Bizi Takip Edin

Söyleşi

E. Koramiral Kadir Sağdıç: ‘Hürmüz’ü kapatmak ABD-İsrail’e yarar’

Yayınlanma

E. Koramiral Kadir Sağdıç, Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler arasında deniz güvenliğini ve işbirliğini artırmak amacıyla kurulan çok uluslu bir deniz kuvveti oluşumu BLACKSEAFOR’un (Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu) Planlama Grubu Başkanlığı’nı yürütmüş, 2009’da Güney Deniz Saha Komutanı olarak Ege ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin deniz güvenliğini yöneten donanma komutanlığı görevini icra etmiştir. Kadir Sağdıç’a Hürmüz Boğazı’yla ilgili gelişmeleri ve olası senaryoları sorduk: “Hürmüz’ü kapatmak ABD-İsrail’e yarar.”

‘Uluslararası hukuk açısından mümkün değil’

Hürmüz’ü kapatmak üzerine bir senaryo krizin hangi aşamasında devreye alınabilir? Hürmüz Boğazı’nın hukuki statüsü nedir? İran donanmasının bugüne kadar bu senaryo üzerine yaptığı tatbikat ve simülasyonlar nelerdir?

Hürmüz Boğazı, Cebelitarık Boğazı gibi ya da Baltık geçitleri gibi uluslararası bir su yolu ve çok da dar değil. Aslında en dar yeri 30 kilometre. Bizim Türk Boğazları gibi değil, mesela İstanbul Boğazı 700 metre. Bu 40 misli daha geniş bir yer ve karşılıklı sahillerde farklı ülkeler var. Umman var, İran var, Birleşik Arap Emirlikleri’ne kıyıdaş, aynı zamanda Katar’a kıyıdaş. Böyle kıyıdaş olan tarafların çok sayıda ülkenin aynı bölgede olduğu yerde bir Hürmüz’ü kapatmak uluslararası hukuk açısından mümkün değil.

Türk Boğazlarının özel statüsü var. Gerek Çanakkale Boğazı gerek İstanbul Boğazı çok dar ve her iki kıyısı da Türkiye Cumhuriyeti’nin kıyıları. Her ne kadar Karadeniz uluslararası su ise de 140 mil ve 300 mil gibi geniş alanlar var. Karasuları 12 mil olduğuna göre iki ülkenin sahilleri, iki ülkenin karasuları denizi kapatmıyor. Ama Türk Boğazları dediğimiz Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı’nda tüm sahiller ve içerideki su Türkiye’nin. Dolayısıyla Montrö Sözleşmesiyle Türk Boğazları’nın özel statüsü var. Ama Hürmüz Boğazı’nın öyle bir özel statüsü yok. Böyle bir durumda evet geçmiş krizlerde İran-Irak Harbi’nde tanker trafiğine zarar verme anlamında İran inisiyatif kullanıp tanker vurdu. Ama orada riski kendisi üstleniyor onun vebalini kendisi ödemek durumunda. Uluslararası hukuka sığınarak bunu yapmıyor.

‘Çin’den gelecek gelirin önü kesilir’

Askeri literatürde durum muhakemesi deriz. Bir karar almadan önce o kararı bir testten geçiririz. Bu uygunluk, tatbik kabiliyeti ve kabul edilebilirlik dediğimiz üç test aşaması var. Mesela Hürmüz Boğazı’na bu açıdan bakalım. Eğer İran kapatmaya kalkarsa bu İran’a ne kazandırır? Hürmüz’ü kapatmak amacına hizmet eder mi? Ona bakmak lazım. Örneğin kapatabildiği takdirde dikkatleri ekonomiye çeker. Çünkü petrol ve doğalgaz maliyetleri yükseliyor. Dünya ekonomisinin sıkıntıdan geçtiği bir süreçte dünyanın dikkatini petrol üzerinden Hürmüz’e çekebilir. Bu da dikkat edin, beni kollayın, kriz sönümlensin, benim haklarımı gözetin. Dolayısıyla ben de boğazı kapatmayayım gibi mütevazi bir yarar sağlayabilir.

Ama petrol fiyatları ve doğal gaz fiyatları artarsa bundan spekülatörler yararlanır. Yani uzun vadede siz yararlanamazsınız. Sonunda kriz harbe de dönüşse harbin sonunda bu sönümlenecek. Dolayısıyla kalıcı petrol fiyatları artışı için OPEC ve benzeri kartellerin topluca karar alması lazım. Yani o bölgede arz sadece İran’la olmuyor. Başta Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt gibi ülkeler olmak üzere petrol arzının birçok oyuncusu var. Dolayısıyla OPEC kalıcı karar almadığı sürece petrol fiyatları yüksek kalmaz. Kriz boyunca yükselir sonra da düşer. Kapatılacak boğazdan İran kendi arzını da dünya piyasasına sürüyor. Özellikle uzun süreli sözleşmeler yaptığı büyük bir alıcısı var Çin. Oradan da zararı olacaktır. Bu irade İran’a kazandırmayacak, kaybettirecek çünkü Çin’den gelecek gelirin önünü keser.

‘Hürmüz’ü kapatmak İran’ı hedef haline getirir’

Hürmüz boğazının kapatılması şeklindeki bir İran askeri uygulaması ABD’ye uluslararası hukuktan kaynaklanan “meşru” bir müdahale hakkı tanır mı? Ya da ABD bunu gerekçe göstererek uluslararası bir koalisyonla İran donanmasına saldırı için “meşru” bir gerekçe bulmuş sayılır mı?

Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılmasının başka ne zararı olur? İran siyasi olarak hedef büyütür. Şu an muhatapları İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri iken bir anda boğaz kapatıldığında, buradan zarar gören çok sayıda ülke İran’ı hedefine alır ve siyasi tarafta büyük bir dengesizlik olur. Yani İsrail’e karşı siyasi yük çok artar. Gereksiz yere hedef büyütmüş olur, kendi satışları aksar. Hürmüz Boğazı’nı kapatacağım ama harbin sonunda ayakta kalırsam misliyle şu fiyattan şu kadardan arz gelecek, devam edecek, size satış yapacağım diye Çin’le şu an yapmış olduğu anlaşmanın revizyonunu yapması gerekir. Çin’le bu anlaşmayı perde arkasında revize etmeden, onları ikna etmeden Hürmüz Boğazı’nı kapatamaz.

