Bizi Takip Edin

Görüş

Altı Gün Savaşı’ndan ‘On İki Gün Savaşı’na

Avatar photo

Yayınlanma

İran-İsrail çatışmasının/savaşının muhtemelen birinci raundu sona erdi. Karşılıklı hava akınları ve füze salvoları şeklinde geçen bu raundun adı Orta Doğu’nun yakın tarihine On iki Gün Savaşı olarak geçecektir. Geçmişte Altı Gün Savaşı yaşanmış; 5 Haziran 1967 tarihinde İsrail önce Mısır’a sonraki günlerde de Suriye ve Ürdün’e saldırarak altı günde üç Arap devletini çok ağır bir yenilgiye uğratıp topraklarını dört katına çıkarmıştı.

İsrail bu üç devlet ile daha önce 1948 yılında bağımsızlık ilanının hemen ardından savaşmış ve bunlardan Mısır ve Suriye’yi ciddi bir yenilgiye uğratırken Ürdün’e yenilmiş ve büyük ölçüde İngiliz subaylarının eğittiği ve onların komutasında savaşan Ürdün kuvvetleri bugünkü Batı Şeria ve Doğu Kudüs bölgelerini ‘işgal’ etmişlerdi. Arap komşularına 1967 yılının haziran ayında saldıran İsrail 1948 savaşında yendiği bu iki devleti tekrardan çok ağır bir yenilgiye uğratırken Mısır’ın Sina yarımadasını ve Suriye’nin Golan bölgesini işgal etmiş; Ürdün’ü yenerek Doğu Kudüs ve Batı Şeria bölgelerini topraklarına katmış ve böylece kendi yüzölçümünü kabaca dörde katlamıştı. Ve bütün bunları altı günde yapmayı başardığı için de bu çatışmalar Altı Gün Savaşı olarak tarihe geçmişti.

Bu yenilgi savaşan Arap devletleri ve genel olarak Arap ülkeleri açısından çok ağır ve onur kırıcı olmasının yanında efsanevi Mısır lideri Nasır’ın da sonunu getirmiş ve üç yıl sonra (1970) ani bir kalp krizi sonucu ölmesinin ardından sadece Mısır’da değil bütün Arap dünyasında Pan-Arabizm ideolojisinin de sonunu getirmişti. Arap devletlerinden Mısır ve Suriye bu yenilgiye 1973 yılında belki de ilk defa senkronize ve iyi planlanmış bir saldırı (Yom Kipur Savaşı, 7 Ekim 1973) ile karşılık verdiklerinde ilk günde İsrail’in Altı Gün Savaşı’nda işgal ettiği bütün topraklarını geri almayı başarmışlar; ancak Amerika’nın büyük askeri nakliye uçaklarıyla doğrudan cepheye yaptığı tarihin en kapsamlı silah ve mühimmat sevkiyatı sayesinde İsrail savaşın gidişatını geri çevirmeyi başarmış ve başladığı noktada bitirmeyi sağlamıştı. Sovyetler Birliği’nin Arap ülkelerine aynı şekilde sevkiyat yapması özellikle Mısır’ın Sina yarımadasında kuşatma altına giren üçüncü ordusunu imha olmaktan kurtarmış; ancak ilk günlerde elde edilen askeri başarıları tekrardan kazanmaları mümkün olamamıştı.

İSRAİL 1973 YILINDAN BU YANA
HERHANGİ BİR DEVLET İLE SAVAŞMADI

Yom Kipur Savaşı Arap-İsrail mücadelesi açısından da bir dönüm noktası olacaktı. Savaştan hemen önce Mısır lideri Enver Sedat’ın başlattığı Sovyetler Birliği’nden hızlıca uzaklaşarak ABD ile yakınlaşma siyaseti Kahire açısından sonuç vermiş ve Amerika’nın arabuluculuğu ile başlayan barış süreci (Camp David) sayesinde Mısır 1967 savaşında kaybettiği ve 1973 savaşının ilk günlerinde geri aldığı; ancak savaşın İsrail lehine dönmesiyle tekrardan kaybettiği topraklarına büyük ölçüde kavuşmuştu. Fakat İsrail’in Orta Doğu’da var olma hakkını tanımakla başlayan bu süreç iki ülke arasında büyükelçilikler atanması ve Camp David Antlaşmalarının imzasına kadar gidince özellikle Suriye, Irak, Libya gibi ülkelerin başını çektiği Arap ülkelerinin girişimleriyle Mısır Arap Ligi’nden atılacaktı.

Sonraki yıllar İsrail ile sonuna kadar mücadele etmekten yana olan Arap devletleri ve Filistinliler açısından hiç de olumlu olmadı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Amerika’nın liderliğinde ortaya çıkan tek kutuplu dünya düzeni İsrail açısından bütün fırsat pencerelerini sonuna kadar açtı. Sonunda İsrail ile uzlaşmaya karşı çıkan Irak ve Libya yönetimleri devrildi ve yöneticileri (Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi) öldürüldüler. Bu halkaya bizim de yanlış politikalarımızla istikrarsızlaştırılan Suriye eklendi (2011-2024). Bu arada 1990’ların başlarında başlatılan Oslo Barış Süreci ise İsrail’deki aşırılıkçı partiler ve siyasi elit tarafından baltalandı.

Bu dönemde İsrail bir yandan Filistinlilere ve Güney Lübnan’da Hizbullah’a dönüşecek olan gruplara yıllarca kan kustururken Irak’ta ortaya çıkan istikrarsızlık ve halkın tepkileri İran’ın bu ülkede ve Suriye’de muazzam bir derinlik kazanmasına yardımcı oldu. Direniş Ekseni diye anılan güçlerin ortaya çıkma süreci böylece başladı. Hamas, Hizbullah, Haşdi Şabi ve Yemen Ensarullah hareketleri bu dönemde başladı veya gelişti. Suriye devleti ise İran’dan Hizbullah’a ve hatta Hamas’a uzanan Direniş Ekseni arasında bir köprü vazifesi görür gibiydi.

