sistemdeki etki yarıçapı bugün böyle bir baskıyı kaldırabilecek konumda değildir. Bir gün o güce inşallah ulaşırız, o noktada direnebilecek kararlılığı sergileyip her şeyi göze alarak Libya anlaşması örneğinde olduğu gibi bir baskınla Yunanistan’dan bile önce Ege ve Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan sınırları içinde MEB’imizi de ilan ederiz. Bu güce erişebilmek için, ABD hegemonyasının zayıfladığı ve çok kutupluluğa evrilen yeni dünya düzeninde Türkiye’nin paydaşlarını çoğaltması, AB üyeliği gibi gerçekleşmesi mümkün olmayan ve her geçen gün Türkiye’yi daha da yalnızlaştıran bir hedefte enerjisini tüketmek yerine yükselen Asya, Afrika ve Körfez ülkeleriyle ilişkilerini derinleştirmesi büyük önem arz etmektedir.

Ancak 2020’de AB İrini Misyonu’na bağlı bir Alman firkateyninin Rosalyna-A isimli bir Türk gemisine yaptığı baskına cevap ver(e)meyen, dönemin Alman başbakanı Angela Merkel’in AB yaptırımlarıyla tehdit etmesini müteakip sismik araştırma faaliyetlerine son veren, hatta daha 2019’ta Suriye’deki Barış Pınarı Harekâtını ABD’den gelen baskıyla yarıda kesen Türkiye’nin Yunanistan’la olası bir çatışmada Güney Kıbrıs’ı alıp bunu elinde tutabileceğini düşünmek bugün için inanılması zor bir senaryodur. Türkiye orayı alsa dahi maruz kalacağı baskı ile kısa sürede geri çekilmeye zorlanacak ve elinde Ege’de kaybettikleriyle kalacaktır. Yunanistan Türkiye’nin Kıbrıs’taki üstünlüğünü Sayın Kibaroğlu’nun da tabiriyle “offset” etmeye yani dengelemeye çalışmaktadır. Kıbrıs çevresinde küresel ve bölgesel güçlerle yaptığı açık ya da gizli anlaşmalarla Türkiye’nin buradaki caydırıcılığını azaltmaya ve el yükseltmeye gayret etmektedir. Buna mukabil, Kıbrıs’taki varlığına dayanarak Türkiye’nin Ege’de Yunanistan’ı dengelediğini varsayması bazı geçerli sebepleri olsa da büyük resme bakıldığında çok sağlam bir argüman gibi görünmemektedir. Türkiye Batı bloğunu bu bölgede dengelemekte zorlandığı müddetçe Yunanistan’ın oldu-bittilerine karşı teyakkuzda olmak durumundadır.

Son kertede, Yunanistan’ı Ege’de maceraya girişmekten caydıracak olan Kıbrıs’taki Türk kara gücü değil, Anadolu’daki deniz ve hava gücüdür. Her şartta Türkiye’nin güçlü bir donanmaya ve hava kuvvetlerine sahip olması gerek Ege gerekse Doğu Akdeniz’de caydırıcılığını sergilemeye devam etmesi ve Yunanistan’a gerginliği arttıracak, moral üstünlüğü ele geçirecek fırsat vermemesi, tutarlı ve uzun vadeli bir politika izlemesi elzemdir. Aksi durum karşı tarafın eline koz verip cesaretlendirmekten başka bir netice yaratmayacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English