Peki kapatılmasına karar verildi ama tatbik kabiliyeti var mı? Bunu yapabilir mi? Tatbik kabiliyetinden kasıt askeri gücünüzle elinizdeki olanaklarla, yani gemileriniz, insansız hava araçlarınız, uçaklarınız, kara bataryalarınız ateş gücü olarak o boğazdan geçen trafiği kapatmaya yetecek mi? İran girişimde bulunduğunda bu karşı unsurların yani isabet alacak olan gemilerin ülkeleri ki oradan bütün dünya ülkeleri geçiş yapıyorlar. Sadece arzı sağlayan kıyıdaş petrol üretici ülkeler değil, üçüncü tarafların gemisi de geçiyor. Dolayısıyla o gemiler zarar gördüğünde onların unsurları da öz savunma kapsamında askeri müdahaleye karşı onlar da güç kullanma aşamasına gelebilirler.

Zarar gören taraflar doğrudan hukuken İran unsurlarını hedef almayabilirler. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi İran’ı üçüncü taraflara verdiği zarardan dolayı kınayıp önlemler alacaktır. Bu güç kullanmaya kadar gidebilir. Yani sadece kınamayla kalmayacak. Bir uluslararası koalisyon gücü, Birleşmiş Milletler kararları altında, Güvenlik Konseyi kararları altında İran’a muhtemelen müdahale edecektir. Bu da İsrail’in ve ABD’nin elini çok güçlendirir. Yani iki ülkeli müdahale yerine bir anda çok uluslu ve Birleşmiş Milletler’in aldığı karar altında İran’a karşı kuvvet kullanımını gerektirir ki o zaman Hürmüz Boğazı’nı kapatmanın tatbik kabiliyeti de pek yok gibi gözüküyor.

Tatbik kabiliyet de var, gücünüz de var, o gücü de askeri gücü kapatma yönünde kullanmaya kalktınız diyelim. Yok ama var diyelim. Peki, o kadar riske girmeye o kadar unsuru kaybetmeye siyasi yönden de kaybeden tarafta olmaya değer mi? İsrail ve ABD’nin İran’ı zorladığı bir aşamada bir anda dünyanın önemli bir kısmını karşısına alıp onların oluşturacağı koalisyon kuvvetlerinden zarar görüp ek güç kaybetmesine değer mi? Bu riski göğüsleyebilir mi? Bence hayır. Dolayısıyla Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması mantığını test ettiğimizde kapatılması bir kazanç getirmiyor. Ne tatbik kabiliyeti var, elindeki kuvvet dünyaya karşı onu kapatmaya yetmeyebilir; ne de riskinin kabul edilebilir bir durumu var. Dolayısıyla mantıklı davrandığı takdirde İran Hürmüz Boğazı’nı kapatmayacaktır diye değerlendiriyorum.

Diğer taraftan İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapanma teşebbüsü tabii ABD’ye doğrudan bir müdahale hakkı doğurmaz. ABD’nin bunu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları üzerinden değerlendirmesi gerekir. İran doğrudan ABD gemisini, Amerikan tankerini hedef alırsa tabii ki karşı taraf olarak ABD öz savunma yapar ve misliyle mükabele de edebilir. Ama İran’ın bunu nasıl uygulayacağını bilmiyoruz. Diğer taraftan böyle bir kararın alınmayacağını mantıken de değerlendirmiş oluyorum.

‘Kriz bölgesel kalacaktır’

Böyle bir senaryoya İran ve Çin donanmaları nasıl tepki verir? Dünya üzerindeki Malakka Boğazı gibi diğer kritik su yolları üzerinde askeri tansiyonu artırıcı bir etkisi olur mu? Hürmüz’deki bir çatışmanın Husiler üzerinden Kızıldeniz’e ve diğer kritik ticaret yollarına sıçraması riskini görüyor musunuz?

Hürmüz Boğazı bölgesindeki gerilim ve tırmanışın Çin donanmasına nasıl tepki vereceği konusu da gündemde sorgulanıyor. Çin bu aşamada kendi yakın çevresi Tayvan ve Çin denizinde farklı tepkiler verebilir. Orada bir kriz gelişirse askeri harekata geçebilir. Ama Körfez bölgesinde, Hürmüz Boğaz’ında Çin donanmasının bir harekata katılacağını ya da Çin’in inisiyatif üstlenip silahlı müdahalede bulunacağını hiç mümkün görmüyorum. Öyle bir olasılık yok. Şu aşamada Çin’in gördüğümüz kadarıyla uluslararası ilişkilerde öyle bir niyeti olmadığını değerlendiriyorum. Buralarda tansiyonun artması şu an İran’ın geçmişteki bir iki yıl içinde yanında gözüken Husiler üzerinde bir etkisi olacaktır. Belki de eğer İran teşebbüs ederse Hürmüz Boğazı’nda Husiler de Kızıldeniz’de benzeri eylemler yapabilirler. Hürmüz Boğazı’nda olası bir tırmanışın, Husilerin de hareketlerini artıracağını değerlendiriyorum. Kriz ve harp durumu devam ettiği sürece Kızıldeniz’de onlar da daha ileri düzeyde girişimlerde bulunabilirler.

Diğer kritik su yollarına, örneğin Malakka Boğazı’na bu aşamada bir müdahale olacağını beklemiyorum. Ama olaylar tırmanır da bloklaşır, Avrasya’ya karşı Okyanusya ülkeleri yani Heartland dediğimiz Avrasya kıtasını Çin’in, Rusya’nın, Türkiye’nin Avrupa’yla birlikte bulunduğu ana kıtalar grubuna okyanuslardan Büyük Okyanus, Hint Okyanusu ve Atlas Okyanusu’ndan, çevreleyen başta Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Avustralya ve Kanada’nın bulunduğu deniz ağırlıklı grubun müdahalesi söz konusu olduğunda (ki buna Kore ve Japonya’yı da dahil etmeliyiz), o zaman Endonezya, Malezya gibi ülkeler üzerinden Malakka Boğazı’nda da olası gerginlik mümkün olabilir. Ama bu topyekun krizin küresel çapa sıçraması demek. Bu da çok tehlikeli bir durum olur. O aşamaya geleceğini değerlendirmiyorum. Bu krizin bölgesel kalacağını değerlendiriyorum.

Uzmanlar Harici’ye değerlendirdi: Hürmüz’ün kapanma ihtimali ‘sıfır’

Söyleşi

ÇKP’li profesör Harici’ye konuştu: Ticaret savaşı, Çin’in bilim ve teknoloji sektörlerinin gelişimini hızlandırdı  

Yayınlanma

Şanghay Lixin Muhasebe ve Finans Üniversitesi Parti Komitesi Sekreteri Profesör Xie Chao, ABD-Çin ilişkilerini ve iki ülke arasındaki ticaret savaşı gündemini Harici’ye değerlendirdi.

Profesör Xie aynı zamanda Şanghay Sosyal Bilimler İnovasyon Araştırma Üssü Çin Bilgi Sistemi İnşası Araştırma Merkezi direktörü ve baş uzmanıdır. Ayrıca Çin Bilimsel Sosyalizm Enstitüsü başkan yardımcısı ve Şanghay Bilimsel Sosyalizm Enstitüsü başkanıdır.