İsrail’in 13 Haziran İran saldırısını 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın düzenlediği saldırılara karşılık olarak başlattığı önce Hamas’a karşılık Gazze’de yürüttüğü ve dünya uzman kamuoyunun büyük çoğunlukla ‘soykırım’ olarak değerlendirdiği savaşlar silsilesinin devamı olarak görmek yerinde olur. Hizbullah’a karşı yeterince başarılı olamayan İsrail’in belki de önünü açan en önemli gelişme Suriye’de yönetimin 2024 yılının aralık ayında hiç beklenmedik şekilde düşmesi ve eski Başkan Beşar Esat’ın Moskova’ya kaçması oldu.

İSRAİL 1973 YILINDAN BU YANA İLK DEFA
BİR DEVLET AKTÖRÜ İLE SAVAŞA TUTUŞTU

İsrail’in 13 Haziran tarihinde İran’a karşı başlattığı hava harekậtı 1973 yılında Mısır ve Suriye’ye karşı yaptığı üç haftalık savaştan bu yana bir devlet aktörüyle ilk çatışmasıdır. Üstelik bu, tam bir savaş da sayılmaz; çünkü kara sınırları itibariyle birbirlerine yaklaşık iki bin kilometre uzaklıkta bulunan bu devletlerin kara ve deniz kuvvetleri çatışmalara katılmamış ve özel kuvvetleri birbirlerine karşı operasyon yapmamışlardır.

İsrail’in İran’a hava saldırıları aynı zamanda İran içerisinde oluşturduğu muhalif/casus unsurlar ve onların suikast operasyonları ile eş zamanlı başlatılmış ve Tahran’ın sivil/askeri üst düzey yöneticileri öldürülmüşlerdir ki, bu açıdan İsrail’in saldırısı tam anlamıyla bir baskın etkisi yaratmış olsa gerektir. Ancak bunun abartılmaması gerektiği de ortadadır. Nitekim İran yönetimi saatler içerisinde yeni tayinleri yaparken aynı günün akşamı İsrail’e ilk füze saldırılarına da başlamıştır. İran’ın giderek artan bir dozda yürüttüğü füze saldırılarını Batılı hiçbir hava savunma sistemi tam olarak durduramamış; Demir Kubbe adıyla bilinen ve efsaneleştirilen hava savunma sistemi büyük ölçüde etkisiz kalmış; buna karşılık İsrail hava kuvvetlerinin hava saldırıları ancak sınırlı bir etki yaratmış; ABD’nin savaşa sınırlı olarak dahil olması İran’ın füze fırlatma kapasitesine fazla zarar verememiş ve sonuçta taraflar – muhtemelen İsrail – ateşkes istemiş veya ateşkese razı olmuşlardır.

ON İKİ GÜN SAVAŞI’NIN SONUÇLARI

Bu çatışmalarda İran’ın İsrail topraklarını yoğun bir füze ateşine tabi tutması olağanüstü bir başarıdır; çünkü kurulduğu 1948 yılından bu yana İsrail yerleşim alanları hiçbir devlet tarafından kapsamlı bir şekilde bombalanamamıştı. Bağımsızlık ilanının hemen ardından başlayan 1948-49 savaşında İsrail üç Arap devletine (Mısır, Suriye, Ürdün) karşı savaşmış; buna karşılık Altı Gün Savaş’ında bu üç devlete aniden saldırarak üçünü birden feci bir yenilgiye uğratmış; 1973 Savaşı’nda ise kendisi baskına uğramış ama hiçbirinde toprakları, yerleşim yerleri savaştığı ülkelerin hava kuvvetleri tarafından doğru dürüst hava akınlarına uğramamıştı.

Oysa bu savaşların son ikisinde – ilkinde hava kuvvetleri pek yaygın kullanılmamıştı – İsrail, Mısır, Suriye ve Ürdün’ün başta başkentleri olmak üzere önemli merkezlerini yoğun hava bombardımanı altına almıştı. İran ile çatışmalarda da hava kuvvetleri açısından İsrail’in üstünlüğü açık olmakla birlikte İran’ın füzeler konusundaki tartışmasız üstünlüğü İsrail topraklarının her karışını hedef haline getirdi. Bunun kısa ve orta vadede İsrail halkı üzerinde yaratacağı etki ciddiye alınmalıdır. Büyük bir çoğunluğunun çifte pasaport sahibi olduğu İsrail vatandaşları için hükümetin çatışmalar sırasında güvenlik gerekçesiyle ülkeyi terk etmelerine izin vermemesi bu tezi güçlendiriyor.

Çatışmaların ardından ilk soru bu ateşkesin kalıcı olup olmayacağıyla ilgilidir. İsrail bugüne kadar devletlerle giriştiği savaşların ardından imzalanan ateşkes süreçlerine büyük ölçüde uymuş olmakla birlikte Hamas ve benzeri aktörlere – Hizbullah kısmen istisna- karşı aynı şekilde davranmamıştır. İran gibi bir devlet aktörüne karşı tavrının ne olacağı önemli bir soru işareti olarak karşımızda duruyor. Öte yandan ateşkes kalıcı olsa bile İsrail ve Amerika’nın rejim değiştirme fikrinden vazgeçmiş olduğunu düşünmek fazla iyimserlik olur.

İran’ın dünya kamuoyunda ciddi bir sempati kazandığı İsrail’in ise Gazze soykırımın ardından saldırganlığını sürdüren ülke görüntüsü vermesinin somut olarak mücadele alanına nasıl yansıyacağını şu anda tahmin etmek pek kolay olmasa gerektir. Trump’ın İsrail için yapabileceklerinin sınırları olduğunun açıkça görüldüğü bu dönemde İsrail’in çok kutupluluğu bir veri kabul ederek dış politikasını ve güvenlik politikalarını değiştirmesi pek güçlü bir ihtimal olarak karşımıza çıkmıyor.