Profesör Xie, uzun süredir Marksizm ve Çağdaş Çin’in Gelişimi, Çin felsefesi ve sosyal bilimlerin bilgi sistemi ile dünya sosyalizm teorisi ve pratiği üzerine araştırmalar yapmaktadır. 2019 yılında, Merkezi Marksist Teori Araştırma ve İnşası Projesi ve Ulusal Sosyal Bilimler Fonu tarafından finanse edilen “Çin’in Bilgi Sistemi ile İlgili Sorunların Araştırılması” adlı büyük projeye başkanlık etmiştir. 2021’de Şanghay Felsefe ve Sosyal Bilimler planlama projesi olan “Çin Modernleşmesinin İnsan Uygarlığına Büyük Katkısı ve Dünya Tarihine Derin Etkisi”ne başkanlık etmiştir. Ulusal Sosyal Bilimler Fonu’nun 2023 ana projesi “Çin Özelliklerine Sahip Bağımsız Felsefe ve Sosyal Bilimler Bilgi Sisteminin İnşası Üzerine Araştırma” projesine başkanlık etmiştir.

Profesör Xie Chao, Donald Trump’ın gümrük vergisi politikası, Çin’in karşı önlemleri ve iki ülke rekabeti ve ilişkileri üzerine sorularımızı yanıtladı.

‘Çin-ABD ticaret müzakereleri olumlu ilerlese de, aşırı iyimser olmak için erken’

ABD-Çin ticaret savaşı konusunda bir ateşkes sağlanmış gibi görünüyor, ancak ABD’nin teknolojiye yönelik kısıtlamaları ve Çin’in nadir toprak elementlerine getirdiği kısıtlamalar hâlâ yürürlükte. Sizce bu süreç nereye varacak? Kalıcı bir ateşkes mümkün mü, yoksa rekabet çatışmalı bir şekilde mi devam edecek?

Temel ekonomik ilkeler bize, alışverişin değer yarattığını ve ticaretin kalkınmayı teşvik ettiğini söyler. Küresel sahnede en etkili iki ülke olan Çin ve Amerika Birleşik Devletleri’nin iş birliklerinde farklılıklar ve sürtüşmeler yaşaması kaçınılmaz ve doğaldır. Önemli olan, bu sorunları çözmek için uygun yollar bulmaktır. Hem Çin hem de ABD için iş birliği her iki tarafa da fayda sağlar, oysa çatışma iki tarafı da zarara uğratır. Ekonomik iş birliği ve ticaretin özü, karşılıklı fayda ve kazan-kazan anlayışı olmalıdır. Son dönemde, ABD’nin hatalı ticaret politikalarını düzeltmeye başlamasıyla birlikte Çin ve ABD, aşamalı olarak ön anlaşmaya varmış, ikili ticaret normal bir seyre dönmeye başlamıştır. Kısa bir süre önce ABD, EDA yazılımları, etan ve uçak motorları gibi kilit alanlardaki ürünleri kapsayan bazı kısıtlayıcı önlemleri hafifletti. Çin de Çin-ABD ticaret ilişkilerinin gelişmesini teşvik edecek adımlar attı. Küresel ekonomi açısından, Çin-ABD ticaretinin normale dönmesi tüm dünyada bir “rahat nefes” etkisi yaratmıştır. Çin-ABD ticaretindeki sürtüşmeler yalnızca bu iki ülkeye değil, tüm dünyaya da olumsuz yansımalar yapmaktadır.

Çin-ABD ticaret müzakereleri şu anda olumlu bir yönde ilerlemektedir, ancak aşırı iyimser olmak için hâlâ erken. İki ülke arasında tarih ve kültür bakımından önemli farklar, sosyal sistemler ve kalkınma yolları açısından belirgin karşıtlıklar, ayrıca stratejik çıkarlar ve ulusal hedefler açısından da farklılıklar mevcuttur. Bu nedenle, Çin ile ABD arasında istikrarlı ve düzenli bir diyalog ve iş birliği tesis etmek uzun ve zorlu bir süreç olacaktır. Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri Xi Jinping’in bir zamanlar dediği gibi, “Pasifik Okyanusu Çin ile Amerika’yı birlikte barındıracak kadar geniştir.” Antik Çin bilgeliği de der ki, “Tüm şeyler birbirine zarar vermeden birlikte büyüyebilir; tüm yollar birbiriyle çelişmeden paralel ilerleyebilir.” Çin kültürel bilgeliklerinden biri de kapsayıcılık ruhudur. Çin, egemen devletlerin büyüklük ve güçlerinden bağımsız olarak eşitliğini her zaman savunmuştur. Eşitlik, karşılıklı saygının temelidir. Çin, ABD’nin egemenliğine ve kalkınma yoluna saygı duymaktadır ve onu değiştirmeye çalışmamıştır. ABD açısından bakıldığında, çok kutuplu bir dünyaya yönelen günümüz eğilimini benimsemek, Çin’in temel endişelerine ve 1,4 milyar insanının tercihine saygı göstermek, Soğuk Savaş zihniyetini terk etmek, farklılıklara saygı duymak ve diğerlerini eşit görmek, Çin-ABD ilişkilerinde uzun vadeli iş birliği ve etkileşimin sağlanması için doğru yaklaşımlar olacaktır.

‘ABD’nin eylemleri, Çin-ABD ilişkilerinin gelişimine gölge düşürüyor’

Pekin ABD ile Vietnam arasında imzalanan ticaret anlaşmasına Çin’in çıkarlarını hedef aldığı gerekçesiyle tepki gösterdi. Aynı şekilde, Birleşik Krallık ile ABD arasındaki anlaşmaya da benzer bir tepki verdi. ABD, ticaret ortakları aracılığıyla Çin’i kuşatmaya mı çalışıyor?

Son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri, ilgili alanlarda Çin’i sürekli olarak baskı altına almaya ve bastırmaya çalıştı; bu da iki ülke arasındaki normal ekonomik ve ticari ilişkilerin yanı sıra sanayi ve tedarik zincirleri konusundaki iş birliğini de zedeledi. ABD, Çin’e ABD’nin egemenliğindeki adil olmayan ticaret koşullarını kabul ettirmeye çalıştı. Başkan Donald Trump’ın ilk döneminde ABD hükümetinin Çin ile ekonomik ve ticari sürtüşmeleri başlattığı geniş çevrelerce bilinmektedir. Biden yönetimi de “küçük bahçeler, yüksek çitler” inşa etmek ve “müttefiklerden tedarik” politikaları uygulamak gibi yaklaşımlarla gümrük vergileri dayatma gibi politikaları sürdürmüştür. Hatta Çin’den “kopma ve tedarik zincirlerini  ayrıştırma” stratejisini agresif bir şekilde uygulamaya çalışmıştır. Ulusal güvenlik bahanesiyle ABD, özellikle Huawei başta olmak üzere, Çinli teknoloji şirketlerini baskı altına almak için elinden geleni yapmıştır. Başkan Trump ikinci döneminin başında Çin mallarına mantıksız bir şekilde yüksek gümrük vergileri uygulamıştır. ABD, devlet gücünü seferber ederek sözde Çip ve Bilim Yasası’nı çıkarmış, Yarı İletken Sanayi Koalisyonu ve Chip 4 İttifakı gibi sözde ittifaklar oluşturmuş ve yurtdışı yatırımların denetimine ilişkin başkanlık kararnameleri yayımlamıştır. Çin’i baskı altına alma ve bastırma çabalarının her geçen gün daha da yoğunlaştığını ve tüm yolların denendiğini söylemek yanlış olmaz.