Bu durumda İran’ın Rusya’dan hava savunma sistemleri ve Çin’den gelişmiş savaş uçakları alarak eksiklerini tamamlamaya çalışacağına, buna karşılık İsrail’in ise her zaman olduğu gibi Amerikan silah sanayinin geliştirdiği bütün sistemlerle bir sonraki raunda hazırlanacağına kesin gözüyle bakılabilir. İran’ın güçlü bir caydırıcılık oluşturarak İsrail ve Amerika’yı bundan vaz geçirmesi de ihtimaller arasında sayılabilir. Türkiye’nin bu savaştan çıkarması gereken pek çok ders olduğuna şüphe yok. Başta İsrail’in önünü tamamen açan Suriye politikalarının ne kadar yanlış olduğunu anlaması ve ona göre hareket etmesi Ankara açısından önemli olsa gerektir. Türkiye’nin çıkaracağı dersler konusu bu yazının konusu olmayıp başka değerlendirmelerde ele alınacağı için şimdilik bu kadar…

Prof. Dr. Hasan Ünal

Başkent Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü

Görüş

Bir belediye başkanı operasyonu da Bulgaristan’da: Varna Belediye Başkanı tutuklandı

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Bir belediye başkanı operasyonu da Bulgaristan’da: Batı yanlısı Varna Belediye Başkanı ‘yolsuzluk’ suçlamasıyla tutuklandı, protestolar düzenleniyor.

Türkiye’de, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı (İBB) Ekrem İmamoğlu’nun tutukluluğu gündemdeki yerini korurken, komşumuz Bulgaristan da benzer bir operasyonu tartışıyor. 

Muhalefetteki Değişime Devam Ediyoruz – Demokratik Bulgaristan (CC-DB) partisinin önde gelen isimlerinden, Varna Belediye Başkanı Blagomir Kotsev yolsuzluk suçlamasıyla tutuklandı. 

‘Yemek ihalesinde rüşvet’ iddiası

Varna Belediye Başkanı Kotsev, kamu ihalesi süreciyle ilgili yolsuzluk şüphesiyle 8 Temmuz 2025’te gözaltına alınmıştı. Kendisi ve iki meclis üyesi, 1,52 milyon Bulgar Levası (BGN) tutarındaki okul ve kreşlere hazır yemek temini için düzenlenen bir kamu ihalesinde yükleniciden yüzde 15 oranında ‘rüşvet’ talep etmekle suçlandı.

Sofya Temyiz Mahkemesi de, iki gün önce bir alt mahkemenin verdiği kararı onaylayarak, Varna Belediye Başkanı Blagomir Kotsev ile belediye meclis üyeleri Nikolay Stefanov ve Yordan Kateliev’in aynı suçlamalarla tutuklanmasına hükmetti. 

Kotsev’in yanı sıra belediye meclis üyeleri Yordan Kateliev ve Nikolay Stefanov ile iş insanı Ivaylo Marinov, 2024 Temmuz ayından 19 Kasım 2024 tarihine kadar Varna bölgesinde faaliyet gösterdiği iddia edilen organize bir suç örgütüne üye olmakla suçlanıyor. Söz konusu grubun, görevini kötüye kullanma, rüşvet alma ve kara para aklama gibi organize suçlara karıştığı iddia ediliyor.

‘Siyasi baskı’ iddiaları

Kotsev’e yönelik suçlamalar, aynı Türkiye’deki İmamoğlu davası gibi, muhalefet kesimleri tarafından ‘siyasi baskı’ olarak nitelendirildi. 

Bulgaristan’da Sofya ve Varna’nın yanı sıra Londra, Brüksel, Berlin ve Münih’te de protesto gösterileri düzenlendi. Kotsev’in partisi CC-DB’yi Avrupa Parlamentosu’nda temsil eden Renew Europe grubu, Bulgaristan’daki demokratik kurumlara ve hukuk devletine yönelik saldırıların arttığını belirterek tutuklamanın bu durumun açık bir örneği olduğunu iddia etti. 

Avrupa Liberal Demokratlar Partisi’nin (ALDE) Başkanı ve Avrupa Parlamentosu Üyesi Svenja Hahn, Avrupa Komisyonu’nun Demokrasi, Adalet, Hukukun Üstünlüğü ve Tüketici Haklarından Sorumlu Üyesi Michael McGrath’a yazdığı mektupta, Bulgar muhalefetine karşı yürütülen ‘sistematik siyasi baskı kampanyasına’ dikkat çekti.

“Bizi tutuklamaya kelepçeniz yetmez”

Mahkemenin perşembe gecesi Kotsev ve beraberindeki tutuklaması üzerine, cuma günü başta Sofya, Varna, Burgaz ve Dobriç olmak üzere birçok şehirde yeniden protesto gösterileri düzenlendi.

“Bizi tutuklamaya kelepçeniz yetmez” sloganıyla düzenlenen eylemler, CC-DB öncülüğünde gerçekleştirildi. Eylemlerde, “Savcı mafyasına hayır”, “Adaleti sağla, emir kulu olma” gibi sloganlar öne çıktı. 

Yine İmamoğlu eylemlerinde olduğu gibi, tüm şehirlerdeki gösterilere milletvekilleri ve belediye meclis üyeleri de katıldı.

CC-DB Meclis Grup Eşbaşkanı Nikolay Denkov da, Kotsev’in tutuklanmasıyla ilgili olarak “Amaç adaleti tesis etmek değil, baskı kurmak. Anayasa Mahkemesi tarafından da tescillenen hileli seçimlerden sonra, üzerinde hiçbir denetim olmayan bir savcılıkla, siyasi figürlerin ve Varna’da seçilmiş yetkililerin cezaevine atıldığı davalarla artık bir diktatörlük durumundayız” açıklamasında bulundu. 

“Ele geçirilmiş bir devlette yaşıyoruz”

Denkov ayrıca, Kotsev’in tutuklandığı mahkemenin önünde yaptığı açıklamada, bu davanın ve benzerlerinin, Avrupa Birliği’nin hukukun üstünlüğü izleme mekanizmaları tarafından bir turnusol testi olarak değerlendirileceğini söyledi ve mahkemenin kararının maddi delillere değil, Kotsev’in belediye başkanı olmasına dayandırıldığını iddia etti.

Önemli bir gelişme olarak, eski Başbakan Kiril Petkov da mahkeme sürecini yerinde takip etti ve çıkışta “Artık ele geçirilmiş bir devlette yaşıyoruz” açıklamasında bulundu.