2024 yılından bu yana bazı ABD’li politikacılar ayrıca, yeni enerji sektöründe Çin’in sözde “aşırı kapasite”ye sahip olduğu anlatısını abartarak gündeme taşımakta, Çin’in sanayi politikalarını haksız yere suçlamakta ve normal sanayi gelişimini ve iş birliğini ulusal güvenlik meselesi olarak niteleyerek kısıtlama ve baskı politikalarını haklı çıkarmaya çalışmaktadır. Her zamanki gibi ABD, havuç-sopa (ödül-ceza) taktiğini benimseyerek müttefiklerini Çin’in gelişmekte olan endüstrilerini kuşatmak ve engellemek için yanına çekmeye çalışmaktadır. Bu tür eylemler, Çin-ABD ilişkilerinin normal gelişimi üzerine ağır bir gölge düşürmüş ve Çin’in güvenlik ve kalkınma çıkarlarını ciddi biçimde zedelemiştir. Özellikle, Çinli vatandaşlara karşı—etnik Çinliler, uluslararası öğrenciler ve araştırmacılar dahil olmak üzere—ABD’de uygulanan kısıtlayıcı ve cezalandırıcı önlemler, ciddi olumsuz sonuçlara yol açmış ve ABD politikasına karşı büyüyen bir hoşnutsuzluk yaratmıştır. Bununla birlikte Çin, karşılık veren önlemler almakla birlikte, her zaman karşılıklı saygı, barış içinde bir arada yaşama ve kazan-kazan iş birliği ilkelerine bağlı kalmış; Çin-ABD ilişkilerinin sağlıklı gelişimini teşvik etmek için akılcı, kararlı ve ölçülü çabalarını sürdürmüştür.

‘Çin ve ABD gibi büyük ülkelerin birbirinden uzak durması gerçekçi değil’

ABD-Çin rekabetinin yeni bir “Soğuk Savaş” yapısına dönüşmekte olduğu yönünde görüşler var. İş birliği hala mümkün mü? Siz ne düşünüyorsunuz?

Çin ile Amerika Birleşik Devletleri arasında yalnızca kısa vadede değil, uzun vadede de önemli iş birliği potansiyeli mevcuttur. Dünyanın en büyük gelişmekte olan ülkesi olan Çin, devasa bir iç pazara sahip olmasının yanı sıra, dünyada kapsamlı ve eksiksiz bir sanayi sistemine sahip ender ülkelerden biridir. Çin ve ABD, dünya ekonomisinin en büyük iki gücüdür ve birlikte küresel GSYİH’nin üçte birinden fazlasını, küresel ikili ticaretin neredeyse beşte birini ve dünya nüfusunun yaklaşık dörtte birini oluştururlar. Çin ile ABD arasında ekonomik ve ticari etkileşim olmadan bir küresel ekonomi düşünmek neredeyse imkânsızdır. Çin ve ABD’nin uluslararası sahnedeki belirleyici rolleri, küresel barış ve istikrar üzerinde doğrudan etkiye sahiptir. Siyaset, ekonomi, kültür, toplum, ekoloji, iklim ya da enerji alanlarında olsun, uluslararası toplum her iki ülkeden de el ele vererek insanlığın ortak sorunlarına çözüm bulmalarını beklemektedir. Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri Xi Jinping’in belirttiği gibi, tarih de gerçeklik de göstermiştir ki, Çin ve ABD gibi büyük ülkelerin birbirlerinden uzak durması gerçekçi değildir; birbirlerini değiştirmeye çalışmak da olanaksızdır ve çatışma ile karşı karşıya gelmenin sonuçları her iki taraf için de katlanılamaz olacaktır. Çin-ABD ilişkileri “nasıl doğru kurulur?” sorusudur önemli olan ve bu yanıtlanması gereken bir sorudur. Bu sorunun çözümündeki anahtar, karşılıklı saygı, barış içinde bir arada yaşama ve kazan-kazan anlayışını esas alan temel ilkelere bağlı kalınmasında yatmaktadır. Bu genel yön korunabildiği sürece, Çin ve ABD uzun vadeli iş birliğini sürdürebilir ve uluslararası topluma barış ve istikrar getirebilir.

‘İş birliği her iki tarafın da yararınadır’

Çin kamuoyunda ABD ile ticaret savaşı nasıl algılanıyor? Bu süreç bir tehdit olarak mı yoksa ulusal bir kalkınma fırsatı olarak mı görülüyor?

Çin, ABD ile bir ticaret savaşına girmeyi hiçbir zaman amaçlamamıştır. Çin, ABD ile ekonomik ve ticari ilişkilerinde daima karşılıklı fayda ve kazan-kazan ilkesine bağlı kalmıştır. Reform ve dışa açılma sürecinin başından bu yana ekonomik iş birliği ve ticaret, Çin-ABD ilişkilerinin hem “balastı” (dengeleyici unsuru) hem de “itici gücü” olmuştur. Bu iş birliğinin derinliği ve kapsamı, yalnızca her iki ülkenin ekonomik ve sosyal kalkınmasına büyüme ve refah getirmekle kalmamış, aynı zamanda küresel refah ve istikrara da önemli katkılar sağlamıştır. Ancak son yıllarda, ABD, güvensizlikten beslenen yeni bir “Soğuk Savaş” zihniyetiyle hareket ederek, Çin’i birçok sanayi alanında baskı altına almaya ve sınırlandırmaya devam etmiştir. Bu durum, Çin ile ABD arasında uzun süredir devam eden ekonomik ve ticari ilişkileri ve sanayi ile tedarik zinciri iş birliklerini sekteye uğratmış ve küresel ekonomi üzerindeki aşağı yönlü baskıyı artırmıştır. Tarihsel deneyimler göstermektedir ki, iş birliği her iki tarafın da yararınadır; çatışma ise iki tarafa da zarar verir. Kazan-kazan iş birliği, yalnızca bugün değil, aynı zamanda gelecekte de Çin-ABD ilişkilerinin temel teması ve ortak hedefi olmalıdır. Hem mevcut koşullarda hem de uzun vadeli bir perspektiften bakıldığında, Çin ile ABD arasındaki derin entegrasyona dayalı iş birliği alanı son derece geniş ve sınırsızdır.

Ekonomik çıkarlar açısından bakıldığında, 2024 yılında Çin-ABD ticareti yaklaşık 700 milyar ABD dolarına ulaşmıştır ve Çin’de faaliyet gösteren 70.000’den fazla Amerikan şirketi 50 milyar ABD dolarından fazla kâr elde etmiştir. Trump yönetimi için istihdam yaratmak, seçmenlere verilen kilit bir taahhüttür ve ABD’nin Çin’e yaptığı ihracat, ülkede en az 930.000 kişiye istihdam sağlamıştır. Amerikan halkı için ise kaliteli ve uygun fiyatlı Çin ürünleri tüketiciler için öncelikli tercihtir. İstatistiklere göre, 2024 yılında McDonald’s’ın dünya genelinde yeni açtığı şubelerin yaklaşık %60’ı Çin’de yer almaktadır. 2023 yılında Tesla’nın elektrikli araçlarının neredeyse yarısı Şanghay’daki Gigafactory’de üretilmiştir. Starbucks’ın yalnızca Şanghay’daki mağaza sayısı 1.000’i aşmıştır. Bu rakamlar, Çin ve ABD arasında karşılıklı faydaya dayalı iş birliği potansiyelinin ne denli büyük olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

‘Pekin, Çin ulusunun büyük yeniden doğuşuna doğru ilerlemeye devam ediyor’

Sizce ticaret savaşı, Çin’in “daha bağımsız, daha dayanıklı” bir ekonomi inşa etme hedefiyle nasıl örtüşüyor? Bu ticaret savaşı, Çin’in ekonomik dönüşüm politikalarını nasıl etkiledi? Örneğin, “Made in China 2025” stratejisinde revizyona neden oldu mu?

Bağımsızlık ve kendine güven, Çin ulusunun köklü geleneklerindendir. Kendi gelişimine odaklanmak, Çin halkının her zaman benimsediği yaşam tarzı olmuştur. Ticaret savaşı olsun ya da olmasın, Çin halkı hiçbir zaman kendi kendine yeterli ve güçlü olma çabalarını bırakmamıştır. 1978 yılında Çin Komünist Partisi 11. Merkez Komitesi’nin 3. Genel Kurulu’ndan bu yana, ülkede geniş kapsamlı bir reform ve dışa açılma süreci başlatılmış, reform kapıları giderek daha da açılmıştır. Çin halkı, ayağa kalkmaktan refah ve güce ulaşmaya doğru ilerlemiştir. Çin modernleşmesi istikrarlı bir şekilde ilerlemekte; yeni kaliteye sahip üretici güçlerin temsil ettiği yükselen endüstriler, teknolojik gelişim ve inovasyonda yeni sınırlar oluşturmaktadır.

Özellikle, Çin Komünist Partisi 20. Merkez Komitesi’nin 3. Genel Kurulu kapsamlı reform önlemleri önermiş ve ülkenin reform sürecini yerel keşiflerden ve ilk atılımlardan sistematik entegrasyon ve kapsamlı, derinlemesine ilerleme aşamasına taşımıştır. Çin’in reformlarının genişliği benzersizdir; ekonomi, siyaset, kültür, toplum, ekolojik medeniyet, Parti yapılanması, ulusal savunma ve ordu dahil olmak üzere tüm alanları kapsayan 2.000’den fazla reform girişimi bulunmaktadır. Reformların derinliği ise kilit alanlara odaklanmakta; büyük kurumsal ve yapısal zorlukları ele almayı ve köklü çelişkileri çözmeyi hedeflemektedir. Sonuç olarak, Çin’in ulusal yönetişim sistemi ve kapasitesi istikrarlı bir şekilde modernleşmeye doğru ilerlemektedir. Çin, tarihte mutlak yoksulluğu ortadan kaldırmış; dünyanın en büyük eğitim, sosyal güvenlik ve sağlık sistemlerini kurarak halkın yaşam koşullarında kapsamlı iyileşmeler sağlamıştır. Ülke, üst düzey reform ve dışa açılma sürecinde ilerlemektedir; 22 pilot serbest ticaret bölgesi kurulmuş, vizesiz seyahat anlaşmaları ağı genişlemiş ve Çin, 140’tan fazla ülke ve bölgenin başlıca ticaret ortağı haline gelmiştir. Her yıl küresel ekonomik büyümeye %30’dan fazla katkı sağlamaktadır. Dolayısıyla, ticaret savaşı olsun ya da olmasın, Çin belirlediği hedefe —yani Çin ulusunun büyük yeniden doğuşuna— doğru ilerlemeye devam edecektir. Elbette, sözde ticaret savaşının Çin’in ekonomik dönüşüm politikaları üzerinde bir etkisi olduysa, bu yalnızca Çin’in yükselen bilim ve teknoloji sektörlerinin gelişimini ve yaygınlaştırılmasını daha da hızlandırmış olmasıdır.

‘Çin hegemonik değil, barış içinde bir arada yaşamayı savunuyor’

Bu dönemde, diğer ülkeler ABD’nin saldırgan politikalarından rahatsız olurken, Çin kendisini daha ılımlı ve olumlu bir alternatif olarak sunuyor. Avrupa ve Asya’daki ülkeler bu durumu nasıl görüyor? Bu süreçte Çin’e yakınlaşma eğilimindeler mi? Yoksa hâlâ ABD’ye karşı net bir tavır almaktan çekiniyorlar mı?

Genel olarak, Amerika Birleşik Devletleri dışındaki çoğu ülke, “Önce Amerika” ilkesine dayanan saldırgan ve katı politikalardan memnun değildir ve bu duruma karşı hoşnutsuzluk beslemektedir. ABD hükümeti tarafından benimsenen sert önlemler dizisi, onun tek taraflılık ve kendi çıkarını önceleyen hegemonik zihniyetini daha da ortaya koymuştur. Bu nedenle, ekonomik küreselleşme, uluslararası düzen, jeopolitik güvenlik dengeleri ve küresel ideolojik eğilimler gibi alanlarda köklü uyumlar ve değişiklikler beklenmektedir. Trump yönetimi, “Önce Amerika” ilkesine bağlı kalarak, sanayi, istihdam ve ticaret alanlarında küresel bir “yeniden paylaşım” stratejisini saldırgan bir şekilde teşvik etmiş ve ABD’nin artık “kandırılmasına” izin vermemeyi hedeflemiştir. Bu durum, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) merkezli çok taraflı ticaret sistemini ciddi baskı altına almıştır. Ayrıca Trump yönetiminin Dünya Sağlık Örgütü’nden ve Paris Anlaşması’ndan çekilme gibi “anlaşmalardan ve uluslararası kuruluşlardan ayrılma” eylemleri, Birleşmiş Milletler merkezli uluslararası sistemi ve BM Anlaşması’ndaki amaç ve ilkelere dayanan uluslararası ilişkilerin temel normlarına da ciddi zararlar vermiştir.