“Avrasyacı bir diktatörlük” vurgusu

Bulgar Avukatlar Birliği ise Kotsev için yayımladığı açıklamada, “Blago artık yalnızca bir belediye başkanı, bir baba, bir dost değil, aynı zamanda bir semboldür. Bulgaristan’ın hukukun üstünlüğüne dayalı özgür bir ülke mi yoksa Avrasyacı bir diktatörlük mü olacağını simgeliyor” ifadelerine yer verdi.

Tanık geri adım attı, savunma ‘siyasi operason’ diyor

Kotsev’in tutuklanmasına yönelik tepkiyi artıran bir diğer gelişme ise, davanın tanığı geri adım attığı halde tutuklama kararının çıkması oldu. 

Çünkü Kotsev’e yönelik temelini, Varna’nın eski belediye başkan yardımcısı Dian Ivanov’un tanıklığı oluşturuyordu. Son duruşmalarda Ivanov ifadesini geri çekti ve söz konusu beyanı, Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu’nun baskısı altında verdiğini açıkladı. Buna rağmen mahkeme Varna Belediye Başkanı Blagomir Kotsev ve diğer sanıklar için tutukluluğun devamını uygun buldu.

Kotsev’in avukatlığını ise, ülkenin ünlü ceza avukatlarından Ina Lulçeva üstlendi. Kotsev’in kişisel olarak rüşvet talep ettiğine dair tek bir somut delil olmadığını vurgulayan Lulçeva, savcılığın hukuki süreci manipüle ettiğini ve asıl amacının davayı sürüncemede bırakmak olduğunu savundu. Kotsev ise, savunmasında “Tek amacım bu şehre olumlu katkı sağlamaktı” ifadelerini kullandı. 

Tutuklama kararı üzerine partinin çağrısı sonucunda yeni protesto gösterileri düzenlendi. 

Krizin sebebi

Kotsev’in tutuklanmasının ülke genelinde büyük protestolara yol açmasının ana sebebi, Bulgaristan’ın içerisinde bulunduğu birkaç yıllık siyasi kriz ve Doğu Avrupa ülkelerinin neredeyse hepsinin bir düzeyde içerisinde bulunduğu ‘siyasi rota’ rekabeti.

Bulgaristan, 2021’den bu yana, tarihinin en derin siyasi istikrarsızlık dönemlerinden birini yaşıyor. 

Ülkede Nisan 2021’de Boyko Borisov’un liderliğindeki GERB hükümeti devrildi. Ancak yeni hükümet kurulamadı ve erken seçim kararı alındı. Aynı yılın Temmuz ayında yapılan seçimlerde ‘Böyle Bir Halk Var (ITN)’ partisi, eski ana muhalefet partisi olan Bulgaristan Sosyalist Partisi’ni (BSP)  geride bırakarak seçimlerin sürprizi oldu, ancak yine hükümet kurulamadı. 

Aynı yılın Kasım ayında yeni bir seçim daha yapıldı. Bu kez yolsuzluk karşıtı söylemleriyle öne çıkan Değişime Devam Ediyoruz ilk kez seçime girdi ve birinci oldu. Bu parti, Kiril Petkov önderliğinde bir koalisyon kurdu. Ancak bu sefer ITN hükümetten çekilince koalisyon çöktü. Petkov’un hükümeti güvensizlik oyu ile düştü.

Ekim 2022’de yine seçimler yapıldı, yine hükümet kurulamadı. Süreci teknotrak hükümetler atayarak yürüten Cumhurbaşkanı Rumen Radev hakkında ise Rusya’ya yakınlaştığı yönündeki eleştiriler artmaya başladı. 

‘Rotasyon koalisyonu’

Nisan 2023’e gelindiğindeyse, iki rakip blok CC-DB ile GERB, sıra dışı bir ‘rotasyon koalisyonu’ kurdu.

Bu anlaşmaya göre, hükümet görevleri, iki yapı arasında 9 aylık rotasyonlar halinde bölüşüldü. 

Bugün bu ‘büyük koalisyon’ hala ayakta, ancak Anayasa reformları, yargı bağımsızlığı ve güvenlik politikaları gibi konularda ciddi fikir ayrılıkları var ve Cumhurbaşkanı Radev, koalisyona açıkça mesafeli duruyor. 

Dahası, iki parti arasında ciddi politik farlar da bulunuyor. 

GERB, kendisini merkez sağ, Avrupa-yanlısı, muhafazakar demokrat bir parti olarak konumlandırıyor. Avrupa’daki siyasi yelpazede Avrupa Halk Partisi (EPP) üyesi, yani Almanya’daki CDU/CSU, İspanya’daki Halk Partisi gibi partilerle aynı çizgide.

GERB ayrıca, AB ve NATO üyeliklerini güçlü bir şekilde desteklese de, LGBTİ hakları gibi konulardaki çekimser tutumu ve iç politikadaki ‘güvenlikçi’ söylemi, ‘Avrupalı’ diğer partilerden önemli bir şekilde ayrışmasına yol açıyor. 

CC-DB Koalisyonu ise, ‘temiz eller’ söylemiyle, yolsuzluk karşıtı bir pozisyona sahip, GERB dönemindeki yolsuzulukları doğrudan hedef alan, Bulgaristan’ın ‘Rus etkisinden kurtulmasını’ savunan, genellikle büyük şehirlerde, Batı’yla daha entegre beyaz yaka ağırlıklı orta sınıf seçmene sahip, Avrupa yanlısı bir liberal yapılanma.

Petkov ve ‘Avrupa standartlarında’ Varna

Petkov ise, ABD ve Avrupa’da aldığı eğitimi ve Avrupa yanlısı pozisyonuyla öne çıkan siyasi figürlerden. 

2022’de Petkov Hükümeti tarafından Varna Bölge Valiliğine atanan Petkov, 2022 ve 2023 yıllarındaki erken parlamento seçimlerinde milletvekili adayı olsa da seçilemedi. Ancak Kasım 2023 yerel seçimlerinde, CC-DB ittifakının Varna Belediye Başkan adayı olarak yarıştı. GERB’in 12 yıllık yönetimini eleştiren, ‘daha şeffaf, çevreci ve Avrupa standartlarında bir şehir’ vaat eden kampanyası sayesinde seçimin ikinci turunda yüzde 53,06 oyla kazanarak Varna Belediye Başkanı oldu. 