Yüzyılda bir görülebilecek kadar derin değişimler yaşanırken, ABD’nin art arda uyguladığı politikalar küresel siyasi ve ekonomik yapının zaten kırılgan olan dengesini daha da sarsmış ve belirsizliği önemli ölçüde artırmıştır. Buna karşılık, Çin “güçlü olan hegemonya kurar” gibi yanlış bir yola sapmamış; bunun yerine çatışmadan ve karşı karşıya gelmeden kaçınma, iyi komşuluk ilişkileri, karşılıklı fayda ve kazan-kazan iş birliği ile barış içinde bir arada yaşama politikasını benimsemiştir. Çin, samimi iş birliği, dostane istişare ve soğukkanlı güven duruşuyla dünya sahnesinde sağlam bir yer edinmiş ve uluslararası toplum tarafından memnuniyetle karşılanmıştır.

İnsanlık için ortak gelecek topluluğu anlayışının önerilmesi ve hayata geçirilmesi, Kuşak ve Yol Girişimi çerçevesinde on yılı aşkın süredir yürütülen uygulamalar ve gelişmeler, ayrıca Küresel Kalkınma Girişimi, Küresel Güvenlik Girişimi ve Küresel Medeniyet Girişimi’nin başlatılması ve ilerlemesi, küresel yönetişimde Çin’in bilgeliğini ve çözüm önerilerini sunmuştur. Çin, yüksek kaliteli kalkınmayı sürdürmekte ve Çin modernleşmesini ilerletmekte; halkının daha iyi bir yaşam sürmesi ve küresel sürdürülebilir kalkınmaya daha fazla katkı sağlamak amacıyla çalışmaktadır.

Uluslararası toplum, Çin ile Amerika Birleşik Devletleri arasında çatışma ya da karşıtlık görmek istememektedir ve herhangi bir taraf seçmeye zorlanmak da istememektedir. Dünya, bu iki ülkenin barış içinde bir arada yaşamasını ve dostça iş birliği içinde olmasını arzulamaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi, şimdi ya da gelecekte Çin ile ABD arasında iş birliği alanı oldukça geniştir. Küresel sahnede önemli roller üstlenen iki büyük güç olarak Çin ve ABD’nin inkâr edilemez uluslararası sorumlulukları vardır. Çin-ABD ilişkilerinde temel ton, rekabet ve çatışma olmamalı; kazan-kazan temelli iş birliği olmalıdır. Ancak rekabeti iş birliğine dönüştürerek ve sıfır toplamlı oyun anlayışını karşılıklı fayda esasına dayalı bir yaklaşımla değiştirerek, her iki ülke hem kendi halklarına hem de uluslararası topluma karşı yüksek düzeyde sorumluluklarını gerçekten yerine getirebilir.

Okumaya Devam Et

Söyleşi

İsrail-İran savaşını kim kazandı? E. Tuğamiral Alaettin Sevim Harici’ye anlattı

Yayınlanma

Yazar

12 gün süren İsrail-İran savaşı, şimdilik ABD Başkanı Donald Trump’ın dahliyle ateşkesle sonuçlanmış gibi görünse de, bölgede gerilim devam ediyor. Bu kısa süreli çatışma ardında pek çok soru işareti bıraktı. Savaş hakikatten bitti mi? Kazanan kim kaybeden kim? İran’ın nükleer tesisleri gerçekten yok oldu mu? Pek çok soru hala tartışılıyor. Bunlardan bazılarını, emekli Tuğamiral ve İstanbul Kent Üniversitesi Öğr. Gör. Dr. Alaettin Sevim’e sorduk.

İsrail-İran savaşına 10. günde müdahil olan ABD, 12. günde de “tamam bu kadar yeter savaş bitti” dedi. ABD’nin bu çatışmaya hızla girip hızla çıkmaya çalışması ne anlama geliyor? Yoksa bu da Trump’ın diplomasi masasında yaptığı gibi taktik bir manevra veya şaşırtmaca mı?

Kanaatimce Amerika, özellikle Başkan Trump zaten bu savaşa çok fazla taraftar değildi. Müdahil olmak istemedi, ancak buna mecbur kaldı. Sonuç olarak Amerika’nın teknolojik gelişmişliği ve dünya politikasındaki ağırlığına orantılı bir şekilde bir taarruz yapıldı. Ancak gerek bu saldırılan nükleer tesislerin 2 gün önceden boşaltılmaya başlaması ve bu boşaltılma kaydedildiği halde, tespit edildiği halde buradaki boşaltmaya destek veren, boşaltmayı yapan, tahliyeyi yapan unsurların herhangi bir taarruza maruz kalmamış olmasına dair kanaatim bunun önceden haber verilmiş, bu nedenle de etkisi minimize edilmiş bir taarruz olduğu yönündedir. Benzer şekilde İran’ın da Amerika’ya verdiği cevapta yine Katar’daki hava üstüne yapılan taarruzda önceden haber verilmiş olması, boşaltılmış üstlere yapılan bu taarruzun da yine kararlaştırılmış ve birlikte onay verilmiş bir taarruz olduğu ortaya çıkıyor diye değerlendiriyorum. Dolayısıyla Amerika’nın bu savaşı istemediğini, özellikle başkan Trump’ın bunu istemediğini, kısıtlı bir müdahale yapıldığını ve bu müdahale sonucunda da yine kısıtlı ve önceden planlanmış bir cevap verildiğini ve savaşın şu an için ateşkesle sonuçlandırıldığını düşünüyorum.

Bu çatışmanın sonlandığını ve İsrail-İran arasındaki ateşkesin kalıcı olabileceğini düşünüyor musunuz? Yoksa taraflar bir sonraki çatışma için birbirlerinin ağırlıklarını mı tartmış oldu?

Bence, bir müddet devam edecek. Burada asıl belirleyici olan İran’ın nükleer programına devam edip etmeyeceği ve de İsrail’de de Netanyahu’nun başının ne kadar sıkışmış olabileceği, ne kadar daha fazla iç politikada sıkışabileceği. Bunlar önemli hususlar. Bu savaşın çıkmasında da temel nedenlerin bunlar olduğunu düşünüyorum. Eğer ki bu konularda bir yumuşama sağlanırsa ateşkes en azından bir süre daha devam edecektir diye değerlendiriyorum.