Petkov, valilik günlerinden itibaren verdiği Batı yanlısı, liberal-demokrat ve Avrupa Birliği değerleriyle uyumlu bir politikacı görüntüsüyle birlikte, kent genelinde de önemli kararlara imza attı. 

Vali olarak atandığı gün, 24 Şubat 2022’de Rusya-Ukrayna savaşının başladığı gün oldu. Petkov da ilk görev günlerinde otel sahipleriyle koordinasyon kurarak, Varna’ya gelen Ukraynalı mültecilere barınma, sosyal destek ve devlet yardımlarına erişim konusunda yardımcı oldu.

Belediye başkanlığı döneminde de, sahil yolunu araç trafiğine kapatarak belediyenin kamu alanlarını özel kişilere satma kararını engelleyerek ve bu alanların halka açık yeşil alanlar ve spor sahalarına dönüştürülmesini savunarak bazı iş çevreleriyle karşı karşıya geldi. Öte yandan, kent merkezindeki kültürel mirasın korunması yönündeki vurguları ve şehirdeki plansız otopark sorunlarına yönelik eleştirileri, konuya duyarlı seçmenler tarafından övgüyle karşılandı. 

Petkov’un tutuklanmasına ilişkin krizin geleceğini, belli ki yargı kararlarıyla birlikte tarafların siyasi ağırlığı da belirleyecek. Her koşulda, yolsuzluk, rüşvet düzeni ve ‘eski siyasetin’ Rus yanlılığı, yolsuzluk karşıtlığı, demokrasi ve yenilikçiliğin ise Avrupa yanlılığıyla eşleştirildiği bu siyasi formül, Avrupa ülkelerinde temel belirleyen olmaya devam ediyor.

Batı yanlısı siyaset, politik çizgisini ve propagandasını yalnızca söylemler düzleminde değil, özellikle yerel sorunlara eğilerek, kamucu görünen açılımlarla ve geçmişin hatalarını vurgulayarak ve hatta manipüle ederek sürdürüyor. Ancak, nihayetinde daha fazla militarizasyon ve savaş riskiyle sonuçlanan bu yolun taşları, ‘sıradan Avrupalının’ gerçek problemlerine eğilerek diziliyor. Petkov’un ve diğer Avrupa ülkelerindeki benzer rekabette öne çıkan ‘başarıların’ sırrı da bu. 

Kaynaklar:

https://www.bta.bg/en/news/bulgaria/933171-appellate-court-leaves-varna-mayor-in-custody-on-corruption-charges-triggers-fr 

https://www.novinite.com/articles/233475/Varna%2BMayor%2BRemains%2BBehind%2BBars%2Bas%2BBulgarian%2BCourt%2BUpholds%2BCorruption%2BCharges 

https://www.bta.bg/en/news/bulgaria/930196-continue-the-change-party-files-complaints-over-alleged-judicial-misconduct-in-v 

https://fakti.bg/en/bulgaria/986736-59-novi-stranici-dokazatelstva-baha-predstaveni-po-deloto-sreshtu-blagomir-kocev 

Okumaya Devam Et

Görüş

Kavramlar

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Bizim kuşağın genç entelektüel öğrencilerinin zihni benzerlerine göre hâlâ görece aydınlık, görece berrak çalışır. Tabii aradan geçen bunca yılda iğdiş olması da mümkün, nihayetinde (o benzersiz, koca koca ciltleri özetleyen sözü hatırlamalı): “İnsanların varlığını onların bilinci belirlemez; tersine, onların sosyal varlığı, onların bilincini belirler.” Ama gençlikte öğrenilen pek çok şeyin hayat boyunca aklın bir köşesinde mukaddes bir emanet gibi kaldığı da aynı ölçüde doğru.

Çok basit bir nedeni var bunun: o genç entelektüeller zihinsel maceralarının başında mutlaka felsefe okudular ve bundan kendilerince sonuçlar çıkardılar. Bu maceranın ilk kitabı, genellikle, Felsefenin Başlangıç İlkeleri’ydi. Bugün geriye dönüp sayfalarını tekrar karıştırdığımda pek çok açıdan mekanik, hatta yüzeysel buluyorum onu. Ama gene de gece vakti fırtınalı bir denizde yönünü bulmaya çalışırken uzaklardaki deniz fenerinin solgun ışığını andırıyor: tabiatın, toplumun ve insan zihninin diyalektik gelişimine ilk ışığı o tutmuştu.

Yüzeydeki pürüzlerini, eskimişliğini, mekanik köşeliliğini çıkarın, atın (gereksiz şeyler bunlar); ama şunun altını ömrü billah silinmeyecek kadar kalın çizdi: tabiat, toplum ve zihin diyalektik bir gelişim süreci içerisinde ilerler. Bu diyalektiğin en temel ilkeleri şunlardır:

Bir: her şey kendi karşıtını ruşeym halinde kendi içinde taşır.

İki: nicel birikim nitel dönüşüme yol açar.

Özellikle bu ikincisi, kendi tedrisatını az çok benzer bir şekilde kendi yapmış olan bizim kuşağın kavramlara olan saplantılı tutkusunun, onları doğru ve yerli yerince kullanmak için duyduğu obsesif hırsın kaynağıdır. Çünkü her kavram bir nitel durumun ifadesidir. Herhangi bir nesnel olgu “A”, bir diğer nesnel olgu “B” ise eğer, “A” ve “B” kavramları bu iki nesnel olgu arasında nitelik farkı olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla her kavram bir başka kavramla nitel olarak da farklı anlam taşır ve taşımalıdır, aksi takdirde kavramsal değeri olmaz.

Bu durum her toplumda ve toplumların en rafine ilişkiler ağı anlamına gelen siyasette de tamamen geçerlidir. Demokrasi, otokrasi, monarşi, meşruti monarşi gibi kavramlar her defasında bir diğerinden kökten farklı olan bir takım yapısal ilişkileri gösterir. Azıcık demokrasi olmaz, demokrasinin biçimleri olur. Otokrasi otokrasidir, ancak özgül tarihi şartlarda özgül toplumlarda özgül sınıf ilişkileriyle özgül biçimler kazanır. Faşizm belirsiz bir şiddet eşiği değildir, ama büyük sermayenin bir grubunun veya bir dizi hizbinin oluşturduğu koalisyonun (klasik faşizmlerde genellikle mali sermayenin, günümüzde mali sermayeyle birlikte bilişim sermayesinin de) kanunla sınırlandırılmayan, her türlü şiddet aracını engelsiz kullanabileceği şoven, dinci, saldırgan, yayılmacı, çoğu zaman diğer sermaye gruplarını da baskı altına alan diktatörlüğüdür. Faşizm parlamenter olabilir veya olmayabilir; monarşik rejimlerde burjuva demokrasisi olabilir veya olmayabilir; otokrasi otokrat hanedanı üzerine kurulabileceği gibi seçilmiş de olabilir; ama bu biçimsel özellikler özsel niteliklerin önüne geçmez. Öte yandan otoriteryanizm, totalitarizm, tek adam diktatörlüğü gibi kavramlar bu nitel anlam netliğinden yoksundur, dolayısıyla bilimsel değerleri son derece sınırlıdır.

Her hukuk düzeni belli bir sınıflı toplumun düzenidir ve toplumdaki sınıf ilişkileri değiştikçe hukuk düzeni de değişir. Bütün bir insanlık tarihi boyunca evrensel hukuk yoktur. Temel bir takım ilkeleri vazeden her hukuk sistemi sınıflı toplumların belli bir formasyonuna ilişkindir ve vazedilen ilkeler ancak bu formasyonun hakim olduğu tarihi dönem boyunca evrenseldir. Bu toplumda özgür yurttaş olarak kadının kendi bedeni üzerinde hakkı da evrensel bir ilkedir, ama “kadının beyanı esastır” “ilkesi”, burjuva toplumun tarihi boyunca bütün kadınları değil sadece bu tarihin bazı kesitlerinde, bazı toplumlarda ve bazı kadınları ilgilendirir; dolayısıyla evrensel değildir. Bu formasyon üzerinde kurulu toplumlarda burjuva hukukun temel ilkelerin evrensellik niteliğinin kaybı çok daha geniş kapsamlı bir milli krizin yansımasıdır. Sözgelimi konut dokunulmazlığı, özel hayatın gizliliği, düşünce hürriyeti, özel mülkiyetin kutsallığı vb. burjuva toplumunun evrensel ilkeleridir ve bu evrensel ilkelerin birinin veya bir grubunun ortadan kalkışı, burjuva toplumun kriz görüngülerinden biridir.

Otoriter ile otoriter olmayan arasındaki nitelik farkı nedir? Totaliter ile totaliter olmayan arasındaki nitelik farkı nedir? Bu fark sadece kavramı kullananın keyfiyetine bağlıdır. Oysa bir kavram nesnel durumun gerçek bir soyutlamasını ifade etmiyor, bunun yerine tıpkı az pilav az kuru gibi nicel birtakım farklılıklara işaret ediyorsa bilimsel olarak pek az değer taşır.

Bu tür kavramlar bilinçli olarak bulanık, belirsizdir ve bu tamamen siyasi bir tutumdur. İtalya başbakanı Mussolini hayranı bir faşisttir ama şimdi en çok “merkez sağ” sayılıyor. Fransa’nın başındaki Rothschild bankeri, narsist ve müptela bir hödük olmasından başka apaçık kanun, içtihat, kural tanımaz bir despottur da; ama kimse onun “otoriteryen” olduğunu söylemez. Avrupa Birliği, Komisyon’un yetkilerine bakılırsa Roma tribünlerini bile kıskandıracak kadar totaliter bir yapıdır; biçimsel demokrasinin varlığı, bu ülkelerde yüksek refah seviyesinin neden olduğu sınıf dengelerinden başka iki yüz yıldır devam edegelen sosyal mücadelelerin atalet kuvvetinden de kaynaklanır. Ama AB’nin totaliterliğinden hiç kimse söz etmez. Oysa, daha Avrupa anayasası tartışmaları sırasında birliğin bu antidemokratik niteliğinin belirginleştiğini unutsak bile (balık hafızalı toplumların siyasi temsilcileri de öyledir), Rusya çatışmasıyla birlikte artık gizlenemez, dahası gizlemeye gerek bile duyulmaz hale gelmiştir.

Başka deyişle bu kavramlar tamamen “ideolojik” saiklerle (yani hakikati bilinçlerde başaşağı çevirmek amacıyla) ve “öteki” için üretilmiştir; buradaki “öteki” ise siyasi mücadelenin keyfiyetiyle tanımlanır.

İçlerinden birine bakalım bunların. Liberal siyaset teorisinin amentüsüne göre totalitarizm denen şey “devletin toplumsal ve bireysel yaşamın tüm alanlarını kapsamlı ve merkezi bir şekilde kontrol ettiği, siyasi, iktisadi, kültürel ve bireysel alanlarda tek bir ideolojinin egemen olduğu yönetim biçimidir”. Başka deyişle totalitarizm, bireysel özgürlük alanlarının siyasi hürriyetlerin sınırlandırılmasına tabi kılınması, yani bireyin alanının daraltılmasını ve hatta yok edilmesini ima eder; zaten bu da bütün bireyler üzerinde total bir kontrol demektir.