Çatışmanın bölgesel bir savaşa dönüşme riskinden hep bahsedildi. Bu yönüyle Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması gibi bir senaryo da dillendirildi. Siz böyle bir risk görüyor musunuz? Yoksa Hürmüz’ün kapanmasıyla ilgili riskin şimdilik geçtiğini mi düşünüyorsunuz?

Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması, İran’ın çok zorda kalması ve artık başka bir çaresinin kalmadığı bir durumda söz konusu olabilir. Neler olabilir? Örneğin İran’ın petrol tesislerinin vurulması, İran’ın da petrol ihraç etme imkanlarının azalması, rejimin tehlikeye düşmesi, İran hükümetinin tehlikeye düşmesi, isyanların başlaması ve İran’ın başka çaresinin kalmaması durumunda Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması söz konusu olabilir. Aksi takdirde bu İran’ın kendi ayağına ateş etmesi olacaktır. Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasıyla beraber İran’ın da ticareti etkilenecektir. Özellikle Çin’e yaptığı petrol ürünleri sevkiyatının engelleneceği ortadadır. Bu da İran’ın ve müttefiklerinin istemeyeceği bir şeydir. Dolayısıyla Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasının, savaşın çok ilerlemesi ve İran’ın artık başka çaresinin kalmadığı bir durumda her şeyi göze alabileceği bir noktada söz konusu olabileceğini değerlendiriyorum. Yakın bir zamanda bunu mümkün görmüyorum.

İsrail-İran çatışmasında hava güçleri ve füze yetenekleri konuşuldu. Ancak Hürmüz’den Kızıldeniz’e önemli deniz ticaret yolları da diken üstündeydi. Bölgede donanmaların sahneye çıkacağı gerilimler tetiklenmiş olabilir mi?

Evet, günümüzün savaşlarının en önemli özelliği hava gücünün muhakkak olması. Hava gücüyle bir savaşı sonlandıramazsınız ama hava gücü olmadığı takdirde bir savaşı muhakkak kaybedersiniz. Hedefleriniz doğrultusunda hava gücünüzü ve düşman hava güçlerine karşı salınma kabiliyetlerinizi geliştirmek gerektiği ortaya çıktı.

Bölgede donanmalar ise zaten sahnede. Her zaman için bölgede donanmalar varlıkları son dönemde mevcut oldu. Halen de mevcut. Krizin büyümesine bağlı olarak bölgedeki donanma varlığının artması söz konusu olabilir. Örnek olarak en son Amerikan taarruzunda denizaltılardan atılan cruze füzeler kullanıldı. Dolayısıyla Amerika’nın ve diğer devletlerin görünür ve görünmez bir donanma varlığının her zaman bölgede mevcut olduğunu ve krizin gelişmesine bağlı olarak bu miktarın donanma varlığının artıp azalabileceğini devamlı olarak göz önünde bulundurmak lazım. Ama her zaman bölgedeki üsler vasıtasıyla görünür ve görünmez denizaltılar gibi görünmez unsurlarla da olsa bölgede donanma varlıkları devam edecektir.

ABD’nin ve İsrail’in bu müdahaleleri Çin ve Moskova tarafından sizce nasıl izlendi. Bu iki başkentin, hem ABD ile karşı karşıya gelmemek hem de müttefikini korumak gibi bir ikileme düştüğü söylenebilir mi?

Göründüğü üzere burada Rusya’nın belli oranda Amerika’nın müdahalesini sınırlandırmak üzere bir çabası olabilir. Özellikle Rusya’nın son dönemde yaptığı açıklamalar dikkati çekti. Örnek olarak İsrail’e çok uzun süreler boyunca İran’ın herhangi bir silah geliştirme kapasitesinin, nükleer silah geliştirme kapasitesinin olmadığını bildirdiklerini belirttiler. Daha sonra da Putin ABD müdahalesinin bölgedeki barışı ve hatta dünya barışını etkileyeceğini açıklaması da dikkat çekici oldu. Çin’in en azından bizim önümüze gelen demeçleri Rusya’ya göre daha düşük yoğunlukta kaldı. Ama İran’ın önemli bir müttefiki olarak Çin’in de demeçler seviyesinde ya da kamuoyundaki açıklamalarıyla yapılan destek seviyesinde İran’ın yanında yer aldığını görüyoruz. Burada ben özellikle Rusya’nın kapalı kapılar ardında Amerika’yı ikna çabaları olmuş olabileceğini değerlendiriyorum.

Sonuç olarak bu kriz İsrail’in İran’ın altyapısına ve nükleer kapasitesine verdiği hasarla İsrail’in avantaj sağladığını ama İran’ın da bu savaşı kaybetmeyerek kazandığını değerlendiriyorum. Özellikle de İran‘ın İsrail’e cevap verme kapasitesinin, reaksiyon gösterme kapasitesinin düşük hesaplandığını ve bu kadar uzun süre füzelerle de olsa uzak mesafeden de olsa cevap verebileceğinin değerlendirilmediğini ve burada hata yapıldığını düşünüyorum. Bu nedenle İran da bu savaşı kaybetmeyerek kanaatimce kazanan sayıldı.

Okumaya Devam Et

Diplomasi

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Yayınlanma

Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.

İsrail’in saldırıları sonrası Pekin ilk tepki olarak, “ciddi endişelerini” dile getirdi ve tüm tarafları daha fazla tırmanmayı önlemeye çağırdı.

Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian, cuma günü yaptığı açıklamada, Çin’in İran’ın egemenliği, güvenliği ve toprak bütünlüğüne yönelik her türlü ihlale ve “gerginliği tırmandıran” eylemlere kararlılıkla karşı olduğunu söyledi.

Lin, “Bölgedeki ani gerginlik artışı kimseye fayda sağlamaz” dedi. “Çin, tüm tarafları, durumun daha da kötüleşmesini önlerken, bölgesel barış ve istikrarı teşvik edecek önlemler almaya çağırıyor” diye ekledi.

Sözcü, Çin’in krizi yatıştırmada “yapıcı bir rol” oynamaya hazır olduğunu da vurguladı.

Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi de, İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi ve İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar ile telefon görüşmeleri yaptı. İsrail’in ‌İran’a yönelik saldırılarını kınayan Wang Yi, uluslararası toplumun İran nükleer meselesinin siyasi yollardan çözülmesi için çaba gösterdiği bir dönemde, bu saldırının “kesinlikle kabul edilemez” olduğunu söyledi. “Sorunların çözümü için ‌diplomatik kanallara dönülmesi‌” çağrısı yaptı.

Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü, Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.