Kavram Sovyetler Birliği için üretilmiştir. Ancak bir kısmıyla benim kendi çalışmalarım sırasında karşılaştığım, okumak zorunda kaldığım pek çok belge, özellikle de bazı CIA raporları tamamen başka bir şey söyler. Örneğin liberal ve quasi-liberal teoride Stalin dönemi totalitarizmin kristalize olduğu dönem sayılır. Oysa NEP döneminden ilk sanayileşme dalgasının sonuna kadar, yani en azından 1922-1932 arası, sadece Sovyetler Birliği’nin değil öncesi ve sonrası da dahil Rusya’nın en demokratik dönemidir; dünyanın her yerinde, her birinde muhtelif ve kimi zaman tamamen zıt nedenlerle ortaya çıkmış bir dönem olan 1932-1946 “totaliter” aralığından sonra 1946-1956 arasında bireysel özgürlük alanlarının genişlemesi devam etmiştir. 28 Nisan 1954 tarihli, saha operatiflerinden gelen, Sovyetler Birliği’nde eğitim sistemiyle ilgili bir CIA raporu, üniversitelerde kadın ve erkek öğrenciler arasındaki ilişkilerde serbestlikten, anadilde eğitim imkanlarının sınırsız oluşundan ve hatta din eğitiminden, meslek seçimindeki serbestlikten neredeyse hayranlıkla söz eder. Aynı CIA raporları “stilyagi” denilen batı hayranlığının Stalin döneminde, 1949 sonlarından itibaren ortaya çıktığını vurgular, ancak bunlara karşı kovuşturma yoluna gidilmediğini ve hatta kendi haline bırakıldığını vurgular; 1954’ten sonra ise doğrudan doğruya siyasi, hukuki ve sosyal baskı aygıtları kullanılmaya başlanır. Parti ve hükümet organlarının dışında kalan ideolojik kontrol (ve baskı) aygıtları Stalin döneminde çoğunlukla kolektif şekilde işletilmiştir, örneğin edebiyat eserleri yayınlandıktan sonra Yazarlar Birliği tarafından yerden yere vurulur; bir sonraki “liberal” döneme ise bizatihi Hruşçov’un bilimkurguyla ilgili, modern sanatlarla ilgili hödüklüğü damgasını vurur.

Rusya’da bireysel özgürlük alanları ne zaman daraltıldıysa siyasi sistem açısından yıkıcı olan sosyal hareketlenmeler doğmuştur. Hruşçov dönemi genel olarak böyledir; 1970’lerin başından itibaren Brejnev dönemi böyledir ve Gorbaçov dönemi de böyledir. Burada çarpıcı olan, en liberallerin bireysel özgürlükleri daraltmaya en çok teşne olmasıdır. Mesela alkolizmin kendisi de sosyal sorunlarla tetiklenmiştir her zaman; ama içki yasağı bu sorunları her defasında daha da derinleştirmiş ve iktidara karşı siyasi muhalefetin güçlenmesine neden olmuştur. Rusya’da iktidarın siyasi açıdan en yekpare ve güçlü olduğu dönemler her defasında bireysel özgürlük alanlarının en geniş olduğu dönemlerdir. Dolayısıyla, totalitarizm teorisinin belki de en az uyduğu ülke Sovyetler Birliği ve Rusya’dır. Buna karşılık bütün siyasi, kültürel ve ideolojik alanın “total” bir şekilde baskı altına alındığı, her tür farklı sesin boğulduğu ve marjinalize edildiği günümüz Avrupası bu kavramın deney alanını andırır.

Demek ki bu tür kavramların tam bir kavramsal anlamsızlığından söz edilemez; gerçekten de kimi yerlerde “otoriteryan”, “totaliteryan”, vb. eğilimler ortaya çıkabilir. Başka deyişle bu tür kavramlar büsbütün saçma değil sadece yanlıştır — bunlar bilinçli, ideolojik yanlışlardır ama öyle olduğu için gene de kavramdır. Ne var ki büsbütün anlamsız kavramlar da vardır.

“Kürtler”, “Türkler”, “Ermeniler”, “Fransızlar” vb. etnik kimliklerin adı olarak değil siyasi mücadelenin tarafı olarak tanımlanıyorsa, belirsizlik şöyle dursun, büsbütün anlamsızdır. Siyaset ve toplumda “Kürtler”, “Türkler”, “Ermeniler”, “Fransızlar” vb. yoktur; devletler, halklar, sınıflar, örgütler vardır. Diyelim ki Hmong hareketi diye bir şey olmaz, bu tanımı gereği saçmalıktır. Hmong milli hareketi, Hmong milliyetçi hareketi, Hmong burjuvazisi, Hmong milleti vb. doğru veya yanlış kavramlar olabilir, ancak bunlar gene de kavramdır. Kürt hareketi, Türk hareketi vb. ise sadece siyasi ezberlerdir ve bütün siyasi ezberlerde olduğu gibi siyasi-ideolojik hegemonyanın varlığına işaret eder, bu saçmalıkları kullanma sıklığı hegemonyanın gücünü gösterir ve tehlikesi de orada yatar.

Bana öyle geliyor ki liberalizmin sosyal düşünceye en büyük zararı belki de bu biricik bilimsel yaklaşımı bütünüyle iğfal etmiş olması ve bugün özellikle siyaset bilimciler denilen tayfa arasında bu yaklaşımın artık bütünüyle unutulmuş olmasıdır.

Okumaya Devam Et

Görüş

Gazze’de Gazzeliler olmadan barış?

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Gazze Şeridi’nde devam eden çatışmalar, uluslararası toplumun dikkatini çekmeye devam ederken, Doha’da yürütülen ateşkes görüşmeleri ve Washington’daki kapalı kapılar ardındaki müzakereler, bölgedeki barış umutlarının ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.

Son 30 yılın müzakere tarihine bakıldığında, bu sürecin kalbinin hep Tel Aviv ile Washington arasında attığı açık. Avrupa’nın da sessiz onayın dışında koşulsuz desteği ve teşviği soz konusu. Almanya Başbakanı’nın İran- İsrail savaşı sırasında, “İsrail bizim pis işlerimizi yapıyor”  itirafında bulunması malumun ilanı bile olsa sarsıcı.

Birinci Dünya Savaşı’nda Ortadoğu’yu tasarlama işine girişen Batı, belki de eskisinden daha kararlı ve yekpare. Ortadoğu’da bir köprü başı olarak İsrail artık yeterli değil ve fazlasını istiyorlar.

Filistinliler çoğu zaman yalnızca kendilerine dayatılan “çözümleri” onaylamaları beklenen taraf oldular. Doha’daki teknik görüşmelerin aksine, Trump ile Netanyahu’nun yürüttüğü süreçte gerçek pazarlıklar, al-ver ilişkileri, hatta uzun vadeli nüfus mühendisliği planları konuşuluyor. Bu durum, çözüm değil, statükoyu derinleştirmekle kalmayan yeni bir boyut ekleyecek bir gelişme.

Netanyahu, Trump’ın hem kişisel hırslarını hem de politik ajandasını ustalıkla manipüle ederek, İsrail’in bölgedeki hedeflerini gerçekleştirmek için geniş bir manevra alanı elde etmiş görünüyor.

Trump, kendisini barış getirici olarak konumlandırmak istese de, Gazze’deki insani felakete göz yummaya devam ediyor. Trump’ın trajedi olarak nitelendirdiği durum, aslında uluslararası hukukçular ve insan hakları örgütleri tarafından soykırım ve etnik temizlik olarak tanımlanıyor.

Adı ‘İnsani Şehir’ Aslı Toplama Kampı

Gazze’de yürütülen askeri operasyonların, yalnızca güvenlik gerekçesiyle yapıldığı iddiası çok uzun süre önce inandırıcılığını yitirdi. İsrail hükümetinin savaş sonrası planları Filistinlileri kalıcı olarak topraklarından uzaklaştırmaya ve bu boşaltılmış alanları yeniden yapılandırma adı altında kontrol altına almaya yönelik bir hamlesi olduğu çok açık ve İsrail  hükümetinin, Netanyahu’yu bile orta yolcu gösteren, şahin kanadı tarafından sıkça kabul edilip dile getiriliyor.

Gazze’de yaşananlar doğal bir afet değil, sistematik bir insanlık suçu. Her gün yüzlerce insanın öldürüldüğü bir ortamda insani yardım
ya da gönüllü göç gibi ifadeler, gerçekliği çarpıtmak icin zayıf, yüzsüz bir çabadan öteye geçmiyor.

İsrail Savunma Bakanı Israel Katz’ın önerdiği insani şehir planı, bu çarpıtmanın en somut örneklerinden biri. Refah’ın yıkıntıları üzerine kurulması planlanan bu şehir, insani olmaktan ziyade toplama kampını andırıyor. Amerika’nın Hiroşima ve Nagasaki’ye attığı bombalara “hayat pınarı” demesi ancak bu kadar ironik olabilirdi.

Plan, ilk etapta 600 bin Filistinlinin bu bölgeye taşınmasını ve ardından tüm Gazze nüfusunun (yaklaşık 2 milyon kişi) burada toplanmasını öngörüyor. Filistinliler’in, kampa alınmadan önce taramadan geçirileceği ve sadece Hamas bağlantısı olmayanların kampa alınacağı açıklandı. Kampa giren Filistinliler, zorla başka ülkeye göç ettirilmeye çalışılacak, göç etmek istemeyenler Gazze’nin başka bölgelerine gidemeyecek ve kampta adeta bir esir olarak kalmak zorunda bırakılacak.

Katz’ın gönüllü göç olarak adlandırdığı bu süreç, 21 aydır bombardıman altında yaşayan, evlerini, ailelerini ve geçim kaynaklarını kaybetmiş insanların özgür iradesiyle bağdaşmıyor. Aksine, bu plan, Filistinlilerin Gazze’den Mısır ya da Sudan gibi ülkelere zorla gönderilmesini hedefleyen bir etnik temizlik girişiminin bir aşaması…

Netanyahu’nun bu planı, yeni bir fikir değil. Savaşın ilk haftalarında, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın, Arap ülkelerini insani koridor bahanesiyle Gazze’ye dış müdahaleyi kabul etmeye ikna etme çabaları, bu stratejinin en az 20-21 ay öncesine dayandığını gösteriyor. Arap ülkelerinin bu öneriyi reddetmesi üzerine Blinken geri adım atmış olsa da, Netanyahu’nun bu fikirden vazgeçmediği açık.

Batı Şeria’da Sessiz Temizlik

Gazze konuşulurken, Batı Şeria’daki etnik temizlik gözden kaçıyor. 7 Ekim 2023’ten bu yana, üç mülteci kampından 50 binden fazla kişi yerinden edildi. Ramallah çevresi ve Doğu Kudüs’teki Bedevi topluluklar, sistematik bir şekilde topraklarından sürülüyor.

Netanyahu’nun, Gazze’deki stratejisini Batı Şeria’ya genişletme ihtimali, bölgedeki demografik yapıyı değiştirmeye yönelik daha geniş bir planın parçası olarak görülüyor. Eğer Gazze’de yüz binlerce Filistinli Mısır’a sürülürse, Batı Şeria’dan Ürdün’e benzer bir sürgün
dalgasını engelleyecek hiçbir garanti yok. Bu, yalnızca Filistinliler için değil, Ürdün gibi zaten mülteci yükü altında olan ülkeler için de
ciddi bir tehdit oluşturuyor.

Trump’ın Çıkmazı: Sonsuz Savaşlarla Barış Aramak

Trump yönetiminin bu süreçteki rolü, çelişkilerle dolu. Sonsuz savaşları bitirme vaadiyle kampanya yürüten Trump, İsrail’in savaş
politikalarını destekleyerek bu söylemiyle çelişiyor. Gazze’yi bir tatil köyüne dönüştürme gibi fikirlerin, İsrail destekli şirketler tarafından hayata geçirilmesi planlanıyor. Ancak bu planlar, barıştan çok, Filistinlilerin sistematik olarak yerinden edilmesini ve bölgenin İsrail kontrolüne alınmasını hedefliyor. Netanyahu’nun, Trump’la olan ilişkisi, bu planların hayata geçirilmesinde kritik bir rol oynuyor.

Gazze’deki mevcut durum, bir barış sürecinden çok, sistematik bir yerinden etme ve kontrol stratejisi. Açıkçası barış denilen şey de “İmparatorun” isteklerinin koşulsuz kabulu. Doha’daki görüşmeler, Washington’un gölgesinde şekillenirken, Filistinlilerin talepleri ve
uluslararası hukuk, genellikle göz ardı ediliyor.

Ateşkes, yalnızca tüm tarafların net taahhütleriyle mümkün olabilir; ancak mevcut politik dinamikler, bu taahhütlerin sağlanmasını zorlaştırıyor.

Gazze’nin geleceği, yalnızca Filistinliler için değil, tüm bölge için kritik bir dönüm noktasında. Sınırsız cesaretlenen ve şımartılan İsrail, yutabileceğinden fazlasını ısırana kadar aynı hikayenin tekrarını değişik sahalarda görmeye devam edecek gibiyiz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English