‘Pekin yapıcı rol oynamaya istekli’

Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian’ın açıklamalarını hatırlatan Yang Chen, Çin’in İsrail’in İran’a saldırısından derin endişe duyduğunu ve bu tür eylemlerin doğurabileceği ciddi sonuçlardan dolayı son derece kaygılı olduğunu belirtti. Çin’in, İran’ın egemenliğinin, güvenliğinin ve toprak bütünlüğünün ihlal edilmesine karşı olduğunu söyleyen Yang, ayrıca çatışmaların tırmanmasına ve gerilimin artmasına da karşı olduğunu ifade etti.

Çin’in, ilgili tüm tarafları, bölgesel barış ve istikrarı teşvik etmeye yönelik daha fazla çaba göstermeye ve gerilimi daha fazla artırmaktan kaçınmaya çağırdığını ve durumun hafifletilmesini teşvik etmek için yapıcı bir rol oynamaya istekli olduğunu kaydetti.

‘İran renkli devrim tehdidiyle karşı karşıya’

Çinli akademisyenlerin bakış açısından ise, Orta Doğu’daki temel çelişkinin artık Suudi Arabistan ile İran arasındaki önceki çatışmadan İsrail ile İran arasındaki çatışmaya kaydığını ifade etti.

Trump’ın göreve başlamasından sonra, İsrail ile İran’ın liderlik ettiği “direniş ekseni”ni arasındaki kuşatma ve karşı-kuşatma mücadelesinin tırmanmaya devam ettiğini belirten Yang, “İsrail karşıtı birlik cephesi ile İran karşıtı birlik cephesi arasındaki mücadele şiddetlenecek” değerlendirmesini yaptı.

İran’ın büyük bir “renkli devrim” tehdidiyle karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, “Bu saldırıda, İran’ın sertlik yanlıları hedef alınıp ortadan kaldırıldı ve bu durum İran’ın etkisine ağır bir darbe vurdu. Eğer İran, İsrail saldırısına karşı kararlı bir şekilde misilleme yapmazsa, gelecekte daha tehlikeli bir durumla karşı karşıya kalmasından ve bölgesel etkisinin ciddi şekilde zayıflamasından, hatta rejimin istikrarının bile tehlikeye girmesinden endişe edilmektedir” ifadelerini kullandı.

‘Çin İran’da istikrardan yana’

Çin’in Orta Doğu politikasının her zaman istikrar ve sürekliliğini koruduğunu ve dramatik değişikliklere rağmen temelden değişmeyeceğini söyleyen Yang, İran’ın Pekin için önemini ise şöyle anlattı: “İran, Çin için stratejik öneme sahip bir ülkedir. İran, Avrasya’nın merkezindedir, Kuşak ve Yol Girişimi’nin önemli bir merkezidir, Çin’in enerji kaynaklarının önemli bir kaynağıdır ve Orta Asya’daki istikrarın korunması ve Sincan’ın güvenliğinin sağlanması için önemli bir güvencedir”.

Bu sebeple Pekin’in, İran’ın istikrarlı kalmasını istediğini belirten Yang, “Çin, İran’ın ABD ve Batı tarafından baskı altına alınmasını istemez, ayrıca İran’ın ABD ve Batı’ya yönelmesini de istemez” değerlendirmesini yaptı.

İran’ın iç ve dış meselelerde büyük zorluklarla karşı karşıya olduğuna da dikkat çeken Yang, bu zorlukları şöyle sıraladı:

  1. Ekonomik durgunluk

“İlk olarak, İran’da ekonomik gelişme durgundur. 2024 yılında İran’ın gayri safi yurtiçi hasılası 434,2 milyar dolardı (bu rakam Çin’in Şensi Eyaleti’nin ekonomik büyüklüğüne eşdeğerdir); bu rakam 2008’den 2017’ye kadar olan on yıllık dönemdeki seviyesine hâlâ ulaşmamış ve 2011’deki zirve değeri olan 625,4 milyar dolardan oldukça uzaktadır. Kişi başına düşen GSYİH yaklaşık 4500 dolardır (İsrail’in kişi başı GSYİH’sı olan 52.261 doların sadece 1/12’si kadardır); bu durum İran halkının memnuniyetsizliğine neden olmuştur. Ekonomik durgunluk, İran’ın “direniş ekseni”ne güçlü destek sağlamasını da engellemektedir.”

  1. Nükleer pazarlık

“İkinci olarak, İran’da siyasi değişimler yaşanmıştır ve ılımlı bir cumhurbaşkanı göreve gelmiştir. 30 Temmuz 2024’te İran’ın yeni cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan yemin ederek göreve başladı. Ilımlı bir cumhurbaşkanı olan Pezeşkiyan, 2024 Eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılımı sırasında, ülkesinin uluslararası ilişkilerinde “yapıcı” bir sayfa açma umudunu dile getirdi ve İran’ın “nükleer programı konusunda Batı ile diyaloğa hazır olduğunu” vurguladı. Bu durum da İran’ın Batı ile müzakereye ve “İran nükleer anlaşması”nı yeniden müzakere etmeye niyetli olduğunu göstermektedir. Ancak “direniş ekseni”nin zayıflamasıyla birlikte İran’ın Batı’dan yaptırım muafiyeti elde etme konusundaki pazarlık gücü azalmıştır.”

  1. Ulusal güvenlik

“Üçüncü olarak, İran’daki iç güvenlik durumu endişe vericidir. Son yıllarda İsrail, İran’da art arda suikastlar düzenlemiştir; bu suikastlara İran’ın kıdemli nükleer fizikçisi Muhsin Fahrizade, İran Devrim Muhafızları lideri Kasım Süleymani ve İran Devrim Muhafızları İstihbarat Yetkilisi Muhammed Akiki dahildir. Mayıs 2024’te İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi bir uçak kazasında hayatını kaybetti. Temmuz 2024’te Hamas lideri İsmail Haniye, İran’ın başkenti Tahran’da suikasta uğradı ve daha sonra bu olaydan İsrail resmi olarak sorumlu olduğunu kabul etti. Bu durum, İsrail ve ABD istihbarat teşkilatlarının İran’ın ulusal güvenlik sistemine tamamen sızdığını ve İran’da diledikleri gibi hareket edebildiklerini, istedikleri kişilere suikast düzenleyebildiklerini göstermektedir. İran’ın ulusal güvenliği, kendi cumhurbaşkanının, üst düzey askeri komutanlarının, önemli bilim insanlarının, üst düzey istihbarat yetkililerinin ve yabancı misafirlerin hayatlarını koruyamamıştır.”

İran’ın şu anda büyük zorluklarla karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, ancak buna rağmen Tahran’ın ayakta kalabilmesi için “büyük güçlerden ve zorluklardan korkmayan” bir tutum sergilemesi gerektiğini belirtti.

Yang’a göre İran, bölgesel etkisini kanıtlayabilirse ve kararlı şekilde Amerikan ve İsrail karşıtı tutumunu gösterebilirse, daha fazla dış destek elde edebilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English